29 Şubat 2024 Perşembe

Yazarak önce kendimize dost oluruz

Neden yazıyorum sorusuna, herhalde insan nefesleri adedince cevap verebiliriz. Daha iyi anlaşılacağını düşünmek, etraftan ilgi ve sevgi görmek, anneyle babayla arayı iyi etmek ya da onlarla hesaplaşmak için güçlenmek, dünyayı ve hayatı yazarak daha iyi anladığına inanmak, hayal dünyasının ya da gözlem yeteneğinin gücünden yararlanmak, duygusal yüklerini hafifletmek. Yazmayı bir tutku olarak görenlerin cevabı ise aşağı yukarı aynıdır: varlığın yazarak daha anlamlı olduğuna inanmak, yazdıkça yaşadığının farkında olmak.

Peki bu nasıl olur? Birçok şey gibi adım adım. Çok uzun ve meşakkatli bir yol, orası kesin. Ama bu yolda insanın en büyük yol arkadaşı, yine kendisi. Çünkü insan her yeni yazısında, her başka bir alanı didikleyişinde kendini yeniden tanıyor. Daha önce görmek istemediği bir özelliğini keşfediyor. Olumsuz taraflarını törpülüyor, olumlu taraflarında daha iradeli olmaya çalışıyor. Giderek kendiyle olan dostluğu belirginleşiyor. Okumak ve yazmak, en etkili terapilerden ikisi. Başlıca sebebi de hiç şüphesiz kişinin kendi kendine gerçekleştirdiği eylemler olmaları. Tek başımıza okuruz, tek başımıza yazarız. Bu bir tercihtir. Yalnız bırakıldığımız ya da yalnız kaldığımız için okuyup yazmak da vardır elbette. Bunlarsa trajiktir.

Natalie Goldberg’in 1986 yılında yayınlanan kitabı İliklerine Kadar Yazmak (Writing Down the Bones) nihayet dilimize kazandırıldı. Damla Göl’ün çevirdiği, Hep Kitap etiketiyle okurlara sunulan İliklerine Kadar Yazmak, hem içinde bir yazar olduğunu hissedip bir türlü işe koyulamayanlara hem de halihazırda yazar olsa bile içindeki yazarı beslemekte zaman zaman zorlananlara hitap ediyor. Bir atölye kitabı olma özelliği taşıyan bu çalışma özellikle iki konunun üzerinde duruyor. Birincisi, yazma rutinine kavuşmak, yani disiplin. İkincisi, yazmanın önündeki engelleri yıkmak, yani giderek tutkuya dönüştürmek. Okurlar son derece basit bir üslupla, oldukça akıcı biçimde yazılmış bu kitapla birlikte, yazarın dile getirdiği şu gerçeği yoğun biçimde hissedeceklerdir: “Yazmaya başlamak için bir yol belirlemek önemlidir; aksi takdirde, bulaşık yıkamak dünyadaki en önemli şey haline gelir, sizi yazmaktan alıkoyacak diğer her şey gibi. En nihayetinde insan sadece susmalı, oturmalı ve yazmalıdır.

Özellikle yazma heveslileri hemen “İyi de nasıl?” diye soracaklardır. İşe kolayından başlamak gerekiyor. Bu yüzden gayet kolay bir sıralama üretiyor Goldberg: 1. Elleriniz sürekli çalışsın, yazdıklarınızı kontrol bile etmeyin. 2. Hiçbir şeyin üzerini karalamayın, yazarken bir şeyleri düzeltmeye çalışmayın. 3. İmla, noktalama, dilbilgisi gibi konularda hemen endişelenmeyin. 4. Giderek kontrolü kaybedin ve bunu yoğun bir konsantrasyon gibi düşünün, belki de meditasyon.5. Yazdıklarım ne kadar mantıklı oldu diye düşünmeyin, hatta hiçbir şey düşünmeyin. 6. Kimseden çekinecek bir şeyiniz yok, bodoslama dalın, yazın, yazın, yazın.

Natalie Goldberg, 1974 yılında oturma meditasyonu yapmaya başlamış. 1978’ten 1984’e kadar da Minneapolis’teki Minnesota Zen Merkezi’nde Dainin Katagiri Roshi ile Zen çalışmış. Bu çalışmalarından elde ettiği tüm neticeleri yazma eylemine de işlemiş. Kitapta ara sıra hocasıyla buluştuklarında gerçekleşen konuşmalardan da örnekler veriyor. Ne zaman Katagiri Roshi’ye gidip Budizmle ilgili bir soru sorsa, Roshi cevaplamaya “Yani tıpkı yazı yazarken...” diye başlıyormuş. Hocasının yazmaya atıflarda bulunmasıyla birlikte Goldberg de Budizm’i daha iyi anlamaya başlamış. Yazmak da tıpkı Zen pratikleri gibi kişinin kendi hayatına bütünüyle nüfuz edebilmesini ve aklı başında kalmasına yardımcı olacak yollar keşfetmesini sağlıyor. Bunun için Roshi ona bir gün “Neden oturma meditasyonuna devam ediyorsun? Artık iyice yazma pratiğine yönelmelisin. Eğer yazarken yeterince derine inersen, bu seni her yere götürebilir.” demiş.

Zihnimize bir şey yaptırmak zorunda olmadığımızı söylüyor Goldberg. Zihnimizin yolundan çekilmemiz gerekiyor yazarken. Burada en önemli olan şey, düşünceler zihnimize nasıl akıyorsa oldukları gibi onları kâğıda dökmek. Düzeltmeler, filtrelemeler, yeniden yorumlamalar daha sonra gelecek. Bunu sık sık uygulayan biri hem yazma pratiğini daha kolay kazanabilir hem de kalbini, zihnini yumuşatır, esnekleşir, iyi-kötü, güzel-çirkin arasında bir fark görmeden tabiatı, kâinatı kucaklar. O büyük akışa katılır. Pek çok manevi pratiğin de insanlara bunu öğrettiği açıktır. Burada en mühim mesele iradedir. Yeterince iyi kullanılan ve disiplinli biçimde faaliyete geçirilen irade, insanı kararlılıkla mühürleyecektir. Nitekim Katagiri Roshi bir gün Goldberg’e şöyle demiş: “Senin küçük iraden tek başına hiçbir şey yapamaz. Bunun için Büyük Kararlık gerekir. Büyük Kararlılık sadece sizin çaba göstermeniz anlamına gelmez. Tüm evren arkanızda ve sizinle birlikte demektir – kuşlar, ağaçlar, gökyüzü, ay ve on yön.

Yazmak; hayat yolculuğumuzda bize eşlik ederken kimi zaman arkadaşımız olur, kimi zaman terapistimiz, kimi zaman ailemizden biri. Dolayısıyla bizimle pek çok sır paylaştığı gibi en zor zamanlarımızda saplandığımız bataklıktan, düştüğümüz kuyudan, kapıldığımız karanlıktan da bizi çekip çıkarır. Goldberg eşinden ayrıldığında Roshi ona “Yalnız yaşamayı öğrenmelisin. Nihai mesken orasıdır.” demiş. Yalnızlığa alışmanın zorlukları içinde Goldberg’i ayakta tutan hep yazmak olmuş. Nihayet yalnızlık, kullanışlı bir enstrümana dönüşmüş yazma yolunda. Yazarın bu konudaki tavsiyesi şöyle: “Sanat iletişimdir. Bir başına kalmanın acısını tadın ve oradan yola çıkarak tüm yalnız insanlara yönelik bir bağ ve şefkat geliştirin. Sonra yazdıklarınızda, birini düşünerek ve hayatınızı ona ifade etmek isteyerek kendinizi bu yalnızlıktan kurtarın. Yazdıklarınızla başka bir yalnız ruha ulaşın… Yalnızlığı kullanın. Onun sızısı dünyayla yeniden bağlantı kurmak için aciliyet yaratır. Bu sızıyı alın ve konuşmak, kim olduğunuzu ve ışığı, odaları ve ninnileri nasıl önemsediğinizi söylemek için duyduğunuz ifade ihtiyacınızı daha derine ilerletmek için kullanın.

Bazen bir restoranda yazmak durumunda kalabiliriz. Tam konuya yoğunlaşmışken evimizi arkadaşlarımız istila(!) edebilir. Aklımıza hiçbir konunun gelmediği sabahlar olabilir. Bugün tam da yazı yazılacak bir gece diye düşünürüz ama o gece geldiğinde bütün yazma hevesimiz uçup gidebilir. Hayatta her şaşırılacak hadise kâğıda geçmeyebilir. Neticede her şey yazılacak diye bir kaide yok. Ama yazmak zorunda oluşla birlikte yazılması gereken oldukça zor konular da var. Din öyle, siyaset öyle, cinsellik öyle. Tüm bunlar için oldukça faydalı yollar sunuyor Goldberg. Durumlara bu kadar sade ve çözüm dolu bakışlar atmasında, hep bahsettiği ve başvurduğu Zen pratiklerinin de mutlaka faydası var, bu açıkça görülüyor. Çünkü çok dingin ve çok sakin. Kendini bilen de ne yapacağını mutlaka biliyor. Yazmanın başında da sonunda da kendine samimi olmak var. Ne gerekiyorsa onu yapmak var. Tıpkı bir Zen deyişindeki gibi: “Konuştuğunuz zaman konuşun, yürüdüğünüz zaman yürüyün ve öldüğünüz zaman ölün.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Şubat 2024 Salı

Deliliğin eşiğindeki kadın: Ophelia

William Shakespeare 1600 yılında yazdığı Hamlet oyunuyla on yedinci yüzyıla görkemli bir giriş yapar. Orijinal adı Danimarka Prensi Hamlet’in Trajik Hikâyesi olan bu oyun, Shakespeare trajedileri içinde en çok bilineni, okunanı ve sahneye konulanıdır. Shakespeare’in otuz sekiz oyunu içinde en uzun olanıdır, sahnelenmesi tam dört saat sürer. Prens Hamlet’in, babasını öldürdükten sonra annesi Kraliçe Gertrude’la evlenen amcası Claudius’tan nasıl intikamını aldığını anlatır. Olay örgüsü, duyguların monologlarla verilmesi ve oyun içinde oyun tekniği metni katmanlaştırır, derinleştirir. Okur, Hamlet’in nasıl intikam alacağına, Claudius’un kötülüğüne, Horatio’nun dostluğuna ve ölmüş kral Hamlet’in hayaletinin söylediklerine odaklanır, heyecanlanır, hayıflanır. Tüm bu olaylar silsilesi içerisinde göz ardı edilmemesi gereken bir kadın karakter vardır, Ophelia. Güzeller güzeli genç kız Ophelia, yirmi sahnenin sadece beşinde görülmesine rağmen sanatçıların, yazarların, tiyatrocuların daha çok dikkatini çeker, neredeyse Prens Hamlet’ten daha önemli hale gelir. Ressamlar Ophelia’nın onlarca tablosunu resmeder, sanatçılar heykellerini ve çizimlerini yapar, yazarlar onu yeniden kurgular, Freud ve Lacan gibi ünlü psikanalistler onun üzerine teori ve kuram geliştirir, feministler ise onun oyunda çıkmayan sesini yeniden var eder. Hatta öyle ki Hamlet’in son dönem uyarlamalarında Ophelia başroldedir, oyun onun etrafına kurgulanır. Kısacası Ophelia dört yüz yıllık edebiyat tarihinde herkesin gözünün üzerinde olduğu en önemli kadın karakterlerden biridir.

Eleştirmen Lee Edwards, “Ophelia’sız bir Hamlet hikâyesi vardır ama Hamlet olmadan Ophelia yoktur.” der. İşte bu hikâyesiz kadını var etmek için seferber olmuş okurlar ve yazarlar, Shakespeare’in Ophelia karakterini bu oyuna koyma amacını araştırır, teoriler geliştirir. Acaba Shakespeare Elizabeth Dönemi’nin patriarkal düzenine bir eleştiri mi getiriyor yoksa Ophelia’yı öldürerek “Fazla tutkulu kadının sonu ölümdür.” mü diyor? Geniş bir kitle birinci seçenekten yana. Shakespeare o dönemin kadını bastıran, ezen, boyun eğdiren eril düzenine bir eleştiri getiriyor. Elizabeth Dönemi tiyatrosunda kadınların sahneye bile çıkamadığı, ancak erkeklerin kadın kostümüyle onları canlandırabileceğini biliyoruz. İşte kadının toplum içerisindeki bu bastırılmışlığından yola çıkan Shakespeare, Ophelia’yı yaratır.

Kolay olmamalı seninle görüşmek;
Haydi deyince elde edilecek bir şey;
Hamlet efendimize gelince, şunu unutma;
Bir delikanlıdır o ve daha serbesttir senden
Dilediği gibi at oynatmakta.
Kısacası Ophelia, inanma yeminlerine.(sf:24)


Ophelia, oyun boyunca üç farklı erk tarafından susturulur ve üç farklı ruh durumuyla karşımıza çıkar. Oyunun en başında abisi Laertes ona namusunu koruması ve kendisini kirletmemesi gerektiğini söyleyerek hem cinselliğini bastırır hem de kimsenin bağlılığına inanmaması gerektiğini çünkü kendisinin bir çocuk olduğunu vurgulayarak ona psikolojik şiddet uygular. Babası Polonius’un da desteğiyle Hamlet’le buluşmaması gerektiğini ekler. Ophelia ise Laertes’in söylediklerini kastederek “Hepsi kilitli aklımda, anahtarı da sende!” diyerek tüm bu düzene boyun eğer. Eğmesine eğer ama Hamlet, ona mektuplar yazmaya devam eder ve aklını çelerek kendine aşık eder.

