10 Şubat 2025 Pazartesi

Gerçek mi kusursuz yoksa yalan mı?

Fantastik edebiyat gerçeklerin dünyasını aşıp, olağandışılığın sınırları içinde yepyeni bir dünya açar. Kimi zaman mekân yaşadığımız dünya gezegeni, kimi zaman var olmayan bir gezegen ve zaman diliminde kapılarını açar. Bizi şaşırtır, tedirgin eder, meraklandırır. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi serisinde Orta Dünya denen bir yerde var olmayan, onun mürekkebinden hâsıl olan Elf, Hobit gibi ırkların macerasını yazmıştır. Onu etkileyen en büyük etken Birinci Dünya Savaşı’dır ve onu bambaşka bir dünyada bize aktarmayı istemiştir. O, fantastik edebiyatın babası hüviyetine, ince ince düşünüp ilmek ilmek işlediği eseri sayesinde kavuşmuştur. Özellikle gençler tarafından ilgi gören, hayallerinin sınırlarını zorlayan, “Fantastik edebiyat” bu yüzyıla damgasını vuran, tür olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır.

Türk Edebiyatında da gençlere yönelik bu tür eserlerin sayısı günden güne artıyor. Özellikle çocukluğunda He-Man gibi çizgi filmler, Zindanlar ve Ejderhalar gibi film ve kitaplar arasında kaybolan nesiller, beslendikleri bu kaynakların benzerlerini yazmak için kolları sıvamışlardır. Bu toprakların çocukların elinde, fantastik edebiyata konu olacak malzeme bir hayli fazladır. Bu alanda kalem oynatmayı kendine vazife bilmiş Haldun İlkdoğan bu isimlerden biridir. Özgeçmişinde yazan şu cümle çok dikkat çekici: “Fantastik Evrenlere olan ilgisi ise Harry Potter, Narnia Günlükleri ve Altın Pusula gibi eserlerden beslenerek kendi özgün evrenini yaratma kararını almasına vesile oldu. Böylece toplumsal gerçekçi fantastik bir yönelimde eserlerini kaleme almaya özen gösteriyor.

İlkdoğan’ın, etkilendiği, Narnia Günlüklerinin yazarı 1898 Kuzey İrlanda Doğumlu (Birleşik Krallığa Bağlı bölüm) Clive Staples Lewist'ir. Eserini 1950 yılında Tolkien’den etkilenerek yazmıştır. Kitap 2005-2008-2010 yılında üç seri olarak filme çekilmiştir. Yine etkilendiği, Altın Pusula ise Philip Pullman tarafından yazılan 3. ciltlik Karanlık Cevher serisinin 3. kitabıdır. 2007 yılında, Chris Weitz tarafından çekilen, başrollerinde Nicole Kidman, Danie Craig olan Oscar'lı bir film olarak da hafızalarda yerini almıştır. Bu iki kitabın içeriğinde toplumsal gerçekler olduğu kadar, Hz. İsa’nın hayatından esinlemeler taşıdığını da bir yere not etmek lâzımdır. Haldun İlkdoğan aynı zamanda bir akademisyen, müzisyendir. Hayal kurmaya ve bunu kaleme dökmeye meraklı bir isim olarak yazın dünyasında kendine yer etmiş biri. Özellikle kendine has evrenini; orada adalet, eşitlik, huzur yaşanabilen bir dünya üzerinden inşa etmeye, bunu da gençlere aktarmayı hedefliyor. Genç Timaş’tan çıkan Lema: En Yüksek Tepe eserinde bunu yapmaya çalışıyor.

Eserini yazarken içinde bulunduğumuz evrenin, toplumsal gerçeklerini kendi gözüyle, kendi bakış açısıyla veriyor. Materyalleri, mineralleri biten, yaşanmaz hale gelen dünyadan, bir başka gezegene giden insanların evrimi, yolculuğu kutsal kitaplarda yazan kıyamet hikâyelerinden esinlendiğini söyleyebiliriz. Açgözlü yönetici ve zenginlerin iktidar savaşı ve vurdumduymazlığı dünyayı o hale getirmiştir. Çevre bilincinin yok olduğu bir dünyadan kaçıp, yeni bir gezegene gelen insanların evrim geçirse de zihinlerinin yine aynı olduğunu, aç gözlülük ve iktidar arzusunun her şeyin önüne geçtiğini anlatmaya çalışmaktadır. “Dünya öyle bir yere dönüşmüştü ki insanlar yaşayabilmek için temiz havayı bile parayla takas eder oldular.

Lema adlı 15 yaşındaki olağanüstü güce sâhip karakterin etrafında örülen olaylar dört kısımda ele alınıyor. Lema kendini tanırken, biz de onunla karanlık geçmişinin gizemini, ondan saklanan sırrı ve kendisini bekleyen tehlikeyi öğreniyoruz. Onunla birlikte doğan dört çocuk birer kurtarıcıdır lâkin diğer üçünün kim olduğunu bilmiyoruz. (Narnia Günlüklerinde dört çocuk vardır) Mai gezegeninin Mavel Kasabasında bir postacı ailenin kızı olan Lema görüngü krizleri geçirmektedir. Bu krizler mekân ve zaman içinde gelip gitmesine neden olmaktadır. Her krizinde bir ağaç ve yıkılmış harabe bir şehirde kendini bulmaktadır. Bu anlarda vücut ısısı yükselmekte ışık ve ateş saçabilmektedir. Kasaba çocukları tarafından garip bulunduğu için evinden dışarı çıkmamaktadır. Lâkin bir gün Su perdesi denilen bir geçiş tünelinden gelen Aksak’ların saldırısında (Yaramaz Ruhlar-Doğmamış çocukların ruhu) gücünü bilmeden açığa çıkarır. Böylece olaylar başlar. Bir görüngü krizinde, koca ağacın yanında gördüğü yaşlı bir kadından, geçmişi ile ilgili gerçekleri dinler. Kendi içinde gücüyle ağaca ışık vererek şehri eski halinde görmeyi başarır. Ateşlerle ışıkla dolu ağaç, Hz. Musa’nın Tanrı ile konuşmasını andırır. Yine mahşerin yedi kapısı bize dinlerde yer alan yedi sayısına göndermedir. Yunus Emre: Yolcuğa Öğütler kitabında bunu işler. Büyük Tufan, Hz. Nuh kıssasıdır.

