30 Ekim 2023 Pazartesi

Rüyalarımızda saklı olan mesajlar

Kişiliğin Gelişimi kitabını okuduğumda Jung'un bilhassa rüyalara dair söyledikleri çok çarpıcı gelmişti. Zaten sonrasında da onun Rüyalar kitabına yönelmiştim. Peki ne diyordu Jung rüyalara dair? Rüyalar, doğal fenomenlerdir. Kasti ya da keyfi olarak ortaya çıkmazlar. Doğal oldukları için de kandırmazlar, yalan söylemezler, bir şeyleri saklamazlar. İnsanların bazı rüyalardan rahatsız olmalarının, bazı rüyalar sebebiyle de yanılmalarının tek sebebi, rüyaların çoğu zaman anlaşılamaz oluşundadır. Biz her ne kadar rüyalardan anlamlar üstüne anlamlar çıkarmaya çalışsak da aslında onlar tek bir şeyi anlatırlar. Bunu yaparken de lafı eğip bükmezler. Bu basit bilgilendirme hâli rüyayı daha da anlaşılmaz ve zor kılar. "Deneyimlerden öğrendiğimiz kadarıyla ben'in bilmediği ve anlamadığı şeyleri sürekli açıklamaya çalışırlar" sözü önemli.

Peki 'her gece kendi çapında felsefe yapan' rüyalarımız bize başka neler söylüyor? Rüyalar kitabında ilk dikkatimi çeken "Her rüya, bastırılmış bir arzunun giderilmesini temsil eder" ifadesiydi. Tamam, belki birkaçı böyledir ama hepsi mi diye sormuştum kendi kendime. Nihayet, bir başka sayfada daha açıklayıcı bir anlatım bulmuştum. "Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz: Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır." diye yazmıştı Jung. Giderek, insanın kendi ruhunu daha çözebilmesi için bir araç olduğunu düşündüm rüyaların. Sessiz gibi görünen ama çok fazla ses içerebiliyor bu enstrüman. Haliyle, sesleri çözebilmek için de bazı yöntemleri keşfetmek gerekiyor.

2022'de Gölgeyle Buluşma kitabıyla fevkalade bir çeviriye imza atan Özgür Ertana, bu kez de psikiyatrist, Jungiyen analist James A. Hall imzalı bir kitabı kazandırdı dilimize. James. A. Hall 1991 yılında geçirdiği bir felç nedeniyle emekli olmak zorunda kalmış. Vefat ettiği 2013 yılına kadar da Jungiyen psikoloji, rüyalar, aktarım/karşı aktarım, parapsikolojiye Jungiyen bakış açısı ve hipnoz gibi konularda önemli araştırmalar yapmış, makaleler yayımlamış. Jungiyen Rüya Analizi: Teori ve Pratik El Kitabı, en popüler çalışması ve Timaş Yayınları etiketiyle artık ülkemizde.

Kitabın Jungiyen psikolojinin temel kavramlarıyla başlaması oldukça iyi düşünülmüş. Özellikle Jung okumalarına yeni başlayanlar için buradaki psişe, kompleks, arketip, ego, gölge, anima, animus, persona, bireyleşme gibi kavramların açıklanması bir nevi hazırlık aşaması olarak düşünülebilir. Sonrasında ise rüyanın tabiatı bölümüyle okuyucu, rüyaların nasıl bir gözle değerlendirmesi gerektiğini görüyor. Üçüncü bölümle birlikte rüyalara jungiyen yaklaşım başlıyor. James A. Hall, rüyanın telafi edici olduğunu söyleyebileceğimiz üç duruma işaret ediyor. İlki; rüya, ego yapısındaki geçici bozulmaları telafi ederek kişiyi tutum ve eylemleri hususunda daha kapsamlı bir anlayışa yönlendirir. İkincisi ve daha derin bir telafi biçimi; psişeyi temsil edem rüyanın, faal egoyu bireyleşme sürecine daha iyi adaptasyon sağlama ihtiyacıyla yüz yüze getirmesi. Üçüncüsü ise rüyalar, arketipsel egonun daha bilinçli bir düzeyindeki kimlik ihtiyacını karşılayan komplekslerin yapısını değiştirme teşebbüsü olarak da değerlendirilebiliyor. James A. Hall, genel bir yorum olarak şöyle söylüyor:

"Rüya yorumunda, rüyanın tamamen anlaşıldığını hiçbir zaman düşünmemek gerekir. Olsa olsa rüyanın faydalı ve güncel bir anlamını keşfedebiliriz fakat bu bile sonraki rüyaların ışığında değişebilir. Zira rüya yorumunda ego ile bilinçdışı arasında sürekli bir diyalog söz konusudur ve bu, hem içeriğinin odak noktası hem referans seviyesi değişebilen ve sonsuza dek uzayan bir diyalogdur. Rüyalar yorumlanmadıkları zaman bile uyanıklık bilinci üzerinde derin bir etki yaratabilirler. Analiz edilmemiş rüyaların etkisi gözlemlendiğinde, hatırlanmayan rüyaların dahi psişenin toplam yaşamının hayati bir parçası olduğunu çıkarsamak mümkündür."

Kitabın yaygın rüya motifleri bölümü oldukça çarpıcı bir bölüm. Burada ensest, yas, evler, otomobiller, alkol ve uyuşturucular, ölüm ve bazı hayvanların rüyalardaki anlamı üzerine yorumlar yapılıyor. Elbette Jung'un yaşamında önemli bir yer kaplayan simya sembolizmi üzerine de değerlendirmeler var. Rüyalarda simyevi motifler ve birlik imgeleri, doğu inanışlarına meraklı okuyucular için de çok zevkli. James A. Hall, rüya yorumunda iki tür gerilim olduğundan bahsediyor. İlki, rüya motiflerinin nesnel ve öznel yorumları arasındaki gerilim. İkincisi ise yalnızca rüya yorumunu değil, tüm analitik süreci karakterize eden kişisel ve arketipsel anlamlar arasındaki gerilim. Şurası dikkate değer: "Psikolojik bireyleşmeye özgü gerilim, kişisel ve arketipsel olan arasındaki karşıtlık şeklinde de ifade edilebilir. Gündelik hayatın kolektif, dış gerçekliğine fazlasıyla gölümü olanlar için kendi rüyalarında psişenin nesnel derinliklerinden gelen evrensel, arketipsel imgeleri keşfetmek özgürleştirici bir deneyim olabilir.

Rüyaların anlattıkları iyi okunduğunda, onların bireyleşme sürecine hizmet ettiği de kitap boyunca gözler önüne seriliyor aslında. Tıpkı tasavvufta olduğu gibi rüyaları yorumlamaya çalışırken egonun ekleme ve tahriflerinden sakınmak gerekiyor. Her şey olduğu gibi, en doğal haliyle anlatılmalı. Ayrıca rüyalar, sahibinin mevcut yaşamının bağlamında değerlendirilmeli. Diğer yandan rüya, "kaynağı kişisel ama müphem, manaya gebe ama belirsiz olan ve uyanın egonun dünyasındaki kaderi bizim elimizde bulunan bir hakikat parçasıdır. Ona saygı ve ilgiyle yaklaştığımızda bize pek çok şekilde hizmet eder. Onu göz ardı ettiğimizde dahi psişenin derinliklerinde simyevi dönüşümler yaratarak bilinçli yardımımız olsun olmasın, bireyleşme yönünde bizi harekete geçirir."

Kitabın sonunda James A. Hall tarafından derlenmiş bir Jungiyen Terimler Sözlüğü var. Burada okuyucu anima, animus, arketipler, kompleks, ego, bireyleşme, persona, yansıtma, puer aeternus, benlik, senex, gölge, aşkın işlev, aktarım ve karşı aktarım, uroboros gibi pek çok terimin açıklamalarını bulabilir. Yine kitabın ekler bölümünde uzman klinik psikolog Berin Orhan'ın yazdığı İnsan Ruhunun Bir Haritası başlıklı bir makale var. Psişeye jungiyen yaklaşım noktasında başka okumalar yapmak ve alanda biraz daha derinleşmek isteyenler için önemli öneriler, çizimler ve kaynaklar var bu makalede. Yine Bazı İyileşme Sembolleri de bu bölümün ileri düzey makalelerinden biri. Kitabın oldukça zor bir çeviri mesaisinden geçtiği çok belli. Özgür Ertana, ömrünün büyük bölümünü vakfettiği Jung okumalarının ve merak duygusunun hakkını fazlasıyla vermiş, ne mutlu. Onun da belirttiği gibi, "Doğmak isteyen bir şey kendi uygun koşullarını yaratıyor" demek ki...