İnanma istersen yıldızların yandığına,
Güneşin döndüğüne inanma,
Doğrunun ta kendisini yalan bil,
Ama seni sevdiğime inan Ophelia (sf:48)


İkinci görünümünde Hamlet’e tertemiz aşkını sunan, tutkulu bir kadınla karşılaşırız fakat ne yazık ki bu aşk karşılıksızdır. Ona mektuplar yazıp, görüşmek için yanıp tutuşan Hamlet, birden Ophelia’yı geri çevirir, aslında onu hiç sevmediğini söyler, onunla dalga geçer, hakaret eder ve sonunda da “Kendini bir manastıra kapat!” diyerek onu aşağılar, dışlar ve yok eder. Bir ara tüm erkekleri kastederek, “Aşağılık herifleriz hepimiz; inanma hiçbirimize, manastıra gir…” der ve onu korumak istediği için bunları söylediğini ima etse de daha sonra “erkekleri canavara çevirdiğini” dile getirerek kadınsılığını suçlar, onu bayağı bir kadın gibi gösterir ve sonunda Ophelia’nın yıkımına sebep olur.

Üçüncü görünümünde Ophelia delirmiştir. Karasevda ve melankoli, onu deliliğe sürüklemiştir. Eski halk türküleri mırıldanır ve evlenmeden önce cinselliği yaşadığı için erkeği tarafından terk edilen bir kızla ilgili bir mesel anlatmaya başlar. Bu mırıldandığı şarkı, okurlara, oyunun başında Ophelia’ya aşk mektupları yazan Hamlet’in daha sonra ona kötü davranmaya başlamasıyla ilgili bir ipucu olduğunu düşündürür. Bu sahnenin hemen akabinde Kraliçe Gertrude, Ophelia’nın elinde çiçeklerle suda boğulduğunu haber verecektir. Ophelia’nın aşkı ve tutkusu, onu deliliğe ve ardından da ölüme sürüklemiştir.

On dokuzuncu yüzyıl romantikleri ve psikanalistleri onun deliliğine ve cinselliğine sahip çıkar, onu araştırmalarında ve tezlerinde kullanırlar. Feministler onun eril toplum tarafından kötüye kullanıldığını ve deliliğinin sebebini patriarkal düzenin gücü olarak yorumlar. Foucault, onu tutkulu bir kadın olarak tanımlar ve “Melankoli ve histeri, tutkulu insanları bulur.” der. Oyun boyunca sesini çıkarmaya bile imkân bulamayan güzeller güzeli Ophelia, melankolik aşkın kurbanı olur. Lacan’a göre bu karakteristik zayıflıktır ve onun deliliğine sebep olan da budur. Feministlere göre ise sesini bulamadığı ve bastırıldığı için delirmiştir. Ophelia’yı hangi kurama oturtursak oturtalım, şu gerçekle karşılaşıyoruz, oyun eril düzenin üzerine kurulmuştur. Babası Ophelia’yı ve onun aşkını anlamaz, onun duygusal ihtiyaçları olabileceğini fark etmez çünkü o bir kadındır, namusunu korumak için maskülen bir dille onu uyarır. Ağabey Leartes onun sahibiymişçesine konuşmalar yapar, Hamlet ise sözel saldırıyla kendisinin duygularını bastırır. Eğer Ophelia, Hamlet’le görüşürse babanın ve ağabeyin saygınlığı zedelenecektir. Hamlet ise ona aşkını pervasızca sunan bir kadını istememektedir. Böylece çapraz baskı altında kalan zavallı Ophelia çareyi ölümde arar. İlerleyen yüzyıllarda Tess, Madam Bovary, Anna Karenina toplumun ahlak kurallarının dışına çıkacakları için öleceklerdir. Ölmek namusunu temizlemek mi yoksa baskıdan kurtulmak mıdır?

Oyundaki sembollere bakacak olursak, Ophelia’nın taşıdığı çiçekler onun aşkını ve aklını sembolize eder. Delirme sahnesinde çiçekleri dağıtmaya başlar ve oyunun sonunda boğulduğunda tüm çiçekler etrafa saçılmıştır ki bu da bozulmuş masumiyetini işaret eder. Ophelia’nın öldüğünü gören Kraliçe Gertrude’un onu bir deniz kızı gibi betimlemesi ise Ophelia’yı yüceltir ve aşkı uğruna ölmesi ona masumiyetini geri kazandırır.

Ve Ophelia düşmüş bütün çiçekleriyle
Gözyaşları içine ırmağın.
Etekleri açılıp yayılmış da sulara
Bir süre kalmış ırmağın üzerinde deniz kızı gibi. (sf:134)


Ophelia, babasının sözünü dinleyen küçük ve masum kızdan, tutkulu bir aşığa, oradan da delirmiş bir kadına dönüşür. Bu dönüşümü onun patriarkal düzene başkaldırısı ve bir türlü anlaşılamamasına verdiği bir tepkidir.

Shakespeare’in Ophelia’yı neden daha derin ve detaylandırarak anlatmadığını bilmiyoruz. Hikâyenin ismi “Ophelia” değil ve biz aslında Danimarka Prensi’nin trajedisini okuyoruz. Freud’a göre Hamlet, Shakespeare’in ta kendisi. Oğlu Hamnet’in ölümünden sonra bu oyunu yazdığını, bu yas sürecinin ödipal kompleksiyle birleşince ortaya bunun çıktığını, Ophelia’nın ise sadece zayıflığından dolayı delirip öldüğünü anlatıyor. Oyunun üzerinden dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen kadının sesinin bastırılıp susturulması hâlâ güncelliğini koruyan bir mevzu olduğundan olsa gerek, Ophelia hâlâ konuşuluyor. Toplumda sesini bulamadığı için yok olup giden onlarca kadının sesi oluyor belki de…

Ne diyelim, çok yaşa Ophelia!

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

Karnavalesk bir İstanbul sözlüğü

Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi sadece Türk ansiklopedi tarihinde değil tüm Dünya’da da kolay kolay emsaline rastlanmayan özel bir bütün. Her ne kadar tamamlanmamış olsa da Borges’in Yolları Çatallanan Bahçe'de anlattığı ülke arazisine denk boyutlara ulaşan mükemmel haritası gibi asla tam olarak gerçekleşmeyecek bir proje idi İstanbul Ansiklopedisi. 1944 ile 1973 arasında yayınlanan bu ansiklopedinin 11. ciltte G harfine ulaşabildiğini düşünürsek Z harfine ulaşmak için ne kadar cilt yayını gerekeceğini tahmin bile edemeyeceğimizi kabul edersiniz. Nitekim ansiklopedinin maddeleri arasında standart ansiklopedilerde yer almayan bilgiler olduğu gibi (1944 yılında Abdullah Ağa Çeşmesi susuzdu gibi…) başka ansiklopedilerde rastlanamayan madde başlıklarına rastlarız. Mesela Berber Abdi Çelebi gibi. Ansiklopediyi karnavalesk kılan da tam olarak budur. Nitekim Orhan Pamuk da külliyatı gerçek bir ansiklopediden ziyade İstanbul’un kendisine benzetirken pek de haksız sayılmaz. Öte yandan bizde hatıra yazma geleneği zayıf olduğundan Koçu olmasa kayda geçmeyecek bir çok detay, kişi, anlatı ve anekdot adeta unutuluştan kurtarılmıştır. Bu yönü ile Koçu ile karşılaştırılabilecek tek metin Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’dir.

Gelelim Sermet Muhtar Alus’a. Onun hakkında en isabetli isimlendirmeyi Refik Halit Karay yapmış. “İstanbulist” demiş Alus için. Bütün yazı mesaisine İstanbul’a vakfeden velut bir yazar Alus. İstanbul Sözlüğü ise onun İstanbul Ansiklopedisi için kaleme aldığı maddelerden oluşuyor. 1952’de vefat eden Alus’un ilk cildi 1958’de yayınlanan ansiklopedi için kaleme aldığı maddeleri iki kapak arasında hiç görememiş olması hikâyenin bir başka dramatik yönü. Kitap bir yönüyle tadımlık bir İstanbul Ansiklopedisi hüviyetinde bir yönüyle de Alus’un o büyük külliyatına emsalsiz bir katkı sunuyor.

Arap Abdullah maddesi ile başlıyor sözlük. Bir dönem paşalığa kadar yükselen kabadayılardan olan Arap Abdullah Paşa’yı; Alus yarı-kurgu diyebileceğimiz Onikiler romanının önemli karakterlerinden biri olarak anlatmıştı. Sermet Muhtar, Arap Abdullah’ı bir sözlük maddesi olarak işlerken üslup ve dil olarak en az romanındaki kadar renkli ve canlı bir anlatım kullanıyor.

İstanbul, sözlükte farklı yönleriyle ete kemiğe bürünüyor. İstanbul’da yaşanan bazı olaylar, tarihi açıdan olmasa da bir dönemin karakteristiğini yansıttığı için not edilmesi gereken kişi ve karakterler, dönemin mekânları ve zamanın yiyecekleri sözlüğün maddelerini oluşturuyor. Bu sözlük maddeleri dönemin gündelik hayatını çalışmak isteyen tarihçilere, sosyologlara ve antropologlara ilham verici cümleler sunuyor. Edebiyatçılara ise ufuk açıcı sayfalar içeriyor İstanbul Sözlüğü. Üslubu, dili ve anlatımıyla da dilimizin lezzetini hissetmek isteyenler bir ziyafet sofrasıyla ile karşı karşıya kalıyorlar bu kitapta. Mustafa Kirenci ve Eren Yavuz’un titiz bir çalışma ile okurla buluşturduğu “İstanbul Sözlüğü” kolektif hafızasızlığımıza şifa niyetine sayfalar içeriyor.

Alus olmasaydı “Âfitab Kırtasiye Mağazası” unutulup gidecekti besbelli. Tıpkı Domates Ahmed Bey gibi veya bilardo şampiyonu Aleko gibi. Evet, bu isimler “standart” bir ansiklopedide eksikliğini hissedebileceğimiz madde başlıkları değil. Kitabı farklı ve özel kılan da tam olarak bu yönü zaten. Japon Mağazası Sahibi Avni Bey’i tanımak İstanbul’u tanımanın şartlarından biri. Çünkü II. Meşrutiyet’te ticaret hayatından çekilen Avni Bey’in mağaza açmanın hor görüldüğü bir dönemde ticarete başlayıp vitrin düzenlemesi yapması, iki dirhem bir çekirdek işinin başında olması bu topraklardaki “batılılaşma” kodlarına dair de fikir vermekte bize. Konak ve yalılarda haremlik ve selamlık arasında yemek tepsisi, içecek gibi eşyaların naklinde kullanılan dönme dolapların aynı zaman da dedikoduların iletilmesinde de yararlanıldığını bilen bir yazar, dönem romanı yazarken bu özellikten de yararlanır tabii ki. Döşek bozgunluğu deyimi, doğum esnasında lohusa kadının hayatını kaybetmesinin gündelik hayattaki yerini anlatırken dönemin zihin haritasını da okuruna takdim etmiyor mu? İdmancılar Şeyhi Faik Bey’in lakabı bile ilham verici değil mi sizce?

Bir de büsbütün unutulmuş meslekleri veya var olan mesleklerin “unutulmuş” hallerini öğreniyoruz sözlükten. Devrinde mahalle aralarının vazgeçilmezleri aralarında sayılan bu meslek erbabını tanımak gündelik hayata dair de ipuçları sunuyor bize. Hangi meslekler mi var sözlükte? Selatin camilerin avlularında mesleğini icra eden seyyar ayak berberlerini, boğçacı kadınlar, at canbazlar bunlar arasında yer alıyor.

Doç. Dr. Yakup Öztürk’ün Sermet Muhtar Alus’un yazı mesaisi hakkındaki tespitlerini önemsiyorum: “Elbette 1930’larda birden yoğun bir biçimde yazması tesadüfe bırakılamaz. Öncelikle, bütün yazı mesaisini İstanbul’a harcaması, bu şehrin o yıllarda gözden düşürülmüş, reddedilmiş, bakımsızlığa muhtaç bırakılmış olmasına bir tepkidir. Cumhuriyet, mamur edilecek şehir tercihini Ankara’dan yana kullanmış, Osmanlı Devletine yüz yıllarca payitaht olmuş bir şehir, eskinin toptan reddi politikaları içerisinde kasten ihmal edilmiştir. Bu ihmal, fizikî yapının bozulmasından öte asırlarca örülen kültürün yok olmasını getirmiştir. Sermet Muhtar Alus, devletçi ve milliyetçi politikalarla içe kapalı idari sistemin çok kültürlü, çok sesli İstanbul hayatını tüketmeye başladığının farkındadır.” Bu noktada Walter Benjamin’in “Büyük şehir insanını büyüleyen ilk bakışta değil son bakışta aşktır” sözünü Alus’un yazdıkları çerçevesinde hatırlamadan edemiyorum. Alus’un yazdıklarını o son bakışın hatırına kaleme alınmış birer aşk mektubu olarak görüyorum kendi hesabıma.

İstanbul Sözlüğü’nün bir güzelliği de yer verdiği çizimler. En az metinlerdeki tasvirler kadar güzel ve ilham verici bu çizimlerle birlikte İstanbul Sözlüğü; diliyle, üslubuyla ve içerdiği malumat detaylarıyla kurgu bir metni okuma keyfi verecek, İstanbul’la ilgili tarihi ve fantastik nice metne de ilham kaynağı olabilecek özel bir kitap.

Bu açıdan İstanbul Sözlüğü’nü kütüphanenizin sözlük ve ansiklopediler rafına terk edip lazım olunca müracaat etmeyeceğiniz tam tersine tekrar tekrar keyifle okuyabileceğiniz bir kitap olacağını düşünüyorum.

Reşat Ekrem Koçu, Alus’tan bahsederken “İstanbul’un en büyük evladı” der. Bence bir şans verin Sermet Muhtar Alus’un İstanbul Sözlüğü’ne… Sonra mı? Emin olun Alus’un diğer kitapları da birer-ikişer okuma listenize dâhil olacaktır.

Suavi Kemal Yazgıç
medium.com/@suaviy

21 Şubat 2024 Çarşamba

Akıl korkarken kalp üstüne yürür bütün gölgelerin

“Su altında en fazla 2 saat 20 dakika kalabiliriz. Tütün içilmezse 3 saat.”