Roman Mai denen bir gezegende geçer. Mai gezegenini de dört temel millet oluşturmuştur. Asil Ruhlar bu gezegene uyum gösterip yaşayabilenler, ruhlarını feda edenlerdir. Enzallar, bedenleri çürüyen hastalıklılar, göçmenlerdir. Enzad’lar, sağlıklı tertipli şerefli olan yerleşik hayata geçenler, onlar kendilerini gezegenin asıl insanı olarak görmektedir. Ve dördüncüsü bunu kabul etmeyen Akela’lar. Yılda bir kez ortaya çıkan Safirin güneşi, hiçlik kuşağının küçülmesi ve insan bedeninin ihtiyacı olan mineralleri sağlayan güçtür. Mahşerin Yedi kapısı ise hiçlik ruhunun üfleneceği kıyametin kopartacağı geçitlerdir.

Zaten yüzyıllardır bu gezegende bir şekilde var olmamızı iki şeye borçluyuz, biri dünyevi maddeler diğeri Safir’in güneşi.

Lema kim olduğunun peşinde koşarken Akela olan Pioren ona şöyle cevap verir

Sen yeryüzüsün, dünyevi toprağın özü ve her şeyi dönüştürecek olan güçsün.

Lema böylece gezegenin kaderini elinde tuttuğunu öğrenir, ama onu bekleyen tehlikeler nelerdir? Yüce Konseyi oluşturan Enzad’lılar Esfahan (İsfahan şehrine kimi yerde böyle seslenilir) denen büyük şehirde karar verici mercidir. Göçmenlerden korunmak için kasaba bir sis bulutu altındadır. Bu gezegende insanlar, Lav kuşunun yumurtasının özünden ısınma aydınlatma ve insanlar enerji toplarlar. Watt denilen elektrik üreten bir kuş türüne, Seron denilen dev kanatlı bir kuş ve Lema’nın sevgili hayvan dostu Ason ise canlı türlerinden bazılarıdır. Görünmez olmayı sağlayan taşlar, insanın düşüncesini okutan bitkiler, kokuları alıp götüren okaliptüs bitkilerinden bazılarıdır. Mavel kasabasında kimsenin akrabası yoktur ve çocukların meslek seçme hakkı yoktur. Çünkü ailesinin mesleğini sürdürmek zorundadır. Lema’nın kendine bulma ve Mavel kasabasının Şafak Kolcuları tarafından işgal edilmemesi için verdiği mücadelenin ön saflarında yer alan Bitki Uzmanı, Büyük Tufan’dan kaçıp gelmiş İssara, Hayvan terbiyecisi (bir çeşit çoban) Harden ve Kasabanın bekçisi Roff, annesi Sira, onun gelişmesini sağlayan kişiler olarak da karşımızdadır.

Eserde kimin yalan söylediği kimin doğru söylediğini sonuna kadar anlamıyorsunuz bütün cevaplar ikinci kitapta yer alacak gibi durmaktadır.

Gerçekler hep kusurludur, ama yalanlar şüphe duyamayacağın kadar kusursuz görünür.

Bir serinin giriş kitabı olan Lema: En Yüksek Tepe, kendimizi de sorgulayacağımız konuları, halktan uzak yöneticilerin her türlü yalana sarıldığını ve gerçek sandığımız birçok şeyin yalan olduğunu anlatmaya çalışmış.

Sana anlattıklarımın hepsi kızıl başlı kör kâhinlerin alacalı divitleriyle insanlar için mahşerin yedi kapısını kapatan lahitlere yazıldı. Başaramazsan, başaramazsak, lahitler yerle bir olacak ve gezegenin ruhu bir ses olarak bedenleşecek, kendi varlığında oluşan hiçlik kuşağının genişlemesini durdurmak için bu yedi kapıdan yeryüzüne üflenecek. O gün insanlık karşı koyamayacağı bir yok oluşu, acı dolu bir mahşeri yaşayacak.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Filistin’in iç içe geçmiş trajedileri

Filistin’in işgali gündemimizde. Şu an ateşkes olsa da işgalden ve soykırım girişiminden dolayı Filistin maalesef aklımızda yıkımla ve rakamlarla özdeşleşmiş halde. Filistinli insanlar rakamdan ibaret. O gün kaç Filistinlinin öldüğü, yaralandığı gibi haberler Filistin’e dair zihnimizi kaplamakta. İşgalin bir gün biteceğine de Filistin’in özgür olacağına da imanımız tam.

Fakat Filistinli kahramanların bir hayata sahip olduklarını unutmamak önemli. İşte Âbid Selâme’nin Hayatından Bir Gün romanı savaşın yıkıcılığını anlatırken aynı zamanda Filistinlerin hayatını gösteriyor. Onların dertlerini, aşklarını, özlemlerini anlatıyor. Ve bunu yaparken okuru ne gereksiz betimlemelerle boğuyor ne de belgesel niteliği katarak kitabı edebi bir eser olmaktan çıkarıyor. Okuru sıkmayan, sade ama o sadeliğin içine gerekli her detayı da katarak şahane bir üslup tutturuyor. Yazar Nathan Thrall, Kudüs’te yaşayan Amerikalı bir gazetecidir. Gazeteciliği onun kalemini beslemiş, romanı anlaşılır ve derin bir üslup ile zengin kılmıştır. Gazeteci olması aynı zamanda olayların tam merkezinde yer almasını sağlamış, gözlem gücünü yüksek tutmuş ve yaşanan hayatları, dramları ıskalamasının önüne geçmiştir. Böylece de sokaklardan gelen gözyaşı, tarihe tanıklık edecek bir esere dönüşmüştür.