Son söz kitabın yazarından olsun: "Rüyalar gizemli varlıklardır. Şefkatli fakat objektif bir arkadaşın gönderdiği mesajlara benzerler. Yazma biçimleri ve kullandıkları dil kimi zaman zor anlaşılır fakat hiç kuşkusuz esas itibariyle nihai refahımızla ilgilenirler ki bu, bizim hedeflediğimizden çok farklı bir esenlik hali olabilir. Alçakgönüllülük elzemdir. Hiçbir rüya tam olarak anlaşılamaz. Gelecekteki olay ve rüyalar, mükemmel bir şekilde anlaşılmış gibi görünen bir rüyanın yorumunu değiştirebilir. Bilinç ile bilinç dışı; bireysel ile ben-ötesine dair kavrayaşımızın sınırında var olan rüyaların gizemli tabiatını her daim göz önünde bulundurmak gerekir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ekim 2023 Cuma

İlk kadın avukat ve daha fazlası: Süreyya Ağaoğlu

Uzun yollar yolculuklar arasında Yapı Kredi Yayınları’nın Şubat ayında (2023) yeniden bastığı Bir Ömür Böyle Geçti’yi, Süreyya Ağaoğlu’nun hatıralarını okudum. Kesik kesik ara ara, uyuya uyuya ama hep aynı zevk ve heyecanla okudum ve de.

Ağaoğlu ailesinin bütün fertlerinde olduğu gibi bir ciddiyet, vakar, dil zevki, ülkesine adanmışlık ve hayata bağlılık süzülüp geliyordu satır aralarından. Kitabı yazma amacını kitabın sonunda şöyle yazıyordu: “Yegâne temennim, memleketin nereden gelip nereye vardığını benim gibi uzun seneler tecrübeler geçirerek gören insanların gençlere bunları anlatarak memleketi demokrasi ve hürriyet içinde mesut bir ülke yapmanın yollarını aramalarına yardımcı olmalarıdır.” (s.150).

Açıkçası, kitabı daha çok Samet Ağaoğlu’na duyduğum güçlü saygıdan almıştım, bu değerli ablayı tanımıyordum ama okudukça bu duygumdan utandım. Süreyya Ağaoğlu’nun kimseye ihtiyacı yoktu zira. Tam aksine, hayatı boyunca kendi yolunu kendisi çizmiş, hep bunun için yaşamış, kadınların hukuk fakültesinde okuyabilmesini sağlamak için cesurca kendini ortaya atmış, ilk kadın avukat, ilk çocuk çalışmaları aktivisti, denebilir ki ilk uluslararası hukukçumuz bir kadındı o. Bu ülkede düşünce özgürlüğünün tam bir serbestlikle hakim olması için var gücüyle uğraşmıştı. New York mahkemelerinde duruşmalara katılmış, Delhi’de kongre başkanlıkları yapmış, Londra’da iş ortaklıkları kurmuştu.

Büyük acılarla büyük başarıları aynı olgunlukla karşılamayı başarabilmiş, ülkesini gerçek anlamda özgür ve demokratik bir dünya devleti yapabilmek için menfaatlerini bir tarafa bırakabilmiş, idealist bir insandı. Çocuk Dostları Derneği'ni, Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’ni kurmuş, en zor zamanlarda hukuku savunabilmiş, karşısındaki kim olursa olsun lafını esirgemeden söyleme cesaretini gösterebilmiş biriydi. Yassıada’da savunmalar yapmış, hukukun ve adaletin yerlerde süründüğü dönemlerde hakka ve hukuka olan inancını yitirmeyebilmişti! Her satırda, bastıramadığı heyecanını üzerimde hissettim. Acılara iniş çıkışlara, yok oluşlara rağmen sürdürülebilen bu heyecanın kaynağını iyi anlamak ve onu arayıp bulmak lazım dedim kendi kendime. Çin’de olsa arayıp bulmak!

Henüz doğru dürüst uçak yolculuğunun, konaklama imkânlarının olmadığı, ekonomik şartların yerinden oynamaya pek de izin vermediği bir zamanda ülke ülke dolaşırken her defasında yanında Türkiye’yi de götürmesine hayran kaldım. Biyografisi yazılmalı bu insanın dedim bu kez. Neden bugüne kadar yazılamamış ki!

Ve tabii, çok şaşırdım; 30’lu 40, 50’li yıllara ve sonrasına dair yazdıklarıyla bugün olan biten arasında neredeyse hiçbir farkın olmamasına, Şark’ın bitmeyen kendi kendiyle uğraşmalarına, iki ileri bir geri durumlarına ve verdiği bilgiler arasında daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığım utan verici detaylara…mesela şunun gibi: “Türkiye’ye dönünce üzücü bir işle uğraşmak zorunda kaldım. Kardeşim Samet’in Yassıada’da tutuklu olduğu sürede yazmış olduğu hatıraları, Ada Kumandanı Tarık Güryay alıkoymuş ve birkaç yıl sonra bu anıları Hürriyet gazetesine satmıştı…Bu olay Ada Kumandanlığı yapmış bu zatın ne karakterde olduğunu göstermeye yeterlidir.” (s.172).

Onun karakterinde beni en etkileyen kısım galiba, olan bitenler ne kadar umut kırıcı olursa olsun iyimser bir isyanla karşı koyabilme gücü oldu. Bunu, kırıp döken yok edici bir ezme ezilme savaşı gibi değil yaratıcı ve yeniden yaratıcı bir ruh gücü ve insana inanmışlıkla yapabilmesi ne büyük bir duruştu! Hümanizm bu olsa gerek dedim! İçindeki isyan hisleri her nasılsa hep çok güçlü kalabilmişti. Tıpkı, Fuat Köprülü’nün dönemlere göre değişen karakterinden bahsederken, “Türkiye’nin ezeli derdi opportunizmi çevremde çok izlediğim için bu tutumla davrananlara karşı içimden gelen isyan hisleri çok kuvvetli.” (s.86) derken olduğu gibi.

Uluslararası hukukçuların bugün bile hayli doğru ve yerinde başlıklarda düzenledikleri saygın toplantılara gidip gelirken tesadüf ettiği bir Hintli’nin, öğlen yemeğinde tam bir “Lord” gibiyken akşam yemeğinde tam bir “Hintli” olarak karşısına çıkmasına şaşırınca, “Siz bizim İstiklal Savaşı sonrasındaki halimize benziyorsunuz: Kendini beğenmişlik ve emniyetsizlik hisleriyle dolusunuz.” (s.98) sözünü hiç eskimemiş buldum. Belki de bitmeyen bir İstiklal Savaşı sonrası halinde yaşadığımız içindir, kim bilir!

Hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin demokratik gelişme açısından taşıdığı önemin daha o yıllardan farkındadır Ağaoğlu, bu ikisinin birbirinin güvencesi iken, olabilecekken aynı zamanda çürütücüsü de olabileceğini görmüştür: “Esasen Türkiye’de demokrasi mücadelelerinin insanlara çektirdiği azabın büyük sebebinin Adalet kavramının tam manasıyla anlaşılamamış olması kanısındayım.” (106). Serbest Fırka tecrübesi ona çok şey öğretmiş -tıpkı bütün ülkeye olduğu gibi!-, biraz da bu yüzden kendisine atılan sayısız iftiraya hiç şaşırmadan yoluna devam edebilmiştir: “Serbest Fırka tecrübesine dayanarak Türkiye’de iftiralarla neler yapılabileceğini biliyordum.” (s.113).

Ve tabii, Yassıada mahkemeleri…ne çok insanlık dersi görmüş, insanın ne çok alçalmalarına, küçülmelerine şahit olmuş, ne çok acı çekmiştir. Hukukun ve adaletin görülmemiş derecede çukura düşmesi karşısındaki isyanı içten içe duyduğu acının içine gömülerek kendini sonraki kuşaklar için var etmiştir. Duruşmalar tam bir rezilliktir: “Bu duruşmalarda dinlenen şahitlerin bir kısmı beni hayretler içinde bıraktı. İnsanların ne kadar alçalabileceklerini bu mahkemede gördüm.” (s.123). Sadece şahitler mi, mahkemeye dinleyici olarak gelenler peki? “Mahkemeye gelen dinleyiciler iki gruptu. Bir grup eğlenmeye geliyordu. Adeta kokteyle gidermiş gibi süslenmiş hanımlar, kahkahalar, işaretler ve hakaretlerle vakit geçiriyorlardı. Diğer grup ise Demokrat Partililerin mustarip aileleri idi. Zaten vapurda da bu iki grup ayrı yerlere oturtulurdu.” (s.129).

Yanlış zamanda yaşamamış olsa eğlenceli ve muzip biri olarak tanıyacaktık belki de. Bir keresinde yine uluslararası bir hukukçular toplantısında sürekli somurtan Koreli delegeye takılmaktan kendini alamaz, şöyle yazar: “Vietnamlı ilginç bir delege işçi kökenliydi, Fransızca da biliyordu. Koreli delege ise tebessüm dahi etmiyordu. Lisan da bilmiyordu. Bir kere nasılsa gülünce, ‘Ay, gülünce ne güzel oluyorsunuz’ dedim. Bu sözümden de hoşlanmadı.” (s.178). Ya da şu anlattığı hikâye onu ne çok anlatıyor: “Bir gün Londra’da Oxford Street’te iki İrlandalı yürürken biri diğerine, ‘Bak şu karşıdaki adamı hiç sevmiyorum’ demiş. Öteki, ‘Tanıyor musun?’ deyince, “Tanımıyorum, onun için sevmiyorum’ cevabını vermiş.” (s.186).