Başlangıçta kimse yoktu, hiçbir şey soğuk da değildi, güneş öyle yakıcıydı ki hayat suyun içine saklandı. Ne zaman ki ilk nefes güneşe üfledi, yaşam suyun içinden çıkıp bir şezlonga uzandı. Âdem’le Havva dişledikleri elmanın tadı damağında, yıllarca birbirini aradı durdu peki sonunda ne mi oldu; olacakların, olmuşların, olması muhtemel olanların rüyasını görecek insanlar dünyaya dağıldı. Hırs gökyüzünde kara bir bulut, akıl yeryüzünde kibirli bir dev olarak peyda oldu. İnsanların gölgesi düştü üzerlerine, gölge boyu uzun olan sakladı hırsını da kibrini de, saflığını da, zekâsını da. Ne zaman ki hırs döşeğinde uykuya daldı insanlar, işte o zaman ateşin rüyasında olan canavar uykusunu delip pençesini geçirdi etrafındaki herkese. Kimse kurtulamadı kendine palavradan destan yazan iki kişi dışında!

İhsan Okay Anar’ın çarpıcı üslubuyla kurguladığı Abdülhamit dönemindeki tahtelbahirden geriye iki kişi kaldı gerçekten de; âleme ibret olsun diye mi, yoksa olanların gün yüzüne çıkma isteğine araç olmaları için mi bilinmez. Olanların tellallığını yapacak birileri hep bulunur dünya denen yuvarlağın üzerinde.

Yazar sekiz yıl evvel yayımladığı son romanı Galiz Kahraman’dan sonra bir daha roman yazmayacağını şu sözlerle açıklamıştı: “Severek yaptığım, zevk aldığım şeylerden biri de roman yazmaktı. Onu da tükettim. Yedi kitap yazdım, artık yeter. Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim. Bir işi tadında bırakmak gerekir. Elbette bu benim şahsi kanaatim.” Burada yazı yazarın peşini bırakır mı sorusu aklıma gelse de bu başka bir yazının konusu olarak kalacak çünkü Anar’ın söylediklerinde benim asıl odaklandığım nokta “Sekizincisini yazarsam, bu bir tür enflasyon demektir. Bu yüzden başka bir türe geçebilirim.” sözleri oldu. Sekizinci kitabı Tiamat Şubat 2022’de raflardaki yerini aldı. Anar her ne kadar bir daha yazmama sözünü tutamasa da başka bir türde yazma kehanetini gerçekleştirmiş görünüyor.

Tiamat kimileri için bir zombi romanı, kimilerine göre bir denizaltı bana göre ise kesinlikle korku-gerilim-aksiyon türünde bir roman. Anar Türk edebiyatının kör noktalarına bu romanıyla atış yapmış. Yazarın tek mekân kullanımı, tamamen kapalı bir alanın tercihi okurlarını klostrofobileriyle karşı karşıya getiriyor. Okurken bulunduğunuz yerin camlarını açmak suretiyle yer yer hava almak istiyorsunuz.

İhsan Oktay Anar’ın felsefeci olduğunu okurları çok iyi bilir, öyle ki kaleme aldığı tüm eserlerinde felsefenin ayak izlerini görmek mümkündür. Anar’ın büyülü imgelem dünyası bu eserinde okurunu birçok şeyin peşine düşürüyor. Kendini okuturken okurunu sürekli öğreneceği bir şeylerin ardında koşturan bir kitap Tiamat. Bazen mitolojik bir tanrıçanın peşine düşüyor, kimi zaman bilim tarihine uzanıyor, bazen de inanç bağlamında kurgulanan paragrafların peşinde geziniyorsunuz. Mors alfabesinin, demirin, tahtanın, eserin anlatıldığı dönemdeki teknolojinin bilgileri Tiamat’ta yazarın ne yapmaya çalıştığı ile ilgili ipuçları veriyor.

Denizin altında zengin olma hayaliyle, ellerinde bir sandıkla sıkışıp kalan mürettebatın ahvali ast üst ilişkileri noktasında incelikle anlatılıyor. Buradan yukarıda olanların aslında sürekli zıpladıkları için arada başlarının göründüğüne ikna ediyor yazar bizi. Günümüz görünürlük çağı için de bu zıplamak meselesi aynı değil mi sahi? Ha tahtelbahirde sürekli zıplayan kumandan, ha sosyal medyada birkaç beğeni ve takipçi adına hoplayıp zıplayan insanlar.

Anar’ın denizcilik terminolojisi noktasında çok iyi çalıştığı ya da profesyonel bir yardım aldığı muhakkak. Kitabül Hiyel ve Amat kitabı için de bu durum geçerli olsa da kitaplar arasında pek bir benzerlik yok, mürettebatın başına gelen garip olaylar dışında. İlk seksen sayfa terminoloji nedeniyle yokuş yukarı tırmanış gerektiriyor, ancak sonrası gerçek bir roman okumanın verdiği hazla yorgunluğu unutturuyor.

Türk okurları klasik olarak sevdiği yazarların son çıkan kitaplarını hep en sevdikleri kitapla karşılaştırır. Tiamat hemen Puslu Kıtalar Atlası’nın önüne atılıveriyor. Bu yaklaşımın sorunlu olduğunu düşünmeden edemiyorum, okur elbette tadı damağında kalan lezzeti arıyor ancak araya giren yıllar, yazarın değişimi, hesaba katılmadan yapılan değerlendirmeler yavan ekmek gibi okuru susatıp duruyor sadece. Belki de ikisi arasındaki tek bağlantı Puslu Kıtalar Atlası‘nın meşhur Uzun İhsan Efendi'sinin bu kitapta olmaması. Uzun İhsan Efendi yazarla da özdeşleşen bir karakter olarak Anar’ın Tiamat dışında yazdığı bütün eserlerinde görülmüştü.

Tiamat bilim kurgu, korku, aksiyon-gerilim, fantastik gibi birçok tür üzerinden okunmaya müsait bir roman. Bu yazarın koşulsuz bir başarısı bence, birçok türü yüz elli altı sayfalık kısacık bir romanda toplamak kolay bir iş değil. Özellikle roman boyunca şunu düşünmeden edemedim; şayet hakikaten 1915 yılında olsaydık, Osmanlı yazınında bilim kurgu örneği olarak okunacak ve hiç de garipsenmeyecek bir kitap olabilirdi Tiamat.

Kitap alt metin açısından da göndermeler cenneti olarak karşımızda. Evvela isminden başlarsak Tiamat tahtelbahirin çağrı kodu, T1AMAT şeklinde yer alıyor kitapta. Kelime anlamı açısından mitolojide deniz tanrıçası olarak geçiyor ve ne tesadüf ki bu tanrıça ilk kaostan sorumlu. Söz konusu tahtelbahirin mürettebatı da batırdıkları şilepten buldukları sandukayla birlikte büyük bir kaosa sürükleniyor. Burada insanın aklına dünyadaki ilk kaos geliyor, Habil ve Kabil arasında olanlar yani. Anar’ın yaradılış ve varlık noktasındaki mesajları kitabın bütününde yer yer karşımıza çıkıyor. İnsanın yaradılışı ve en çok da yeryüzüne inişi bir kaosun sonucudur, tahtelbahir de romanda kuvvetle ihtimal dünyanın kendisini temsil ediyor, mürettebat ise bütün insanlığı.

Bu sonuca kitabı hiç okumadan Ali Yaycıoğlu’nun Osmanlı tuğrası içine yerleştirdiği gemi ve mürettabından mülhem kapak resminden varmak mümkündür. İnsan dünyada sıkışıp kalmıştır ve gerçek hayatta birden fazla sanduka ve canavar vardır. Bugün günlük hayatımızda üzerimize salyalarını akıtarak kafamıza çiviler fırlatan canavarları saysak listeye hangileri girerdi; ırkçılık, kapitalizm, mobingler, aile baskıları, el âlem canavarı, başarı putları, kariyer planları… Liste böyle uzayıp gider muhtemelen.

Anar’ın tahtelbahirin içine sıkıştırdığı mürettebattaki tipler toplumu aynalar. Osmanlı’nın erkek egemen dünyası da romanda çıplak bir kadın gibi karşımızdadır. Mesela aşçı olan Karagümrük neden sıskadır, yemediğini yedirerek o büyük günaha teşne bir tip midir? Kumandanın sağ kolu Mülazım, üst ast hiyerarşisine fazlası ile maruz kalırken mış gibi yapması kaçınılmaz mıdır? Sonra Parlakçı’nın ya da Baltanur’un kusurları neydi? Gemiyi günahkâr bir mürettebatın doldurduğunu düşünürken karakterlerin hepsi için ayrı ayrı sorular sormak mümkün elbet.

Metinlerarasılık anlamında zengin bir roman denilebilir Tiamat için yine. Her ne kadar Babil Yaratılış Destanı ile birebir ilgili olmasa da romanda mürettebatın sonunu getiren yedi çivi ile destandaki yedi tablet benzerliği dikkat çekicidir. Bu kısa romanda Anar, diğer eserlerinde olduğu gibi dini sorgulamaları, aklın sınırlarını, korkuyu, ölümü aralara yerleştirmek suretiyle irdeler sürekli.

Son olarak bu zengin ama kısa metinin sinematografik açıdan zenginliği eminim dikkatli okurun gözünden kaçmaz.

Anar ile daha önce tanışmamış olanların bu kitapla başlaması muhtemelen pek doğru bir seçim olmayacaktır; ancak dikkatli okur nezdinde postmodern romanın en iyi örneklerini veren Anar’ın zengin hayal dünyası ve birikimini aktaracağı nice romanlar yazacağını umarak şöyle bitirmek istiyorum:

İnsan kendi karanlığının gölgesinde yürürken kendini kör sanıyor. Gün gelip karanlık bittiğinde bizi birilerine anlatacak birkaç mürettebatı sağ bırakmamız lazım. Anar, “Akıl bize korkmayı öğretir.” diyordu Tiamat’ta. Doğru ama eksik sanki. Akıl korkarken kalp üstüne üstüne yürür bütün gölgelerin. Bu yüzden başlangıçta her şey sıcak, dolu ve anlamlıydı çünkü insan bir mana üzere yaratıldı. Sona yaklaştıkça kendimiz hakkında öyle çok bilgi verir olduk ki etrafa mana denizinde buharlaştık ve kara deliklerin sahibi olduk. Kör zekâların ışıldayan gözleri beyaz kuğuların tüylerini yolarken siyah kuğulara kadeh kaldırdı. Akıl tutuldu, göz kapandı, gemi battı.

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

20 Şubat 2024 Salı

Kant'ın düşünce sisteminde adalet

Tarih boyunca büyük düşünürler, ilim insanları hep daha iyi bir toplumun daha doğrusu ideal toplumun nasıl olacağı fikrinin peşine düşmüşlerdir. Bu düşünce mesaisi de onları ister istemez adalet kavramına yönlendirmiştir. Ancak adaletin tesis edilebildiği bir toplum, ideal toplum hüviyetine kavuşacaktır.

Filozoflara baktığımızda Sokrates’in çabası ilk olarak karşımıza çıkar. Sokrates, adaletsizliğin çözümü için tek tek bireyleri dönüştürme, kemale erdirme çabasına girmiştir. Ancak çabası başarısızlıkla sonuçlanmış, neticede de kendisi idam edilmiştir. Platon üstadının başarısızlığından gerekli dersi çıkarmış ve çözümün tek tek bireyleri dönüştürerek değil de doğrudan devleti dönüştürerek gerçekleşeceğine karar vermiştir. Kararı doğrultusunda da bir filozof tipi ortaya atmıştır: İdeaların bilgisine vakıf ve devlet yöneticisi bir filozof.

Platon, Sokrates gibi idam edilmemiştir ama sunduğu filozof tipi de hiçbir zaman yönetici olmamıştır. Ancak bu başarıya nereden baktığımıza bağlı bir konudur. Neticede Sokrates böyle bir çaba ve düşünceye girişmeseydi, Platon da kendi düşüncesini ortaya çıkaramayacaktı. Daha sonra Aristoteles de olmayacaktı belki. Aynı şekilde Kant’ın adalet düşüncesi de yine onların çabalarının sonucunda düşüncenin birbirine değer katarak ilerlemesiyle gelişecek ve zuhur edecekti.

Kant’a göre insanın duygulanımları nefsi ve bedenine bağlıdır ve o nedenle göreceli anlayışlara zemin hazırlamaktadır. Kant bilgi problemini çözüp mantığı temellendirerek ahlakı formel bir şekilde belirlemeyi amaçlamıştır. Böylece de mantık nasıl duygulara aşkın ise, bilgi ve ahlak da duygulara aşkın olacaktır.

Mantık, eylemin belirleyicisidir. Ahlak da doğru bir şekilde temellendirildiğinde, insan göreceli olmayan doğru davranışlar sergileyecektir. Saygı ve sevgi koşulsuz bir şekilde insan yaşamında yerini edinecektir. Kant, yetmişli yıllarının başındayken Kral Wilhelm’e yazdığı bir mektupta “kendi içimdeki yargıcı eserlerimi yazarken hep yanımda hayal ettim” şeklinde yazacaktır. Dahası “alemlerin yargıcı önünde hesap vereceğim” diyerek de adaletin sonsuzlukta mutlaka tesis edileceğini ve vicdanının bunu örtbas edemediğini itiraf edecektir. Bu iki itirafı dahi Kant’ın adalet üzerine ne denli titizlikle çalıştığını ve konuyu ne kadar hassasiyetle ele aldığını göstermektedir.

Kant yazdığı bütün eleştirel eserleri “kritik” kelimesiyle adlandırmıştır. Kelime Yunanca “krinein” kelimesinden türetilmiştir ve temelde “ayırt etmek” pratikte ise “yargılamak” anlamına gelmektedir. Kant böylece eserlerinde adalet arayışını saf aklı, pratik aklı ve yargı gücünü yargılayarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.Yani Kant’ın “kritikleri” aynı zamanda bir yargıçtır.