2012 yılının Şubat ayında Kudüs’te bir kaza meydana gelir ve o kazada beş yaşındaki Selame ile bazı okul arkadaşları hayatını kaybeder. Selame’nin Hayatından Bir Gün bu kazanın etrafında Filistinlilerin yaşadığı işgali anlatır. Roman öyle ses getirir ki Pulitzer Ödülü’nü kazanır, ayrıca 15 farklı yayın tarafından yılın en iyi kitabı olarak gösterilir.

Roman gerçeğin farklı suretler şeklinde gösterilmesi, gerçeğin giydirilmesi şekliyle karşılar okuru. O hayatın tam olarak kendisini, sanki hayatın dışında bir alandan seslenir gibi anlatır. Hayatın tam içinden seslenir ama sesin çıkış noktasını hayatın alternatif bir bölgesinden başlatır. Eğer roman, belgesel niteliği taşırsa bu kez hayatın içinden kendisine bir konum edinir. Giydirilmiş suret sayısı azalır, kurgu ile gerçek ortaklaşa hareket ederler. Selame’nin Hayatından Bir Gün gerçeğin yalın şekilde gösterilişi, kurmacanın imkânlarından faydalanmakta ama gücünü ve haykırışını gerçeğin kendisinden almaktadır.

Ayrıca yazarın Amerikalı olması, vicdanın insan olmak için yeterli olduğunu da göstermektedir. Modern dünyada Müslümanlar sahneye sadece öldürülmek için çıkarılmaya çalışılırken, zulmün gölgesinde Amerikalı bir yazar sahneye savaşı yansıtabilmektedir. Kalemin susturulması da yayılmasının engellenmesi de mümkün değildir, bu eser de bunu bir kez daha herkese göstermektedir.

Soykırımın gölgelenmeye çalışıldığı bugünlerde Selame’nin Hayatından Bir Gün eseri okunmalı, paylaşılmalıdır. Çıkarılan her ses tarihe geçecektir.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

8 Şubat 2025 Cumartesi

Bütün varlıklar âlemi birer açık yapıttır

Umberto Eco, sanat yapıtının okurla, izleyiciyle olan ilişkisini anlamlandırdığı eseri Açık Yapıt’ta, “Bir kitap ne başlar ne de biter, en fazla öyleymiş gibi yapar.” der. Bu söz, sanatçının emeğinin bir karşılık bulması için onu talep edende açtığı derinliğe bakmamız gerektiğini anlatır biraz da. Kitaplar, filmler, şarkılar; insanın zihniyle gönlü arasında bir salıncak kurar. Aklın ve kalbin işleyişi, bu salıncağın salınımından mutlaka beslenir. İhtiyaç anında hatırlanan bir dize, yolda yürürken ritmi tutturulan bir şarkı, ansızın beliriveren bir resim, “bir olasılıklar yumağı” olan dünyayı anlamlandırmamıza, yaşamımıza şekil vermemize, bazı başka hayat damarlarını keşfetmemize imkân sağlar.

Yahya Kemal’in ilk açık yapıtı Üsküp’tü. Henüz çocuk yaşlarında önüne açılan bu güzellik filtresi, sonrasında İstanbul’dan Bursa’ya, Varşova’dan Madrid’e kadar onun yaşam ölçüsü oldu. Boğaziçi ona “Baktığım daha bir kerre güzeldin” dedirtti. Îsâ Bey Camii’nde dinlediği ezanlar, salalar, Bursa’nın Ulu Camii’sinde aklına gelince ona bu kez “Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın” dizesini yazdırdı. Çok sevdiği Üsküdar sokaklarında bir Ramazan günü “kaldım oruçsuz ve neşesiz” derken bile “Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür." diye hissetmesi, Rumeli Türklüğünün iç âleminde ona bıraktığı tohumun bir meyvesiydi. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi nice talebesini İstanbul surlarında gezdirirken anlatmak istediği tarih değil, tarihî olandı. Yani akan, içinde salındığımız, görmemiz ve mutlaka faydalanmamız gereken kıymetler; bugünü kavramamızı kolaylaştıracak enstrümanlar. Kocamustapaşa gibi bir semte baktığında orada ‘tarihî olan’ı fark eder, Türkçenin tüm cilveleriyle geleceğe sunardı: “Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada / o kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada / geçer insan bir adım atsa birinden birine / kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

İsmini Yahya Kemal’in Açık Deniz şiirindeki “hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!” dizesinden çekip alan bir Mehmet Samsakçı kitabı dolandı durdu elimde ne zamandır. Okurken neşeyi de tedirginliği de birlikte yaşadığım kitapları hemen bitirmeyi sevmiyor, onlarla olan ilişkime mutlaka makul bir takip mesafesi koyuyorum. Hayır buradan insanlarla olan ilişkimiz de esasında böyle olmalı demeyeceğim, çünkü öyle olması gerektiği herkesin malumu. Malum, âlim, ilim. Dili nasıl sevmeyelim? Türk kültürü ve edebiyatına dair yazılardan oluşan Tuzu Engin Denizlerin; metin karşısında okuyucunun nasıl bir konum alması gerektiğini öğreten -bu benim iddiam ve aksi ispatlanana kadar doğrudur- bir kitap. Edebiyattan yeni edebiyata, portrelerden tanıtımlara, şehir ve mimari yazılarından röportajlara kadar misaller sunan tarafıyla keyifli, zengin bir derleme. Yahya Kemal üzerine çok mühim gayretler ortaya koymuş Samsakçı, şairin “İnsanın ufku insandır” sözünü satırdan sadrımıza şöyle açıyor: “Büyük şair, herhalde ‘İnsan insanla açılır, insanla zenginleşir, çoğalır, insanla kendisinde bir şeyler yapacak kudreti bulur’ demiş olmalıdır. İçerisinde birçok insanlar, birçok hayatlar, birçok hayaller, hayal kırıklıkları barındıran ve bulunduran edebî metin ise, kendisindeki tükenmezlik, her çağa çağdaş olabilen her dem tazelikle bize sonsuz ufuklar, sonsuz açılımlar, cevherler sunar.

