20 Haziran 2023 Salı

Mutlu Cami’de mutlu bir gezi

Hangi çocuğun anılarında yoktur ki aile büyüklerinden biriyle yapılan tarihi bir cami gezisi... Belki dedeyle, belki anneanne, belki de babaanneyle... Anne ve baba ile çıkılan bir yolculukta belki de! Kim bilir bir bayram günü ya da çarşı ziyareti esnasında... Kim bilir bir vakit namazı sırasında... 

Ama illa, pek çok çocukluk hatıralarında vardır; cami avlularında alınan bir dem, şadırvanda yıkanan yüz, peşinde koşulan kedicikler, namaz esnasında kıkır kıkır gülüşmeler, minbere çıkıp etrafı seyretmeler... Oracıkta edinilen ve hiç unutulmayan arkadaşlıklar... İlla ki birilerinin hatıralarını süsler.

Hepimizin hikayesi farklı. Ama yaşadığımız coğrafyanın kültürel mirası aynı. İşte camiler; hiç kuşkusuz o kültürel mirasın en can alıcı yapıları. Yüzyıllardır, yaşadığımız toprakların kendini dünyaya mimari anlamda gösterdiği yer olan camiler, şehirlerimizin simgesi gibi adeta. Hele de İstanbul’da... Hiç ummadığınız bir sokakta, kaybolup girdiğiniz caddenin sonunda, oturduğunuz mahallenin ortasında, alışveriş için yolunuzu düşürdüğümüz çarşının yanı başında kapısını aralayacağınız bir cami mutlaka çıkar karşınıza. Hal böyle olunca, anılar da kaçınılmazdır.

Yayın dünyasında yerini henüz alan Gülce Kitap, işte tam olarak ruhumuza dokunacak öyle anların resimlenip anlatıldığı bir kitapla çocuk okuyucunun karşısında. Süreyya Ülker Aydın’ın yazdığı Merve Özcan’ın çizdiği Mutlu Cami adlı kitap; sıcacık bir cami, sıcacık bir babaanne torun, sıcacık bir kültür turu hikayesi... Hepimizin kendinden bir şeyler bulacağı anlatı, her ne kadar okul öncesi yaş grubuna hitap etse de yediden yetmişe tüm yaşların sevgiyle okuyacağı türden. Yazar da belki ithafını o yüzden; “Baktıkça gülümseten tüm çocukluk hatıralarına” diye yapmış. İyi ki de öyle yapmış. Peki o çocukluk hatıralarında ne mi var?

Gelin saçlarını iki yandan toplayıp babaannesi ile gezmeye giden o kız çocuğunun peşine takılıp beraber yaşayalım, anlatılanları...

Baştan şunu belirtmemiz gerekir; Mutlu Cami, sadece camilerin nasıl olduğunu, ne için olduğunu anlatan didaktik bir çocuk kitabı asla değil. Mesaj vermeyen, verme amacı gütmeyen, herkesin istediğini istediği gibi alacağı kültürel bir tarih anlatısı, insanın içini ısıtan sımsıcak bir gezi kitabı! Türünü okuduğunuz vakit, siz adlandırın artık. Hisleriniz ne diyorsa, o! Ama eğer çocuklarınız tarihi camileri çok sevsin, bilsin, tanısın istiyorsanız da bu hikâye ile tanıştıkları zaman yolunuzu Eminönü’ne düşürmeniz gerekecek, haberiniz olsun.

Akide şekerleri gibi rengarenk sayfalarda bir babaanne ile torununun Eminönü’ndeki yolculuğu kimi harekete geçirmez ki zaten…

Kahramanımızın babaannesi ile bir ritüeli var, haftada bir Eminönü’ne gitmek. Her Eminönü’ne çıktıklarında şekerlemecileri gezip, biraz alışveriş yapıyorlar. Babaanne mutlaka lokum ve kahve alıyor, o ise portakallı şekerleme. Kahvenin kokusu ne muhteşem öyle değil mi? Koklayın hadi, mis gibi duyacaksınız... Sayfayı araladığınızda ve kahramanımızın cümlelerine kendinizi verdiğinizde özellikle... Evet, küçücük bir çocuğun ağzından okuyacağınız kitabın sayfalarında kısa bir Eminönü turu yapacaksınız evvela. Ara sokaklarda dolaşacak, çarşıyı arşınlayacaksınız. Arada satıcıların ikram ettiği fıstıklı lokumunu tadına bakacaksınız. Çantanız aldıklarınızla dolmaya başlayacak. Mısır çarşısına girilmeden olur mu hiç? Çeşit çeşit baharat ve bitkilerin arasından geçerken bir ses: Ezan okunuyor! Hemen anlayacaksınız; babaanne için namaz vakti. Mutlu Cami’ye gitme vakti... Çizerin de gerçekçi resimlemesiyle mini İstanbul turunun ardından asıl mekâna varılıyor işte.

Mutlu Cami neresi peki? Eğer yolunuz bir kez olsun İstanbul’a düştüyse yahut televizyonda izlediyseniz, bileceksiniz. Küçük kahramanımız hatta çoğu kimse için orası ‘Güvercinli Cami.’ Merdivenleri önünde güvercinlerin dans ettiği, her gelenin o güvercinleri beslediği yerdesiniz; gerçek adıyla Yeni Cami’de...

Bir çocuk, babaannesinin namazını kılmasını beklerken, camide neler yaşayabilir onu da göreceksiniz bu masalda. Güvercinlere yem atmanın mutluluğunu, avluda koşturmanın hazzını, camide yaşayan kedileri sevmenin zevkini, çarşıda alınan şekerlemeyi başka çocuklarla paylaşabilmenin güzelliğini, camiyi gezmeye gelen turistlere poz verip el sallamanın rengini... Hepsini kendiniz yaşamış gibi hissedeceksiniz...

Mutlu Cami kitabının, en anlamlı tarafı çocukları bir camide yaşayabileceği anılar kadar, göreceği güzelliklerle de tanıştırması. Mesela çiniler... Kitabın minik kahramanı, yaşıtlarının dikkatini çekecek ayrıntıları da gözler önüne seriyor. Karanfilli ve mavi desenli çinileri ne kadar sevdiğini anlatıyor. Çini sanatı ile tanışıklığı sağlaması açısından hikâyenin bu kısmı dikkate değer. Yazarın kelimelerini renklerle güçlendiren çizer, kitabın çinilerle ilgili sayfasında adeta çocuklara çini hakkında atölye yapmış gibi. Öyle güçlü resmetmiş ki, çocuklar artık nerede görseler çinileri, maviyi ve karanfil desenini unutmaz.

“O kadar güzel ki desenler
Hepsi dünyalara bedel
Mavi yeşil çiniler
Her zaman beni etkiler”

Tüm bunların bir çocuğun gözünde mutlulukla eş değer olduğunu camiye verdiği isimden okuyacaksınız. Kısacası, küçük mutlulukların yaşandığı bir mekanla tanışacak ve belki bir duaya amin diyeceksiniz bu kitapla:

“Allah’ım bu güzel cami, arkadaşlarım, yavru kedicikler, güzel şekerlemeler için teşekkür ederim.”

Âmin!

Sevim Şentürk

15 Haziran 2023 Perşembe

Mânâ ağacından gönülleri besleyen meyveler

"Onu arıyoruz. 'O nerede, o ay yüzlü nerede?' diye bağırıp duruyoruz. Halbuki, o evin içinde; 'Ben buradayım' diye bağırıyordu. Benim ise, evin içinden gelen sesten haberim bile yoktu da 'Neredesin?' diye her tarafa bağırıp duruyordum."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr
(3.Cilt, Tercüme: Şefik Can Dede)

"Sağ u solum gözler idim Dost yüzünü görsem deyü
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş."
- Niyâzî-i Mısrî

Bir kitap düşünelim ki ta 13. yüzyılda Anadolu topraklarının mayası olan muhabbeti öz belleyip nice gönülleri ihya etmiş, sonra doğudan batıya bütün yeryüzüne yayılmaya başlamış, 21. yüzyıl itibariyle dünyanın en çok okunan, en çok dile çevrilen kitaplarından biri olmuş. Bu durum hem insanoğlunun esas ihtiyacına dair bir vesika, hem de 'mürşid kitab'ın ne olduğuna dair bir misal. Evet, günümüzde insanoğlunun en büyük ihtiyacı kendi özüyle arasına giren mesafeleri aşmak, kendi eliyle gönül âlemine diktiği putları dağıtmaktır. Ne bu mesafeler ne de o putlar tek bir insanı etkilemez, cümle kainatı etkiler. Biz zannederiz kader, sadece kişiye özeldir. Oysa mutasavvıflar -bazı mühim felsefeciler de aynı fikirdedir- ikaz etmişler ki insanoğlunun kaderi görünmez iplerle birbirine bağlı. Birini etkileyen öbürünü de öyle veya böyle etkiler. Bir insanın Hakk'la gönlünü hoş tutması zorlaştıkça, en yakınındakinin de zorlaşır. Giderek çevreye yayılır ve bugün psikolojik pek çok 'hastalığın' kökü olan muhabbetsizlik kaplayıverir her yanı. Tıpkı denize ufak bir taş attığımızda evvelen küçük bir dalganın görünmesi, saniyen o dalganın genişleyip başka dalgalara neden olması gibi.