Kant’ın en temele aldığı soru “Quid juris” sorusudur. Anlamı “Ne hakla?” demektir. Ne hakla sorusu Kant’ın düşüncelerinin temelinde yer almaktadır. Dolayısıyla Kant kavramları ele alır ve eleştirirken dahi onların ne hakla o şekilde değerlendirildiğini incelemiş ve yine adalet düşüncesini tesis etmede yargıçlık yapmıştır.

Kant’a göre siyaset ve ahlak birbirinden ayrılamaz. İyilik ve kötülük gibi ahlaki kavramlar, siyasetin içinde bizatihi yer almaktadır. Kant’ın siyaset anlayışında yasallık, biçimselcilik, zorunluluk ve evrensellik gibi kavramlar ön plandadır. Kant’ın adalet ilkesinde, evrensellik bir kanıt olarak merkezdedir. “Her bir iradenin özgürlüğünü, başka herkesin özgürlüğü ile birleştiren her eylem adildir” sözü Kant’ın adalet çerçevesini netleştirmekte ve çizmektedir.

Oğuz Düzgün’ün çalışması olan Kant’ta Adaletin İmkanı biz okurlara adalet kavramının felsefe dünyasında ele alınışını ve Kant’ın düşüncesini ayrıntılarıyla irdeleyerek sunmaktadır. Yaşadığımız çağda dünyada adaletsizliğin kol sürdüğüne şahitlik eden biz modern zaman insanlarının her sayfasından ayrı istifade edeceği bu eser hak ettiği değeri görmelidir. Modern insan, çağıyla o kadar iç içe girmiştir ki ona geçmişe dönmekten ve kavramları tekrar en baştan ele almaktan başka çare kalmamıştır belki de.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

16 Şubat 2024 Cuma

Mostari’de babanın evinde gibi yaşamak

Yıl 2000… Ankara’da lisans öğrenimimin sonlarına gelirken yok paramla almıştım Gündüz Vassaf’ın Annem Belkıs’ını. Cehenneme Övgü’yü önceden duysam da elime geçen ve okuduğum ilk kitabı da bu olmuştu. Şimdi yazacaklarımı bir gün kendisine söylemeyi çok istiyordum, belki vesile olur bu yazı. Kitabın girişinde Ustrumcu’dan (Strumitsa) bahsederken komşu kapılarından ya da kapıcıklardan bahsediyordu Vassaf. Önceleri mahalledeki kadınların sokağa çıkmadan bu kapılar sayesinde selamlıktan selamlıklara geçişini anlatırken sonraları bu kapıların nasıl bir kaçış yolu olduğunu öğrenmiştim. Sonra aslen Makedonya, Kırçovalı (Kicevo) olan ben de Türkiye’ye göçen anne ve babamın aynı kapıdan bizim bahçemize açtığını görünce/fark edince yazdığım ilk öykü “Komşu Kapısı” olmuştu ve sonra ilk öykü kitabım da bu isimle yayımlanmıştu elbette. Uzun lafın kısası Mostari’yi bu kadar merakla beklememin, merak etmemin en mühim sebebi, galiba Vassaf ile birleşen Rumelilik ruhu ve Rumeli hissi oldu.

Mostari: Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabın ismi gibi dursa da bir durum ya da tanımı başlı başına karşılıyor aslında. Bu manada hiçbir kinaye ya da mecaza başvurmadan kitap, Vassaf’ın Mostar Köprüsü başında bıkmadan usanmadan ve dahi büyük bir aşkla bekleyişini anlatıyor. Ama bu öyle boş boş bir bekleyiş değil; köprüden, bir zamanı, çağı izlemek, anlamak, dahası aktarmak hali ile.

Bir günlük, özünde mahremi olmalı insanın. Herkes bilir ki, bir günce kişinin özelidir, okumak bir mahremi ihlal gibidir. Bu manada hem Rumelili hem de birkaç kez Vassaf’ın beklediği mekânları gezen, duran, dokunan bir Mostar âşığı olarak kitap benim için pandemi şartlarında Mostar’ı gezme fırsatı sayıldı. Vassaf ile birlikte tabii.

Son yıllarda bizde hâkim bir dil olarak neo-Osmanlıcı söylem ile siyasal İslâmcı dilin cıvık cıvık bir romantizme esir ettiği Bosna’nın bu mistik noktasının Vassaf gözü ile anlatılmaya ihtiyacı varmış ve iyi ki anlatmış. Her satırı ve tespitleri ile damla damla aktardıkları, onun gözünün gördüğü bir ânın karşılığı gibi görülse de “işte Bosna, işte Mostar bu dediğim” o kadar çok not var ki… Mesela Fransa’dan Mehmet ile diyaloğu: “İçki içilecek yer var mı?” “Çok” “Başörtülü kız?” “Görmedim.” Lisansüstü iki tez yazarak rahatlıkla bir Balkan tarihçisi olduğunu söyleyebileceğim ben, sadece bu diyaloğun bile yukarıda bahsedilen romantik simülasyonun aksine tek başına bugünün Bosna’sına dair mühim bir tespit olduğunu ifade edebilirim. Vassaf, bir günce tutarken işte tam da bu gerçekliği bazen ezber bozacak şekilde aktarmış. Kızan olacaktır, kabul etmek istemeyecekler de ama Bosna gerçeklerinden biri de tam bu diyalog. Saray Bosna’nın tam ortasından geçen sınır çizgisinin aşağısı ile yukarısı arasındaki kültür/biçim/mimari farkının da bu gerçeği, her şeyi aktardığını düşünürüm her daim. Bosna Başçarşı’dan (Bascarsija) ibaret değil dostlar.

Kitabı okuyan ve Bosna’yı seven, özleyen herkeste evvela oluşacak his, İsmeta Pihe Krese 11’e duyulan kıskançlık olacak, buna eminim. En azından bende oluştu. Penceresinden Mostar’ın gözüktüğü ve Vassaf’ın ikamet ettiği adres. Bekçinin mekânı. Her şey elinin altında. Bosna’nın kahvesi, Neretva’nın gür akan suları, bitmek bilmeyen turist kafileleri, fesli Türkler, fessiz Türkler, fotoğraf çeken Japonlar ve bunun etrafında akan Mostar hayatı.

Vassaf’ın verdiği ayrıntıları bir güzergâha dönüştürürseniz -ki ben gibi buralara birkaç kez gitme şansınız oldu ise bu oldukça kolay olacaktı-, kitap ile buralara gitmek için harika bir sebebiniz olacak. En azından köprünün altından, köprüyü kadraja sığdırmak çabasından çok daha ciddi bir gerekçe olacağı açık.

Vassaf’ın notlarını okurken içinde bulunduğumuz zamanda etrafımızda akan zamanın ve mekânın tadını çıkarmak yerine içine düştüğümüz kayıt hastalığına bir kez daha kahrettim. Mostar’a gittim, hem de birkaç kez ve ben o köprübaşına dirseklerimi koyarak onu izlemedim saatlerce. Hediyelik eşyacılarda, pazarlıklarla geçen çok fazla ziyaret yaptık mesela.

Vassaf, sadece bir ânı kaydetmemiş elbette. Çoğu zaman lirik bir dille sunmuş gözlemlerini. Sadece toprak üstünü değil, toprak altını da görüp aktarmış bizlere. Sonra geçmişe dönmüş zaman zaman. Gelmeden buraya dair okudukları, tespitleri, izledikleri, dinledikleri… ne varsa usul usul anlatmış. Yani bir merakı gidermenin ötesinde okuyana öğrendiği hissini de vermiş, veriyor, verecek Mostari ile.

Vassaf, köprüyü beklerken içini de dökmüş bize dair. Dertleşmiş sanki. Yakın tarih, uzak tarih, şimdiki biz. Kahırlı cümleler, sitemler, tavsiyeler. Ama öyle didaktik değil. Köprübaşında bosanska kafa içerken sohbet eder gibi. Bu arada en büyük sitem köprüyü Mimar Sinan yaptı diyen Evliya Çelebi’ye.

Vassaf, sanki yanında getirdiklerini, heybesindekileri Mostar’ın başından Neretva’ya dökmeden geçmiyor bir türlü köprüden. Okurken bir iki yerde “yahu geç artık şu köprüden” diye düşünmedim değil. O bekledikçe ben gibi köprüden gidip gelenlerin buranın kıymetinin bilmediğini düşünüp kızdım kendime.

Siz kitabı okurken, acaba Mostar’a dair ne anlatacak diye beklerken, Gündüz Vassaf okuyucuya çok daha derin bir anlatı sunuyor. Bazen maillerini paylaşıyor sizinle, bazen gördüğü bir tabelayı. Manasız geliyor belki ilk anda ama sonrasında bu parçalar, onun anlattıkları ile bir bütüne eviriliyor. Yani Vassaf’ın zihni önce Mostar’a hazırlanmış gibi, köprü daha önce Andriç’in Drina için yaptığından çok daha canlı bir hale bürünüyor. Mostar’ın yükünün düşünüldüğünden çok daha ağır olduğunu anlamak da kaçınılmaz oluyor elbette. İnsan taşımıyor sadece. Her bir basamak bu çağa atılmış bir çentik gibi oluyor. İşte insan o zaman, şimdi gitsem galiba ben de geçerken tereddüt edeceğim diyor.

Mostari özel bir kitap… Vassaf’ın kitaba motto olacak sözlerine de çok yakışıyor: Mostar’da ne yaşamaya acelem var, ne de ölmeye… Herkesin aceleye getirip birkaç saatte gezip fotoğrafladığı bir köprübaşında, Vassaf, yazdıkları ile Mostar’a ait bir unsur bence artık. 2013’te yayımlanan ilk hali sonrasında aradan geçen zaman düşünüldüğünde, yeni baskısını bugünün zorunlu olarak yavaşlayan evresinde harika bir sükûnet şansı olarak görmek hiç de yersiz değil. Hele ki Vassaf’ın Nâzım’dan aktardığı şu cümleyi okuyunca: Dünya babanın eviymiş gibi yaşa. Ve tabii ki Vassaf’ın eklemesi ile:

"Dünyanın babanın evi olmadığını da bil!"

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

"Fazla vatanperver" bir diplomat: Ahmet Rüstem Bey

19. yüzyıl münevverlerini anlatırken Ahmet Hamdi Tanpınar, bunların hemen hepsinin yeni açılan mekteplerde okuma yazma öğrendiğini, ecnebi lisanları bildiğini böylece garp fikirlerine daha açık olduklarını ve gittikçe yaygınlaşan matbuatın kendilerine sunduğu düşüncelerin tazyikine kapıldıklarını söylemektedir. (19. Yüzyıl Türk Edebiyatı, 1988: 220) Hiç şüphe yok ki bu durum Tanzimat sonrası Osmanlı toplumunda doğan, büyüyen, diğer bir ifadeyle yetişen Osmanlı aydınlarını müstesna bir konuma getirmektedir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına tanıklık eden diplomat ve aydın Ahmet Rüstem Bey (1862-1934) de bu müstesna kişilerden biridir. Ö. Kürşad Karacagil’in kaleme aldığı Ahmet Rüstem Bey: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Sıra Dışı Bir Diplomat isimli eser Rüstem Bey’in yaşamı, diplomatik görevleri, karmaşık kişiliği ile yakın çevresini, arşiv belgeleri, devrin gazeteleri başta olmak üzere zengin kaynaklar ve yalın bir üslupla okuyucuya aktarıyor.

Kitap, Ahmet Rüstem Bey’in ailesi hakkında bilgi vererek başlıyor. Buna göre; Alfred Rüstem Bilinski olarak doğan Ahmet Rüstem Bey, 1854’te Osmanlı hizmetine girerek Müslüman olan Polonya asıllı Nihat Paşa’nın (Seweryn Bilinski) oğludur. 1862’de babasının görev yapmakta olduğu Midilli’de dünyaya gelen Rüstem Bey, İzmir’deki İngiliz Mektebi’nde ve İstanbul Kadıköy’deki Frer Mektebinde (Fransız Saint Joseph Lisesi) eğitim gördü. Avusturya’nın Lümberg şehrinde yüksek tahsilini tamamladı. Aldığı eğitim ve kozmopolit aile yapısının etkisiyle Lehçe, Almanca, Rumca, İngilizce, Fransızca, Arapça, Farsça gibi doğu ve batı dillerine hakimdi.

Rüstem Bey, 1881’de Bulgaristan’da, Osmanlı Devleti’nin fahri Fransızca tercümanı olarak ilk memuriyetine başladı. Sonrasında Washington Sefareti Başkâtipliği’nde ve Londra Sefareti Başkâtipliği’nde bulundu. 1911’de Çetine (Karadağ) Büyükelçisi görevine getirildi. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı’na yüzbaşı rütbesiyle katılan Ahmet Rüstem Bey savaştan sonra madalya ile ödüllendirildi.

Mayıs 1914’te Washington büyükelçiliğine tayin edilen Rüstem Bey, İstanbul’da ayrılmadan önce teamüller gereği Sultan Mehmed Reşad’ın huzuruna çıkar. Bu esnada oldukça ilginç bir hadise yaşanır ve Rüstem Bey, Padişah’ın huzurunda Müslüman olduğunu açıklar. Bu karardan oldukça memnun olan Mehmed Reşad, altın saat ve tesbihini Rüstem Bey’e hediye eder. Alfred Rüstem olan ismini de Ahmet Rüstem olarak değiştirir. Aristokrat ve Katolik bir aileden gelen Rüstem Bey’in Müslüman olması, Washington büyükelçiliği gibi önemli bir vazifeye atanmış olması hasebiyle yerli ve yabancı basınının ilgisini çeker ve hakkında birçok haber yapılır.