Edebiyat sevgisi, belirli bir noktaya geldiğinde hayatı insana daha berrak, şeffaf gösteren bir gözlük olur. Burada bir ara not: Bu sevgi, maddi-manevi enerjiyi yüksek dozda ister. Silik, tembel, şevksiz bir ilgiyi reddeder. Can kulağı, gönül dili arar. Soru ve sorgu talep eder. Hayatı gelişigüzel yaşamayı istemez. Yeme-içme, gezip tozma, alış-veriş gibi faaliyetlerin dışında; sesin ve sözün güzeline talip, ahengi önemseyen, duyarlı, hisli, sezgili kimselerle hemhal olmak ister. Şimdi ara nottan çıkıp devam edebiliriz. Okur, hasbi bir edebiyat sevgisiyle birlikte, hayata edebiyatla ve edebiyata da hayatla bakmaya başlar. Birinin ağırlığını diğeriyle hafifletir. Ne çok okumanın, sürekli okumanın yükünü taşımak, ne de hayatın yoruculuğu karşısında dirençsiz kalmak, sevdiğimiz ve istediğimiz şeyler değil. Bu nazarla düşündüğümüzde; denemeden şiire, romandan hikâyeye bütün insanlığa hayatı açıyor edebiyat. Hiçbir zaman anlamı aramaktan uzaklaşmak istemeyen, yaşamındaki o tadı, dokuyu, zevki kaybetmek istemeyen kimseler -samimi okurlar- için aşkın bir mesele bu yüzden edebiyat. Dünyaya, yaşama, insana, tabiata; hatta mahalleye, çeşmeye, köprüye, sahile bir ayna olabilmek, bir ayna tutabilmek için dilden büyük, dilden kudretli bir saz yok. Bu sazın akordu ezelden kurulu: insan kendini aramak zorundadır. Hurufattan nazariyata, güfteden besteye, böyle. Bu gerçeği görmek için Samsakçı’ya kulak verelim:

Bakan göz ve bu gözün entelektüel birikimi, kültür ve inanç seviyesi nesnenin, dolayısıyla bir sanat eserinin anlam açılımını zenginleştirecektir. Aslında bu bakış açısıyla her şey, bütün varlıklar alemi birer açık yapıttır. Zira bir nesneye, edebi ürüne, tabiata ya da insana bakış her zaman farklıdır. Ve bakılan, seyredilen nesnenin açıklığı da ona bakan kişinin konumuna, durumuna göre farklılık gösterir. Eseri okuma, seyretme, yorumlama, şerh etme vs. gücü çok olan bir insan için normalde çok kapalı görünen bir eser de açıktır. Nesnenin anlamı, özneden gelir. Nitekim Mehmet Kaplan, ‘Bakılan, bakana tâbidir’ der.

Aktüel edebiyatta tarihin ve tasavvufun nasıl işlendiğini sorgulayan, Sâmiha Ayverdi romanlarında kadının ve aşkın hâlleri arasında gezinen, Mustafa Kutlu’nun Nûr’undan Cahit Sıtkı’nın günahkârlık duygusuna uzanan, Kosova-Üsküp-İstanbul üçgeninde tarihi mirası didikleyen Tuzu Engin Denizlerin, okuruna ‘ikinci zaman’ı düşündüren, Mehmet Samsakçı’nın sözüyle “kelimenin bereketi edebiyattandır” dedirten bir kitap.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

7 Şubat 2025 Cuma

Serden yardan geçen hatunlar, melikeler, kraliçeler

Âdem yaratıldığında ona yârenlik etmesi için bir eş yaratılır. Nisâ sûresinin birinci ayetinde “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının.” Buyrulur. Eş kelimesi düşündürücüdür, sizin aşağınızda yahut sizin üstünüzde yaratıldı buyrulmamıştır. Sözlük anlamına bakacak olursak, birbirinin aynı olan, denk, emsal gibi karşılıklar buluruz. Bir başka mânâsı Kubbealtı Lügatinde şöyle yazar, “Karı kocadan her biri, zevç, zevce [Bu mânâ “arkadaş” anlamından gelmiştir].

Adına sûre inmiş olan kadının dünden bugüne değeri tam ortaya çıkmamıştır. Dünün köleleri ve cariyeleri olan hatunlar, bugün reklam sektörü, eğlence sektörünün bir numaraları ekran yüzüdür. Dün köle pazarlarında pazarlanan vücutları bugün reklam filmleri gibi görsel alanda sergilenmektedir. Ve için en acı tarafı bunu özgürlük olarak gösterilmesidir. Evet, bugün birçok alanda ismini duyduğumuz kadınlar vardır ama konumu hâlâ aynı noktada kalmıştır. Kadının kadın, erkeğin erkek olarak hayatı idâme etmesi gerektiğini, birisinin birisinden üstün olmadığını sâdece takvada üstünlük olduğunu anlatmak gerekir. Hucurat suresinde "Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.” diye yazar.

Bugün özgürlük yalanı ile aslına rücu etmeyip, hürriyetin gerçek mânâsından uzaklaşan kadın değil aynı zamanda toplumdur. Çünkü bir milletin yapıcı öğesi kadındır. Beşik sallayan dünyayı sallar. İnsanların ilk mürşidi annesidir. Âdemoğluna ahlâkı anlatan, öğreten kadındır. Dünyayı elinde tutanlar, dün ve bugünde esirdir. Bu esirlikten kurtaracak olanlar yine kendileridir. Onların yetiştirdiği çocuklar yarına yön verenler olacaktır. Bugünden düne kadına bakacak olursak nasıl bir ilerleme gösterdiğimiz belli olur. Sanayi devrimi, birinci dünya savaşını içeren, toplumdaki kadın hareketleri konusunda birçok çalışma mevcut iken daha geriye gittiğimizde çalışmalar kısıtlı kalmaktadır. Neyse ki eskiye nazaran sayıları gün geçtikçe artmaktadır.