Tasavvufta aşk vadisinin sembol ismi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'dir. Tıpkı yardım bahsinde Abdülkâdir-i Geylânî'nin, terk-i dünyâ bahsinde İbrâhim b. Edhem'in, zühd bahsinde Cüneyd-i Bağdâdî'nin, marifet bahsinde Bâyezid-i Bistâmî'nin, keramet bahsinde Ahmed er-Rifâî'nin sembol olması gibi. Peki Hz. Mevlânâ âşıktı da diğerleri değil mi? Estağfurullah. Sembol olmak demek, vaziyeti aşikâr etmek, terennüm etmek, yaşamak ve hatta yaşatmak demektir. Mevlânâ'mız aşkı olduğu gibi üzerine giymiştir, dolayısıyla "Ben âşığım" diyenin boy aynasıdır, kâl ile hâli ayırma filtresidir. Kendisinden sonra gelen nice sufiler, mutasavvıflar, şairler, mûsıkîşinaslar ve hatta mimarlar, ressamlar da -yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar- Mevlânâ'mızın feyzinden istifade etmişlerdir ve bu el'an sürmektedir, vesselam.

Mesnevî, bir 'mürşid kitap' olma tasarrufuyla ve vazifesiyle asırlardır kendi içine doğru yolculuk etmek, meyilden muhabbete geçmek, taklitten tahkike varmak, içli içli gözyaşı dökmek yahut dökemiyorsa neden dökemediğine ağlamak, bu bıktırıcı dünya pazarında iç âlemini ilahi aşka döndürmeye çalışıp cefayı da safayı da rahmet bilmek, Hakk'tan başka her şeyin bir oyalanma olduğunu idrak etmek, Ahad ve Samed Mevlâ'mızın rızasına kavuşanlardan olmak isteyenlere sayfalarını açmaya devam ediyor. Yalnız burada bir mesele var ki büyük bir ehemmiyet arz ediyor: Eskiden tekke adabımızda, bilhassa taze dervişlere Mesnevî tek başlarına okutulmaz, muhakkak işin ehli bir zâtın rehberliğinde okunması tavsiye edilirmiş. Bugün dahi bu usul sürmektedir. Günümüzde Mesnevî'nin daha kolay anlaşılabilmesi, inceliklerinin kavranabilmesi, derinliğinin hikmetine varılabilesi için yayınlanan kitaplar da esasında bu geleneğin bir mirası. "El ele el Hakk'a" düsturunca Hz. Mevlânâ âşıkları, Mesnevîhanlar ve bu ulu sohbet deryasına dalıp inciler çıkararak taliplere dağıtanlar; büyük bir şevkle vazifelerini sürdürüyorlar. Tıpkı, pek kıymetli muhtereme Hayat Nur Artıran Hanımefendi gibi. Nisan 2023'te Sufi Kitap tarafından neşredilen Sübhân, "İnsan ve Kur'an" alt başlığını taşıyor ve Mesnevî sohbetlerinden oluşuyor. Dokunduğu her canlıya incelik nakşeden Hayat Nur Artıran, kitabın kapağındaki incelikle de "Allah güzeldir, güzelliği sever" hadis-i şerifini hatırlatıyor. Buyurun kapağa şu not eşliğinde bir kez daha bakalım: "Ortadaki Elif Cenab-ı Allah'ı, dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'i, soldaki gül Peygamber Efendimizi, küçük goncası ümmetini, aradaki kelebek Efendimizin nuruna pervane Hakk âşıklarını, sağdaki karanfil Peygamber varisi büyük velileri, küçük goncası, onların izini takip eden dervişânı sembolize etmektedir. Tüm bunların bir araya elmesi, birlik olması için de ortada Peygamber Efendimizin mübârek mührü bulunmaktadır."

Hayat Nur Artıran, Sübhân'da evvela İnsan ve Kur'an birlikteliğinden çok mühim misaller veriyor. Burada Mesnevî, Divân-ı Kebîr, Kur'an ayetleri ve menkıbeler arasında karşılaştırmalı okumalar yapmak okur için hem çok lezzetli hem de çok aydınlatıcı oluyor. Biz bir şeyi okur okumaz hemen anlayacağımızı zannediyor, üstelik hemen de bir fikir sahibi oluyoruz. Oysa mana zenginliğine ulaşmak için her ne kadar acele etmemiz gerekiyorsa da adımlarımızı nazik atmalıyız. Bildiğimizi zannetmemiz kadar büyük bir yanılgı yok. Büyükler kitaplarını bu sebeple ve şevkle neşrediyorlar. Okuduklarımızdan neyi nasıl anlamamız gerektiğine dair bir yol haritası çıkarmış oluyorlar. Zira insanın kendi mektubunu, kendi bedenini, kendi gönlünü okuması hayli zorlu bir yolculuk. İşte bu karşılaştırmalı okumaya, irfani lezzete dair bir misal:

"Beden mektubunu da gönül mektubunu da okumak kolay değildir! Ey Hakk yolu yolcusu! Senin bedenin, bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Padişaha (yani Hakk'a) lâyık olup olmadığını anla da onu, ondan sonra yerine gönder! Bir köşeye çekil, kendi içine kapan; mektubu, yani kendini aç da oku bakalım! İçindeki sözler, duygular, düşünceler padişaha lâyık mıdır?" (Mesnevî, c. IV, 1564, Tercüme: Şefik Can Dede)

"Behlül Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir virânenin yıkılmak üzere olan iyice eğilmiş duvarının önüne oturup saatlerce düşünürdü. Yine bir gün endişe ile bakarken duvar birden çöküverdi. Behlül Dânâ Hazretleri'nin yüzünü bir sürur ifadesi kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar merakla sebebini sorduklarında: 'Görmediniz mi duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!' dedi. 'Peki bunda şaşılacak ne var?' dediklerinde ise şu hikmetli cevabı verdi: Mademki dünyadaki her şey nihayetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk'a doğrudur, o hâlde ben de ölünce Hakk'a varırım. Ey ahâli! Rükû ve secdelerimizde Hakk'a meylimizi artıralım ki başka yönlere yıkılmayalım!" (Menkıbe)

"Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Sizin hakkınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış, (tanrı) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir." (En'am Sûresi, 94)

Sübhân, dikkatle incelendiğinde Hayat Nur Artıran Hanımefendi'nin diğer kitapları gibi Mevlevî inceliğini ve zarafetini her boyutuyla sunuyor. İnsan ve Kur'an serlevhasıyla açılan sayfalar, sâdece Cenâb-ı Hakk’a mâlûm olup ancak dilediği peygamberlerine ve velîlerine öğrettiği ilâhî sırlara vukuf ilme, yani ilm-i ledün'ün peşine Hızır'ın yoldaşlığıyla düşmüş Hazreti Mûsâ ile devam ediyor. Ardından Hazreti İbrâhim, Hazreti Nûh, Hazreti Sâlih, Hazreti Yunus ile sürüyor ve Hazreti Yûsuf ile son buluyor. Zira aşk; vuslat yolculuğunda yegane gayedir, son duraktır, Hazreti Yûsuf da aşk bahsinde tıpkı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi sembol isimlerden biridir. Sübhân'ı, günümüzde tasavvufu romantik bir çerçeveye sıkıştırmaya çalışanların ve Allah'a hiçbir şekilde ulaşılamayacağı (bilinemeyeceği, bulunamayacağı, yakınlaşılamayacağı vb.) noktasında inat eden klasik eğitimcilerin muhakkak okumasını acizane öneriyoruz. İslâm'ın ve Kur'an'ın armağanı olan tasavvufun, bu asırlık geleneğin, bu kıyamete kadar sürecek sistemin, çağın insanına ne şifalar sunacağı hiç şüphe yok ki Sübhân'ın sayfaları arasına sırlanmıştır. Muhabbetle gayret eden herkese bu sırların açılması da Hakk'tan niyazımızdır. Başka bir diriliş ümidimiz de yok desek, herhalde yeridir.