Rüstem Bey, Washington büyükelçiliği esnasından Amerikan basınında Türkiye aleyhtarı söylem ve propagandalara karşı tepkisini sık sık ortaya koyar. 8 Eylül 1914’te Evening Star gazetesine verdiği demecinde Amerikan basınında Ermenilerin katledildiği yolunda çıkan haberlerin asılsız olduğunu söyler. Açıklamaları ABD yönetimini kızdırır ve istenmeyen kişi (persona non grata) ilân edilir. Bu durum üzerine Amerika’dan ayrılıp Avrupa’ya geçen Rüstem Bey’in kısa süren Washington Büyükelçiliği kendisinin Hariciye’deki son görevi olmuştur. Rüstem Bey, Avrupa’da Türk aydınlarla birlikte çeşitli lobi faaliyetlerinde bulunur.

Gerek yurt içinde gerek yurt dışında birçok görev alan Rüstem Bey hayatının büyük bir kısmını Türkiye dışında geçirir. Osmanlı hariciyesinde tercümanlıkla başladığı memuriyet hayatında büyük elçiliğe kadar yükselmiş uluslararası arenada Türk milletinin haklarını savunan çok sayıda makale ve kitap kaleme alır. Fransızca, İngilizce ve Almanca başta olmak üzere çeşitli dillerdeki yayınlarında Ermeni Meselesi, Musul Sorunu, Kapitülasyonlar, Boğazlar Meselesi, Cumhuriyet’in kuruluş süreci, Türkiye’nin geleceği gibi önemli meseleleri konu edinir.

Rüstem Bey, 17 Eylül 1919’da Millî Mücadele’ye katılmak üzere İstanbul’dan ayrılır. Önce Ankara’ya geçer, ardından Sivas Kongresi’ne katılır. Rüstem Bey’in Millî Mücadele açısından yürüttüğü faaliyetler oldukça önemlidir. Diplomatik tecrübesi ile Heyet-i Temsiliye’nin yurt içinde ve yurt dışında sesini duyurmak için oluşturulan heyette görev alır. Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’ya gelen Ahmet Rüstem Bey, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne ve Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nde Ankara milletvekili olarak seçilir.

Karacagil araştırmasında, yazdığı makaleler ve kitaplar kadar polemikleri ve düellolarıyla da dikkat çeken Ahmet Rüstem Bey’in çoğunlukla aşırıya varan haysiyet algısı sebebiyle yaşadığı düello maceralarına da yer vermektedir. Bu düellolar arasında en dikkat çekicisi Mustafa Kemal Paşa ile olanıdır. Mustafa Kemal Paşa’ya yaptığı düello teklifinden kısa bir süre sonra kendi isteğiyle milletvekilliğinden istifa ederek yurtdışına çıkar. Avrupa’da yabancı dilde makale ve kitaplar yayımlayarak Türkiye lehine propaganda faaliyetlerinde bulunur. Bu süreçte Mustafa Kemal Paşa ile mektuplaşmaya ve maddi destek görmeye devam eder.

1923’te Türkiye’ye dönen Rüstem Bey yaşadığı sağlık sorunları sebebiyle resmî bir vazifede bulunmaz. Bunula beraber vefatına kadar mektup yoluyla Mustafa Kemal Paşa ile haberleşmeyi sürdürmüş, yazdığı makale ve kitapları kendisine ulaştırmıştır. Uzun süre Türkiye’de ve Avrupa’da tedavi görmesine karşın hastalığına çare bulunamaz. 23 Eylül 1934’te Şişli Etfal Hastanesi’nde hayata veda eder.

Türk olmamasına rağmen Türk milletine gönülden bağlı olan Rüstem Bey hayatı boyunca uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin menfaatine çalışmaktan geri durmamıştır. Karşısında kim olursa olsun doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen cesur ve dürüst bir kişiliğe sahip olan Rüstem Bey, aynı zamanda oldukça sert, alıngan ve öfkeli mizacıyla tanınmaktadır. Yakın arkadaşı Celal Nuri’nin ifadesiyle o bir “chavin”dir yani Fransızca “fazla vatanperver”dir.

Kitapta, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan devirde yaşamış sıra dışı bir diplomatın hayat hikayesi tüm yönleriyle tarih severlerin beğeni ve dikkatine sunuluyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

13 Şubat 2024 Salı

Validelerimizi tanımak Efendimizi yakından tanımaktır

"Ol cihânın fahrinin sırrına kurbân olayım
Hutbe-i levlâk âyetin şânına kurban olayım
Kaab-ı kavseyn-i ev ednâsına kurbân olayım
Ben anın ilm ile irfânına kurbân olayım
Ben anın esrâr-ı Mi’râc'ına kurbân olayım."
- Niyâzî-i Mısrî*

Ömer Tuğrul İnançer Efendi'nin âlem-i cemale yürüyüşünün üzerinden bir seneyi aşkın zaman geçti. Onun gidişiyle birlikte kavrulan gönüller, bir şeyin farkına vararak bir nebze ferahlık buluyor: Murâdî Hazretleri kelâmıyla, hâliyle, eserleriyle, emekleriyle, her zaman örnek tavrıyla, her an eyvallahsız duruşuyla, Fahr-i Kainat Efendimize ve Türk Bayrağına olan yüksek hassasiyetiyle her an aramızda.

Zaman ilerledikçe sözlerinde, davranışlarında ve hassasiyetlerinde ne kadar haklı olduğunu, bu hassasiyetlere sarıldığımız müddet içinde elde ettiğimiz kazançtan anlayabiliyoruz.

Ne elde ediyoruz, nedir kazancımız? Evvela Allah'ı bilmemize, bulmamıza ve böylece daha çok sevmemize yegâne vesile olan Peygamberimizi daha çok tanımak. Tanıdıkça daha çok bilmek, bildikçe daha çok sevmek. Tıpkı Mevlâ'mızla aramızdaki ilişki gibi. Böylece varlık âleminde tek var olanın Hakk olduğunu bilmek, kâinata böyle bakabilmek, en yakından en uzağımıza bu bilinçle hizmet edebilmek. Vatanımızın, kültürümüzün, medeniyetimizin kadrini kıymetini anlamak. Dört bir yanımızda ve elbette Anadolu'muzda yaşanmaya devam eden tasavvuf iklimine mûsıkîyle, nutk-i şeriflerle, hurde-i tarîke olan hassasiyetiyle emek vermiş büyükleri hatırlamak, onları anlatmak ve dolayısıyla hâlâ hayatta oluşlarından yeni hisseler devşirmek. Saymakla bitmiyor ama şurası gerçek ki sadece saymakla bile insan neşe buluyor. Bir de yaşanıyorsa, ne âlâ.

Tuğrul Efendi dendiğinde akıllara ilk gelen kelimelerden biri maariftir. O tek başına bir bilgi ve kültür hazinesidir. Onu iyi takip edenler ve gönül kulağıyla dinlemiş olanlar şu hayati meseleleri hayatlarında farklı bir boyuta taşımış olmalılar: Peygamber sevgisi, bayrak hassasiyeti, müziğinden edebiyatına ve mimarisinden ahlakî yaşamına dek Türk tarihi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevîlik. Bendeniz birkaç yıldır yaptığım çevrimiçi atölyelerde acizane söylerim; Mevlânâ sultanımız ve Mevlevîlik üzerine ne buldumsa okumaya çalışıyorum. Ancak pek çoğu Tuğrul Efendi'den okuduklarımın ya da işittiklerimin yanında sönük kalıyor. Bu da bir bahs-i diğer... Yine Tuğrul Efendi'nin sadece son yıllarında değil -burayı özellikle vurgulamak isterim- ömrü boyunca dile getirdiği bir başka hassasiyet noktası da Peygamber Efendimizin hanımlarıdır. Sure-i Ahzâb'ın altıncı ayetine binaen Ümmehâtü’l-mü’minîn ya da Ezvâc-ı Tâhirât şeklinde tabir edilirler. Söz konusu ayet, Peygamberimizin hanımlarına gönlümüzün ne yanıyla bakmamız gerektiğine dair de yegâne işarettir: "Müminler için Peygamber, kendi nefislerinden daha evladır. Peygamber'in zevceleri müminlerin anneleridir."

Mustafa Tınmaz ile İzzet Yılmaz'ın hazırladıkları Mübarek Annelerimiz, 2024 yılının Sufi Kitap nezdindeki ilk kitaplarından oldu. Tuğrul Efendi'nin 2013 yılında umuma açık olarak yaptığı sohbetlerden derlenen bu kitapla birlikte, Tuğrul Efendi'nin "İnşallah bu sohbetleri bir yayıncı ele alır ve hazırlayıp kitap hâliyle neşreder" temennisi de tecellîye dönüşmüş oluyor. Peki, okuyucuları Mübarek Annelerimiz kitabında neler bekliyor? Efendimizin zevceleri hakkında oldukça öz ve faydalı bilgiler, on üç validemizin hayatlarından hadiselerle birlikte bazen nükteler bazen de günümüze tesir eden meseleler, asr-ı saadette cereyan eden bazı önemli olaylara nasıl bakmamız gerektiğine dair ince yorumlar... Kitabın sonunda ise yine Tuğrul Efendi'nin vaktiyle tarif ettiği, çizdirmeyi istediği, mübarek annelerimizin odacıkları (hücreleri) hakkında bir kroki yer alıyor. Sohbet, tasavvufta işte böylesine önemli bir araç. Yaşıyor ve yaşatıyor zira kaynağı belli, sebebi belli. Burada Mustafa Kara hocamın şu latif sözlerini hatırlatmak isterim: "Herkes severse, Sevgili etrafında sohbet döner durur. Mevlânâ da İbnü’l-Arabî de bunu anlatıyor, bizim Yûnus'umuzun da derdi budur, başka bir derdi yoktur. Gönül adamlarının, gönül erlerinin başka bir derdi yoktur. Yaşadıkları sevdayı bizim de yaşamamızı istiyorlar."

Tuğrul Efendi, gerek televizyon programlarında gerek konferanslarda özellikle bazı konulardaki hassasiyetini net biçimde ortaya koymuştur. Bir Müslümanın yaşamındaki olmaz olmaz kaideleri hem ifadeleriyle hem de bu ifadeleri dile getirirken takındığı tavırla belli etmiştir. Kamu nezdinde kimi zaman 'celalli' görülen bu hâllerin kaynağında sevginin olduğuna asla şüphe edilmemelidir. Zira ancak seven, çok seven bir insan bu kadar dert sahibi olabilir. Ancak bu kadar dert sahibi olan biri başkalarının dertlenmesini ister. Öte yandan şu kaide de unutulmamalıdır: Asabiyet-i diniyesi olmayanın imanı tehlikededir... Herkes için "Ben Hakk'a âşığım" demek kolaydır ama eskilerinde buyurduğu gibi ispat isterler, delil isterler. İşte o ispatlar ve deliller içinde şu zamanda en anlamlısı da bir tavrı hiç eğip bükmeden ortaya koymaktır. Tuğrul Efendi bunu yer, mekan, zaman fark etmeksizin yapmış, çoğu zaman da hem halk hem de yöneticiler nezdinde bazı önemli değişiklerin olmasına zemin hazırlamıştır. Perşembe geceleri (cuma gecesi) okunan salalar sadece bir geleneğin sürdürülmesi için değil, Fahr-i Âlem Efendimize olan sevgimizi aşikâr etmenin, sahiden de sevebilmenin bir gereğidir. İşte nicedir unutulan bu hassasiyet, Tuğrul Efendi'nin bilhassa televizyon ekranlarından yaptığı çağrının bir neticesidir: "Perşembe günü akşamları, salâ, İstanbul'da kalktı, yok! Salâ verilmiyor. Neden? Yani İstanbul'da kanun başka; Konya'da, Malatya'da, Sivas'ta başka mı? Bendeniz 42 senedir Konya'ya Hazret-i Mevlânâ ihtifallerine giderim. Her Perşembe akşamı, oh, elhamdülillah, salâ dinlerim! İstanbul'da niye dinlemiyorum?! Hangi münasebetsiz buna mani oluyor veya kim mani oldu da kim yeniden ihdas etmeğe cesaret edemiyor? Cevabı yok! Buyurun! Ve bunu bendenizden başka söyleyecek adam yok mu? İstanbullu Müslümanlar ne yapıyor? Yoksa salât okunmamasından rahatlar mı, memnunlar mı?"

İşte, Mübarek Annelerimiz de bir sevginin ve hassasiyetin neticesi olarak şimdi kitaplık raflarımızda. İnşallah satırlardan sadırlara, gönüllerden gönüllere ulaşır ve annelerimizi daha çok bilerek Efendimiz Hazretlerini de daha çok bilir ve severiz. Vesilelere ihtiyacımız var, bilgi bu anlamda değerli bir araç. Yoksa herkes bir şeyler okuyor ve kitaplığına geri koyuyor. Biz Türkler asırlar boyunca Peygamber sevgisiyle tanınmış bir milletiz. Çünkü bunu hep aşikâr etmişiz ve asla vazgeçmemişiz. Sevgiden, hele ki Peygamber sevgisinden vazgeçilir mi? Bir insanın, bir topluluğun kendini bitirmesi için tek başına yeter bir sebeptir bu. Kitaptan okuyalım: "Kat'i bir kanaatle söyleyebilirim ki cemiyetimizin hastalıklarının tamamı sevgisizlikten kaynaklanmaktadır. Bu sevgisizliğin temelinde de Risâletpenah Efendimiz Hazretlerini (sav) tanımamak, dolayısıyla onu örnek almamak vardır. 'Tanıyoruz' diye itiraz ediyorlar. Lisanen tanıdıklarını söyleseler bile zihinlerinden, gözlerinden anlaşılıyor tanımadıkları. Varlığından haberdar olmak, tanımak demek değildir. Biz Efendimizin sadece varlığından haberdarız. Tanımıyoruz. Efendimizi tanıyıp da sevmemek mümkün değildir. Biz tanımadığımız için yeterince sevmiyoruz. Sevmeyince de toplumumuzun hastalıklarını çözemiyoruz."