Son zamanlarda çalışmalara bir yenisi daha eklenmiştir. Kronik Kitap'tan, Tülay Metin ve Songül Dumlupınar Alican’ın editörlüğünde çıkan Ortaçağ’da Kadın isimli çalışma yerini yazın dünyasında almıştır. İçinde bir çok akademisyenin yazıları yer almaktadır. Konu başlıkları bir hayli ilgi çekici olan çalışma aslında bir yazı derlemesidir. Öncelikle yer alan akademisyenler ve konuları sıralamak doğru olacaktır.

• Birinci ve İkinci Haçlı Seferinde Kadınlar - Birsel Küçüksipahioğlu
• Selçukluların Devlet Anası: Altuncan Hatun - Erkan Göksu
• Töregene Hatun ve Zamanı - Altay Tayfun Özcan
• Anadolu Beyliklerinin Siyasi Hayatında Kadının Rolü - Cevdet Yakupoğlu
• Hârezmşahlarda (1097-12319 Kadın ve İktidar - Meryem Gürbüz
• Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen Hatunlarının Taht Kavgalarındaki Rolü - Ayşe Atıcı Arayancan
• Hindistan’da Bir Kadın Hükümdar, Sultan Raziye - Bilal Koç
• Gürcü Krallığında Kadın Kral Tamar ve İktidar - Ayşe Beyza Ercan
• Şeceru’d-Dûrr: Trajik ve İhtişamlı bir Yaşam Öyküsü - Songül Dumlupınar Alican
• Megale Basılıs Tōn Romaıon: Romalıların Büyük İmparatoriçesi Eudokia Makrembolitssa - Esra Çıplak
• Selçuklu Hanedanının Hatunları: Çağrı Beyin Kızları - Suat Kaymak
• İktidar Yolunda Muhteris Bir Kadın: Ayşe Hatun - Yusuf Budak
• Kraliçe Akitanyalı Eleanor - Esra Güneş

Kitabın içinde yer alan konu başlıklarına bakınca, aslında Türk tarihini yakından ilgilendiren mevzûlardaki kadınları hedeflendiği anlaşılacaktır. Hepsinin bizim kadim tarihimizle sıkı bağları mevcuttur. Tamar, Eudokıa, Eleanor ve Haçlı Seferlerindeki salip ehli ordularındaki kadınların yer aldığı bölümler dikkat çekici. Bunlar bizim mücâdele içinde olduğumuz milletlerin içindeki nüfuzu olan isimlerdir. Diğerleri ise Türk milleti mensubu hatunlardır. Töregene Hatun ise, ikilemde kalınana isimdir. Kimisine göre Türk kimisine göre değildir. Moğolların Türklüğü ırkî mi yoksa Müslüman olduktan sonra Türkleşmişler midir? Henüz çözülmüş bir soru değildir ve çözülmeyecektir.

Kitab daha çok iktidarda söz almışları hedeflediği için toplum içindeki kadının yerine çok fazla söz verilmemiştir. Çoğu naip ve Kraliçe olan ve ülkesinin tek hâkimi olmuş kişilerdir. Farklı olarak görebileceğimiz yer, Türkiye ismiyle anılan Anadolu topraklarına en uzak bölge Hindistan’dır. Seçilme nedeni de Türk Devletinin başına geçen tarihe malolmuş Raziye sultan olmasıdır.

İsimler tek tek irdelendiğinde, Kral Tamar bir başka boyutla da dikkati celp eder. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi olan Gürcü Hatun’un büyükannesidir. Bilindiği gibi Selçuklu tarihinde güçlü ve özel bir yere sâhip olan bu hatunun babası aslen bir Türk’tür. Gürcistan Kraliçesi Rosudan (Kral(içe) Tamar’ın kızı) Selçuklu Hanedanına mensup Erzurum Hâkimi Mugîseddin Tuğrulşâh’ın oğlu ile evlenir. Ondan kızı Tamar doğar. Gürcü Hatun millet olarak yarı Türk’tür. Lâkin babasının Hristiyanlığı seçmesiyle bu dine mensuptur. Daha sonra Müslüman olmuş hatta Mevlânâ Hazretlerinin müridleri arasına girmiştir. Kitapta bu bilgilere yer verilmediği gibi Gürcü Hatun ele alınmamıştır. Yardımseverliği ve Mevleviliği ile tanınan Sultan eşinin, büyükannesinin dâhiliğini ve Gürcü Devletini nasıl ayağa kaldırdığını öğrenmek, onu daha iyi tanımamızı, anlamamızı sağlayacaktır. Kral(içe) Tamar(a) Selçuklu Devletini dize getiren güçlü bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Gürci Tarih yazımında ki “Yedi Krallık” ifâdesi onun dönemini işâret etmektedir.. Bu yedi krallık, Abhaz, Gürcü, Kaheti, Ermeni, Arran, Şirvanşahlar (Azerbaycan), İran topraklarını kapsamaktadır. Bir diğer isim Eudokıa ise, Anadolu kapılarını Türklere açan Malazgirt zaferinin, yenik imparatoriçesidir. Bizans’ın tarihinde güçlü bir yere sâhip, akıllı, bilgili bir imparatoriçenin yükselişinin bir manastırda noktalanışı ele alınmış. Manastırda kaldığı 12 yıl gibi bir sürede kendini ilme adamış, gramer ve dil kitapları yazmış yenik bir imparatoriçe potresinin arkasındaki gücü aktarılmıştır. Ülkesini ve iktidarını ayakta tutmak için büyük mücâdeleler, ve Bizans Oyunları düzenlemiş bir isimdir. Diyojen ile evlenebilmek için her türlü oyunu düşünmüş, son ana kadar saklayarak, patriği diğer yöneticileri kandırmayı başarmış birisidir. Kitapta, Bizim için dönüm noktası Malazgirt savaşının, mîmârlarından ve etkili isimlerinden olan Eudokıa hakkında geniş bilgiler yer almaktadır.

Eleonar ise Haçlı seferlerinde Fransa Kralı Luis’in eşi ve Kudüs Kralının kızı olarak geldiği bu topraklardan yenik olarak gider ve İngiltere Kralı Henry ile evlenerek dünyanın en güçlü Kraliçelerinden biri olur.