Dış kapılardan, kabuklardan, zahirden, elbiselerden, alışkanlıklardan, görüntülerden kurtulmamız gerekiyor. İslâm'ın en büyük gayesi, Hakk'ın kulundan şirki temizlemektir. Allah, şirk hariç her şeyi affedicidir. Sözü Hayat Nur Artıran Hanımefendi'nin şu cümlelerine getirmek istiyoruz: "Gerçek olan şu ki: Sır içinde sır, hikmet içinde hikmet, varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık, hayr içinde şer, şer içinde hayr gizlidir. Hiçbir şey göründüğü gibi sûreta değildir. O nedenle dış görünüşe aldanmak, putperestlik olarak kabul edilmiştir."

Bir pehlivan vardır ki o geldiğinde hikâyemiz sona erecektir. Gayemiz hayatın ve ölümün, yerin ve göğün, aşkın ve muhabbetin, ilmin ve şevkin, bütün yönlerin, mekanların ve zamanların sahibi olan Hakk'ın karşısına hoş bir hikâye ile çıkabilmek olmalıdır. Sübhân gibi kabuğu değil özü işaret eden kitaplar da bu hikâyemizi anlamlı kılma, kuvvetlendirme yolculuğunda ışıldayan bir refîktir. Evvel refîk, bade'l tarîk...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Haziran 2023 Çarşamba

Hayata hayret mertebesini aşarak bakmak:
Kadir Daniş romancılığı

Michel Foucault, Deliliğin Tarihi’nde “Roman her tür duyarlığın en mükemmel yozlaşma ortamını meydana getirmektedir; roman ruhu hissedilirin içinde dolaysız ve doğal olan ne varsa ondan kopartmakta ve onu gerçekdışı oldukları ölçüde ve doğanın yumuşak yasaları tarafından ne kadar az düzenlendilerse o kadar şiddetli olan hayali bir duygu alanına sürüklemektedir” demiştir. Foucalut, eğer Kadir Daniş’in romanlarını okusaydı, bu cümlesini değiştirirdi ve şöyle derdi: “Roman her tür duyarlığın en mükemmel safvet ortamını meydana getirmektedir; roman ruhu hissedilirin içinde dolaylı/dolaysız ve doğal olan ne varsa onu çoğaltmakta ve onu gerçekliğin keskinliği ölçüsünde ve doğanın şeffaflığı tarafından ne kadar belirginleştiyse o kadar şiddetli olan hakiki bir duygu alanına sürüklemektedir.

Kitabü’l Acayip, Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten (Foneptik Bela), Serçelerin Ölümü ve Yeryüzü Blues ile tanıdığımız Kadir Daniş, romanı insana aksettirici bir düzenek olarak kullanır. Ancak bu tanım onun roman dünyasını açıklamaz, aksine daralttığı ve kısıtladığı için onun roman dünyasını anlamaktan uzaklaştırır. Nedir Kadir Daniş romancılığı?

Kadir Daniş gerçeği ifşa ederken gösterir, gösterirken ifşa eder. Daniş’in romanında baba, salt bir baba değildir; evlat, salt bir evlat değildir; eş, salt bir eş değildir; anne, salt bir anne değildir. Hepsi hem odur hem de değildir. Kadir Daniş gerçeklik ile metaforu iç içe kullanır. Örneğin, Serçelerin Ölümü’nde Koray’ın aynaya bakarak “Kim bu cananavar” dediği sahneyi ele alalım. Koray’ın kendisini canavar olarak görmesi, sadece kendisinden iğrendiği, kendisini çirkin olarak gördüğü için değildir. Koray, perdeden sıyrılmış ve nefsini görmüştür. Bunu ise romanın sonunda anlıyoruz. Koray, Hızır ile çıktığı yolculuğun sonunda Hızır tarafından öldürülmüştür. Canavar artık ölmüş, geriye safi ruh kalmıştır. Safi ruh, özdür; Tanrısal masumiyet, Allah’ın üflediği ruh, ilahi nefes. Rasulullah’ın “Ölmeden önce ölünüz” hadisi meydana gelmiştir. Aynı şekilde Koray’ın kendisini canavar olarak gördüğü ayna da sadece ayna değildir. Evet aynadır ama aynı zamanda değildir de. Hem odur hem değildir. Ayna burada sırrı işaret eder. Kimilerince hadis olarak kabul edilen kimilerince ise atasözü olarak kabul edilen ama her halükarda manası doğru olan ve üzerine yazılar yazılmış, düşünce seansları gerçekleştirilmiş meşhur bir söz vardır: “Evlat, babanın sırrıdır.

Sır, aynanın arkasıdır. Görülmeyen, görülmeyeni taşıyan bölümü. Aynanın karanlık kısmıdır. Ayna sır ile ışığı geri taşır ve gösterir. Evlat, babanın sırrıdır sözünü hatırlarsak (bu sözü sadece baba-oğul ekseninde düşünmek isabetli olmaz, anne-baba ve evladı ekseninde düşünmek gerekir) anne-baba, evladında kendisini görür. Her doğan bir öncekinden gelen hakikati taşır, silsile bu şekilde tamamlandığında yolun başına kadar (Hz. Adem ile Hz. Havva) gidilir ve karşımıza büyük insanlık tablosu çıkar. İnsanın var olma amacının kendini bilmek olduğunu düşünürsek (Kendini bilen Rabbini bilir) anne- baba, evladıyla bu sırrı da öğrenir, kim olduğu sırrını! Buna ek olarak sır, tasavvufi eserlerde idrak aracı olarak kullanılır. Bu sır, kalpten ortaya çıkar. Böyle düşündüğümüzde de anne-baba, evladının kalbinden görünen sır ile gerçekliğe, hakikate kavuşur.

Yeryüzü Blues’te da, Serçelerin Ölümü’nde de evladıyla sırrı ifşa olan, hakikate kavuşan baba görürüz. Yeryüzü Blues’ta anne de buna dahildir. Nejat, evladıyla (sırtında sönen sigaralar vb.) gerçekliğe temas ederken, Koray ölmüş bebeği üzerinden gerçeklik ile karşılaşır. Sadece 8 saat yaşamış bir bebek, babaya ömrün hayal olduğunu, varlığın sadece O’na has olduğunu gösterir ve madem var değiliz, o halde yapılacak olan ölmektir, ölmeden önce ölmek! Yeryüzü Blues’ta ise bir kenardan seyreden evlat, bütün aile fertlerinin perdelerinin kalkmasına sebep olur. Meryem’in çocuğu istemesi, ailenin çocuğu sahiplenmesi düğümü koparan noktadır. Kopan düğüm, hepsinin içini dışarı çıkarır. Dil bir kez konuştuysa, söylenemeyen kalmayacaktır. İnsan, insanın aynasıdır. Sırrın, aynanın görünmeyen yeri olduğunu hatırlarsak; herkes herkesin görünmeyen yönünü taşımaktadır ve herkes, herkeste kendi görünmeyen yerini görüyordur, herkes aslında herkestir. Varlık tektir. İnsan, birdir. İnsanın ana mahkûm olduğu, insanın hikâyesinin aslında tek bir hikâye olduğu Daniş’in romanlarında gerçeklik ve sembolizmin arasından bize göz kırpar. Bu yüzden Yeryüzü Blues’ta çocuk “… Meryem’in yanına gidemiyordum ama Meryem benim içimdeydi” derken, Serçelerin Ölümü’nde Koray, “Ben nasıl ki gelmiş geçmiş bütün babalarsam, evladım da bütün bebeklerdi. Evladım bendi. Benim de adım zaten Koray. Ben de evladımdım” demektedir. İnsan tek bir can ise, o candan seçilmiş herhangi bir tecelli, insana tüm insanlığı sunacaktır. Kadir Daniş romanlarında bir tecelli ile insanlara tüm tecellileri gösterir. Çünkü insan için öteki, insanı ve kendisini görebileceği bir imkândır. Bu imkân için de ayna benzetmesi kullanılabilir.

Bu yüzden onda acı keskindir ama aynı keskinlikte şefkat da barındırır, merhamet sıcacıktır ama aynı sıcaklıkta şiddet de içerir, sevgi dupdurudur ama aynı durulukta nefret de koklaşmaktadır. Tüm ikilikle, koyun koyunadır. Gece ile gündüz birleşir ve gün olur. Daniş bize günün belirdiği andan seslenir ve gece ile gündüzü önümüze serer.

Gece ile gündüzün birleştiği yerde; zaman yoktur, an vardır. İlahi sistem an üzerinden işler. Çünkü zaman yaratılmıştır ve yaratılana çalışır. Allah ise andadır. Tanrı’nın insana ruh üflemesiyle anda olmasını tek bir bağlam üzerinden düşündüğümüzde aslında zamanın olmadığını, hepimizin ve her şeyin Tanrı’nın bir nefesinden ibaret olduğumuzu idrak ederiz. Dolayısıyla olan herkes için olmuştur, olmayan kimse için olmamıştır. Kâinat bir domino taşı mesabesindedir, kader kitabında tek bir yaprağın düşmesi kâinatı değiştirecektir. Borges’in kum metaforunu hatırlayabiliriz burada: Adam çölde bir avuç kum alır eline, kumları savurur ve “Çölü değiştirdim” der. Kadir Daniş romanlarında zamansızlığın merkezinde, tanrısal göz ile andan bakıyor kâinata. Kâinat bir çöldür, Kadir Daniş çöldeki adamdır, avucuna aldığı kumlar romanlarıdır ancak bir fark var: Değişen kâinat değil, okurudur!

Koray’ın ağzından konuşursak “Halbuki zaman tek bir andan ibarettir. Mesela hepimiz çoktan öldük… Zaman akmaz. Donuk, bitimsiz bir lahzadır o… Baş yoktur, baş da sondur, son da sondur. Yaşananlar sonundan başlar, sonuna varır. Hatta hiçbir şey yaşanmaz, alem bir noktadır, nokta da zaten nihayetin ta kendisidir. Nihayetse hiçtir. Hiç.

Daniş gece ile gündüzün birleştiği andan seslendiği için bize, onun karakterleri lanete mi yoksa rahmete mi uğradığını bilmez. Hepsi suçludur, hepsi masumdur, hepsi acı çekmiştir, hepsi acı çektirmiştir, hepsi iyidir, hepsi kötüdür. Hepsi insandır çünkü. Bu, insanın hikâyesidir. O yüzden zulüm, merhamet, haz, hayret, hayranlık bu güzergâhta karşımıza çıkan duraklardır ve hepsi bizde var olan hissiyatı, duyguyu yeniden yeniden yeniden doğurur ve biz biliriz ki bizim doğurduğumuz çocuk Daniş’in romanlarında yer almaktadır.

Daniş, karakterlerine isim koyarken de alelade tercihte bulunmaz. İsmi seçerken de ifşa ederken gizler, gizlerken ifşa eder. Tekrar Yeryüzü Blues’a bakarsak, önümüze Meryem çıkacaktır. Meryem, iffeti temsil eder. Tecavüze uğramış, kürtaj yapmış, koruduğu iffeti sayesinde “çocuğa” asıl anneliği o gösterebilmiştir. İffetini koruyarak temiz, pak kalmış; masumiyeti temsil eden çocukla da rabıtayı esas o kurabilmiştir. Çünkü çocuğa (İsa’ya) Allah’ı o öğretmiştir. İşari tefsirleri hatırlarsak, Hz. İsa’nın Meryem’den doğması; manevi gelişimini tamamlayan nefsten, (saflığı, paklığı, iffeti ayetlerde de ön plandadır) kalp doğmuştur. Burada kalp, Hz. İsa’yı, yani Ruhullah’ı temsil etmektedir. Kalp, ancak manevi terbiyeden geçmiş, mutlak arılığa ulaşmış insanda meydana çıkar. O insanın da kalbi Allah’ın evidir. Romanda da Meryem paklığı temsil ederek (kirli dünyanın içinde paklığını korumuştur) “kalbe”, İsa’ya Allah’ı öğretmiştir. Allah’ın evi, ancak pak kalptir çünkü. Yine Hz. Zekeriya, müjdelendiği zaman Allah’tan bir delil isterken, Hz. Meryem istememiştir. Hz. Meryem, teslimiyeti göstermiştir. Romanda da Meryem önce aileye teslim olmuş, delil istememiş, sonra çocuğa teslim olmuştur. Çocuğa teslim olduğu için de çocuğun masumiyeti ile kendi koruduğu paklığını tamam etmiştir. Masumiyet tek bir hal olduğu için de çocuk “Meryem benim içimdeydi” demiştir. Bu aynı zamanda Meryem’in babasız bir şekilde isa’yı doğurması, nefsten kalbin çıkmasıdır. Çünkü “bir” olmuştur. Bakış açımızı değiştirirsek, Mevlana; insan bedenini Meryem’e, doğum sancısını da İsa’ya benzetir ve insan bedeninin içindeki İsa’yı doğurma sancısı içinde olduğunu söyler. Yeryüzü Blues da Serçelerin Ölümü de aklımıza gelsin. Hangi karakter için içindeki İsa’yı doğurma sancısı yaşamıyor diyebiliriz?

Byung-Chul Han’ın Şiddetin Topolojisi eserinde “Keskin bir dil şiddeti de fiziksel şiddet gibi olumsuz üzerine bina edilmiştir, çünkü bir şeyden yoksun bırakır, yaralar hedefini” demesini aklımıza getirdiğimizde, özellikle Yeryüzü Blues’ta yaraların, dil şiddetiyle serpildiğine tanık oluruz. Ancak gördüğümüz yara, insanlık yarasıdır. İnsanın eksikliğidir, tamamlanamamasının getirdiği elemdir. Serçelerin Ölümü’nde de bu eksiklik evlatsızlık ile kendini gösterir. Yoksa Koray’ın karısına zulmetmesi, çocuğun sırtında sönen sigaralara, dedenin sağlık durumu, Meryem’in tecavüze uğraması, Hümeyra’nın ablasının etini satması, Serpil’in intihar etmesi, Nejat’ın zulümleri gibi kötülükler dünyanın içinde bulunduğu durumu gösterir, insanın kirli yanını saçar ortalığa ama bizim kastettiğimiz yarayı ifade etmez. Yara, insanın eksikliğidir. Makus kaderinin onu eksik var etmesidir. İnsan eksikliği gidermeye çalışır ömür boyu ve bu mücadele esnasında kötülükler de yapar, kötülüklere de uğrar. İkisi farklı konulardır ve Daniş romanlarında iki konuya da ilahi bir gözle, keskin bir duyuyla perspektif tutar. Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten romanında da içerdiği polisiye, fantastik öğelere aldırmaksızın yapılan aslında yine evladın sır olması meselesidir. Yıldırım Agâh’ın bütün karakteri, bakışı anne-babasında kendisini gizlemektedir. Agâh, onların görünmeyenin görüldüğü kişidir. Nitekim büyülerin, vampirlerin kol gezmesi de bizi aslında hiç alakadar etmemektedir. Elbette politik mesajları işaret etmektedir ancak anlatılan yine insandır, insanın insanla, kâinatla ve Tanrı ile ilişkisidir. Hepsi hem gerçektir hem de semboldür. Daniş anlattığı gerçeklikle (gerçeği hem gizler, hem de ifşa ederken) insana görmek istemediği tüm hasletleri gösterir ve sadece “hevesini kursağında bırakmakla yetinmez, o kursağı bir de yumruğuyla ezer!” Ezer ki insan kendine gelsin, kendisiyle tanışsın. Yaklaşmak için önce uzaklaşmak gerekir çünkü!

Daniş, romanlarında anlattığı tekamül sürecini (insanı anlatırken, insanın tekamülünü anlatır aslında) romancılığında da gerçekleştirmiştir bir yandan. Romancı Kadir Daniş, Kitabü’l Acayip ve Gözlerimiz Kamaşırdı Dehşetten (Foneptik Bela) romanlarında yola çıkmış, perdeleri yavaş yavaş kaldırmıştır. Serçelerin Ölümü’nde perdeler tamamen kalkmış, hayret makamına ermiştir. Anlatımı hayret makamından gerçekleşir. Yüzleşme, çarpışma, anlamlandırmaya çalışma, anlamla ve anlamsızlıkla karşılaşma yer almıştır. Ancak tekamül gerçekleşmiş, hayret makamı aşılmış ve Yeryüzü Blues çıkmıştır sahneye. Yeryüzü Blues’ta artık hayret yoktur, romancı Kadir Daniş artık hayret üstü bir konumdadır, görüntü net ve berraktır, sisli hiçbir mevhum yoktur. Anlatılmak istenen bellidir, nasıl anlatılacağı ve neyin anlatılacağı aşikardır. Olan da olacak olan da olmuş olan da barizdir. Okuyucunun önüne neyin, niçin konulduğu belirlidir. Bu yüzden karamsarlık ile umut, vicdan ile zulüm, aşk ile nefret sarmaldır. Çünkü hayret üstü makama geçildiğinde kavramların karşıtlığı kalmaz, kavramlar sadece kavramdır, kavramların ötesine geçilmiş ve içerilerinde vakıf olan töz yakalanmıştır. Daniş bu tözü okuyucularına derya halinde akıtmıştır ancak her okuyucunun kendi kütlesince damlaya sahip olabileceği unutulmamalıdır. Çünkü “Kadir hest, diger nist.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