Mübarek Annelerimizin evvela isimlerini sırasıyla bilelim. Hz. Hatice, Hz. Sevde, Hz. Ayşe, Hz. Hafsa, Hz. Zeynep binti Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye (Cevriye), Hz. Zeynep binti Cahş, Hz. Reyhâne, Hz. Mâriye, Hz. Safiyye, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Meymûne. Sonra hayatlarından hiç değilse ummandan birer katre öğrenelim. Bu öğrendiklerimizin, hayatımızı (okul, iş, aile, eş, sosyal veya ticari ilişkiler) ne kadar dönüştüreceğini muhakkak yaşayacağız. Kademe kademe hayatımıza bir pratik olarak sokarsak eğer öğrendiklerimizi, sevginin nelere vesile olacağını tadıp, gönül safası bulacağız. Kitaptan birkaç paragraf aktarıp yazımı nihayete erdirirken, cümle İslâm âlemi için Ezvâc-ı Tâhirât validelerimizin şefaatlerini Cenab-ı Hakk'tan niyaz ederim.

- Aşk asla tek taraflı olmaz. Karşılıklı iki gönlün muhabbetidir aşk. Bu gönlün biri Resûlullah'ta öteki de Hz. Hatice'de. Nasıl bir aşktır ki o, Efendimiz dünyadan çekilinceye kadar devam etmiştir. Hazreti Hatice dünyadan çekilinceye kadar değil.

- Cenâb-ı Ali Efendimiz bir hadis rivayetinde Hazreti Ayşe'den bahsederken "Resûlullah'ın sevgilisi" diye söylüyor. Hazreti Ali hiç Resûlullah'ın sevgilisine muhalefet edebilir mi? Tâbiînden Hazreti Mesrûk ise Hazreti Ayşe Validemizden rivayet ettiği hadislerin senedinde "Allah'ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen âyetle temize çıkan validemiz" ifadesini kullanmıştır.

- Efendimizin Hazreti Ayşe Annemizle ilgili bir sözü var. "Ben, beni sevdiğin zamanları ve bana nispeten kızgın olduğun zamanları biliyorum" diyor Efendimiz. "Nasıl ya Resûlallah?" diyor Hazreti Ayşe. "Bana kızgın olduğun zamanlar İbrâhim'in Rabbine yemin ederim ki dersin. Beni çok sevdiğin zamanlar Muhammed'in Rabbine yemin ederim ki diye konuşursun."

- Herkes kafasına da gönlüne de çok iyi yazsın. Hulefâ-yi Râşidin Efendilerimizin hepsi bilaistisna seçimle gelmiştir. Muaviye'den itibaren böyle değildir. Muaviye kendi kendine halifeliğini ilan etmiştir. Bu hareket yanlıştır. Hazreti Hasan Efendimiz yeni bir fitne çıkmasın diye Muaviye'nin lehine hilafetten feragat etmiştir. Şiileri sadece İran Şii'si zannediyorlar. Otuz küsur tane Şii grup var. Bir Şii grup Hazreti Hasan'a her gün söverler biliyor musunuz? Niye? Muaviye lehine hilafetten feragat etti diye. Fesubhanallah! Sonra bunlar Resûlullah'ı sevdiğini söylüyorlar. Sonra bunlar Müslümanlık iddiasında.

- Biz Efendimizin sevdiklerini severiz, sevmediklerini sevmeyiz. Efendimizin sevmediği kimse yoktur. Efendimizin sevmediği sıfatlar vardır. Onun için Müslümanlar hiçbir meseleyi kişileştirmezler, şahsileştirmezler. Hiçbir Müslüman, hiçbir sarhoşa düşman değildir fakat sarhoşluğa düşmandır. Hiçbir hırsıza düşman değildir. Hırsızlığa düşmandır. Hiçbir kâfire düşman değildir, küfre düşmandır. Bunları doğru anlamamız, anlatmamız lâzım.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin bu nutk-i şerifi, Neyzen M. Hakan Alvan tarafından bestelenmiştir. Şuradan dinlenebilir.

Ömür, bir gönül durağında beklemek değil midir?

"İnsan her yerde durabilir. Bir parkta, trafik ışığının altında, market kuyruğunda, otobüs durağında. Fakat insan her yerde bekleyemez."

İnsanoğlu bedeninin ve ruhunun ait olmadığı yerleri hisseder. Buna göre hayatını şekillendirmeye özen gösterir. Kalp, huzur bulamadığı mekânlarda sıkılır. Kendini ya bir serinliğe, ya bir ağaç gölgesine atmak ister zaman zaman. Ruhuna iyi gelen nereyse orda kalmak ister. Ama kalmak bir varış değildir. Aslında o noktada bekleyişidir, bedenine ve ruhuna iyi gelen.

Bir modern zamandan kaçış dalgası tutturmuşuz gidiyoruz. Ruhumuzu doyurma çabasındayız elbette. Bunu nasıl yapmak, neyle meşgul olarak gidermek her kalpte farklıdır elbet. Nerede bekleyeceğinizi bilmek ya da bilmeye uğraşmak, bu yolda olabilmek ya da yolun hiç bitmeyeceğini bilebilmek… İşte bu güzel düşünceleri hayatınıza ve aklınıza katabileceğiniz, okudukça sonunun gelmesini istemeyeceğiniz, her sayfasında farklı pencerelerden hayata mı yoksa iç dünyanıza mı bakacağınız arasında kararsız kalabileceğiniz, bitirince tekrar sayfalarını karıştırırken kendinizi bulacağınız harika kitap; Eşikte Beklemek. Bu arayışların, buluşların, bekleyişlerin, kayboluşların içerisinde olabilmenin huzurunu size sunarken, hayatın anlam ve amacını sorgulatmadan da sizi bırakmayacak.

Yağız Gönüler’in bu güzel kitabı; Profil Kitap'tan çıkmış, deneme türünde yazılmış ve herkesin kendine ait normlar bulabileceği bir eser niteliğindedir. Okuyucuyu yormamasının yanı sıra, sanki yakın bir tanıdığınızla çay sohbeti ediyormuşsunuz tadı da veriyor. Kitabı bitirdikten sonra, altını çizdiğiniz yerleri tekrar okuyup üzerine düşüneceğiniz, kaliteli zamanlar geçirmenize vesile olacak diyebilirim.

Yazar bizi kısa kısa deneme yazılarıyla, iç âlemimizi sorgulamaya yöneltirken, hayatla olan mücadelemizin de aslında ne yönde olduğunu, nasıl ilerleyebileceği hususunda da güzel nokta atışları yapıyor. "Koca bir hayatla mücadele edecek gücü kendinizde görebilmemiz bile büyük bir kibir. Çünkü ayrılığın, yoksulluğun ve ölümün olduğu bir hayatı yaşıyoruz.". Okuyucuya verilen mesaj aslında oldukça açık. Mücadele vermek demek tam anlamıyla her şeyin üstesinden gelebileceğimiz anlamına gelmiyor elbet. Önemli olan bu yolda yürüyor olabilmek. Pes etmeden. En önemli mücadelenin ise insanın kendisine doğru yapılan olduğu vurgulanıyor aslında kitabın çoğu yerinde.

Yazar, insanın hayatında ve iç âleminde yaptıkları veya yapmaya çalıştıklarını kalplere sorgulatırken aynı zamanda sizi çok güzel mısralarla, türkülerle, kıssadan hisselerle buluşturmaktan da geri durmuyor. Niyazi-î Mısrî’den Mevlânâ’ya Yahya Kemal’den Taşlıcalı Yahya’ya Süheyl Ünver’den Akif’e kadar geniş bir yelpazeyle karşılıyor bizleri. Anlatılan kıssalar, okunana mısralar yaşamaya çalıştığımız günler içerisinde okuyucuya bir çay molası, belki küçük bir göz dinlendirmesi ya da bazılarımız için ‘anlam’ buluşlarını barındırıyor. Veyahut anlamın özüne inerken oralarda kaybolabilmeyi, bu kayboluştan gerçek sandığımız hayata geri dönme isteğini en aza indirmeyi içeriyor.

Yazar, "Kendi gönül âleminden uzak kaldığın her an gurbettesindir. Gurbet bir yer değil, hissiyattır." diyor. Kitaptaki çıkarımları çok da kıyaslamak istemiyorum. Çünkü hepsinin ayrı bir önemi mevcut, insan hayatının değeri için. Lâkin bu cümle, benim nazarımda kitabı süzgeçten geçirince elimde kalan en güzel çıkarımlardan biri. Aslında insanoğlu kendini biliyor. Kalbin neye ihtiyacı olduğunu, gönlünü beslemekten uzak kaldığını, uzaklaştığında kendindeki eksikliği… Sınırları geçince vardığımız memleket gibi değil, gönül işi. Ona sınırları içinde ve sınır dışında da ne verdiğimizle alakalı aslında bu iş. Eğer yolunu bulduramadıysak kalbimize, durup bir düşünmekte fayda vardır. Durup, beklemeli. İşte bu beklediği yerdir aslında en önemlisi. Başta da söylediğimiz gibi insan her yerde bekleyemez. Ancak manasını bulduğu yerde beklemelidir. Çıkarımlarımı yazarın kitabı bitirdiği şekilde bitirmek en güzeli olacak sanırım. Yazar, kitabını başladığı gibi Yunus Emre ile bitirmiş, şöyle sonlandırmış:

"Âşık öldü deyû salâ verirler
Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez."

Büşra Yıldız Geçgel

12 Şubat 2024 Pazartesi

Kaderine uygun bir kılıf bulmak

Sırlar insanın kamburunu inşa eden tuğlalardır. Bu tuğlalar, büyük şehirlerde daha yavaş duvar örerken küçük yerlerde bir ivedilik hâkimdir. Komşulardan gizlenenler, akrabaların bilmemesi gerekenler, çekirdek aile içinde odadan odaya, kalpten kalbe kaldırılanlar nihayetinde insanın kendine bile söyleyemedikleri şeyler. Fatma Nur Kaptanoğlu’nun üçüncü kitabı Ateşten Atlamak, arka kapak yazısında böyle bir sırrın varlığından bahseder. Okur merakla bu sırrın peşine düştüğündeyse iki uzun öykü ile karşılaşır. Bu sır ilk öykü olan Ateşten Atlamak'ta daha aşikârken ikinci öyküdeki “Daha Uygun Bir Kader"de gizli saklıdır.

Kitabın ilk yarısını oluşturan Ateşten Atlamak'ta Sonya ve kendi adını hiç zikretmeyen başkarakterimizle tanışıyoruz. Başkarakterimizin annesiyle denizden taş topladığı bir sahneyle açılıyor öykü. Burada dikkat çeken ilk unsur, taş toplarken annenin kızına dua etmesini söylemesine rağmen kızının içinden şarkı söylemesi. Anne gelenek ve din noktasında hassasiyetlere sahip; ancak bu hassasiyetin kitabî değil de geleneksel bir zeminden beslendiği geçiyor okura.

Taş toplarken elinden on üçüncü taşı düşüren karakterimiz, bir uğursuzlukla mı karşılaşacak acaba diye sormadan edemiyor insan. Öykünün ilerledikçe isimsiz karakterimizin Sonya ile duygusal bir yakınlık kurduğunu görüyoruz. Okurun dikkatini çeken sır, bu yakınlaşmanın katmanlarından biri. Bu sır esasında annenin de bildiği ancak bilmezden geldiği bir konu.

Öykü boyunca başkarakterimizin annesiyle ilişkisi dikkat çekiyor. Küçük yerlerde çocukları iyi okullar okuyan, iyi işlerde çalışan ebeveynlerin övgü tokmağıyla, buldukları ilk kişinin yanında çaldıkları davullardan bahsediyor Kaptanoğlu. Çocuklarını överek belki de kendi gelemedikleri yerlere gelmiş hissi yaşıyordur bu anne babalar kim bilir. Bu tutumdan rahatsız olan ancak elinden bir şey gelmeyen karakterimizin iç sesini de epey yakından işitiyoruz.

Hıdırellez ritüelleri ekseninde şekillenen öykü başkarakterin ateşten atlamasıyla o küçük sırrını ifşaya hazırlandığı hissi veriyor okura. Kim bilir yan komşunun kulağına çalınmıştır bile belki bu sır ve tüm mahalle duyar. Peki, böyle olsa ne olurdu diye soruyor okur, muhtemelen aile yaşadığı o küçük şehirden onları kimsenin tanımadığı başka bir şehre giderdi. Böylece Sonya ile başkarakterimiz belki de birlikte olabilirdi.

Daha Uygun Bir Kader” adlı ikinci öykünün ana karakterinin ismi bilinse de bu okura kahramanı ilk öykünün isimsiz karakterinden daha çok tanıma fırsatı vermiyor. Abaven ve babası arasında öykü boyunca süren bir gerilim var. Hatta Abaven babasının ölmesini isteyen bir evlat olarak karşımızda. Annesinin babasını neden çektiğine anlam veremeyerek ondan boşanmasını istiyor. Burada coğrafya eksenli bir baba eleştirisi olduğu muhakkak. Çünkü babalar, özellikle taşranın bunaltan havasının baskın olduğu yerlerde tam da Abaven’in babası gibiler. Kaptanoğlu ile yapılan bir söyleşiden öğrendiğime göre Abaven “sığınak, sığınılan yer” anlamına gelen Ermenice bir kelimeymiş. Abaven otuz yaşında ve hâlâ üniversiteyi bitirememiş… Bu durum da babası ile olan gerginliğinin ana sebebi gibi dursa da tipik bir oedipus kompleksi ile karşı karşıya kaldığımızı düşünüyorum. Çünkü annesine karşı daha sahiplenici bir tavır içinde. Ancak burada yine kasabadaki kadınların her şeye rağmen kocalarına katlandıkları ve boşanmak gibi bir fikri akıllarında geçiremedikleri gerçeğiyle de karşılaşıyoruz.

Öykünün dikkat çeken diğer karakteri ise Linda. Abaven’in zamanlı zamansız çalan kilise çanına merakı sonucu tanıştığı, evinde ağırlandığı Linda. İki karakterin ortak noktası ise babaları. Linda’nın babası onu çok küçük yaşta terk etmiştir, yani vardır ama yoktur da aynı zamanda, tıpkı Abaven’in babası gibi.

Abaven kendi güvenli alanından başını en fazla Linda’nın evine kadar çıkarabiliyor. Yani ateşten atlamaya cesaret edemiyor ve mümkün bir kaderin içine sığınıyor. Bu tutumunda kız kardeşini kaybetmiş olmasının payı da büyük, çünkü insan kardeşini kaybetmişse ve başka bir kardeşe de sahip değilse Abaven gibi, anne babasını bırakıp bir yere gidemez. Her ne kadar öykünün başında şehirden anne babasını ziyarete gelen Abaven ile karşılaşsak da öykünün sonuna geldiğimizde kendi kabuğunu kıramayan bir Abaven bekliyor bizi.

Her iki öyküyü de kendi hayatının iplerini eline almak açısından okuduğumuzda Ateşten Atlamak'ın başkarakteri bu cesareti naif bir biçimde de olsa gösterirken, Abaven’in kaderine saplanıp kalan bir karakter olduğu hissi yoğun. Çünkü varlığını yokluk çamuruna gömen babaların çocukları hayatta her zaman bir iç sıkıntısının gölgesi olarak gezer. Linda bir gölge, Abaven de öyle. Gölgeler neşet ettikleri asılları her zaman huzursuz ederler. Abaven’in babasının huzursuzluğunun asıl kaynağı budur belki, Linda’nın babasının onu terk ettikten sonra hiç aramaması gibi.

Her iki öyküde de babanın gölgesinin düştüğü yerlerde diş izleri var. Küçük yerlerin bir kaderi olarak babalara dışarıdan susulur ama insanın içi hep konuşur. O iç bir çetele tutar. Bu çeteledeki diş izlerini hiçbir merhem iyileştirmez. Hatta öyledir ki insan çocukken bu acıyla ağlamayı becerir ama büyüdükçe, kalbimizdeki tüm ısırıklar saklanması gereken birer sırdır, görenlerin bile inkâr ettiği…

Gülnaz Eliaçık Yıldız
twitter.com/glnz_eliacik

En çok kendinin farkında olmaya çalışmak

Herkes zaman zaman hayatının muhasebesini yapar. Kişi ne kadar kaçınırsa kaçınsın başına bir “musibet” isabet eder ve muhasebe kaçınılmaz olur. Ancak hiçbir muhasebe “nihai” ve “mutlak” bir netice vermez. Sonuçta zamanla ve mekânla sınırlı bir hayatımız ve idrakimiz var. Öldükten sonra hakkımızda yapılan “toplamlar” ömrümüz bitmiş bile olsa hakkımızda yapılacak hesaplaşmalar yapıldığı dönemlere ve muhasebe yapan kişilere ait birer ara toplamdan ibarettir. Neticede “insanoğlu”nun bütün hesaplamaları ve hesaplaşmaları ara toplamdır. Neyse bu başka ve uzun bir konu zaten.

Bugünkü Ara Toplam, Ahmet Mümtaz Taylan ile Irmak Zileli’nin gerçekleştirdiği nehir söyleşi kitabı. Ahmet Mümtaz Taylan hakkında müstakil bir yazı kaleme alıyor olsaydım başlığı “Farkındalık Maratoncusu” olurdu. Zira Ara Toplam'dan okuduğum kadarıyla Taylan, kendisini “farkındalığını” korumak ve geliştirmek için “uzun soluklu” bir mesaiye vakfetmiş. Evet, bir yüz metreci de olabilirdi Taylan. Bu da saygı değer bir tercih olurdu elbette. Ancak o zaman dikkati, farkındalığı başka türlü gelişirdi. Başka bir insan olurdu.

Seni anlatan şey söylediklerin değil, en çok yaptıkların” diyen Taylan, farkındalık maratonu esnasında en çok kendisinin farkında olmaya çalışmış ve en çok kendisini eleştirmiş. Adım adım kendini inşa etmiş. Onun farkındalık maratonunu gelin bir de kendi cümlelerinden okuyalım:

Yani çiçek yapmak da asfalt döşemek de delik delmek de hepsi bugün yaptığım işle ilgilidir. Yani rejiyle, oyunculukla, yazmakla, yazmaya çalışmakla ilgilidir; birebir ilgilidir. Dinamit deliği delmenin oyunculuğa faydası vardır.

Kitabın ilerleyen sayfalarında Taylan’ın dinamit deliği delme ile eskrim sporu arasında kurduğu bir benzerlik de var ki buraya alıntılarsam aynı tadı yakalayamayacağım kanaatindeyim. Kitaba müracaat etmekte fayda var.

Hatırladığım kadarıyla İsmet Özel, iyi bir şairle iyi bir marangozun muhabbet etmesi halinde iyi bir şairle kötü bir şairin konuşmasından daha anlamlı bir sonuca ulaşabileceğini, bu sohbetten iki tarafın da çok faydalanabileceğini söylemişti.

Ahmet Mümtaz Taylan bu anekdotun neresinde duruyor peki? Tabii ki “iyi bir aktör” tarafında. Mesleğini, sanatını ciddiye alan, onu en iyi şekilde yapmak için gayret gösteren ve yeteneğinden ziyade gayretini anlamlı bulan Taylan, aktörlüğünün hakkını vermek için zihninde sık sık ara toplam almış. O ara toplamların hasılasının büyük kısmını onun oyunculuk performansında görüyoruz. Hasılanın yazıyla en ifade edilebilir kısmı ise Ara Toplam'da kitaplaşmış.

Yine de ne yalan söyleyeyim, kitabın içindekiler sayfalarından ara başlıklarını okuyunca biraz tedirgin de olmadım diyemem. “Bir Yaşam Refleksi olarak Farkındalık”, “Eleştiriyi Karşılamak”, “Yapmak İstediğin İşi, Olmak İstediğin İnsanı Seçmek”, “Kendinle Barışık Bir Hayat”, “Aslolan Vicdanı Temiz Tutmak”, "Öğrenmek Ama Nasıl?”, “Yeteneğini Keşfetmek ve Geliştirmek Nasıl Mümkün Olur?” “Konfor Alanından Çıkmak” gibi başlıkları art arda görünce bir kişisel gelişim kitabını mı okumak üzereyim tedirginliği kapladı benliğimi.

Ancak sayfalar ilerledikçe kitabın bir kişisel gelişim gurusunun önü arkası sorgulanınca geriye ileri tutar yanı kalmayan satırlarıyla alakası olmadığını görerek rahatladım. Taylan kitabını şu sözlerle nihayetlendiriyor: “Ben bütün bunları zaman içerisinde öğrendikçe unutmamaya çalışarak ve her gün ertesi gün bir daha hiç çalışmayacakmış gibi çalışarak yürütmeye çalıştım. Bu benim yordamım.” Kitabı standart piyasa işi bir kişisel gelişim kitabından farklı kılan tam olarak bu. Özellikle de “Bu benim yordamım.” cümlesi. Yaşanarak, çalışarak, okuyarak, düşünerek geliştirilen ve içselleştirilen bir yordam Taylan’ın yaptığı. O bu yordamı kimseye dayatmıyor, kestirme ve kolay bir yöntem önermiyor. Ara Toplam kendini iyi hisset, evrene pozitif mesaj gönder tadında mesajları kopyalayıp yapıştıran bir kitap değil.

Ara Toplam'da Taylan’ın hayatında yer eden insanlarla tanışıyoruz. Mesela “ustam” dediği tiyatro sanatçısı Yücel Erten. Ancak bu noktada bir ihtarda bulunmam lazım. Kitapta yer alan insanların anlatılma sebebi onları okurun merakını yüksek tutacak birer magazin sosu olarak kullanmak değil. Dolayısıyla kitaptan arkadaşlarla kahve içerken tatlı tatlı dedikodusunu edebilecek materyal devşiremiyoruz.

Mesela Yücel Erten’den bahsederken nehir söyleşi, tiyatroda usta-çırak ilişkisinden, insan ustasını nasıl seçer sorusuna; oradan da “çırak ustasını eleştirebilir mi?”ye akıyor. Taylan, büyük laflar, hayatında karşılığı olmayan sözler etmiyor. Esasen burada bahsettiğim “büyük laflar” zinciri kolayca üretilebilir bir şeydir ve kolayca ve hatta keyifle de tüketilebilir. Ancak ne yazan için ne de okuyan için netice hiç de besleyici olmaz.

Kitabın sonunda yer alan “Sevdiklerim” listesi de okurun dikkatine yeni filmler, kitaplar ekleyecek yahut zaten bildiği kitapları, filmleri tekrar ve yeni bir bakışla seyretmeye sevk edecek nitelikte. Her ne kadar bir tarih kitabı olmasa da yakın tarihin Ahmet Mümtaz Taylan’ın hayatında bıraktığı izleri takip edebileceğimiz bir kitapla karşı karşıyayız. Ara Toplam'da yer alan ve yer almayan her detay, bir şekilde okuru olan bitene farklı bir açıdan bakma isteği uyandırıyor. “İnsanın Yurdu Neresidir?” sorusuna Ahmet Mümtaz Taylan’dan çok farklı bir cevap verseniz bile onun verdiği cevabın da sizin kendi ara toplamınıza bir katkısı olacağını düşünüyorum.

Ara Toplam'ı emsal nehir söyleşi kitaplarından ayıran temel unsur, kitapta rolü soru sormakla sınırlı bir kişi ile cevap vermek için orada bulunan bir başka kişinin koordineli monoloğunun olmaması. Günümüz Türk edebiyatının dikkat çeken yazarlarından Irmak Zileli ile Ahmet Mümtaz Taylan’ın gerçek bir diyaloğundan oluşuyor Ara Toplam. Hikâye anlatmanın farklı yordamlarının temsilcileri diyebiliriz onlar için. Diyalog neymiş, nehir söyleşi nasıl yapılırmış gibi sorulara sağlam bir cevap veriyor Ara Toplam.

Ara Toplam okurunu kendi ara toplamını yapmaya davet eden bir kitap.

Sırf bu davetin hatırına bile okunabilir.

Suavi Kemal Yazgıç

6 Şubat 2024 Salı

Entelektüelin değeri ve vazgeçilmezliği

İnsan, kimi zaman da çok okumaktan yazamıyor. Bu defa bana öyle oldu en azından; üst üste okuduğum kitapların yoğunluğu altında ezilmekten yazmaya geçemedim. Yeterince sindirip düşünemediğim için yazma hissi oluşmadı. Buna rağmen zorlamalı ve yazmalıydım belki de ama içimdeki sese kulak vererek bekledim.

Yeterince demlenmeden yazmak yürümeden koşmak gibi; nefesinizin nereye kadar yeteceğini hiç bilemeyeceğiniz, dahası hedefe ulaşma ihtimalinizin genellikle çok düşük olduğu, aradığınız keyfi alamadığınız, zararlı bir yorgunluk olma ihtimali yüksek. Demlenmek için bir ömür bekleyip -Knut Hamsun gibi mesela- tek satır yazamayan yazarlar olduğunu bilmek yazamadığımız zamanlar için bir teselli midir, yoksa ıstırap kaynağı mı bu da ayrı bir soru olarak dursun.

Son bir iki aylık süreçte, geçen yoğun sükûnet döneminden sonra dönüp okuduklarıma baktım ve hangisinin en çok demlendiğini anlamaya çalıştım. İçlerinde, yazıya da başlığını veren, Malezyalı siyasetçi ve sosyolog Seyid Hüseyin Alatas’ın kitabı Entelektüeller ve Aptallar (Babil Kitap) öne çıktı. Belki de zaten üzerine sıkça kafa yorduğum bir konusu olduğu içindir, ya da yazdıkları onda daha fazla demlenmiş olduğundandır, bilemiyorum; su hazırdı demini çabuk aldı! Oysa, Cemil Meriç’ten Rimbaud’a uzanan çok geniş bir yelpazede epeyce okumuştum. Belli ki okuduğumuz kitapları sadece biz seçmiyoruz!

Seyid Hüseyin’in, benzer düşünür, alim ya da siyasetçilerden en önemli farkı Doğuyu da Batıyı da eşit derecede ve derinlikli bir biçimde biliyor olması. Bu durum, hem kendi toplumunu sert ve rahat eleştirmesine, kişisel bir hesaplaşmaya girişebilmesine hem de Batı’ya yönelik hamasi ve yüzeysel öfkelerle saldırmaksızın düşünsel bir hesaplaşma gücü gösterebilmesine imkan veriyor. Bunun tersi de oldukça geçerli bir şekilde, hem Batı’ya en sert eleştirileri ve hücumları getirebiliyor hem de kendi toplumunu ve bütün bir Şark’ı olabilecek en güçlü ve doğru yerden savunabiliyor.

Kendisini Türk okuruna çok kolay sevdirebilecek bir yazar dolayısıyla, hemen her dönem yakıcı şekilde ihtiyacını duyduğumuz ama her nedense en zor bulduğumuz türden kalemlerden. Okumaya başlar başlamaz, bu bizim de hikayemiz hissi ilk sayfadan itibaren sizi sardığı için bir süre sonra yabancı bir yazar okuduğunuz hissini kaybediyorsunuz. Temel meselesi de çok ama çok tanıdık: “Biz niye böyleyiz?”.

Kitabın benim açımdan önemi, bugünlerde Türkiye için de hiç olmadığı kadar değer kaybına uğradığı bir dönemde, gerçek anlamda entelektüelin değerini ve toplumlar açısından vazgeçilmezliğini güçlü şekilde hatırlatıyor olması. Aynı şekilde, entelektüelsiz bir toplumun kaba siyasetçiler elinde nasıl çocuksu ve aşırı duygulara savrularak gerçeklik kaybına uğrayacağını ve “aptallaşacağını” iyi anlatıyor.

Alatas’a göre, insan topluluğunun olduğu her yerde entelektüel de hep olmuştur çünkü bu bir gerekliliktir: “Entelektüellerin işlevi, düşünce alanında…liderlik sağlamaktır. Toplumun sorunlarını açıklayan ve çözüm bulmaya çalışanlar entelektüellerdir; fikir üretir ve bunları toplumun diğer üyelerine yayarlar. Bu faktör, büyücü-hekimlerin, şamanların veya rahiplerin entelektüellerin rolünü üstlendiği basit toplumlarda bile geçerlidir.” (s.32).

Entelektüellerin toplumla bağ kurabilmesi ve söz konusu işlevini yerine getirebilmesi için bir entelektüel kültürün -köklü bir geleneğin ya da- olması, entelektüeller arasında birbirini besleyen, eleştiren, karşı çıkan ya da destekleyen hakiki bir güçlü ilişkiye dayalı bir topluluk bilinci olmalıdır.

Entelektüel, fikri olarak toplumla yıldızı barışmasa da tek başına ya da yalnız değildir. Kendisi gibi düşünmese de birliktelik hissi duyduğu bir entelektüel grubun parçasıdır ve bu durum her görüşten insanla kurulan bir düşünsel dayanışma ilişkisi olduğu için onu aynı zamanda toplumun uzağına düşmekten alıkoyar. Entelektüel, toplumuyla organik bir ilişki içindedir: “Gerçek bir entelektüel, çevresiyle organik bir ilişki içinde bağlamsal düşünür.” (s.106). Kara kaplı kitaplar, “evrensel doğrular”, değişmez tutumlar değil bağlamlardır önemli ve daha gerçek olan! Entelektüeller topluluğu “entelijansiya” demek de değildir.

Alatas’a göre entelijansiya, “Yüksek örgün ve modern eğitimden geçmiş olanları, uzmanları ve profesyonelleri” içine alır (s.33). Oysa entelektüel, uzman ya da profesyonel demek değildir. Entelektüel -Edward Said’den de bildiğimiz gibi- “uzmanlar tarafından ele alınmayan ve alınamayan sorunlar”la ilgilenir (s.34). “Entelektüel faaliyet alanı, herhangi bir disiplin tarafından belirlenen sınırları takip etmez.” (s.34).

Entelektüelin ayırdedici vasfı, neyi nasıl düşünürse düşünsün hep bir felsefi ruhla bunu yapmasıdır. Bu nedenle, herhangi bir ideolojiye kesin bir bağlılığı söz konusu değildir. Sorgulamaların kendisini nereye götüreceğini baştan bilmemektedir. Dogmalarla ve inanç temelli düşüncelerle başı derttedir ve bu bir inanca bağlı olmadığı için değil düşünceyle inancın birbirinden ayrı doğası nedeniyledir. Her alanda -ve hatta her insanda- entelektüel ilgiyi doğuran şey işte bu felsefi ruhtur (Ne yazık ki siyasetçilerden sonra az bulunan bir başka grup da din adamlarıdır ve Alatas tam da bu nedenle istisnai bir figür olarak Cemalettin Afgani’yi istisnai ve önemli bir isim olarak kaydeder.)

Böylesi bir felsefi ruhtan ve entelektüel ilgiden yoksun din adamları, siyasetçiler, bürokratlar, uzmanlar ve hatta yazarlar, amaçladıklarının tam aksine bir biçimde kitleleri yoldan çıkarırlar çünkü sorgulama bittiğinde aslında yol da biter ve kimse nereye gideceğini bilemediği için insanlar, sanılanın aksine birbirine güçlü şekilde tutunan sıkı gruplar değil başıboş yığınlar haline gelirler. O andan itibaren hep bir yol göstericiye sıkıca tutunma ihtiyacı yakıcı hale gelir ama felsefi ruh ve entelektüel ilgiye sahip olmayan “yol göstericiler”in kılavuzluğu hemen her zaman kendi hırslarından ve menfaat arzularından beslenir. Toplum, kendisinden ve benliğinden hiç olmadığı kadar uzaklaşır. Dönüp kendini aradığında tanınmayacak halde, küçük tanıdık parçalarla birleştirmeye çalıştığı bir siluetle karşılaşır.

Dolayısıyladır ki iyi işleyen bir entelektüeller grubu özellikle Batı düşüncesi karşısında gücünü yitirmiş toplumlar açısından hayati derecede önemlidir: “İşleyen bir entelektüel grubu olmayan toplumlar, belirli bir bilinç düzeyinden ve hayati sorunlara ilişkin kavrayıştan mahrumdur.” (s.34). Bu nedenledir ki bu tür toplumlar şu dört şeyden yoksun demektir: “(1) sorunların ortaya konması; (2) sorunların tanımlanması; (3) sorunların analizi; (4) sorunların çözümü.” (s.42).

Bu tür yerlerde en az sorulan ve sorulsa da hiçbir zaman gerçekliğe dayalı olarak cevaplandırılamayan soru, “neden” sorusudur. Bu soru diğer soru kalıpları içinde eritilerek soruluyormuş gibi yapılır ama kendi başına ayrı ve güçlü şekilde sorulmaz ya da cevaplanmaz. Oysa bir entelektüelin esas sorusu budur. İşin aslı, düşünenle düşünmeyeni, entelektüelle aptalı ayıran da bu sorudur. Aptallar asla neden sorusuyla ilgilenmezler. Daha çok “kim kiminle nerede ne zaman” soruları ilgilerini çeker!

Aptallık, doğuştan getirilen biyolojik, zihinsel bir eksiklik ya da gerilik demek değildir. O daha çok hayat karşısındaki çaresizliğin zamanla baş edilemez boyutlara ulaşmasıyla geliştirilen bir konfor halinden zevk almaya çalışmakla oluşan bir boş vermişlik halidir.

Aptallar, düşünme yetisinden değil düşünme iradesinden yoksundurlar ve düşünme faaliyetinin olası sonuçlarından tedirgin olmaktadırlar. Rahatlarının kaçmasından dehşete kapılırlar ama gelin görün ki aptallar için hayat, hep bir çaresizlik hali olmaya devam eder. Büyük otoriteler, büyük güçler, büyük insanlar vardır onların hayatında ve bunlara tutunarak hayatta kalma çabası aptalların en belirgin özellikleridir. Her şeyleri ithaldir. Her şeyin dışarıdan alınabilir olduğuna inanarak kendi varlıklarını inkar etmek bir noktadan sonra artık zorunluluktur. Yakıcı bir güce düşkünlükle zayıflık aynı anda yaşandığından içsel çelişkilerin üstesinden gelmek için en etkili yol daha fazla aptalca davranmaktır. Bu insanlar, kendi başlarına kaldıklarında derin bir korku duygusu onları herkesten çok sosyal ve herkesten çok “koşturan” haline getirebilir!

Alatas’ın moderniteyi bütün toplumlar için ulaşılması gereken zorunlu bir amaç gibi sorgusuz sualsiz kabulüne ve başka birçok görüşüne pek çok itirazım olsa da entelektüellerin toplumlar için yerini ve değerini bizatihi kendi ülkesinden canlı örneklerle gösteriyor olması önemli. Tabii, bunca aptallığın ortasında böylesi kitapların olması da!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Multidisipliner bir Avrupa tarihi analizi

Zaman zaman Avrupa tarihi dersleri veren bir akademisyen olarak yaşadığım en büyük sorunlardan biri Avrupa’nın tarihinin siyasi olaylardan müteşekkil olduğu vehmine neden olan metinlere mecbur kalmak. Zira bu durumda meselelere kronolojik bir sıra ya da olaylar silsilesi olarak bakmak tek boyutlu tarihî karakterler üzerinden sonuçlara varmayı kaçınılmaz kılar. Kıldı da. Krallar, komutanlar, devletler… Tarihî örgüyü bunun üzerine inşa etmek aksak bir dizge yaratır. Bugün başta tarih lisans/üstü eğitimi olmak üzere nerede ise Tanzimat’tan beridir süregelen Avrupalılaşma gayretinin anlaşılamamasında bu bakış çok etkilidir. Zira hemen her düzenleme, mevcut duruma odaklı bir benzeme çabasına odaklanınca Avrupa için sürecin entelektüel/kültürel boyutu yok sayıldı. Yani hemen her kırılmanın Avrupa’da yarattığı değişim, dönüşüm ve dahi gelişmelerin kontrol edilebilir ya da programlı eylemler olmadığı; her siyasi-askerî yeni dönemin artalanında bir entelektüel sürecin doğal ya da sentetik olarak var olduğu/edildiği gerçeği görmezden gelindi. Bunun her zaman bilinçli bir tercih olduğunu söylemek mümkün değil elbette. Lakin konuya dair bağlantıların da doğru kurulamadığı aşikâr.

Tüm bu arıza sonunda parça parça dönem metinleri okumalarının Avrupa’yı ve gelişimini anlamak konusunda önemli mesafeler katettirdiğini söylemek mümkünse de bir bütün olarak güçlü bir giriş metni eksikliği her daim hissedilegelmişti. Hal böyle olunca François Chaubet’nin kısacık ama derin metni Avrupa’nın Entelektüel Tarihi (İletişim Yayınları, 1. baskı, 2021) sadra şifa bir kurtarıcı olarak karşımıza çıktı. Z. Hazal Louze’nin çevirisi eserin aslı yayımlandıktan nerede ise hemen sonra Türkiye’de yayımlandı ve bir sene sonra da ikinci baskısı geldi. Çalışmanın ciddi bir ihtiyaca cevap verdiği açıktı zaten.

Chaubet bu rafine metnin daha girişinde yaşlı kıtaya dair çok önemli bir arayışı, odağı dile getirir: Öteki’nin varlığı. Lakin devamında da bu arayışın temelinin, bir meraktan öte rekabet hissi ile beslendiğini de oldukça objektif bir şekilde tespit eder. Avrupalı devletler özellikle 19. yüzyıl ve devamında güçlü bir üstünlük yarışındadır. Böyle olunca da başını Almanların ve Fransızların çektiği fikir adaları, Avrupa için yeni enerji kaynakları olarak kendini gösterir. Chaubet’ye göre burada Avrupa’ya dair göz ardı edilmemesi gereken durum, benzerliklerin aynîlik olarak görülmediği bir diyalektik düzendir. Bu önemli tespit şüphesiz ki Avrupa entelektüelliğinin en değerli noktasıdır.

Chaubet eserini dört bölüme ayırırken bilindik bir anlatı metodu kullanmaz. Aktörlerini çeşitli vesileler ile Avrupa’da fikir dünyasının banilerinden seçerek bunları bir süreklilik ve dolaşım ağı içerisinde analiz eder. Gerekçe ve sonuçlarını sunar. Uluslaşma etkilerini kabul ederken hudut aşırılık dediği, başta sürgünler olmak üzere birçok gözden kaçan hareketliliği dile getirir. Ki bu bakış açısı 19. yüzyıl için olmasa da 20. yüzyılın birçok tanıdık yüzünü hatırımıza getirir (Zweig, Canetti vd.). Gelmeyenleri de zaten o zikreder (Starobinski gibi).

Chaubet bizde çok fazla dikkate alınmayan bu hareketliliğe/dolaşıma seyahatleri de dahil eder ve bazı istatistikler sunar. Ancak bunu da bir abartıya ya da tek sebepliliğe esir etmeden ve içeriden eleştirel bir metot ile sunar. Örneğin seyahatleri başka entelektüel dallar için önemserken 1879-1939 yılları arasında Sorbonne’da çalışan edebiyatçıların sadece yüzde 17,6’sının seyahat etmesini de eleştirir. Şüphesiz bu analiz görünenin ötesinde bir neden-sonuç ilişkisini inşa etmek açısından çok değerlidir. Dolayısı ile metodik bir yol da açar Chaubet. Kendi entelektüel tarihimiz açısından ciddi bir bakış açısı önerisi olarak okunmalıdır.

Chaubet Avrupa’nın baskın kültür alanları ve çekim merkezleri üzerinden bir hiyerarşik kültür düzeninden bahseder eserinde. Bunun, Avrupa için ne denli mühim bir nokta olduğunu isimler ve olaylar üzerinden izaha kalkışır. Tatmin edici sonuçlara da varır. Eserin bu yönü, onu bir ders kitabı haline de getirir. Çünkü artık netleşen ilişkiler ağı siyasete müdahil bir entelektüel birikimi de peyda ettirir. Aktörler değişmiştir. Tarihin konusu olan kahramanlar artık edebiyatın, sosyolojinin ve başka bir sürü sosyal bilimin de konusudur. Avrupa’yı anlamak bu birikimi anlamaktan geçer, açıktır.

Eserin üçüncü bölümü ve aslında ikinci yarısı görece daha tanıdık bir üslup ile ideolojik düşünceye, bu manada da siyasi tarihe kayar. Böylece dördüncü bölümde verilen ve bugün etkisi devam eden kapitalizm, sosyal devrim ya da Marksizm/post-Marksizm kavramları 19. yüzyıldan bugüne gelen bir süreçte sunulur.

Chaubet metodik olarak bir dolaşım imgesi kullanır Avrupa’yı anlamak ve anlatmak yolunda. Yeni olmayan ama gözden uzak alan aktörleri akla getirir. Gezginler, bilim insanları, sürgün sanatçılar Avrupa entelektüelliğinin asıl banileridir. Bu banilerin karşılıklı ilişkileri ve kıtanın geçirdiği dönüşümlerin siyasi düzeninin ardında yatan kültürel birikim, sadece akademik fayda açısından değil, ilgilisi için de büyük fırsat. Ayrıca Chaubet’nin önümüze koyduğu hudut ve ulusaşırılık kavramları, sınır olgusunun yeniden değerlendirilmesine de büyük katkı sağlayacak nitelikte. Hem iyi bir okuma deneyimi hem de multidisipliner bir Avrupa tarihi analizi için Avrupa’nın Entelektüel Tarihi ciddi bir fırsat gibi duruyor.