Düşman kraliçelerin ve naiblerin anlatıldığı kitapta bizim için övünç kaynağı olan Altuncan Hatun da yerini almıştır. Her ne kadar çekilen Selçuklu dizisinde pasif bir karakter olarak gösterilmiş olsa da tarih sayfasında güçlü bir hatun olarak yerini korumaktadır. Devleti için oğlunu hiçe sayan, bekā için ordunun başına geçerek Hemadan’da sıkışmış Sultanın imdadına yetişerek, Türk tarihinin seyrini değiştiren Altuncan Hatun’u, Selçuklu Konusunda uzman bir isim Erkan Göksu kaleme almış. Değeri bilinmeyen, bugün bile birçoğunun isminden bir haber olan Altuncan Hatun, okullarda, anıtlarla, filmlerle kız çocuklarına konulan isimlerle yaşatılmalıdır. Bugün Anadolu’da Türk varlığından ve Türkiye devletinden bahsediyorsak bu hatuna bir vefa borcumuz vardır. Bacıyan-Rum taifesinin ana ruhunun nereden geldiğinin bir vesîkası olan, Tuğrul Beyin gözdesi ve sevdasına sâhip Altuncan Hatun, yiğitliği kadar erdemi ve aklıyla da tarihe malolmuş bir isimdir. Yine Selçuklu tarihinde güçlü karakter olarak karşımıza çıkan Çağrı Bey’in iki kızı Hatice Arslan Hatun ve Gevher Hatun Türk kadınının Ruhunu anlatan diğer simgelerdir. Öyle ki 10.000 kişilik ordunun başında onları komuta ederek Anadolu’ya gelen Gevher Hatun, ancak öldürerek durdurulmuştur. Her ne kadar Alparslan ve Melikşah karşıtı olsa da, bey ve orduyu iknâ edecek bir kabiliyete ve onları yönetecek bir zekâya sahiptir. Bu vasıflar güçlü Hatun sıfatı almasına yeterli nedendir. Hatice Arslan Hatun ise, Halife eşi olarak hüküm sürdüğü Bağdat’ta esir düşmesine rağmen korkmayan, sırtını amcasına dayayan ve gücünü soyundan alan bir isimdir. Acımasız bir zalim olan Arslan Besasiri’nin eline esir düşer. Lakin bu zalim bile onun kudretinden çekinir ve iyi davranır. Bunun ana nedeni Selçuklu töresinde, kadınlara olan hürmet ve koruyuculuktur. Selçuklu meliklerine kötü davranış savaş sebebi sayılabilmektedir. Hatice Arslan Hatun’un konumunu çok iyi bilen Arslan Besasiri bu yüzden tehlikeyi görmüştür ve onu serbest bırakmıştır. Bu hatun yine bilinmeden sessiz şekilde, meftun halde ebedî istirâhatindedir. Ortaçağda Kadın adlı çalışmada en azından bu hatun ayrıntılı ele alınarak biraz olsun hakkı verilmiştir.

Birçok ismin yer aldığı Kitapta Memluk devletinin ilk sultanı olan Şeceru’d-Dûrr Hatun'a yer verilmiş. Kölelikten sultanlığa yükselişi ele alınmıştır. Birçok kitaba konu olmuş Mısır sultanının hayat hikâyesi trajik bir sonla bulmuş, daha sonra kutsal bir isme dönmüştür. Hamamda cariyelerinin döverek öldürüp kaleden attıkları bu hatunun cesedi köpeklere yem olmuş, çürüdükten sonra defin edilmiştir. Bugün Güllaç olarak yediğimiz tatlının hikâyesinin de Şeceru’d-Dûrr Hatun'un öldürülmesine dayandığını belirtmek gerekir.

Ortaçağda Kadın kitabının alt başlığında yazan "Hırs, Tutku ve Hâkimiyet", 12 ve 13.yy’da erkek egemen bir dünyada varlıklarını ortaya koymuş, onlardan sonraki dönemlere ilham olmuş kadınların hikâyesini anlatan bir çalışma olmuş. Bugün kadınların önünde engel olan her ne varsa o günde aynı engellerin olduğunu, değişenin sâdece birkaç söylem ve eylemden ibâret kaldığını, demek yerinde olacaktır. Kadın ve erkek olsun, iktidar için, güç için varını yoğunu ortaya koymuş, kimi zaman yardan kimi zaman serden geçmişlerdir. Değişen sâdece teknoloji ve yönetim şekilleri olmuştur. Unutmayalım ki kirli dünyayı temiz hale koyacak olanlar kadınlardır, onların yetiştireceği evlatlardır. Yahya Kemal, Türk kadınlarının örnek olacak vasıfları olduğunu söylerken yarını da kuracaklarını da ilâve eder. Çünkü dünyanın en büyük vasfı olan annelik kadına aittir ve ilk mürebbi kadındır. Mevlânâ hazretlerinin dediği gibi;

Kadınlar, akıllı erkeklere karşı galip gelirler, fakat cahil kişiler kadınları mağlup ederler. Bu tür cahiller, sert ve kaba olan insanlardır. Bunlarda acıma, lütfetme, sevme duygusu azdır; çünkü yaratılışlarında hayvanlık duygusu üstündür. Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık. Kadın, Hak nurudur, sevgili değil; sanki yaratıcıdır (doğurgan), yaratılmış değil!

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Romantizme hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var

Bunca sosyal bilimcimiz olmasına, onca aydınımız sürekli değerlendirmeler yapmasına rağmen nasıl oluyor da kimse toplumun neyi neden yaptığına dair herkesin üzerinde uzlaşabileceği şekilde, ideolojilere boğulmadan, güçlü açıklamalar getiremiyor? Her gün ve her an önünde olan biteni kavramaktansa uzak diyarlardan süzülüp gelen teorilere ya da ideolojik karinelere bel bağlamanın bir nedeni de bunun, bu denli büyük bir anlaşılmazlıkla baş etmenin incelikli -ve de üsttenci elbette!- bir yolu olması olsa gerek! İç gerçekliğe ne denli yaklaşamıyorsak o ölçüde dışa doğru itiliyoruz ve buralarda karşılaştığımız açıklamaları zorla getirmeye çalışmaktan ibaret bir bilimle yetiniyoruz. Aslına bakılırsa, aydıncılık oynuyoruz!