8 Haziran 2023 Perşembe

Kitap sevenler yahut çarpıntısız yaşayamayanlar

“Kışın üzerimi örtüyor, yazın gölge yaratıyorlar. Beni rüzgârlardan koruyorlar. Kitaplar benim evim."
- Carlos María Domínguez, Kâğıt Ev

"Her okur, kitaplığında kapağını açmadığı kitaplar da olsun ister onların vaadlerini önemser. Ummak, hayatın en sağlam fillerinin başında gelir."
- Enis Batur, Kitap Evi

"Her okur, kitaba manevi bir ölümsüzlük getirmek için vardır."
- Alberto Manguel, Okumanın Tarihi

Bibliyofil; "kitap sever, kitaba aşırı derecede düşkün kimse" anlamına geliyor. Bu kelimenin giderek daha fazla kullanılmasının, yaşama biçimlerimizdeki değişimle büyük alakası var. Buradan başlayalım. Tüm dünyayı etkileyen salgın, tüketici alışkanlıklarını da değiştirdi. İnternet alışverişleri artık hastalık boyutuna ulaştı. Lazım olan, olmayan her şey alınıyor. Yeter ki yanında bir indirim ibaresi görülsün. Üstelik bu satın alınanlar, bir de hızlı gelecekse adresimize, değmeyin keyfimize. Kitaplar bundan nasipsiz kalır mı hiç? Doldur sepeti, ver siparişi.

Diğer yandan, instagram ve twitter gibi mecralar kitapla olan ilişkimize dair çok şey söylüyor. Okumadan okuyanlar, çayla veya kahveyle okuyanlar, gündüz işten güçten fırsat buldukça okuyanlar, geceyi okumaya ayıranlar, klasiklere yüz vermeyenler, popüler kitaplardan kaçanlar. Nicelik ve nitelik arasındaki dengenin kaybolması, hakiki bibliyofiller için belki de bir imkân. Ortaya çıkmaları, kitaplar hakkında konuşmaları, bol bol yazmaları, kendine doğru düzgün bir okuma planı tutturamamış kimseler için gerçek bir yardımcı olmaları gerekiyor. Neticede dünyaya sadece kendimizi gözetmek için gelmiyoruz. Başkalarına hizmet, nefsimizden vermektir ve bir bibliyofil için bu en hakiki manevi zevklerden biridir.

Halil Solak'ın Kitap Sevenler Cemiyeti adlı çalışması, gerçek bir kitap sevgisinin ne olduğuna, bu sevginin hangi cefaları ve safaları beraberinde getirdiğine harikulade bir misal olarak raflarda artık. Mayıs 2023'te Dergâh Yayınları'ndan çıkan ve soluksuz okunabilen kitap, içeriğindeki entelektüel zenginlikle beraber değişen, dönüşen ya da değişmeyen, dönüşmeyen 'o' bibliyofili de anlatıyor aslında. Kütüphaneyi tekkesi edinmiş, yaşamdaki gelip geçici mutluluklar yerine büyük saadeti kitap aşkında bulmuş, karşılaştığı tesadüfleri de tecelli bilmiş bir derviştir aslında bibliyofil. Bilmeyen ve tatmayan için 'hastalıklı' bir hâldir. Üstelik 'para etmez' bir meşgaledir, ne ferahlık getirir ne bereket. Sürekli yer işgal eden kitaplar toz ve düzensizlik saçmakta, etrafa 'hoş' görünmemektedir. Zaten çok okuyan da mutlaka 'deli' olacaktır ve bir an önce bu zevkten vazgeçilmeli yahut olabildiğince hafifletilmelidir. Tüm bunlar, bir âşığa 'sen artık sevme' demekle aynı şeydir aslında. Dolayısıyla yangına körükle gitme etkisi yapacaktır.

Kitap Sevenler Cemiyeti böylesine bir hayatı tüm sadeliğiyle anlatmak için harikulade bir açılışla okurunu karşılıyor evvela. "Kitaplarıma Ev Bulamadım" diyor Halil Solak. Önsöz niyetine yazılmış bu yazıda her bibliyofilin kendinden, çevresinden ve hayatından bir şeyler bulacağı muhakkak. Annesinden ya da eşinden gizleyerek evine kitap getirmek durumunda kalanlar, aynı kitabı -başkalarına anlatması zor sebeplerdir bunlar- birkaç defa almak, çalışma masasının veya yatağın kenarındaki kitap adacıklarına, tepeciklerine zevkle bakmak, oradan ustalıkla ve diğerlerini devirmeden bir kitabı çekip alabilmenin keyfini yaşamak, bir makale yazmak için onlarca kitabı karıştırmak ve dolayısıyla kitaptan kitaba atlamak, yetmeyince kütüphaneye gitmek, yaşadığı şehrin semtlerinde ve ücra köşelerinde bir kitabın anlattığı iklimi yeniden tatma umuduyla yürüyüşlere çıkmak... Evet tüm bunlar esaslı bir bibliyofilin alametleri. Ama biz ona derviş demiştik, işte bu derviş melameti kuşanmasını da biliyor. Çok çaktırmıyor etrafına bu sevdasını, popüler olma, çevresine insan toplama gayreti yok. Zaten o kadar vakti de yok.

Bir kitap sevdalısı için kitapların yazılış serüveni de ayrı bir sevda konusudur. O kitabın yazanın hayatı, sonra o kitabın neşredildiği zamanlarda entelektüel çevreye olan tesiri, belki hiç dikkat çekmeyişi ama sonradan 'aranan' bir kitap olması, sahafların kitaplar için verdiği mücadeleler ve sahaf ziyareti yapmadan eve dönemeyenler, bir kitap almak için bin dereden su getirenler, bunların iktisadi ve psikolojik boyutları... Halil Solak, kitaplar kadar kitapların hikâyelerine de tutkun olduğu için okurunu önce bu deryaya davet ediyor. 189 Osmanlı belgesinin nasıl payitahta geri döndürüldüğü, Dede Korkut'un keşfedilemeyen Diyarbakır yazması, geçmişten bu yana tılsımlı kitaplar. Sonra kitap âşıklarından bir bahis açıyor: Âşir Efendi Kütüphanesi'nin üç nesil süren serüveni, Reşad Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ne değen anne eli, Tevfik Fikret'nin baba yadigârı Şehnâme'si, Semavi Eyice'nin kütüphanesindeki Tanpınar sürprizi. Sonrasında ömrünü bütünüyle kitaplara vakfedenler, hem çiçeklere hem de kitaplara sevdalananlar, şimdilerde pek bilinmese de yaşadığı yıllarda her okurun başvurduğu kitap avcıları, "Ya Allah, Ya Hafız, Ya Kebikeç" ve hikmetleri, sahaf operasyonları, büyük kitap sevdalısı İbnülemin Mahmud Kemal'in rüyaları, kütüphanelerin önemi ve günümüzde kütüphanelerin hâli, okumanın ardından gelen yazma eylemi ve "Acaba hayatı yazarak sürdürmenin bir yolu var mı?" hülyası...

Nurdan Gürbilek, Yer Değiştiren Gölge'de "Okumak, metinle aramızda bağ kurmak kadar, metinle aramızdaki aşılmaz mesafeyi anlamlandırmaktır da aynı zamanda. İlkinde kendini keşfediyorsa insan, ikincisinde kendinden vazgeçmesi gerekecek." demişti. Kitap sevmek bu sebeple kimileri için kendini keşfetme yöntemi, aynı zamanda da kendini kaybetme, kendinden çoğu zaman vazgeçme. Zaten en büyük keşifler de böyle ortaya çıkıyor işte. Gürbilek, kitabının başka bir yerinde de "Ama okumada, başka şeyler de var. Bazen de bir metin çıkar, bizi eskisinden de eksik bırakıverir." diye yazmıştı. Tamamlanma ve eksilme seyahatidir okumak. Üstelik kitaplar arasındaki seyahatimizin bir zamanı, bir mekânı yoktur. Bir koku alırız ve onun peşinden gideriz, kalp çarpıntısıyla. Yaşamak, bu çarpıntı olmadan yaşamak değildir kitap sevenler için. Halil Solak'a, kitabıyla bunları yeniden ve nefis biçimde anlattığı için teşekkür ederiz. Çok okuyacağından zaten eminiz ama yazmasını da isteriz. Tüm kitap sevenlere afiyetin, bereketin, sıhhatin bol olduğu ömürler niyazıyla...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Haziran 2023 Salı

Modern sığınaklar: balkonlar

Yeni bir kitap satın alırken nelere dikkat edersiniz? Yazarına mı? Yayınevine mi? Kitabın ismine mi? Kapağına mı? Yoksa türüne mi? Arka kapak yazısı sizce önemli midir? Kısaca önünüze gelen her kitabı okur musunuz yoksa seçici mi yaklaşırsınız?

Ben tiryakiyim. Doğal olarak biraz seçici ve şekilciyim. Tüm bu sorular benim için önem teşkil eder.

Kimsenin Atlamadığı Balkonlar’ı da sorularımın ikincisine; yayınevine güvenerek almıştım ama kapağın cezbedici yanını da unutmayalım…

Türk Edebiyatı, Dergah, Mahalle Mektebi, Post Öykü ve Muhayyel dergilerinde hikayeleri yayımlanan Erhan Genç, bir dönem Türk Edebiyatı Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü de yürütmüş.

Meraklısı için diğer eserlerinin ismini de zikredelim: Çilek Ağacı, Mavi Minibüs, Şimdilik Havadisler Bunlar hikaye kitapları ile Bir Masa Yetiyor Bana adlı bir söyleşi.

Yazar hakkındaki bu kısa bilgilerden sonra bahsi geçen kitabımıza geri dönüp öykülerden bahsedebiliriz. Hikayeler hakkında genel bir cümle kurmam gerekirse derim ki: modern insanın sorunları. Hayatın akışındaki sıradan insanın, bizim hikayemiz. Bence etkileyiciliğini de bu doğallığından alıyor.

Hani derler ya kurmaca ile okur arasında bir anlaşma vardır, okur okuduklarının gerçek olmadığını bilir ama inanmaya baştan razı gelmiştir. Kimse onu kitap kahramanlarının gerçekte yaşamadığına ikna edemez. Ben Erhan Genç’in kahramanlarının gerçekliğine sizi ikna edebilirim.

Yirmi katlı bir TOKİ binasının 17.katında kendine bir alan açmak için, nefes almak için balkon inşa eden adam sen de olabilirdin pek ala ben de. Minarelerde müezzinleri seyreden Sinan İrfan Karaaslan’dan bahsediyorum. Onun belediyeye verdiği dilekçe, kayıtlar incelense çıkıverecek sanki. Öykünün adı, bize final hakkında ipucu da veriyor: Bir Eylül Cemresinin Hazin Sonu. Okurken tebessüm ettiğim hatta neredeyse güldüğüm bir öykü var, Kanat Sesleri. Her modern gibi sabah uyanır uyanmaz kahve içip sandviçle kahvaltısını yapan, çocuğu okula bıraktıktan sonra çalıştıkları plazalara yollanan insanlardan ikisi Gülçin ve Kenan. Her çift gibi birbirleriyle konuşmak yerine psikologların ve en yakın arkadaşların tavsiyesi ve imalar üzerinden ilişkilerini sürdürüyorlar. Gülçin’in ikinci çocuk isteği sonucunda ne mi oluyor? Kanat sesleri daha sık duyulmaya başlıyor.

“Bir An” Kime İthaf Edildi öyküsü makale şeklinde yazılmış. Hani neredeyse akademik bir çalışma okuyoruz sanacağız. Özetten anladığımız kadarıyla öykü tahlili üzerinden bir aşk hikayesi okuyacağız. Sayfanın sonunda okuyan herkesin aklında aynı soruyla Google’da “Türk Öykücülüğünün önemli isimlerinden Selim Sadi” araması yaptığına eminim. Kurmacaya katkısız iman bunu gerektirir çünkü.

Mühendisten Temiz öyküsü bir ilan yazarının öyküsü. Alıp sattığı arabalara yazdığı ilanı ve yazım sürecini okuyunca yine aynı soru: böyle şeyler gerçekte oluyor mudur?

On Altı Bölümlük Dünya’da kahramanımız Ozan Bey büyük bir yayınevinin patronudur. Biz okurlara “içerden” bilgi veren bir öykü olmuş açıkçası. Yani bir yazar kitabını yazdı diyelim, bizim elimize ulaşmadan önce hangi aşamalardan geçmelidir? Her sektörde olduğu gibi bu işin de elbette bir raconu, yolu, yordamı vardır…

Radyo programı maç gününe denk geldiği için sık sık maça yer vererek programını sürdürmeye çalışan spikeri dinlediğimiz, affedersiniz okuduğumuz öykünün adı Arka Bahçe. “Bir Arka Bahçe’niz varsa hala umudunuz vardır” mottosuyla başlayan radyo programının adı öykümüze ismini vermiş.

Yazının sonuna yaklaşmışken kitabın ilk öyküsünden bahsetmek istiyorum: Kule Plaza. Neden mi sona sakladım? Hemcinslerim bana hak verecektir, çalışan kadın için en zor olan şey doğum izninden o ilk dönüştür. Aklını ve kalbini evde, yavrusunun yanında bırakmış; bedenini çalıştığı iş yerine sürüklemiş kadının hikayesi.

Kitap 12 öyküden oluşuyor. Her biri de hem içerik yönünden hem biçim yönünden okuması çok zevkli öyküler. Sıradan insanların dilekçeleri, makaleleri, ilanları, tamirci operatörü ile konuşması nasıl bir kitaba sığar görmüş, okumuş oluyoruz.

Haklı olarak akıllara şu soru gelebilir “Hani kitabın adı nerede geçiyor, hangi öyküde? Hiç bahsetmemişsiniz.” Onu da siz buluverin, belli ki yazar bize bir oyun edip saklamış, aşikar etmek olmaz…

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez

"Ne yol biter ne yolcu. Hepsi gelir gider. Bir tek eşik bekler. Eşik en sadık derviştir, çünkü."
- Yağız Gönüler, Eşikte Beklemek

İnsan vasıl olmak ister elbet ama vuslatın yakıcı bir ateş olduğunu düşünemez. Çocukluğumuzdan itibaren her şeyi adım adım öğreniriz, sevdiğimiz şeylerin dozunu yavaş yavaş artırırız. Yeni doğan bir çocuğa kebap yedirmek hiçbirimizin aklından geçmez. Vücudumuzun dünyanın lezzetlerine hazır hale gelmesini bekleriz. İlk kelimelerini söylemeye başlayan bir çocuğun ilk önce anne mi yoksa baba mı diyeceğini merak ederiz ama bu çocuktan bize olan derin muhabbetini ballandıra ballandıra anlatmasını istemek hepimiz için abartılı olur. Bunun için çocuğun duygusal olgunluğa erişmesini bekleriz. Beklemek; olgunlaşmayı, hazır olmayı, layık olmayı da barındırır içinde. İstemek başlamaksa beklemek tamamlamaktır. Bekleyen, beklenenin rızasını aldığında kabul edilir. Toprağın altına bırakılan bir tohum beklemek suretiyle kavuşur güneşe. Buradan bakıldığında beklemenin pasif bir eylem olduğu düşünülmemelidir. Aksine, beklemek bilinçli ve aktif bir eylemdir. Öbür türlüsü beklemek değil vazgeçmektir. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer.” düsturundaki beklemek miskin miskin oturmak değil; tekkenin müdavimi olmak, tekkenin hizmetkârı olmak, varlığını tekkeye adamaktır.

Ecdadımız “Sel gider kum kalır.” sözüyle, sebat etmenin ve vefanın da ehemmiyetini vurgulamış. Bir kapıya kul olabilirsek kapının sahibinin muhabbetine de nail oluruz. Bu nedenle insanın kıymeti beklediği kapıyla ölçülür. Hangi kapının köpeğiysek o kapının nimetiyle rızıklanırız. Bir şiirinde Yağız GönülerBana tutunacak çok dal verdi hayat / rüyalar, dualar, eskilerin ayak izleri ve kapılar” diyor. Hepimiz bir kapıya tutunuyoruz çoğu zaman farkında olmasak da. Eşiğinde beklediğimiz ve tutunduğumuz kapılar dünya kapısıysa bize ahiret saadeti veremez. Yağız Gönüler iki cihan saadeti için beklenecek eşikleri işaret ediyor Eşikte Beklemek kitabında. Kitap, okuyucunun gönül kapısının eşiğinde bekleyen bir şairin dilinden yazılmakla birlikte okuyucuyu Dost kapısının eşiğinde beklemeye davet ediyor. Yunus’un bir şiiriyle başlıyor kitabına Gönüler: “Bir şâha kul olmak gerek hergiz ma’zûl olmaz ola / Bir işik yastanmak gerek kimse elden almaz ola.” Öyle bir sultanın kapısına kul olmalıyız ki bizi o kapıdan kimse kovamasın. Öyle bir eşiğe yaslanalım ki kimseler bizi oradan alıkoyamasın.

İnsan durduğu yerde tamir olamıyor öyle araba gibi. İnsan giderek tamir oluyor.” diyor bir yazısında Gönüler. Hayat, durduğumuz yerden öğrenilmiyor. İnsan, hata yaparak öğreniyor. Gitmek yani eylemde bulunmak, karar almak, bilinçlenmek, kendini bulmak ve en nihayet kendini gerçekleştirmek yani aslına ulaşmak insan olma serüvenimizi oluşturuyor. İnsan, bir kömür parçası değil ki durduğu yerde elmasa dönüşsün. İnsan kendini kendi parlatacak. Yol yürümeyen beklemenin ne olduğunu bilemez. Beklemek, Allah’ın lütuf ve keremi gökten yağmur gibi yağarken ellerini cebinden çıkarıp semaya açmaktır. Beklemek, kendini bilmeye götürür insanı. Kendini bilen kişi, nefsinin tuzaklarına karşı kendini nasıl koruyacağını da bilir. Kendini bilen kişi, yaratılışının gizlerini de bilir. Kendini bilen kişi yaratılmışlardaki ortak sırrı da bilir. Kendini bilen kişi, en nihayet Rabbini de bilir. Rabbini bilen kişi, başka kapı olmadığını da bilir. Dünya saadeti, ahiret azığı ancak o kapının eşiğinde bekleyenleredir.

Birisi durduk yere karşınıza çıkıp sizi çok sevdiğini, sizin için her şeyi yapmaya hazır olduğunu ve sizden de muhabbetine karşılık beklediğini söylese bu söylediğine hemen ikna olmazsınız. İddia sahibinin iddiasını ispat etmesi gerekir. Peki, nasıl ikna edecek sizi? Cebinden bir tomar para çıkarıp elinize tutuştursa ikna olur musunuz? Muhtemelen derhal parayı geri verirsiniz. Karşınızda yakasını, bağrını yırtıp parçalasa ya da herkesin ortasında sizi ne kadar çok sevdiğini haykırsa ya da ne bileyim bir kamyon dolusu gülü kapınızın önüne boşaltsa… Bütün bunlar bu şahsın size olan sevgisine ikna olmanız için yeterli olmadığı gibi şahsın sizinle ilgili farklı niyetleri olduğunu düşünmeye ve ondan uzaklaşmaya çalışırsınız. İnsanların bize karşı muhabbetlerine ikna olmamızı sağlayan en önemli unsur samimiyettir. Hesapsız kitapsız bir şekilde bizim etrafımızda güzellikler oluşturan birileri varsa, bize hayatı kolaylaştıran, yürüyeceğimiz yollardaki taşları temizleyen birileri varsa onların bize karşı muhabbetlerinden emin oluruz. Böyle bakıldığında sevginin, muhabbetin ispata ihtiyacı yoktur. Sevgi, gösterilecek bir nesne değildir. Gönülden gönüle kurulan bir köprünün adıdır muhabbet ve herkes geçemez o köprüden. Gönül Dağı dizisindeki Sefer karakterinin Zahide’ye olan aşkındaki teslimiyetle kurulabilir ancak bu köprü. Yanmadan muhabbet olmaz.

Enderunlu Ali Bey’in bir uşşâk bestesini alıntılıyor Gönüler. “Kaydet beni de ‘defter-i uşşâk’a a mâhım.” diyor bestede Enderunlu Ali Bey. Beklemek, kayıt defterine adını düşürmektir. Yusuf’un köle pazarında satışa çıkarıldığı gün ihtiyar bir kadıncağız da alıcılar arasında bekler. “Sen neyine güvenerek Yusuf’a talip oluyorsun be kadın?” diye horladıklarında, “Yarın Hakk divanında Yusuf’un taliplileri arasına beni yazsınlar da varsın alamayım.” der. Neye talip olmuşsak oyuz aslında.

Beklemek, kendi kusurunu görmektir. Kusurunu gören kişi kendine çeki düzen verir. Kendi kusurunu düzelten kişi zamanla başkalarının kusurlarını da görmemeye başlar. “Kusur görenindir.” buyurmuş büyüklerimiz. Etrafımızda kusur diye adlandırdığımız her ne varsa Hakk katında bir ölçüye bağlıdır ve beğensek de beğenmesek de olmuş ve olacak her şey Hakk’ın iradesine dahildir. Sebzelerin dibine döktüğümüz hayvan gübresi kötü kokar ama sebzeler için yararlıdır. Kimi kaynaklarda Hz. İsa (as) ile ilgili kimi kaynaklarda ise Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili anlatılan bir kıssa da köpek leşini gören arkadaşlarının iğrendiklerini belirtmeleri üzerine “Dişleri ne kadar da güzel.” buyurdukları anlatılır. Bir köpeğin bir balığı koşamadığı için hakir görmesi ne kadar saçmaysa güzelin çirkini, zenginin fakiri, akıllının ahmağı hakir görmesi de o kadar saçmadır. Balığa yüzme yetisini veren Allah onu suya koymuştur ki koşmaya hiçbir zaman ihtiyacı olmayacaktır. Aynı şekilde insanlar da sahip oldukları yeteneklerle, mal varlıklarıyla imtihan edileceklerdir. “Biliniz ki kuşkusuz, mallarınız ve çocuklarınız (sizler için birer) imtihandır.” ayetinin sırr-ı hakikati de budur. Buradaki mallarınızdan kasıt zahiren servet olarak düşünülse de her türlü yetenek, güzellik ve zekâ da buna dahil edilebilir.

Gönüler “Neticede mana da içine girecek bir madde arar.” diyor kitaptaki bir yazsında. Güzellik, muhabbet, samimiyet, nezaket, dostluk, huzur, güven vs. duyguların birer kavanoza doldurulup satıldığını düşünebilir misiniz? Her şey kendi kabında muhafaza edilir. Muhabbetin kabı da Muhammed’dir (s.a.). Muhammed (s.a.) kapısına kapılanmadan muhabbet gıdasına talip olunamaz. Sen bir makamın önüne gitsen ve dışarıda beklemeye başlasan. İçerideki makam sahibi senin orada olduğunu nereden bilecek. Bunu kapıda bekleyen kişiye bildirmen ve öyle beklemen gerekir. Her kapının bekleyeni ayrıdır. Yüzbaşının emir eri ile orgeneralin emir eri rütbece eşit olabilir mi? Kapı ne kadar şerefli ise kapıda bekleyen de o kadar şerefli olur. Bu yüzden “Şeref-ül mekân bi’l-mekin” buyurmuş büyüklerimiz. Muhabbet manası Muhammed (s.a.) maddesine bürünerek var oldu ve ondan sonra da “Benim varisim alimlerdir.” hadisinin sırrınca Allah dostu ulemanın suretinde varlığını devam ettiriyor. Buradan hareketle “Alimin ölümü alemin ölümü gibidir.” hadisini, muhabbetin yok olması alemin varlık sebebinin de yok olması gibidir şeklinde anlayabiliriz.

Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk’ın “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliği sevdim ve mahlûkatı yarattım.” buyurduğu rivayet edilir. Allah, bilinmek ister, Allah’ı bilmek de ancak sevmekle mümkündür. Akılla bir yere kadar gidebilen insan, gönül kanatlarını açabilirse Allah insanı Aşk göğünde rızıklandırır. “Onların kalpleri vardır, onunla düşünmezler.” ayetinin sırrı da Cenab-ı Hakk’ın insana akıl yoluyla değil kalp yoluyla yaklaştığıdır. “Ben yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” kutsi hadisi de Allah’a duyulan muhabbetin büyüklüğünü işaret ediyor.

Yağız Gönüler’in daha önce pek çok yazısında yer verdiği Ebû’l Hasan Harakânî‘nin şu sözü hepimize günlük yaşantımızda gönül ferahlığımız için bir pusula hükmü taşıyor: “Alim sabah kalkar ilmini artırmak için çabalar. Zahid, zühdünü artırmak ister. Tacir de ticaretini artırmanın peşine düşer. Ebû’l Hasan ise bir kardeşinin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırma derdindedir.” Sahi, en son ne zaman bir kardeşimizin gönlüne ferahlık, huzur ve yücelik ulaştırdık? Evliya menkıbeleri hep eskilerden anlatılınca velilerin hepsi geçmiş zamanlarda yaşayıp gitmiş sanıyoruz. Gönüler, “Bugünün evliyası sessiz, davasız, iddiasız; iyinin, güzelin, hayrın ve paylaşmanın derdinde. Eyliyanın en mühim huyu nedir? İnsanın ağırlığını, yükünü almasıdır. Bugünün evliyasını nasıl tanırım? diye soruyorsan söyleyeyim. Çaktırmadan gözyaşı silen biri varsa yakınlarında, onu evliya bil.” diyor. Sahi, biz en son ne zaman bir yetim başı okşadık, en son ne zaman sol elimizden habersiz sağ elimizi uzattık bir düşküne? Sahi, başkalarının gözyaşı ne kadar umurumuzda?

Kişinin dilinde kim varsa gönlünde de o vardır. Yağız Gönüler; kitabında sıklıkla Yunus Emre, Mevlânâ, Niyâzî-i Mısrî, İbnû’l Arabî, Harakânî, Hermann Hesse, Jung, Lütfi Filiz, Muzaffer Ozak, Ahmet Amiş Efendi, Süheyl Ünver, Sadettin Ökten ve Yahya Kemal gibi isimleri referans gösteriyor. Bu da bize Gönüler’in ruh dünyasına dair bir izlenim kazandırıyor. Yola çıkmaya niyet edenler için, yolun taşlarına, dikenlerine ve bu taşların, dikenlerin birer nimet oluşuna dair samimi bir iç döküş gibi okunuyor Eşikte Beklemek. Eşiğinde beklediğimiz kapılar şahidimizdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

4 Haziran 2023 Pazar

Kendimizi sevmek ya da narsisizm sınırları

Tevazu, Narsistik Dünyanın Tuzaklarından Kurtulmak, Timaş Yayınları’nın psikoloji serisinin son kitabı. Dr. Daryl R. Van Tongeren, yapılan araştırmalar doğrultusunda tevazuya ve narsisizme gerçekçi bir pencereden bakıyor. Son zamanlarda insanların birbirine narsisist yakıştırması yaptığına sık denk geliyordum. Hatta çoğu psikoloji ve kişisel gelişim uzmanının bu konuda bilgilendirmekten ziyade, hap çözümlerine rastlıyordum. Bu tarz videoları sevenler ve yararını görenler de vardır elbet ama bu kitabı gördüğümde detaylı bir araştırma okuyacağımı düşündüm.

Peki nedir bu narsisizm dediğimizde, kelime anlamı olarak özseverlik karşımıza çıkıyor. İnsanın kendini sevmesinin ne zararı olabilir? Hatta yine son dönemde, kendimizle barışmamız lazım, insanları sevmek için önce kendimizi sevmemiz lazım mottolarını da destekleyen bir kelime gibi geliyor. Fakat kabaca narsisizm kişinin kendi bedenine ve/veya zihnine duyduğu yoğun hayranlık olarak tanımlanabilir ve bu pek sağlıklı bir durum değil.

Kitap işte bize sürekli kendimizi sevmenin söylendiği bir dünyada bizi gerçekten mutlu edecek, hüsrana uğratmayacak bir kavramı işliyor, tevazuyu. Kitabın başına tevazunun geçmişte kaldığı bir değer olduğuna fazlasıyla yer verilmiş. Eskiden mütevazı olmanın bile insanların gözünde bir değeri olduğunu söyleyerek ama modern zamanda fazla mütevazı olmamanın öğütlenmesini eleştiriyor. Özsaygı, yaptıklarımızı, kendimizi değerli görmek, kendi değerimizi biçmek demek ve her insanın buna elbette ki ihtiyacı var. Sanırım yanlış anlaşılan şey, tevazunun gerçek anlamı, tevazu sanki insanın kendini gözünde küçültmesi gibi algılanabiliyor. Kitap, bu ikisinin ayrımına dair detaylı bir giriş yapmış. Tevazunun kendini bilmek olduğunu, kendini bilen insanın zaten kendine yeterli özsaygısı olduğunu da anlatmış. Aksine kendi özsaygısını inşa ederken gerçeklerden kaçan, onları olduğu gibi kabullenmeyen insanların yaşadığı hayal kırıklığından, yıkımdan da bahsetmiş.

Tevazu’yu okumak istediğimde ağırlıklı narsisist bireylerle baş etme yöntemlerini okuyacağımı düşünmüştüm. Kitap şaşırtıcı bir şekilde çok daha fazlasını sunuyor, kendi içimizdeki narsisist yönleri görmemizi, onları alt etmemizi, kendi gerçekliğimizi kabul etmemizi söylüyor. Kitabın güzel bir özelliği, sadece bu konuların etrafında dönüp durmaması, kitap insan olmanın pek çok yönüne değiniyor. Tevazu, insanın kendiyle ilişkisine değinen bir kitap ama haliyle başka insanlarla ilişkimizi de inceliyor:

Peki o halde neden bazı ilişkiler zaman içinde gelişirken bazı ilişkilerde insanlar bocalıyor? Nasıl oluyor da bazılarımız arkadaş ve aileleriyle kurduğu derin ve anlamlı bağların keyfini sürerken diğerleri bu yolda tökezliyor? Ve bizler hayatımızın çeşitli alanlarında süregelen ilişkilerimizi nasıl geliştirebiliriz?

Tevazu, kendi değerini olduğu gibi bilmek olduğuna göre bunu çoğu insanın rahatlıkla idrak edebileceğini düşünüyoruz ama maalesef yanılıyoruz. Kendimizi genelde olduğumuzdan daha iyi değerlendirmeye meyilliyiz. Kırılgan egomuz gerçekleri görmemize çoğu zaman engel oluyor. Tevazu’yu okurken sıklıkla o egoya tosladığım ve egomun kırıldığı için yaptıklarım ya da yapmaktan kaçındıklarım aklıma geldi. Sağlıklı ilişkiler kurabilmenin yolu da tevazudan geçiyor, yapılan araştırmalar da bunu doğruluyormuş. Çiftlerin ikisinin de tevazu sahibi olduğu durumlarda ilişkiler de daha yolunda, daha güvenle ilerliyormuş, keza arkadaşlık ilişkilerini de tevazu kolaylaştırıyor. İletişim araçlarının bu kadar çoğalıp iletişim yollarının bu kadar hızlandığı bir çağda iletişimin bu kadar kısıtlı olması ilginç bir ironi. Kimse karşısındakini dinlemiyor, herkes için en değerli, biricik kendisi ve kendi düşüncesi. Hâl böyleyken herkes birbirini anlamakta zorlanıyor. Bizim de toplum olarak birbirimizi anlamakta zorlandığımız günlerden geçtiğimiz aşikâr, kitabı okurken ister istemez kendi düşüncemize, kendi bakış açımıza tıpkı Narkissos gibi âşık olduğumuzu fark ettim.

Kitapta her ne kadar verilen araştırma sonuçları ve istatistikler Amerika ve Avrupa’daki topluluklar üzerine yapılmış olsa da bizim de benzer süreçlerden geçtiğimizi gördüm. Pohpohlanan özgüvenlerimiz ve yaptıklarımızla yaşadıklarımızla bir türlü yetinememe halimiz bile kişinin kendini bilmemesine dayanıyor. Her insanın yapabileceğinin sınırları var ve bunları bilmek aslında insanın potansiyelini ortaya çıkarma, başarılı olma yolunda da önemli. Tevazu, tahmin ettiğimin aksine tek bir konuya yönelmiş bir kitap değil, konu o kadar geniş ve hayatın her alanına temas ediyor ki okura aynı zamanda genel bir kişisel gelişim kitabı okuyor hissi veriyor. Psikolojinin alanı olan, gündelik hayatta zorlanılan konuların çoğu kitapta dolaylı yollardan işlenmiş. E. Gülsen Yüksel’in çevirisi de bu kapsamlı kitabı kolay okunur kılmış.

Yazar tüm bahsettiklerime ve çok daha fazlasına hem araştırmalar ışığında hem de kendi tecrübeleriyle bakabilmiş biri. Bir konferans için davet edildiğinde konunun uzmanlarından biri olmasına rağmen tereddüt etmesini de tevazunun gündelik hayattaki önemini de kitabında yer vermiş. İstatistikler, tüm bu araştırmalar, edinilen bilgiler elbette kitabın omurgasını oluşturuyor ama yazarın kendi hayatından örneklerle bunu anlatması, kullandığı dil okuru kitaba bağlıyor. Genelde insanın eksikleriyle yüzleşmesi zordur, insan kendiyle her zaman karşılaşmak istemez, bundan kaçınır. Yazarın üslubu sayesinde Tevazu, okuruna çok daha rahat bir yüzleşme fırsatı sunuyor.

Esra Karadoğan
twitter.com/emilianatablog