Ondan bize kalan kubbede hoş bir sedadan ibaret olmamalıydı. Belki de değildir de ben bilmiyorumdur. Ama öyle olsaydı, çocuklarımız bu halde, adalet yerlerde, hukuk siyaset karşısında çaresiz, oportünistler hiç olmadığı kadar neşeli, iftira hiç olmadığı kadar geçer akçe olmamalıydı herhalde! Hiçbir şey olmasa onun şu sözü bir yerlere asılabilmeliydi: “Adalet olmayan yerde hiçbir rejim başarılı olamaz!” (s.206). Kim bilir belki hâlâ vakit vardır.

Her şeye rağmen onun hayatı, çok sevdiği, Türk gibi başlayıp İngiliz gibi bitirebilmek sözündeki sırra ulaşabilmiş gözüküyor. Darısı yeni başlayanlara!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

İranlı seyyahlara göre Osmanlı İstanbul’u

Osmanlı İstanbul’u hem Avrupa güzergahında hem de Müslümanların hac yolu üzerinde olması hasebiyle pek çok seyyah, gezgin, derviş, yazar ve devlet adamının yolunun düştüğü gezip gördüğü kadim bir şehirdi. Bilindiği gibi İran’dan hacca gitmek isteyen bir hacı adayı Karadeniz üzerinden İstanbul’a gelir ve burada hac kafilelerine katılırdı.

19. yüzyılda bazıları modern yaşamı tanımak bazıları da hac vazifesini yerine getirmek yahut gezmek için İstanbul’a gelen İranlı yolcular, gezip gördükleri şehir hakkında çeşitli seyahatnameler kaleme aldılar. Kendi devirlerinde tanınmış İranlıların İstanbul üzerine yazdıkları Yasemin Asadi tarafından derlenerek okuyucuyla buluştu.

İranlıların İstanbul seyahatleri Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerden haberdar olmalarını, iki milletin karşılaşması ve temas kurması bakımından önem taşımaktadır. Gezginlerden münzevî dervişlere, yazarlardan devlet adamlarına kadar farklı kesimden İranlılar gezip görme imkânı buldukları 19. yüzyıl İstanbul’u hakkında kaydettikleri bilgiler şehrin tarihine farklı bir bakış açısı sunuyor. Bu anlatımlarda şehrin hanları, hamamları, tekkeleri, türbeleri, camileri, sarayları, kahvehaneleri, çarşıları, mezarlıkları, dar sokakları eşsiz biçimde okuyucunun zihninde canlanıyor.

İran şahı tarafından siyasi bir görev için Avrupa’ya gitmek üzere görevlendirilen Mirza Fettah Han Germrudi İstanbul’a gelen İranlı seyyahlardandı. Kısa bir müddet kaldığı İstanbul’da Sultan II. Mahmud’la görüştüğü gibi şehri de gezip dolaştı. İstanbul’un ihtişamına benzeyen başka bir yer görmediğini söyleyen Mirza, şehrin yumuşak bir havası olduğunu, dışarıdan bakıldığında gayet görkemli olan köşk ve binalarının çoğunun ahşaptan yapıldığını, Ramazan ayı olması hasebiyle gece boyunca sokaklarda kandiller yandığını ve her yerin gündüz gibi aydınlandığı söylemektedir.

Osmanlı Devleti, hac yollarının güvenliğini sağladığından dünyanın farklı yerlerinden gelen hacılar gibi İranlı hacı adayları da daha uzun fakat güvenli olan bu hac yolculuğunu tercih etmekteydi. Hac ibadeti için ülkelerinden ayrılan İranlılar, Bakü ve Batum üzerinden Karadeniz’e çıkarak İstanbul’a geliyor, burada birkaç gün kaldıktan sonra deniz yoluyla Süveyş’e ve ardından Mekke’ye ulaşıyorlardı. 1882’de Mirza Abdülhüseyin Han Afşar, 1875’te şehzade Ferhat Mirza, 1898’de Mirza Hasan Musevi İsfahanî hac yolculuğuna çıkmış ve İstanbul’a da uğramışlardı.

1887’de İstanbul’a gelerek çeşitli diplomatik görüşmelerde bulunan İran asıllı Hint Devlet Adamı Mir Layık Ali Han, dünyanın hiçbir yerinde etrafı köşkler, enfes binalar ve güzel camilerle dolu olan İstanbul Boğazı kadar güzel bir manzara görmediği ifade etmektedir. Bir ay kadar kaldığı İstanbul’da İran ve İngiltere büyükelçisinin Boğaziçi’ndeki yalılarında verdikleri davetlere katılır. Ayasofya Camii, Sultan Ahmed Camii, Topkapı Sarayı, Tepebaşı Bahçesi, Hünkâr Suyu ve Büyükada’ya gider.

İstanbul’a yolu düşen İranlıların arasında Nasıreddin Şah ve Muzaffereddin Şah’ın seyahatleri üst düzey resmi birer ziyaret olmasıyla diğerlerinden oldukça farklıdır. Avrupa’ya seyahat eden ve anılarını yazan ilk İran şahı olan Nasıreddin Şah, Avrupa’yı dolaştıktan sonra Şubat 1873’te İstanbul’a gelir. Beylerbeyi Sarayı’nda misafir edilen Nasıreddin Şah, maiyetiyle birlikte İstanbul’da sur içini, Boğaziçi’ni, adaları, Beyoğlu’nu ve Göksu’yu gezip görme imkânı bulur. Sultan Abdülaziz’in kendisi için Beşiktaş Sarayı’nda verdiği ziyafete katılır. Şah, Osmanlı devlet adamlarıyla görüşmelerde bulunduğu gibi yabancı ülkelerin temsilcileriyle de bir araya gelir. İstanbul’da Çırağan Sarayı, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı ve İran elçiliğini ziyaret eden Nasıreddin Şah, birkaç defa açıldıkları Boğaziçi’nin köşk ve yalılarına, havasına, manzarasına hayran kalır.

Babası Nasıreddin Şah gibi Avrupa’yı gezmeye hevesli olan Muzafereddin Şah da ilk Avrupa seyahatini gerçekleştirdikten sonra Ekim 1900’de trenle Sofya’dan İstanbul’a ulaşır. Hariciye Nazırı Tevfik Paşa tarafından karşılanan Muzafereddin Şah, Yıldız Sarayı’nda Sultan II. Abdülhamid tarafından kabul edilir. İstanbul’da kaldığı esnada ise kendisine tahsis edilen Şale Köşkü’nde ikamet eder. Muzafereddin Şah, birkaç gün kaldığı ve çeşitli temaslarda bulunduğu İstanbul’dan yine trenle ayrılır.

İstanbul’da bulunma amaçları ve sosyal statüleri birbirinden farklı olmakla beraber kitapta sözü edilen İranlı yolcular, kendi kültürleriyle karşılaştırarak kimi zaman hayranlıkla kimi zaman kınayarak Osmanlı payitahtına dair gözlemlerini aktarmışlardır. Bununla birlikte okuyucu, İranlıların Osmanlı günlük yaşamına dair daha detaylı gözlem ve tespitlerini merak etmekten geri duramıyor. Asadi’nin daha akıcı olması uğruna kitaba almadığını söylediği, seyyahların İstanbul’daki tarihi eserler hakkında verdikleri teknik bilgileri, günlük hayat rutinlerini ve kim oldukları hakkında herhangi bir bilgi vermedikleri insanlarla yaptıkları görüşmeleri atlaması önemli bir kayıp olarak görülebilir. Yine de yazarın bu hususları açık yüreklilikle dile getirmesi ve atladığı kısımları (…) ile göstermesi araştırmacıları yönlendirmek bakımından kıymetlidir. Kitapta alıntılanan her bir seyahatnamenin tam haliyle müstakil birer eser olarak Türkçeye kazandırılması kuşkusuz yerinde olacaktır.

R. Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

26 Ekim 2023 Perşembe

Bir Mevlevî şeyhinin mektupları

Dost, Mevlânâ bir mektup derlemesi. Onu önemli kılan husus mektupların sahibinin Üsküdar Mevlevîhanesi son postnişini Ahmet Remzi Akyürek Efendi olmasından geliyor. Mektuplar bir mevzu üzerine ortaya çıkmış olsa da satır araları dikkatle okunduğunda, cümlelere titizlikle yaklaşıldığında bir Mevlevi’nin sahip olduğu irfan, derinlik, nezaket, letafet kendisini aşikar kılıyor. Bizlere de o derinlikten nasipdar olmak düşüyor.

Ahmet Remzi Dede, Kayseri Mevlevîhanesi Şeyhi Süleyman Atâullah Efendi’nin oğludur ve annesi ünlü mutasavvıf İbrâhîm-i Tennûrî soyundan Kadriye Emetullah Hanım’dır. Ahmet Remzi Dede Mevlevilik kültürünü babasından almış, babasına intisap etmiştir. O 1909’da Kütahya’da, 1910’da Kastamonu’da ve 1914’te Halep’te şeyhlik yapmış, Kütahya’da şeyhlik vazifesini vekaleten yürütmüştür. İlminden, derinliğinden, sahip olduğu irfandan dolayı gittiği her yerde cümle insanın muhabbetini kazanmış, hürmete layık görülmüş, aranmış ve özlenmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nda Gönüllü Mevlevî Taburu’nun önde gelen isimlerinden biri olmuş, 1915’te Suriye cephesine gitmiş, Şam’da Emevi Camii’nde vaazlar vermiş, Mesnevi dersleri gerçekleştirmiş, savaş sırasında birçok yararlı işler ortaya çıkardığından dolayı da kendisine harp madalyası verilmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra kendisine Üsküdar Mevlevîhanesi’ne kalması için müsaade edilmiş, Üsküdar’da vaazlara ve Mesnevi derslerine devam etmiş, 1927’de Üsküdar Selimağa Kütüphanesi’ne müdür olarak atanmış ve görevini layıkıyla ifa etmiştir. O bulunduğu devrin son kültürlü, donanımlı isimlerindendir. Onlar insanların arasında yaşamışlar fakat aslında sahip oldukları derin kültürel zenginliğin taşıyıcısı olarak hikmet çerçevesinde bir vazife sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla cevheri cevher anlamış, onun da çok değerli ve kıymetli dostları olmuştur. Hem o dostlarından istifade etmiş hem de dostları ondan istifade etmiştir. Feridun Nâfiz Uzluk, Nüzhet Ergun, Süheyl Ünver, Asaf Hâlet ve Yaman Dede yakın dostlarındandır.

Elimizdeki eser Ahmet Remzi Dede’nin, ülkemizin önde gelen tıp tarihi mütehassıslarından Feridun Nafiz Uzluk’a yazdığı mektuplardan oluşmaktadır. Feridun Nafiz Uzluk, Türkiye’de 7-8 sene doktorluk yaptıktan sonra 1932 senesinde kendi imkanlarıyla ihtisas için Almanya’ya gitmiştir. Almanya’dayken zihninde çok büyük bir proje belirir: el-Âsâru’l- Mevleviyye fi Edvari’s Selçukiyye: Anadolu Selçukîleri Gününde Mevlevi Bitikleri. Projeye göre Hz. Mevlana’nın ve Mevlevi büyüklerinin eserleri, Mevlevi kaynakları asıllarıyla ve tercümeleriyle yani günümüz diliyle birer birer basılacak, milletimizle buluşturulacaktır. Proje kapsamında Hz. Mevlana’nın Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât isimli eserleriyle Sultan Veled’in Divan’ı yayımlanacaktır. Ancak bu çok zor bir iştir. Çünkü yeni alfabe ve yazıya henüz intibak edilmeye çalışılmaktadır, üstelik eski eserleri aslından okuyabilecek insan sayısı azdır ve onları bulmak zordur, eski harfli eserlerin basımına rağbet de yoktur. Kısacası matbuat alemi güçlüklerle, engellerle doludur. Feridun Nafiz bey projesini Mevlevi büyüklerine açar, desteklerini arzular. Onun projesine en olumlu cevabı, en heyecanlı karşılığı Şeyhi Ahmet Remzi Dede verir, eserlerin Farsça metinlerinin hazırlanmasını ve takibini de üstlenir ve ortaya elimizdeki eserde yer alan mektuplar çıkar. Mektuplar bize dönemin matbuat hayatını anlatır, yayıncılık faaliyetlerinin nasıl işlediğini gösterir. Ayrıca, yazının başında da belirttiğimiz gibi Ahmet Remzi Dede’nin satır aralarından bir Mevlevi büyüğünün sahip olduğu letafeti, nezaketi, irfanı da görürüz.

Sadece onlar değil tabi ki. Mektuplar eser basımı üzerine olduğu için ve mektuplaşanlar da Mevlevi büyükleri olduğu için mektuplarda Mevlevilik düşüncesinin esaslarını, tarih ve kültürüne dair birçok kıymetli bilgiyi okuruz. Aynı şekilde Mevlevi tarikatına mensup dervişlerin tekkeler kapandıktan sonra nasıl bir yaşam tarzını düstur edindikleri, yeni düzene karşı takındıkları tavır ve onu yorumlayışları, duygu ve düşünceleri kendisini bize mektuplarda açık etmektedir.

Ahmet Remzi Efendi’nin sevilen biri olduğundan, dostlarının da kıymetli insanlar olduklarından bahsetmiştik. Mektuplar bize devrin birçok büyük ismine dair de bilgiler saçmaktadır. Birkaç isim sıralamamız icap ederse mektuplarda Mevlana Dergahı’nın son postnişini Abdülhalim Çelebi’nin bazı yakınlarını, Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmed Celaleddin Dede’yi, Üsküdar Mevlevihanesi Türbedarı Hafız Vehbi Dede’yi, Tahirü’l-Mevlevî’yi, Neyzen Emin Efendi’yi, Ahmed Avnî Konuk’u, Abdülbaki Gölpınarlı’yı, Zeki Velidî Togan’ı, Süleymaniye Kütüphanesi Müdürü Zâhir Efendi’yi ve yukarıda isimlerini verdiğimiz Süheyl Ünver’i, Yaman Dede’yi görür, onların hayatlarından yeni kesitler ve onlara dair yeni malumatlar sahibi oluruz.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Ekim 2023 Cumartesi

Dünyanın en çok okunan şiiri: Mevlid

Türk tasavvuf tarihine ilgi duymaya başladığım yıllarda, Kocamustafapaşa'nın eskilerinden şunları duymuştum: Özellikle Anadolu'da bir gelenek vardır ki hâlâ yaşar. Hastanın başında yalnız Fatiha değil, Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekki’n-nüfûs'u da mutlaka okunurdu. Ama Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, mutlaka okunurdu. Yaşayan ve dolayısıyla yaşatan cephesiyle Mevlid’i, İbnülemin Mahmud Kemal İnal vaktiyle şöyle özetlemiş: “Vücud-u fanisi Bursa’ya ve eser-i bakisi diyar-ı İslam’a şeref veren Çelebi merhum, ne mesud insandır ki ruhu’l-kainat Efendimizin iltifat-ı seniyyelerine mazhar olarak manzume-i mübarekesi, memalik-i İslamiyye’nin her cihetinde asırlardan beri okunmuştur. Hâlâ okunuyor ve ebediyen okunacaktır.

Gerek yazıldığı dönem itibariyle gerek Millî Mücadele’den sonra okunduğu ilk yer (Bursa) münasebetiyle Mevlid; kurucu ve toparlayıcı bir metin. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmanın eşiğine getiren bir Fetret Devri söz konusu. Yıldırım Bayezid tarafından tesis edilen merkezî devlet, bir anda tarihten çekilme tehlikesiyle karşı karşıya. Ancak burada çok önemli bir nokta var ki o da imparatorluğun bir “Rumeli imparatorluğu” olması. Zira Fahameddin Başar’ın İslâm Ansiklopedisi’ndeki Fetret Devri maddesinde belirttiği gibi “Bu iç mücadele ve karışıklık dönemi Rumeli topraklarındaki sağlam yerleşme sayesinde atlatılabilmiş, bu dönemde ortaya çıkan meseleler yarım yüzyıl kadar sürmüş, Osmanlı devlet teşkilatı, saltanat anlayışı ve veraset usulüne tesir edecek önemli gelişmelerin başlıca dayanağını oluşturmuştur.”. Mevlid’den bahsederken bunları da mutlaka bilmek gerekiyor. Zira yazma eylemi, bir nevi kazı çalışması. Henüz ilk kazıda ortaya çıkanlarla yetinmeyenler, köprü mahiyetinde geleceğe uzanan materyalleri de keşfetmiş oluyor. İşte, kazı çalışmalarıyla meşhur bir yazarımız da Samet Altıntaş. Lejand Kitap’tan çıkan Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım adlı kitabında, Mevlid’in “kurucu metin” olma vasfını teferruatıyla özetliyor. Kitabı, bugüne kadar Mevlid üzerine yazılmış diğer kitapların ve önemli anekdotların bir özeti olarak da okumak mümkün. Peki Mevlid’den bahsederken tarihin damarlarında gezinmeyi göze almak neden önemli? Altıntaş’ın yorumu şöyle: “Osmanlı demek genel hatlarıyla Rumeli demektir. Evet, Kuruluş’tan Kurtuluş’a, yani Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan repertuvardaki Balkan şifrelerini çözmek, devletin bir nevi ana işletim sistemini bilmek, yazılım kodlarını öğrenmek demektir. Böylesi bir derleme ve yorumlama, Türk tarihinin bazı spoilerını verecek, görklü tabloları ortaya çıkaracak, hikâyeyi görünür yapacaktır.

Yıldırım Bayezid ile Timur arasında Ankara Çubuk ovasında meydana gelen savaş (1402), Osmanlı İmparatorluğu’nu bir felaketin içine bıraktı. Ortaya çıkan olumsuz tabloya rağmen Anadolu ve Balkan topraklarında sağ salim ve yeniden hâkim güç olarak çıkıldı. Elbette burada Çelebi Mehmed faktörü devreye giriyor. Önce şehzadeler arasındaki taht kavgasından galip çıkıyor, sonra da bölgedeki tüm feodal beylere ve hatta hanedanlara rağmen tek meşruiyet kaynağına dayanan imparatorluk geleneği tesis ediliyor. Burası, yeniden kuruluş döneminin mihenk taşı. 1923’e uzanan tarihimizdeyse bir Millî Mücadele dönemi var ki Mevlid orada da kuruculuk görevini yerine getiriyor. Ama önce geniş bir parantez: Selânikî’nin kaydına göre, 1566 Sigetvar Seferi sırasında Kanûnî Sultan Süleyman’ın vefatının saklanmaya çalışıldığı bir ortamda padişahın otağında 12 Rebiülevvel gecesi Mevlid okunmuş, ertesi gece de sadrazamın çadırında tekrarlanmış. Zira III. Murad döneminde, 1558 yılından itibaren Osmanlı protokolünde Mevlid alayı var.

Parantezi henüz kapatmadık, devam ediyoruz. Fetret Devri’ni nihayete erdirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci kurucusu olan Çelebi Mehmed, imparatorluğun taht-ı kadimi Bursa’ya bir Yeşil Külliye konduruyor. Samet Altıntaş’ın “Timur istilası sonrası hem madden hem manen yıkılan Osmanoğulları için bir nefes odası, oksijen çadırı, yeniden hayata dönüşünün işaret levhası” olarak yorumladığı Yeşil’in türbe mihrabını, Süheyl Ünver de vaktiyle şöyle konuşturmuş: “Dikkat ediniz! Bu tezyinat üslubum burasını kâfi derecede doldurduktan sonra, talebelerim vasıtasıyla Edirne’ye geçti. Bu Yeşil Türbesi’nde metfun olanın asil oğlu II. Sultan Murad zamanında Edirne’yi süsledi. Onlar fetihten sonra İstanbul’a geçtiler ve orada da Bizans eserlerindeki süslemelerden ve renklerden asla ilham almayarak, kendi zevklerince Türk ve Müslüman olan İstanbul’u, kitaplarından duvarlarına kadar tezyin ettiler. Ben, asil mazimin ince Türk zevki mahsulüyüm. Benden sonrakilere tam bir asır ilham verdim.

Yeşil, Cemal Kafadar’ın yorumundan yararlanmak istersek “Biz varız ve buradayız!” diyen bir yapı. Bunu aklımızda tutalım ve parantezi kapatıp Millî Mücadele dönemine gelelim. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Millî Mücadele döneminde ilk defa Bursa’da okunuyor. Hem de Yeşil’de. Akıllara hemen şu soru gelebilir: Neden Ulu Cami’de değil de Yeşil Cami’de okunuyor? Mustafa Kara hocamız şöyle yorumluyor: “Aklıma şu husus geliyor. Bu cami de Yıldırım’dan sonra çok sıkıntılı günler yaşayan Osmanlı Devleti adeta yeniden kurulduğunda yapılmıştı.

Şimdi Samet Altıntaş’ın çizdiği çerçeveyi takip ediyor ve o günlere dönüyoruz. Bursa’daki Yunan işgali, 11 Eylül 1922 tarihinde, Selanikli Şükrü Naili Paşa’nın şehre girmesiyle sona eriyor. Bir ay sonra, 11 Ekim’de ‘İstiklâl Harbi’nin yüzük taşı’ denen Mudanya Mütarekesi imzalanıyor. Bu son derece coşkulu ve umutlu günlerde, Yeşil Cami’nde bir mevlid-i şerif programı tertip ediliyor. Mustafa Kemal Paşa, 17 Ekim’deki ilk gezisini Bursa’da gerçekleştirerek aslında bir mesaj veriyor: İmparatorluk burada kuruldu, Cumhuriyet’e giden yol da buradan geçecek. Resmî karşılamanın yapıldığı yer de ilginç: Somuncu Baba namıyla bilinen Şeyh Hamîdüddin Aksarâyî’nin Bursa’dan ayrıldığı Duaçınarı. İçlerinde Yahya Kemal ve arkadaşlarının da bulunduğu epey geniş bir öğretmen ordusu Mudanya yoluyla Bursa’ya geliyor. Mustafa Kemal Paşa da Şark Tiyatrosu’nda içlerinde Fevzi Çakmak Paşa, Kazım Karabekir Paşa, İsmet Paşa, Kemaleddin Sami Paşa’nın da olduğu bir kalabalığa konuşma yapıyor. Derken İsmet Paşa ve Türk Ocağı mensupları Yeşil Cami’ye gidiyorlar. Öğle namazının ardından Süleymaniye Camii başmüezzini Hafız Kemal Efendi ve Enderun müezzinlerinden Hafız Muhammed Bey, Mevlid okumaya başlıyor. Arif Hikmet Bey’in Bursa Seyahati adlı kitabında o büyülü dakikalar şöyle anlatılıyor: “Coşkun ses caminin duvarlarına çarpıyor, inliyor, herkesin kalbine giriyor, herkesi ağlatıyordu. Şehir ruhları büyük aşk ve dualarla inleyen büyük kubbenin bağışlayıcı ve imkân dolu derinliğinde manevi bir ışık gibi yanıyordu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ve hükumet üyeleri, bütün Bursa halkı oradaydı. Cami dolmuş, avlu dolmuş, bütün sokaklar dolmuştu. Hacı Faik Efendi’nin duasından sonra, Yeşil Cami’den bu fanilik ve uhreviliğin karıştığı yere bizden bir şey ruhumuzun kutsal ateşini bırakmış gibi yavaş yavaş, sessizce çıktık.

Samet Altıntaş, Mevlid’in önemini yeniden hatırlattığı Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım’da aslında şuna dikkat çekiyor: Allah’ın bir lütfu olan Süleyman Çelebi tarafından 15. yüzyılda Bursa’dan bütün İslâm coğrafyasına yayılan Mevlid, bize bizi hatırlatmaya devam ediyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Her kul rahmete muhtaçtır

Mutasavvıflarca Allah rahmetini ilk kez kulunu var ederek göstermiştir. Allah’ın kullarına hayat bahşetmesi, kullarına duyduğu merhametten dolayıdır. Dolayısıyla buradan da Allah’ın rahmetinin engin genişliği ortaya çıkar. Allah’ın Rahman ve Rahim olması, üstelik Kuran’da Tevbe suresi hariç her sureye bu iki esmanın anılarak başlanması da rahmetin göstergesidir. Rahman olması müşrik de olsa bütün kullarına dünyada hayat, nimet bahşetmesidir. Rahim olması ise sadece mümin kullarına ahirette göstereceği merhametin adıdır. İnsan aciz olması hasebiyle daima rahmete muhtaçtır. Dünya hayatını bitirdiğinde günahlarından dolayı çetin sorgudan ve azaptan korkan kul, Allah’ın ona merhamet etmesi için çabalamalıdır. İşte Necmettin Şahinler’in Allah’ın Rahmetini Çeken Gerçekler kitabı müminlere merhamete nail olmaları için bir yol gösterici işleve sahip.

Şahinler eserinde rahmeti çeken gerçekleri on dokuz başlık altında inceliyor. Başlıkları kısaca inceleyerek rahmete giden yollar üzerinde tefekkür edeceğiz. 

Tevbe Gerçeği: Tevbe kulun günah işledikten sonra pişmanlık duyması ve günaha bir daha dönmemek üzere söz vermesidir. Allah, Kuran’ı Kerim’de tevbe eden kullarını bağışlayacağını müjdeler. Bakara suresinde Allah, “Doğrusu Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever” buyurur. Pişmanlık, acziyetin göstergesidir. Özü temiz tutmak da tevbe suyuyla yıkanmaktan geçer.

Salât ü Selam Gerçeği: En güzel salat, Peygamber Efendimiz’e (sav) edilen salattır. Allah, Ahzab suresinde “Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin” buyurur. Rasulullah (sav) birçok hadisinde salavat getirenlerin günahlarının affolunacağını haber verir. 

Besmele Gerçeği: Besmele, yazının başında bahsettiğimiz gibi Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla demektir. Besmele insana her an Allah ile birlikte olma şuurunu kazandırır ve her söylenişinde bu bilincin uyanmasına vesile olur. Ayrıca bir işe başlarken söylendiğinde de Allah rahmetiyle o işi bereketli ve kolay kılar. 

Ehl-i Beyt Gerçeği: Ehl-i Beyt, Peygamberimizin (sav) hane halkıdır. Kuran’da temiz oldukları haber verilmiş ve övülmüştür. Rasulullah’ı takip etmek, onun Ehl-i Beyt’ine muhabbetle gerçekleşir. Peygamberimizin bu konuda hadisi çoktur. Örneğin bir hadisinde “Kızımı Fatıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri cehennemden uzak tutacağı gerçeğidir” buyurmuştur.

Rabıta Gerçeği: Rabıta, kalbi bağlamaktır. Allah ile kalbin arasında kurulan sıkı bağdır. Özelde ise bir kişiyi örnek almak için onun halleriyle hallenmek maksadıyla gerçekleşen işlemdir. Bazı tarikatlarla rabıta önemli yer tutar. Allah, Tövbe suresinde “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun” buyurur. Arifler, doğrular diye kastedilen kişilerdir. Rabıta ile mürid, arifin halini kendisine yansıtmayı amaçlar.

Zikir Gerçeği: Zikir hem belli esmalarla, salavatla, bazen belli sayılarda gerçekleşen ibadetin adıdır hem de Kuran’ın diğer adlarından birisidir. Allah’ı anmak, başlı başına zikirdir. Allah, Ankebut suresinde “Fakat Allah’ı zikir çok daha büyük ve üstündür” demektedir. Kişi zikrettiğinin haline bürünür. Böylece zikir kişinin kalbini dünyadan arındırır, Allah’a tertemiz bir şekilde iletir.

Kalp Gerçeği: Kalp, Allah’ın evidir. Allah bir kudsi hadiste “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” demiştir. Kuran’da da akletmeyenler için “Onların kalbi kördür” buyurmuştur. Böylece kişi Allah’a ancak kalbini temiz tutarak yaklaşabileceğini öğrenmiştir.

İlim Gerçeği: İlim, Allah’ı bilmektir. Bu nedenle Peygamberimiz, İslam’ı tebliğ etmeden önceki dönemi Cahiliye Devri diye adlandırmıştır. Allah’ı bilmek herkese farz olduğu için ilim de farzdır.

Akıl Gerçeği: İnsan aklıyla ilim sahibi olur. Allah’ı bilmesi ilim sahibi olmasıyla mümkün olacağından akıl, kulu rahmete çeken en önemli nimetlerden birisidir. Cahil olmakta ısrar edenler kendilerini sünnete değil, cahiliyeye nispet etmişlerdir.

Aşk Gerçeği: Aşk, Allah’a giden en güzel yoldur. Kişi kalbini dünya sevgisinden arındırdığında kalbinde Allah aşkı doğar. Hz. Muhammed (sav) bir hadisinde “İman, Allah ve Resul’ünün senin için her şeyden daha sevgili olmasıdır” buyurmuştur.

Gece Gerçeği: Gece ibadet etmek isteyen müminler için bir fırsattır. Gece dünyanın telaşı, iç güç derdi durmuş, kişi kendisiyle yalnız kalmıştır. Nitekim Kuran Kadir Gecesinde nazil olmuş, Miraç gece gerçekleşmiştir.

Ölüm Gerçeği: Ölüm, kişinin akıbetinin belli olacağı ve sonsuz hayata başlayacağı kapının adıdır. Kişi ölüm bilinciyle Allah’ı bir an dahi unutmaz, tefekkür ve ibadetle kalan hayatını takvalı geçirmeye çalışır.

Sabır Gerçeği: Sabır, Allah’tan razı olmanın yoludur. Ancak Allah’tan razı olanlar mutlak manada tevekkül gösterebilir. Hz. Yakup “Artık bana düşen güzel bir sabırdır” diyerek başına gelenin Allah’tan olduğunu göstermiş ve tevekküle sığınmıştır.

Dua Gerçeği: Dua, kulun Allah’a yakarması, acziyetini sergilemesidir. Allah, “Duanız olmasa ne öneminiz var” buyurarak duanın ne kadar büyük ve önemli bir ibadet olduğunu açıklamıştır. Peygamberimiz duaların geri çevrilmeyeceğini müjdelemiştir.

Tebliğ Gerçeği: Tebliğ, Allah’ın kullarına duyduğu rahmeti gösteren en önemli olaylardandır. Allah, Peygamberlerinin tebliği ile kullarını kendisinden ve dininden haberdar etmiş, onların cahil kalmalarının önüne geçmiş, yolu göstererek cenneti ve rızayı tarif etmiştir.

Şefaat Gerçeği: Şefaat, Peygamberimizin ve Allah’ın izin verdiği özel kulların günahkar müminler için Allah’tan af dilemesidir. Şefaat, müminler için en büyük müjdelerden biridir. Peygamberimiz bir hadisinde “Cehennemde bir mümin bile kalsa ben razı olmam” demiştir.

Kader Gerçeği: Kader, Allah’ın olacakları ve olmuşları ezeli ve sonsuz ilmi ile bilip takdir etmesidir. Mümin kader inancı ile Allah’a tevekkül eder, hikmet bilgisiyle isyan etmez.

Rüya Gerçeği: Rüya, İmam Gazali’nin tanımıyla kula lehv-i mahfuz kitabının açılmasıdır. Kişi rüya ile hakikate dair işaret alır. Ehline tabir ettirerek de nimetlenmiş olur.

Sahabe Gerçeği: Sahabe, Peygamber Efendimiz’i görmüş, onun nurundan feyizlenmiş kişilerdir. Peygamberimiz “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tutunsanız sizi kurtarır” demiş, sahabenin müminler için önemini belirtmiştir.

Müminler dünya yolculuğunda düşe kalka ilerlerken Allah’ın rahmeti onları düştükleri yerden kaldırır. O nedenle her kul tevbeye, rahmete muhtaçtır. Necmettin Şahinler ilmini cömertçe bizlerle paylaşıyor ve rahmete ulaşmak için adeta kalbimize rehberlik ediyor.

Allah cümlemizi merhametiyle kuşatsın.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Bir bilimkurgu masalcısı: Ursula K. Le Guin

Bilim-kurgunun gerçek tecrübeyi hiçe sayan bir soğukluğu vardır; kendinizi yaşadığınız zamandan ve mekandan soyutlamadıkça içine giremez ve anlatılan hikâyenin büyüsüne kendinizi veremezsiniz. Oysa bilimkurgu tam anlamıyla rüya görmek gibidir, gerçeklikle ilgisi oldukça şüphelidir ve uyandığımızda her şey geçip gitse de bizde kalan bir his ve gördüklerimizin olma ihtimali zihnimizin sınırlarını genişleten bir etkiye sahiptir. Ve burada rüyaları bütünüyle bilinç altına ittiklerimizden üretilmiş senaryolar olarak da görmemek gerekir. Tam da Ursula K. Le Guin’in belirttiği gibi, rüyaları yapanlar biz olmayabiliriz: “Esasında kendimi hâlâ rüyalarımı yaptığıma ikna edemiyorum. Beni kendi amaçları doğrultusunda kullanıyor gibiler.” (Sözcüklerdir Bütün Derdim, s.109- hep kitap).

Kurmaca -ve özellikle de bilim-kurgu- bütün hayat boyu yaşadıklarımız ve biriktirdiklerimizin bizi kullanmasına izin vermektir. Gördüğümüz ve bildiğimiz her şeyin dile gelip bizimle oynamasına ve canlı bir varlık kazanmak için bizi araçsallaştırmasına açık olmaktır ya da. Özellikle bilim-kurgu yazmak, bize ait gibi duran ama nereden çıkıp geldikleri tam da belli olmayan bir şeylerin harekete geçmesidir: “Yazdıklarımın nereden geldiğini çoğunlukla bilmiyorum. Deneyimler gübreleniyor ve daha sonra içlerinden farklı ve beklenmedik bir şey çıkıyor.” (Ursula K. Le Guin’le Konuşmalar, s.133- agorakitaplığı). Bir kere kaynağından çıkacak hale geldikten sonra hikâyenin kendi yolunu bulmasına aracılık etmek gerekir: “Hikâyenin kendisini anlatmasına izin vermem gerekir, bazen ne söylediğini anlamayabilirim.” (UKLGK, s.173).

İşin sırrı, onun ne olduğundan ve nasıl açığa çıktığından çok kimin ya da kimlerin bunu yapabilir olduklarında yatar. İşte burada hayal gücü devreye girer. Hayal gücünü çocukluğumuzda itibaren ne kadar beslediğimiz, tecrübelerimizi ve yaşadıklarımızı ne kadar derinden yaşadığımızla ilişkilidir. Hayal gücü, yaşadıklarımızın toplamıyla ya da illa kendi dünyamızla bağlantılı bir sanal gerçeklik demek değildir. Daha çok, zihnimizin bize oynadığı bir oyun ve hiç gitmediğimiz ve gerçekte de olmayan ama ancak bildiklerimizi bir tarafa bıraktığımızda kapıları açılan bir ülkenin sadece bize görünmesi gibidir. Bizimle zorunlu bir ilişkisi yoktur ama bütün malzemesi bizim hayatımızdan çıktığı için illa ki tanıdık gelen şeylerle yüklüdür. Fakat ne olursa olsun bilinmeze giden bir tanıdıklıktır bu. “Kurmaca bilgi aktarımı değildir, mesaj göndermek değildir. Kurmaca yazını, yazar için daima şaşırtıcıdır.” (SBD, s.152). Kişi kendi yazdıklarına her defasında şaşırmalıdır ve bu eğer dışarıdan bir okura kıyasla çok daha güçlü yaşanıyorsa yazdıkları doğrudur!

İyi bilim-kurgu metinlerde gizlice kendini göstermeyi bekleyen, daha doğrusu üzerine düşünüldüğünde kendini açık eden bir bilgelik saklıdır. Fakat bu, yoğun ya da hayatın her yanını içeren bir tecrübeden süzülüp gelen kıssalardakine benzeyen bir bilgelikten çok düşünülmeyenden, düşünülmemiş ve dolayısıyla yaşanmamış olandan gelen -inanılması güç- bir içerik taşır. Şu bile söylenebilir ki belki de gerçek bilgelik yaşanandan değil yaşanamamış olanlardan çıkar ve bu tür metinler bize tam da bunun kapısını aralar.

Bilgelik her zaman bir çocuk masumiyetine ihtiyaç duyar ve bu bize henüz yaşanmamış olanda daha fazla saklı olduğunu düşündürür. Tam da bu nedenle bilgece metinler kıssalardan çok masala yakındırlar, çocuksuluğu yaşanmamış olanla birleştirir sonra bizden aldıklarıyla her defasında yepyeni bir ülke kurarlar. Bu artık bize ait değildir ama anahtarı mutlaka kendi çocukluğumuzdan geçen bir yolculukta gizlidir. Kendimizden uzaklaştıkça ondan daha çok şey buluruz: “Pasternak’tan bir romanın nasıl yazılacağına dair ne kadar çok şey öğrendiğimi yeni fark ediyorum. Doğru yere inebildiğiniz müddetçe kilometreler ve yıllar arasında sıçrayıp durabileceğinizi, detayların doğruluğunun duyguları da içine aldığını, daha çok şeyi hariç tutarak aslında metne daha fazla şey katabildiğinizi öğrendim.” (SBD, s.203).

Haya gücü yaptıklarımızla değil yapmadıklarımızla beslenir. Daha çok beslenir diyelim. “Keşke çocuklardan yalnızca ‘Yaz Tatilinde Ne Yaptım’ konulu bir kompozisyon değil, ciddi ciddi o yaz tatilinde ne yapmadıklarını yazmaları da istenseydi!” (SBD, s.151). Bu bizim hayatta yaptıklarımızdan ibaret olmadığımızı anlamamızı sağlar; düşünüp de yapamadıklarımız, hissedip de söyleyemediklerimiz, karşı çıkmak isteyip çıkamadıklarımız ve durumu değiştirmek isteyip değiştiremediklerimizle ilişkiye geçmemize ve böylelikle kendimizi yeniden kurmamıza imkân verir, en azından zihnimizde!

Böylelikle, geleceği tahmin edebiliriz, en azından kendimizle ilgili olan kısmını! Ve tam da bu nedenle bilim-kurgu statükoyla bir hesaplaşmadır, içimizdeki dünyayla dışımızdaki dünya arasındaki korkunç bir duvar gibi duran statükoyla hesaplaşırız: “Bilimkurgu, her türlü statükonun haya gücüyle yıkımına hazır ve elverişlidir. Hayal güçlerini beslemeye ve işlemeye gücü yetmeyen bürokratlar ve politikacılar, bilimkurgunun ışın tabancalarından ve saçmalıktan ibaret olduğunu, sadece çocukların hoşuna gideceğini sanmaya meyillidir.” (SBD, s.221). Evet, yazılanlar önemli ölçüde çocukça bir fantezi gibidir belki ama unutmamak gerekir ki statükoyu ayakta tutan şey de en az onun kadar çocukçadır ve tam da bu yüzden ona karşı en etkili silah ışın kılıcıdır! Bu bir delilikse eğer, statükoyu ayakta tutmak için yapılanlar da fazlasıyla delilik içerir ve “Ciddi bir bilim kurgu, yaşadığımız bu deli dünyayı ele almak için kullanılan modern bir edebi aygıttır.” (UKLGK, s.63).

Bilim-kurgunun belki de bütün işlevi ve önemi, her türlü sınırlamaların ve engellemelerin ötesine geçmek için tek yapılması gerekenin yapamadıklarımızla yeni bir dünya kurup insanların da bunu yapabilir olduklarını görmelerini sağlamaktır. Başka bir ifadeyle bütün yapamadıklarımızla yapabileceğimiz çok önemli bir şey vardır: bizim dışımızdaki insanların bütün bu yapamadıklarımızdan hareketle kendi yapamadıklarını yapabilir olmalarını sağlamaya çalışmak. Bu bizim de bütün bunları aslında yapabilirken ve yapabilecekken yapamadığımızı görmemizi sağlayacak ve gerçek bir dönüşüm için gerekli olan kaynağa ulaşmamıza imkân tanıyacaktır. Bunu yaptığımızda dünyamız genişleyecektir; sınırsız bir evrende ve sonsuz bir hayatın içinde yaşadığımızı hissedebiliriz. Tam bir genişlik ve ferahlık hissine kavuşabiliriz. Tıpkı Le Guin’e bilim-kurguyu sevme nedeninin “zamanın ve uzam hissinin çok geniş olması” mı olduğu sorulduğunda verdiği cevapta olduğu gibi: “Sevdiğim yönlerden biri de bu, evet. Genişlik, dört duvarı olan küçücük bir odanın içinde sıkışmak yerine açılan kapılar. Tüm kapıları açık olan bir odadasınız ve gökyüzünü görebiliyorsunuz.” (UKLGK, s.67).

Yeri gelmişken, “bilim-kurgu”, basit bir çeviri hatasıdır ve aslı “kurgu-bilim”dir; yani, bilimin gerçek dünyada yaptığını kurguyla hayali bir dünyada yapan türün adıdır -hayır, ikisi aynı şey demek değildir!- ve bu küçük hata büyük bir kafa karışıklığının yaratıcısı, belki de pek çok okurun bu türe mesafeli oluşunun önemli nedenlerinden biridir. Ve son olarak bilim-kurgu okumak gerçeklikten kaçış değil, tam aksine gerçeği tahrif eden bütün engelleyicilerden kurtulmaya izin verdiği için kaçışa en az izin veren tür bile olabilir. Bilim-kurgu çocukça olmadığı gibi saçma da olmayan, resmi alanın dışından gelen bir bilgeliktir ve Pazar günleri bu tür için en uygun gün olabilir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

16 Ekim 2023 Pazartesi

Bir düzyazı ustasının yaşayan gözlemleri

Ferhan Şensoy, hocası Haldun Taner'den öğrendiklerini anlatıyor: Ben her gün yirmi sayfa yazarım oğlum. Sabah altıda kalkarım, daktiloyu balkona atarım, yirmi sayfa yazarım. Hocam yirmi sayfa çok ciddi, aklınıza bir şey gelmezse ne yaparsınız? Gördüğümü yazarım. Altı buçuk vapuru beş dakika geç geçti. Martılar uçtu. Manzarayı yazarım. Çocukları alacak okul minibüsü geldi. Bu yirmi sayfanın hepsini kullanmak zorunda değilsin. Belki bir gün bir işe yarar, içinden bir paragraf alırsın. Atabilirsin. Ama nasıl bir marangoz sabah dükkanını açıp çalışmaya başlıyorsa, sen de dükkanı açıp yazacaksın.

Birkaç günde peş peşe iki Haldun Taner kitabı bitirdim. Hatıralarını, hassasiyetlerini, tanıdıklarını, eski zamanları, İstanbul'u, İstanbul Türkçesini, insanı, eğitimi ne kadar sevdiğini gördüm. Ama en çok da dedim, bu adam her gün yazmış olmalı. Her detaya bu kadar güzel hakim olmak, üstelik mizahı elden bırakmamak, bunu yaparken çok kıymetli bilgiler aktarmak anca her gün idman yapmakla mümkün.

Tuncay Birkan’ın hazırladığı Tek İnsanın Değeri, Haldun Taner'in 1955-1986 yılları arasında yazdığı, çeşitli gazete ve dergilerde yer almış yazılarından oluşuyor. Kitabın adı, yazıların merkezinde ne olduğunu da söylüyor okuyucuya. Denemenin konusu sanat, siyaset ya da toplumsal hadiseler olsa bile merkezde daima insan var. Adil, hakkaniyetli, samimi bir yaşamın gerekleriyle birlikte, devletle insan arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair güncelliğini hiç kaybetmemiş yazılar bunlar. Zaten en şaşırtıcı olan taraf da bu. Haldun Taner, insanların birbirlerine selam vermemesinden, belediyenin bir türlü rayına oturtamadığı hizmetlerden, sokakların kirinden, entelektüel kapasitemizden, insanın bir türlü ortaya koyamadığı potansiyelinden, siyasetçilerin vaatlerinden ve hayal kırıklıklarından, Türkçenin giderek ortadan kayboluşundan bahsederken kendinizi geçmişte değil tam da bugünün ortasında buluyorsunuz. Taner, bir yazısından çocuk yetiştirmek ve çocuk psikolojisi üzerine döktürürken, bir başkasında intihar hakkındaki fikirlerini koyuyor ortaya:

"Yazmakta olduğum bir oyunun kahramanı karşısındakine, 'N'olur, bana beni düşündürme' diyor. 'İnsan kendine acımaya başladı mı, bu işin dibi yoktur.' İntihardan uzak olmanın en büyük panzehiri galiba bir oyalantısı olmaktır. Ama önemli, ama önemsiz... Mesele elindeki işe kendini verebilmektir. André Gide 'Yazmasam intihar ederdim' der. Bu herkes için geçerlidir. Bir işin peşinde olan insan kolayca hayatına kıymaz, zayıf bünyeli, hastalıklı Marcel Proust canını dişine takıp o koca romanını yazarken kendini hayata bağlamış, ölümden uzaklaştırmış oluyordu. Bitirdiği gün oda hizmetçisine, 'Artık ölebilirim' deyişi edebiyat değildir. Gerçekten de kısa bir süre sonra öldü. Jean-Jacques Rousseau'nun reçetesi de ilginçtir. İntihar etmeyi kafasına koyan bir gence 'Güzel bir hareket yap, sonra kendini öldür' demiş. Güzel hareketin verdiği doyum onu yeniden hayata bağlamış. Bacon, intiharı düşünene matematikle uğraşmayı öğutlüyor. Diderot ise, rizikolu, tehlikeli eylemleri salık veriyor."

Çok boyutlu, çok farklı bakış açılarına sahip ve tüm bunların dışında dili fevkalade kullanan bir usta var karşımızda. Aynı şaşırtıcılık ve güncellik 1971-1985 yıllarının gazete yazılarından oluşan Koyma Akıl Oyma Akıl'da da var. Ama her şeyden önce o şunları gözlemlemek çok etkileyiciydi: İnsanın sabırsızlığı, üzerimize dayatılan mutluluk problemi, insanın eşyayla ve en çok da parayla olan sınavı, sohbet etmenin ve dinlemenin önemi, bir erdem olarak çalışmak, geçmiş romantizminden uzak durmak ama mutlaka geçmişten yararlanmak, bugünü yarına bağlayacak hizmetlerde bulunmak, her şeyi okuldan beklememek, kişiliğin gelişimi için şahsi meziyetlerinden erken yaşta fark edilmesi ve sonra bunların üzerine gidilmesi, şanstan ziyade çabaya inanmak, bu topraklara hizmeti geçmiş insanları unutmamak, Türkçeye daimi önem, her zaman moralin yüksek ve meşgalenin aktif olması gerekliliği. Haliyle Haldun Taner'in düzyazılarını kültürden sanata, psikolojiden tarihe kadar birçok alandan yararlanıyor, okurun elde etmesi gereken doyumu tam yerinde yakalıyorsunuz.

Sizce de şu cümleler yaşamıyor mu hâlâ aramızda?

"Bir ayet, 'Selamlanıyorsanız siz daha candan karşılık verin' der. Eskiden tenhaca bir yolda karşılaşan iki din kardeşi 'selamün aleyküm, aleyküm selam' diye selamlaşırlardı. Selam, gergin yüzü gevşetir. Dudağı gülümsetir, göze parıltı, içe ferahlık verir. İnsanı afra tafradan uzaklaştırır, tevazua yöneltir. Otomatikleştiği için artık pek farkında değilizdir ama, vedalaşırken karşımızdakine 'Allahaısmarladık' diye en büyük sevgiyi, ilgiyi ve itibarı gösteririz. O da bizi dünyada başka hiçbir millette olmayan apaydınlık dört hece ile uğurlar: Güle güle."

Bu büyük insanları hatırlamak için onların yazdıklarını ve düşüncelerini iyi kavramamız lazım. Bu da önemli bir mesai istiyor. Haldun Taner'in şu sözüyle bitirmek isterim: "Kendisine büyük hizmeti dokunmuş insanları unutmak, bir toplumun yozlaştığını belgeler. Kadirbilirlik, uygarlığın şaşmaz koşullarından biri."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İlim ve irfan ehliyle karşılaşmalar

Ufuklardaki Ayetler, Michael Sugich tarafından yazılmış bir şahitlikler kitabı. "İlim ve İrfan Ehliyle Karşılaşmalar" alt başlığından da anlayacağımız üzere velilerin sözlerinin, menkıbelerinin canlı tanıklığı. Michael Sugich “Manayı kaybettik. Manaya yer bırakmayacak derecede bu dünyanın cümbüşüyle mest olmuş bir çağda, sun’i coşkunluklarla kaygılar arasında savrularak tüketiyoruz ömrü” diye başlıyor esere. Mana nedir? Mana, kişiyi Allah’a götüren hikmettir. Dünyanın rengine boyanmış beşer, insan olma mertebesine erişemez ve mana ona hep perdeli kalır. Perdeyi kaldırmanın yolu kalbi dünyadan ve nefsani arzulardan arındırmakla gerçekleşir. Bunu gerçekleştiremeyen kişiler beşer mertebesinde kalmaya mahkumdur. Onlar huzuru tatmazlar, yaşadıkları keyfi mutluluk zannederler oysa o keyif dünyevi olduğu için sun’idir. Yine onlar kalplerini dünya perdesiyle örttüklerinden asla mutlak manada tevekkül edemezler ve böylece kaygılar içinde tamamlarlar ömürlerini. Allah’a ulaşmamış bir ömür, beyhude geçmiştir. Onlar Allah’ın ayetinde belirttiği gibi bu dünyada kör yaşamışlar, ahirette de kör olacaklardır.

Şazeliyye yolunun pîri, Sidi Hasan eş-Şazeli Hazretleri’ne “Niçin hiç kitap yazmıyorsunuz?” diye sorduklarında, Hazreti Pir “Yolu birlikte yürüdüğüm ahbab u yârân benim kitaplarımdır” şeklinde cevap vermiş. Yolu birlikte yürümek sadece maddi anlamda birlikte olmak, onunla aynı zamanda ve aynı mekanda yaşamak değildir. Yolun takipçileri de yolu onunla birlikte yürürler. Çünkü o silsileye biat etmiş, tabi olmuşlardır.

İşte Sugich, bir Şazeli dervişi olarak o yolun takipçilerinden, ahbablarından tanıdığı, sohbetine katıldığı büyüklerin, ulu zatların sözlerini, yaşantılarını bize aktarıyor bu eserinde.

Arifler, Peygamber Efendimiz’in “Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinin sırrına ermiş kişilerdir. Onlar kalplerinden masivayı silmişler, böylece Allah’ın bir kudsi hadiste belirttiği “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” mertebesine nail olmuşlardır. Nefislerini tahakkümleri altına almışlar, Hakk ile Hakk olma şerefine ermişlerdir. O nedenle dinlemesini bilenler için onların sözleri ciltlerce kitapta bulunamayacak değerli hazineler, anahtarlar taşır. Onlar kendi heva ve heveslerinden konuşmazlar. Nasıl konuşabilirler ki onlar Hakk ile Hakk olmuşlar, mücahededen müşahede makamına vasıl olmuşlar, daim Hakk’ın suretlerini temaşa halinde yaşamışlardır. Örnek verecek olursak Sugich, Sidi Muhammed es-Sahravi’den şöyle bir söz işittiğini aktarıyor: “İnsan kalbinin hastalığı ‘acaba şimdi ne yapsam’ sorusudur.

Sözü biraz irdeleyelim. Acaba kelimesi, belirsizlik taşımaktadır. Belirsizlik beraberinde kaygıyı getirmektedir. Acaba ile başlaması kişinin ne yapacağına, ne yapmasına dair ya hiçbir fikrinin olmadığını ya da seçenekler arasında boacalamakta olduğunu göstermektedir. Bu davranış ise benlik sahibi kişilerin takınacağı bir tavırdır. Benlik sahibi kişi kendisinde kudret gördüğünden neyle karşılaşırsa karşılaşsın mutlak sonuca kendi çabası, zekası ve davranışıyla ulaşacağını düşünür/zanneder. Oysa arifler benlik sahibi olmadığı için her halükarda Allah’ın takdirinin gerçekleşeceğini bilir ve buna kayıtsız şartsız iman ederler. O yüzden onlar için belirsizlik yoktur, kaygı yoktur, uzun uzun kafa yorma yoktur. Onlar kaderin akışına teslim olmuşlardır. Onlar için gelen her tecelli hayır getirecektir.

Tevekkül, Allah’a şeksiz şüphesiz teslim olmanın adıdır. Tevekkül eden kişi için acaba diye bir durum yoktur. Hangi durum olursa olsun, başa gelen Allah’tan gelmiştir çünkü ve Allah’tan gelen de lütuftur. Zahirde kahur görülebilir veya kişi mertebesinin alçaklığı itibarıyla başına gelenin ardındaki hikmeti göremediğinden ve manaya vakıf olamadığından mevzuyu kahır olarak yorumlayabilir. Ancak arifler cemal ile celalin iç içe olduğunun idrakine ermişlerdir. Onlar gelen celal ise de içinde cemali taşıdığını bilir ve tevekkül gösterdikleri takdirde cemale kavuşacaklarından emindirler.

Ariflerin sözlerini anlamaya idrak, anlatmaya kelimeler yetmez. İşte delili. Ebû’l Abbâs el-Mursî diyor ki: “Bir Allah velisini bilip tanımak, Allah’ı tanımaktan zordur. Sonuçta Allah, Kemâli ve Cemâliyle tanınır. Buna karşın kendin gibi, senin yediğin gibi yiyen, içtiğin gibi içen bir yaratılmışı tanıman ne kadar sürer?

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_