Oysa, belki de bilimin hissizliği, entelektüellerin duygusuzluğu ve realizmin katı perdesi, gerçekle temasımızı kesiyor ve daha duygulu, daha romantik bir yaklaşım ortaya çıkamıyor. Daha içeriden, daha yakından, daha yaşayarak, daha katılarak çalışmaya ve anlamaya ihtiyacımız var; büyük isimlerin teorilerini çevirip bir şablon gibi kullanarak toplumu bu şablona uymaya zorlamaya değil! Bir kelimeyle, romantizme ihtiyacımız var, belki de. Hiç olmadığı kadar hem de! Kendi kendimizi yeniden sevebilmeye ve duygularımızı düşünceye dönüştürmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde, gerçek sandığımız şey, ruhsuz bir katılıkla bize karşı koyuyor ve nüfuz edilmez bir bilinmezlikle etrafında dönüp durmamıza neden oluyor.

Romantizmi kaybettiğimizde, garip biçimde düşünceyi de kaybediyoruz. Geriye, ruhsuz bir yüzeysel bakış kalıyor. Böyle bakınca, pek çok insana göre halkımız tepkisizdir, mesela. Olayları uzaktan takip eder ve kendisine ancak yakın bir izleyici rolü biçer. Menfaatine dokunmadıkça haksızlıklar karşısında suskundur. Seçimlerini aklından çok duygularıyla yapma zaafı vardır. Amaçsızca çalışır, acılarını sessizce içine akıtır, biraz miskince bir tavırla dünyaya bağlıdır. Her şeyi bir kader gibi yaşar, başına gelenlerden ders çıkaramaz. Hep bir heyuladır, olaylara neden olan şey ve en sıradanda bile ilahi bir el aramaktadır. Hemen her zaman da bulmaktadır!

Anadolu, dışarıdan bakıldığında, apolitik bir meydan yeri gibidir; sadece çalışmaktan ve geçim endişesiyle yaşanan bir tabiat mücadelesinden ibarettir. Hayata bağlayan şey, küçük menfaatlerdir. Toplumsal ve siyasal olaylar, kimsenin içinde yer almadığı uzak birer tabiat hadisesi gibi görülmektedir. Siyasal otoriteyle tabiat hadiseleri arasında neredeyse bir fark yoktur. Güneşe nasıl ki karşı çıkılamazsa otoriteye de öylece karşı çıkmamak ve tam bir itaatle işine bakmak gündelik bir rutindir. Oysa, gerçek sahiden bu basitlikte midir? Bunun için, salt dışsal gerçeklikten ibaret duygusuz realizmden uzaklaşmaya ve halkla aynı duyguları hissedebilmeye ihtiyaç vardır. Ancak ondan sonradır ki bu insanların gerçekte ne düşündüklerini içeriden bir hissedişle görebilir ve doğru sonuçlara varabiliriz.

Yakup Kadri’nin Ergenekon’u (İletişim yay.) bunun için vazgeçilmez bir kaynak. Halkımızı gerçekten tanımak isteyen, olan biteni sahiden anlamlandırmak isteyenler için bulunmaz bir eser. Çünkü bu kitap, henüz başarıya ulaşıp ulaşamayacağı belli olmayan bir mücadelenin içinde, karanlık ve çaresiz bir zamanda yazılmış, Milli Mücadele yazılarını içeriyor. Başka bir deyişle, bu kitap bir halkı -tıpkı bir insan gibi- en iyi tanıma imkânı veren umutsuzluk ve kaybediş zamanlarında neler yapabildiklerini görerek, gerçek ahlakını ve gerçek değerlerini hiç olmadığı kadar açığa çıkararak görmemizi sağlıyor. Dışarıdan görünenle iç gerçekliğin nasıl da bütünüyle bambaşka olduğunu olabilecek en sarsıcı şekliyle gösteriyor. Tarihin tozlu sayfaları arasından, hepimizi biraz romantik olmaya, ruhsuz ve duygusuz analizlerden uzaklaşıp daha romantik bir yerden bakmaya davet ediyor.

1920-23 arasında İkdam’da çıkan yazılarından yaptığı bir derleme olan kitabın başında, Anadolu insanının esas tabiatının, sanılanın -ya da beklenenin!- aksine “mefkürevi” olduğunu söylüyor, Yakup Kadri. Bunun üzerine çok düşünmek gerekir. Tanpınar’ın, Sahnenin Dışındakiler’de, “evvela kelimeleri, sonra yaşadıkça teker teker manalarını öğreniriz” demesi gibi, bu büyük kelimenin anlamını ancak yaşayarak öğrenebiliriz. 20-23 arası, işte bütün bu gibi kelimelerin iliklerine kadar yaşandığı zor zamanlar olduğundan, her türlü toplumsal-siyasal analiz için eşsiz bir dönem özelliği gösteriyor. 20-23 arasını anlamadan, bu toplumda hiçbir şeyi anlayamayız demek geliyor içimden, nedense!

Mefkürevi olma, hayatın en sıradan olayının dahi içsel bir manayla birleştirilmesi ve bir tür varoluşsal bir anlamla bütünleşmesi demektir. İçsel bir varlığın, dışarıdan bakıldığında görülemeyecek derecede kendi varlığının üzerine kapanması ve acılarını sevinçlerini, her türlü hallerini düşünceye dönüştürerek kendini koruması demektir. “Anadolu halkının mefkürevi olan tabiatı, hayatın en adi bir olayının da onun ruhunda, derhal destani veya mistik bir mahiyet almasına sebebiyet verir.” (s.31). O andan itibaren, miskinlik gibi görülen şey aslında içsel hareketin kendini büsbütün gizlemesidir: “İçlilik ve taşkınlık kabiliyetleri o derece derin ve harikulade olan bu halka uyuşuk ve iptidai diyenler ne kadar yanılıyorlar! Bunlar, yalnız Anadolu’nın dışını görenler ve ruhuna nüfuz edemeyenlerdir. Beyaz Kafkas tepelerinden yeşil Toros Dağları’na kadar uzayan o viraneler, o bataklıklar, o tezek yığınları altında asil bir sıtmanın ateşi yanmaktadır. Zaten dikkat edilecek olursa bu mübarek memleketin toprağı dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa çekmiş ne kadar zevki varsa sürmüş, en müstesna, en tehlikeli, en yüksek ve en ince ruh hallerinden geçmiş bir adamın yüzü gibi buruşuklar, çizgiler içinde harap, yorgun ve solgun görünür. Anadolu, bazılarının sandığı gibi hastalıklı bir durgunluğun esiri değil, aşırı, derin bir hassasiyetin mahkumudur. Oradaki insanların hayatı bütün o basit, iptidai görünüşlerin arkasında, bizim şimdiki sanayi dünyasının, şimdiki teknik medeniyetinin buharı ile dumanlaşmış gözlerimizin kavrayamayacağı kadar geniş ve ‘batıni’ bir alemin sırlarını saklıyor.” (s.31).

Sadece bu satırlardan hareketle, denebilir ki, Anadolu’yu Yakup Kadri kadar kavramış çok az sanatçı vardır. Burada her türlü dışsal kavrayış ve karşılaştırma, batıni olanı yaşayamama demektir. Tıpkı, sözlerini hissedemeden salt melodisiyle bir şarkıyı dinlemenin yeterli duygulanımı oluşturamaması veya manevi hazzına varılamayan ibadetin bir süre sonra yorgunlukla sonuçlanması gibi, kendine dışarıdan, kabuktan bakma da hakiki hissi öldüren ve kendi kendini yorarak değersizleştiren bir etkide bulunur. Tam da bu yüzden, yazılardan birinde, Kastamonu’dan Ankara’ya giderken yol üzerinde rast geldiği bir “aydın” kişi, Yakup Kadri’ye, “Ankara’ya vardınız mı İnebolu’dan başlayarak bütün geçtiğiniz yerler size İsviçre gibi görünecek.” demesine çok kızar ve şöyle yazar: “Yarabbi, buralarda da size İsviçre’den söz eden kimseler var! Kendimizi durmadan Avrupa ile karşılaştırmak zihniyeti buralara kadar işleyip yayılmış. Halbuki ben bu viran ana yurdunda Avrupa’ya dair ne varsa hepsini unutmaya gelmiştim…Biz bu alemi her şeye rağmen içimizde veyahut beynimizde taşıyoruz. Kendi mülkümüzü, kendi insanlarımızı, kendi manzaralarımızı, kendi hayatımızı hep onun arkasından görüyoruz.” (s.63).

Yani, bozulmuş haliyle görüyoruz. Bizzat kendi elimizle bozarak başka türlü bir gerçeklik uyduruyoruz. Başkalarının gözleriyle, daha önemlisi, hep dışarıdan görünen halleriyle ve başka türlü bir mantığa uyarlanmış şekliyle görüyoruz. Oysa gerekli olan şey, Anadolu’nun başka türlü olan dünyasını ve düşünüşünü anlayabilmekte gizlidir: “Anadolu’nun kendine göre bir giyinişi, bir yürüyüşü, bir konuşuşu olduğu gibi kendine göre bir de mantığı var. Onlar [Anadolu insanı] dünyayı bizim gördüğümüz tarzda görmüyorlar. Her adımda bizi onlardan ayıran uçurumun ne kadar derin olduğunu hissediyorum.” (s.64).

Yakup Kadri, Ankara’ya doğru ilerlerken Çankırı’da konaklamak durumunda kalır ve buraya kadar alıntılayarak aktarmaya çalıştığım görüşlerinin ete kemiğe bürünmüş halini ilginç bir olayla yaşayarak görür. Hadise şöyledir: Çankırı’da kaldığı gece müthiş bir tahtakurusu saldırısına uğradığı için bir türlü uyuyamaz. Kalkıp kasabanın çarşısına giderek bir süre dolaşmak ister. “Bu, herkesin sahuru beklerken kahvelerde oturduğu ve tekkelerde zikrettiği bir Ramazan gecesidir.” (s.64). Bütün minarelerden, temcit denilen, sabah namazından önce okunan, sürekli tekrarlar içeren dualar yankılanmaktadır. Bu sesler öylesine coşkundur ki, “Birdenbire cezbesi tutmuş bir sürü derviş kasabanın içinde ilahiler okuyarak, nefesler söyleyerek dolaşıyor sandım ve sokaklarda bunlara rast gelmek için dolaştım.” dedikten sonra, şöyle ekler: “Neden sonra anladım ki, bu sesler minarelerden geliyor. Hiç şüphesiz bir yabancı da böyle bir yerde ve böyle bir gecede kendini benim kadar garip hisseder ve bu temcit seslerinin kaynağı ona da bu derece meçhul kalabilirdi. Hele bu seslerin fışkırdığı bağırların derinliğine inebilmek kim bilir ne kadar zor bir iştir.” Ve ardından, bugün de geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan o büyük soruyu sorarak, kendi cevabını verir: “Bütün gün dükkân adı verilen tahtadan inlerinde, birkaç semerle bir iki tutam urgan arasında birer Buda heykeli hareketsizliğiyle duran Çankırılıları gece iftardan sonra böyle minarelere çıkartıp bağırtan heyecanın nev’ini, mahiyetini tayin etmek diyebilirim ki bizim için imkân dışıdır.” (s.65).

Mesele, bir bilme, düşünme, analiz etme ve doğru değerlendirme meselesi değildir belki de…Belki de sadece bir duygulanamama, hissedememe, acılara ve sevinçlere dahil olamama, şarkının sözlerini duyamama, gizemli olanın sırlarına erememe, güneşin sıcaklığını hissedememe ve bir kelimeyle kalpten sevememedir!

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca