27 Ağustos 2019 Salı

Tarihi farklı okumak

“Kaybedenlerin tarihi yoktur.
Tarihi kazananlar yazar.”
- Napoleon Bonaparte (1769-1821)

Tarihçi değilim ve tarihçilerin affına sığınarak belirteyim ki, tarihin bilimden ziyade bir disiplin olduğunu düşünenlerdenim. Tamamen bilim dışı demiyorum elbette. Zira disiplin olması metodolojik çalışmaya elveriyor ve eldeki veriler ışığında sebep-sonuç ilikisi kurularak kısmen bilimsellik katılmış oluyor. Ama bu bir yere kadar olabiliyor. Tarihi su katılmamış gerçek gibi okumak sadece düşünceyi dondurmak anlamına gelmiyor. Bilimi ve bilimsel metodolojiyi de yok saymak oluyor.

Modern düşüncenin, bilimsel anlayışın gevşemesi ve bir nebze rahatlamasını sağlayan yanlışlanabilirlik ilkesinin verdiği yetkinin tarih için yeterli olmadığı kanaatindeyim. Varyasyonun çokluğundan çok tek merkezciliği bu düşünceye itiyor beni. Önümüze konulan gerçek değil, birilerinin gerçekliği ya da en fazla yine o birilerinin farklılaştırılmış gerçeklikleri oluyor. Yani birilerinin öğrenmemizi, kabul etmemizi istediği şeyler tarih olup bizim gerçekliğimize dönüşüyor. Resmi tarih ‘kurgusu’ bu yüzden rahatsız ediyor beni ve tarihe farklı açılardan bakılabilir mi sorusu takılıyor zihnime. Sahi, hamasete bulaşmadan, rövanşist duygularla hareket etmeden, ideolojik saplantıların tuzağına düşmeden ve elitist-uzman fetişizmine kapılmadan tutarlı alternatifler oluşturulabilir mi? Teorik olarak mümkün gibi gözüken bu bakış açısının kazanılması hâlinde tarihin spekülatif yönü nötrlenemese bile anlatılanlar gerçeğe yaklaştırılabilir diye düşünüyorum.

İçeriğinde tarihi malumat barındıran kitaplarda yukarıdaki bakış açısını arıyor ve resmi söylemin dışına çıkabilen bir anlayışla değerlendirmeye çalışıyorum. Çoğunda bu anlayışı yakalayamasam da arada ‘cins’ kafalar çıkıp resmi tarihin dışına götürüyor mevzuyu. Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen Beytü’l Hikme tarihe alışılmışın dışında yaklaşmayı deniyor. Yüksel Kanar’ın kaleminden çıkan eser yüz on iki sayfadan oluşuyor. “Abbasi Devrimi”, “Bağdat” ve “Beytü’l Hikme” başlıklı üç bölümden oluşan kitapta İslam tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olan Abbasi Devleti’nin kıyıda köşede bırakılan detaylarına değiniliyor. Abbasiler konu edilirken ruh ikizi Emeviler de es geçilmiyor elbette. Öncelikle Yüksel Kanar’ın, Emevi Devleti’ne son veren hareketin Abbasi Devleti’ni kurmasını ve o hayallerimizi süsleyen ilmi atılımın oluşumunu ‘devrim’ olarak nitelemesini oldukça ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu minvalde kitabın tam isminin Abbasi Devrimi, Bağdat ve Beytü’l Hikme olduğunu belirteyim. Devrim kısmına gelmeden önce hazırlık yapıyor Yüksel Kanar ve koşulları oluşturan gelişmelere değiniyor. Zira devrimin ayak sesleri Emeviler Dönemi’nden duyulmaktadır.

Müslümanların devlet kurarak yayıldığı ilk birkaç yüzyıldaki pek dikkat etmediğimiz detayların önemli olduğu kanaatindeyim. Örneğin, aşina olduğumuz anlatımda Hz. Muhammed (SAV) sonrasında neredeyse kurumsallaşmış bir devlet oluşturulmuştur. Dönemin şartlarına göre düşündüğümüzde siyasi olarak bunun pek mümkün olmadığı rahatlıkla söylenebilir. O dönemin Arapları, geçelim kurumsallaşmış bir devleti şehir devleti bile oluşturacak anlayıştan uzaktır. Siyaseten faal olarak asabiyet yani kabilecilik vardır. Aslında, bu bir eksiklikten ziyade Arapların geçmişinde siyasi yönüyle birlikte ne coğrafik ne demografik ne de kültürel olarak var olan bir devlet anlayışının bulunmayışı ile açıklanabilir. Kısacası böyle bir oluşumda sıfırdan devletleşme mümkün gözükmemektedir. Hele ki birkaç yüzyıl içinde Afganistan’dan İspanya’ya kadar genişleyebilecek bir devlet kurmaları normal şartlarda imkansızdır. Yüksel Kanar meselleyi tam da bu noktadan alarak irdelemeye başlıyor. Devlet yönetiminde ilk kurumsallaşma örneğinin Hz. Ömer dönemine kadar götüren Kanar, halktan toplanan malların dağıtımı sırasında Emîrü’l-Mü’minîn’e sunulan ‘defter kaydı tutma’ önerisini makul bularak uygulamaya koyuyor. ‘Divan’ olarak adlandırılan bu defterlerde kime neyin ne kadar verildiği kaydedilerek gelir-gider ve dağıtım şekli disiplinize ediliyor. Burada en dikkat çeken nokta divan uygulamasının Perslere ait oluşu. Kitaptaki tarihsel referanslara göre öneriyi sunanlar bu uygulamayı İran’da gördüklerini belirtiyor.

Yazının burasında kitabın tezini hatırlatmakta fayda var. Kanar’a göre kabilecilik anlayışından gelen ve hızla yayılan bu yeni oluşumda sıfırdan devlet kurma ve tüm kurumlarıyla organize olma gibi bir gelişme oluşmayacaktır. O hâlde, eğer ilahi bir dizayn yoksa(!) devlet organizasyonu için mevcut anlayışlardan faydalanma yoluna gidilmesi en akli olanıdır. Meselenin mistik tarafında olanlar tevil yapa’dursun’; kutsamak en doğal hakları. Tutarlı cevap bulmak ve ders çıkarmak için aklı devreye sokanlar ise irdelemeye devam edebilir. Zaten Yüksel Kanar’ın anlattıkları da akli yöntemin iddialarını onaylar nitelikte. Örneğin Muaviye’nin devletin yönetimini ele geçirmesinin ardından başkenti Şam’a taşıması çok önemli bir detay. Meselenin sadece Muaviye karşıtlarının Mekke, Medine ve Kufe gibi Arap beldelerinde örgütlenmesi gibi basit bir yönü bulunmuyor. Bilindiği üzere Muaviye Hz. Ömer döneminden beri Şam valisidir. Yani o bölge hakkında bilgi sahibi olduğu muhakkak. Diğer yandan Şam her ne kadar Bizans İmparatorluğu’nun kontrolünden çıkmış olsa bile hâlen (dolaylı) etkisi altındadır. Özellikle bölgede yaşayan Hıristiyan halk bunun başlıca sebebidir. Bununla birlikte Bizans’ta Roma’dan beri süregelen bir yönetim anlayışı/kültürü hâkimdir. Dolayısıyla eski bir Bizans kenti olan Şam bundan ari değildir. Muaviye’nin eliyle kurulan Emevi Devleti bu kaynaktan yararlanma yoluna giderek yetişmiş eleman açığını bölge insanıyla (gayrimüslimlerden) karşılamıştır. Bir diğer ilginç detay burada devreye giriyor. Yüksel Kanar, Emevi Devleti’nde ilk dönemlerinden itibaren uzunca bir süre resmi dil olarak Yunancanın kullanıldığını belirtiyor. Söz konusu uygulama Arapçanın yetersizliğinden olmayıp Arapların siyasi ve toplumsal kültürünün bölgesel bir devlet kurmak için yetersiz oluşundan olduğu anlaşılıyor. Yunancanın resmi dil olarak kullanılması sebebiyle bürokrasiye Ortodoks Hıristiyan görevliler istihdam edilmiştir. Katip adıyla görevlendirilen bu kişiler sahip oldukları hem devlet kültürünü hem de uzmanlıklarını kullanarak oldukça etkili olmuşlardır. Hatta ilerleyen dönemlerde sadece bu işi yapan yani katiplikle geçinen, makam, mevki elde eden hanedanlıklar oluşmuştur.

Anlatılanlar gösteriyor ki, Araplar o dönemde kurumsallaşmış devlet anlayışına sahip değillerdir. Kuruluşundan bir süre sonra Emevi Devleti’nin artık kurumsal bir güç hâline geldiğini düşünen yöneticiler bürokrasiyi Araplaştırmayı amaçlayarak öncelikle Arapçayı resmi dil yapmış ve para bastırmıştır. Yeni oluşum karşısında güç kaybettiğini gören eğitimli Hıristiyan kesim uzmanlıklarını konuşturarak alternatifsiz bir alanın kapılarını açmıştır. Daha sonraları Çeviri Hareketi olarak adlandırılan bu faaliyet Antik Yunan felsefesinin çevirilerine yöneliktir. Önce Süryaniceye sonra da Arapçaya çevrilen eserler İslam dünyasındaki entelektüel değişimin başlangıcı olmuştur. Kanar’a göre buradaki bir diğer önemli detay, entelektüel haraketin elitist kalmayışıdır. Bu devasa hareket birkaç ilgili yönetici ve ilim insanının gayretiyle açıklanamaz. Evvela iktidar ve kısmen halk bu hareketten faydalanmaktadır. Bu bağlamda Çeviri Hareketi varlığı ve devamlılığı çeviri kaynağının rezervi kadar devletin ve halkın ihtiyaçlarına odaklıdır diyebiliriz. Tersinden söylersek, Antik Yunan felsefesinden işe yarar çevrilecek kaynağın tükenmesi bir yana, devlet ve halk artık entelektüel üretime ihtiyaç duymamaya başladığında Çeviri Hareketi de atıl hâle gelmiş ve arkası kesilmiştir. Yani kaynak gibi talep de tükenmiştir. İslam tarihine baktığımızda bu entelektüel hareketlenmenin ‘üretim’ olarak birkaç asır daha devam ettiğini ve sonra neredeyse tamamen ortadan kaybolduğunu görürüz.

Burada belirtmek gerekiyor ki, Emeviler dönemindeki çeviri faaliyetleri Yüksel Kanar’ın bahsettiği devrim için yeterli değildir. Büyük dönüşüm için Abbasiler döneminin gelmesi gerekmektedir. Abbasi dönemine geçmeden önce önemli bulduğum iki detayı belirtmek isterim. Asabiyetçi anlayışın temsilcisi olan Emevi yönetimi Arap olmayan Müslümanları (mevali) devlet kademelerinden uzak tutarken, Müslüman olmayan ama uygun gördükleri kişileri devlette istihdam etmişlerdir. Diğer yandan asabiyetçi olan Emevilerin, hem Arap hem de Müslüman olmayan bir toplumun felsefe ve kültürüne maruz kalmayı sorun addetmemeleri ilginçtir. Oysa bize tarih olarak anlatılanlar bundan biraz farklı. Örneğin Emeviler’e göre mevali toplumlar dinin formunu bozduğu için özellikle siyasi arenadan uzak tutulmuşlardır. Bu küçük örnek gösteriyor ki, İslam tarihindeki ayrışmaların temel ve tek dinamiği siyasettir. Akidevi ayrışma meselesi politik ayrışmayı desteklemeye yönelik güç devşirmek amacıyla üretilmiş ve köpürtülmüş bir yanılsamadır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi.

Meselenin ilk bölümünü anlatan Kanar kitaba da ismini veren kısma geçiyor. Bu aşamada bir asırdan biraz fazla süren Emevi-Şam etkisi bir şekilde lağvedilerek yerine yeni bir oluşum geldiği görülüyor. Artık rüzgar Abbasi-Bağdat yönünden esmeye başlamıştır. İlginç olan, Emeviler devletin kurumsallaşması adına ne yaptıysa Abbasiler’in de aynısı yapmasıdır. Aradaki fark, Bizans/Yunanca yerine Pers/Farsça ve Emeviler’e göre daha organize olmuş bir yapının varlığıdır. Yalnız, daha güçlü bir yönetim olarak Abbasi iktidarının ortaya çıkışında Emevi deneyimini de unutmamak gerekir. Abbasiler onların da birikiminden faydalanmıştır.

Abbasi Devleti’nin kuruluşunda başkentin Bağdat olması bazı köklü değişimlere sebep olacaktır. Emeviler dönemindeki Bizans-Yunanca etkisi yerine artık Pers-Farsça etkisini bırakmıştır. Bu değişim yönetim anlayışında da bazı farkılıkların ortaya çıkmasına neden olduğundan Emevilerin yaşadığı sıkıntıların benzerini Abbasiler de yaşamıştır. Örneğin bürokrasideki Rum tesiri Farisi kontrolüne geçmiştir. Yetişmiş Arap bürokrat bulunmadığından mevcutta bulunan Perslerden faydalanılmıştır. Ayrıca devlet organizasyonunda kadim İran kültürünün yansımaları görülmeye başlamıştır. Özellikle ‘divan’ ve ‘vezir’ uygulamaları bunun en net göstergesidir. Bu uygulamalar sonraki yıllarda Müslümanların kurduğu devletlerinin bir geleneği hâline gelecektir. Bu bilgiler İran/Şia ve Sünnilik ekseninde düşünüldüğünde ilginç bağlantılar ortaya çıkıyor. Görebilene.

Yüksel Kanar’ın sözünü ettiği devrimin nişanesi olan ve Abbasiler tarafından kurulan Beytü’l Hikme (Hikmet Evi) bir yandan Antik Yunan kaynaklarından faydalanmaya devam ederken bir yandan da İran uygarlığının yazılı kaynaklarının tercümesi başlamıştır. Mevcut bilimler bu iki uygarlık ve dil üzerinden Müslümanların kullanımına açılmıştır. Bu durum Pers kültürünün etkileşimde bulunduğu diğer uygarlıkların da devreye girdiğini gösteriyor. Zerdüştlük kadar Hint uygarlığının/mistisizminin de etkisi tartışılmazdır. İslami adı altında faaliyet gösteren tasavvufi ekollerin uygulamalarına bakıldığında söz konusu etkinin gücünü/boyutunu bugün bile görebiliyoruz.

Tüm bu etkileşimler bir anlamda Doğu ve Batı uygarlıklarının sentezlendiği üst bir anlayış gelişmiştir denilebilir. Yüksel Kanar’ın devrim dediği şey de bu gelişmiş yapı oluyor. Müslümanlar askeri ve siyasi yapılanmalarını bilimsel/entelektüel olarak da en üst seviyeye çıkarmışlardır. Bu dönüşümde Beytü’l Hikme’nin rolü çok büyüktür. Yüksel Kanar Beytü’l Hikme’nin özelliklerini sayarken bildiğimiz birtakım eksikliklere de dikkat çekiyor. Örneğin mevcut tarih anlatımında bir ‘üniversite’ olarak değerlendirilen bu mekân Kanar’a göre çok daha ötesi anlamına geliyor. Sadece çeviri ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin yapıldığı yer değil aynı zamanda siyasete ve toplumsal yapıya yön verilen, felsefe ve edebiyatla iç içe kompleks bir yapıdır Beytü’l Hikme.

Yazar kitapta yaklaşık iki asır süren Çeviri Hareketi’nin sebep olduğu büyük değişimi açıklamaya çalışıyor. Bu bağlamda İslam tarihi açısından Bizans-Yunanca ve Pers-Farsça etkisinin izlerini göstermeyi deniyor. Bu etki evvela siyasi bir etki olarak devlet organizasyonunun kurumsallaşmasıyla başlamıştır. Hemen arkasından kültürel bir dönüşümle devam ederek toplumsal değişime neden olmuştur. Bu dönüşüm ve değişimde Çeviri Hareketi’nin etkisi büyüktür zira bugün kabul edilmektedir ki, çeviride sadece metin değil kültür de aktarılmaktadır. Hareketin odak noktasında ise Beytü’l Hikme vardır. Yazar Beytü’l Hikme’nin önemini anlatırken işlevini; isminin etimolojik analizini; tarih, bilim ve toplum nezdindeki anlamsal karşılığını detaylarıyla aktarmaya çalışıyor.

Kitapta üç noktaya dikkat çekildiğini düşünüyorum. Bunlardan ikisi tarihsel bir hakikati açığa çıkarmayı amaçlarken üçüncüsü çok daha teknik ve evrensel bir ölçüyü ortaya koymaya yönelik. İlk olarak Müslümanların gayrimüslimlerle karşılaşması sonucu siyasi anlayış ve uygulamalarındaki değişim gösterilmeye çalışılıyor. İkinci olarak, Yunanca ve Farsça aracılığıyla oluşan kültürel değişime işaret ediliyor. Üçüncü ve en önemlisi ise evrensel tarih yazımındaki sorunlu anlayış ve daha hakikatli bir tarih yazımı üretme kaygısı olarak göze çarpıyor. Bu kaygının bilgiyi ve hakikati önemseyenler için değerli bir açılım sunduğu kanaatindeyim. Tarihin doğrusal/çizgisel (linear) bir ‘düz’lük içinde akmadığı gerçeğinin görülmesi ve Batı-merkezci tarih anlayışına karşı alternatif tarih yazımının güçlenmesi gerekiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sıra dışı bir Adolf Hitler portresi

"Sadece bir şeyden anlarım:
dövmek, dövmek ve yine dövmek."
- Adolf Hitler, 30 Ocak 1945

"Sadece güçle sahibi olduğunuz hiçbir şeyin gerçekten sahibi olamazsınız!"
- Oliver Cromwell (1599-1658)

Bir Alman'ın Hikâyesi'yle 1914-1933 yılları arasındaki hatırladıklarına götürmüştü bizi Sebastian Haffner. Nazilerin 'aslında' ne kadar göstere göstere geldiklerini ama bunun ne derece sinsi operasyonlarla gerçekleştiğini tüm doğallığıyla anlatmıştı. Neresinden bakılırsa bakılsın ortada bir karmaşıklık vardı ve bu karmaşıklık faşizme yarıyordu. Şiddet ve nefret halk tarafında da karşılığını bulmuştu üstelik. Neticede zorla değil, seçimle gelmişlerdi başa. Hem de halkın yoğun arzusuyla. "Yetti artık" dedirterek.

Siyasî ve tarihî hadiseleri anlatmak için ustaca bir bakış gerekiyor elbette ancak doğallık kadar insanı etkileyeni de yok hiç şüphesiz. Bu yalnız üslupla ve kolay okunabilirlikle ölçülebilen bir şey de değil. Anlatılanın, anlatılma sırasındaki abartısızlığı -hele ki anlatılan dünyanın en sarsıcı zamanlarına dairse- okuyucu tarafında sonradan uyanan bir yankı bırakıyor. Mesela okuyucu kitabı kapattığında "ya hu o kadar tarih kitabı okursun şuncacık kitabın tadını bırakmaz" diyebiliyor. "Yok ya hu olur mu öyle şey?" diye düşünmeye başlayacakken Avrupa'nn kanına girer faşizm. Hitler Üzerine Notlar'da Haffner bu kez yorum gücünü de gösteriyor.

Hitler'in nasıl bir hayatı vardı, hangi icraatları gerçekleştirdi, başarıları arasında gösterilecek neler yaptı, hangi konularda yanıldı, hatalı ve suçlu olduğu meseleler nelerdi, hıyanet denebilecek hangi eylemleri emretmişti... Tüm bu konuları soru sormadan, bunca yıldır kafalarda -zaten- cevap bekleyen soruları düşünerek ilerleyen ve sanıldığının aksine biyografik olmayan bir kitap Hitler Üzerine Notlar. Üçüncü Reich ve Nasyonal Sosyalizm dönemlerine dair özgün eserler üretmiş, dünyanın birçok yerinde konferanslar düzenlemiş olan Guido Knopp, Haffner Üzerine Notlar başlıklı önsözünde kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bu kitap asrın teması Hitler’le benim kişisel ilişkim açısından da belirleyici bir öneme sahiptir. 1978’de, büyüdüğüm şehir Aschaffenburg’da benim çağrımla toplanan “Bugünden bakınca Hitler” kongresinin ilham kaynağıdır. Haffner, yetkin Hitler araştırmacıları ve yazarlarını davet ettiğim bu uluslararası katılımlı söz yarışının kapanışındaki televizyon tartışmasında parıltısıyla kendini göstermişti. İşte bu yüzden Hitler Üzerine Notlar’ın hemen bu programın ardından çok satan bir eser haline gelmesinden biraz da gurur duyuyorum. Kongrenin kapanış toplantısında bir Hitler dalgasının söz konusu olmadığını söylemişti Haffner: “Benim kitabım da arzu ettiğim gibi satılmıyor.” İki hafta sonra kitap, çok satanlar listesinin zirvesine yerleşmişti."

Hitler'in başarıları arasında neler sayılabilir? Haffner bilhassa iç ve dış siyasetteki başarılı hamlelerinin yanı sıra askerî alanda da gayet önemli bir komutan olduğundan bahsediyor Hitler'in. Komutanlığın ne olduğunu bildiğini söylüyor. Churchill, Roosevelt ve Stalin'le karşılaştırıldığında askerî alanda çıkardığı işler hiç de fena sayılamayacak işlerdi. Bir şansı da çevresindeki generallerin zeki olmasıydı. Mesela, panzerlerden bağımsız bir silah olarak faydalanma fikri Heinz Guderian'a, Fransa saldırısının stratejik planı Erich von Manstein'a aitti. Haffner, "Hitler olmasaydı ne Guderian ne de Manstein ordunun kendilerinden çok daha kıdemli, geleneklere adeta kutsiyet atfedercesine bağlı ve burnu havada subaylarına fikirlerini kabul ettiremezlerdi" diyor. Bu durumda Hitler'in, kendinden başka kimsenin fikirlerine önem vermeme hallerinin her zaman olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü generallerin sunduğu planların ve fikirlerin tasdik edicisi Hitler'di. Diğer yandan onun emirleri, asla sorgulanamazdı. Eva Braun'un eniştesi Fegelein sığınak sakinlerinden biriydi ve Hitler'in intihar etmesinden iki gün önce (28 Nisan 1945) kaçmaya kalkıştığında derhal bulunup geri getirilmesi, ardından da kurşuna dizilmesi emredilmişti. Bu emir sorgusuz sualsiz, derhal yerine getirildi. Şu detaya da Haffner dikkatleri çekiyor: "Savaşın son dört senesinin başarısız Hitler'i, önceki senelerin başarılı Hitler'inden farklı değildir; Führer'in ilaç kullandığı, uyku sorunları yaşadığı ve zaman zaman kolunun titrediği doğrudur, ama bunların hiçbiri onun düşündüklerini hayata geçirme iradesini ve gücünü bir nebze olsun etkilememiştir. Hitler'in savaşın son yıllarında sadece eski hâlinin bir gölgesinden ibaret, acınası bir insan hurdası olduğu tamamen abartılıdır. Hitler'in, öncesindeki on iki senelik muazzam başarı döneminin ardından gelen, 1941-1945 yılları arasındaki feci başarısızlığı ne bedenî ne de ruhî çöküşle açıklanabilir."

Haffner'e göre Hitler'in yanılgıları arasında en önemlisi, Yahudilerin dini bir cemaat olmadıkları görüşüydü. Konuşmalarında neredeyse alışkanlık hâline getirecek kadar "mukadderat" ve "her şeye Kadir Tanrı" kelimelerini kullanması onun inançsız olmadığı gösteriyordu. Ama bu kelimelerden ne anladığı kocaman bir muammaydı. Onun Yahudi komplosunu sadece bir yanılgı olarak görmüyor yazar elbette, "paranoyak bir cinnet" şeklinde değerlendiriyor. Yahudilerin büyük bir kısmı aşağı yukarı yüz senedir asimilasyonlarla, din değiştirmelerle, izdivaçlarla kimliklerinden bilinçli olarak vazgeçmelerine rağmen yaşadıkları ülkenin bir parçası oluyorlardı ve bunu yaparken başka hiçbir ülkede Almanya'daki kadar inançlı, tutkulu, sadık değillerdi: "Yahudiler gerçekte cemaat olarak tam bir krizdeydiler, bundan önce hiç olmadığı kadar zayıf düşmüşlerdi ve kısmen artık çözülme aşamasındaydılar ki korkunç darbeyle sarsıldılar. Bilindiği gibi kasabın bıçağını yalayan koyunlar gibi gittiler mezbahalarına ve sözüm ona ejderha avcısı, kendisini savunmaktan aciz kurbanlarını öldürdü."

Mağlup ve dolayısıyla barışa hazır Fransa'ya karşı elde ettiği zaferi kullanamamıştı Hitler. Barışa hiç hazır olmayan İngiltere'ye götürdüğü teklif de büyük bir siyasi hataydı. "Hitler literatüründe bu korkunç hatanın üzerinde bugün dahi yeterince durulmaması gerçekten çok tuhaftır" diyor Haffner.  Ona göre Hitler'in eline geçen şansları heba ettiği 1940 yılı, onun güçlü yanlarını ve zafiyetlerini doğru şekilde değerlendirmek için en önemli sene. "Yıldırım hızıyla" ve "gözünü kırpmadan" gibi deyimleri çok seven Führer, ziyan ettiği imkânlara rağmen toparlanabiliyordu. Haffner'e göre bunun sebebi siyasi ve askeri yeteneklerin az bulunur biçimde Hitler'de toplanmasıydı. Zaafları ise apaçıktı: umulmayan programları, öngörülmeyen tehlikeleri sezemiyordu. Gaddarlık konusunda yarışabileceği Stalin'den bu yönüyle ayrılıyordu çünkü "Stalin etrafındaki gerçekliği her zaman son derece uyanık bakışlarla izlerdi, halbuki Hitler dağları devirebileceğine inanıyordu."

1945'te, yani 'rüyanın bittiği' senede Almanya'da ayakta kalmış her şeyi havaya uçurma ve Almanların elinden her türlü hayatta kalma imkânını alma emrini vermiş bir karakter Hitler. Kendi hatalarından ve gaddarlığından kendi ulusunu sorumlu tutan, en radikal kararlar alma özelliğini halka ansızın döndüren, ismini tarihe yazdırma formülü olarak en korkunç eylemleri tercih eden bir tip. Haffner, Hitler'in hep iki hedefi olduğunu söylüyor: Almanya'nın Avrupa üzerinde kusursuz bir hâkimiyet kurması ve Yahudilerin özellikle Almanlara yakın her yerden yok edilmesi. İlk hedefi tutmayınca 'yıldırım hızıyla' ikincisine yönelmişti ve "Yahudi sorununun nihai çözümü"ne dair emrini 'gözünü kırpmadan' vermişti: Alman ordusu oyalama savaşını sürdürürken insan yüklü trenler her gün yok etme kamplarına varacaktı. Siyasi ve askeri alanda dünyaya nefes aldırmayan bu cani, şimdi de kendi ürettiği 'ceza'larla nefesini kesecekti insanlığın: "Hitler kimseye zararı olmayan sayısız insanı öldürmüştü, askeri ya da siyasi bir amaçla değil sadece kişisel tatmini için. Bu yüzden İskender ve Napolyon'la aynı kefeye konamaz, o kadın katili Kürten ve erkek çocukları öldürüp cesetlerini parçalayan seri katil Haarmann'la aynı kategoride telakki edilmelidir, tek fark bu canilerin el emeğiyle gerçekleştirdiği cürümleri Hitler'in fabrika düzeni içerisinde işlemesiydi, bu yüzden onun kurbanları düzinelerle ya da yüzlerle değil ancak milyonlarla sayılabiliyordu. Hitler de basbayağı bir seri katildi."

Almanya'daki hastaların kitleler halinde öldürülmesi ve dolayısıyla iki yıl içinde 100.000 Alman 'faydasız yiyici' resmi yollardan yok edilmesi, aynı yıl (1939) Almanya'daki 25.000 çingeneden sadece 5000'inin hayatta kalması, Polonya'daki muharebelerin sonunda üçüncü kitlesel katliam olarak Polonya'nın aydınlarının ve yöneticilerinin beş sene oyunca katledilmesi, iki ila üç sene boyunca işgal altında tutulmuş Rus topraklarında uygulanan Alman politikası (lider tabanın tasfiyesi, geri kalan kitlenin elinden bütün haklarının alınması ve bu insanların köleleştirilmesi), Yahudi soykırımı, Hitler'in suçları arasında yer alıyor.

Haffner, Hitler'in hıyanetini anlatmaya çok ilginç bir detayla başlıyor. Onun dört ila altı milyon Yahudi'nin canına mal olan yok etme denemesi hayatta kalanlara bir devlet kurmak için gerekli olan enerjiyi vermişti. "Yahudiler neredeyse iki bin senedir ilk kez, Hitler'den beri, tekrar kendi devletlerine sahipler - gururlu ve saygın bir devlet. Hitler olmasaydı İsrail de olmazdı" diyor. Hitler'in Almanya'yı sevip sevmediğini sorgularken, onun Almanya'yı kendisi için bir enstrüman olarak kullandığını söylüyor. Almanlar, Hitler için seçilmiş bir ulustu hiç şüphesiz. "Almanlar Hitler'i sadece bir iktidar olarak ilgilendirdi" söylemi bu anlamda kuşkusuz doğru. Bu hırslı ve tutkulu ulus Hitler'in ihtiraslarıyla lanetli bir toprağa dönüştü. "Hitler, Derby'i kazanmayı beceremediği için en iyi atının ölene kadar dövülmesini emreden, hayal kırıklığına uğramış ve hiddetli bir eküri sahibi gibi hareket etti" diyor Haffner. Peki son hedefi neydi Hitler'in? Almanya'nın yok edilmesi. Ortada hiçbir şeyin kalmaması. Çünkü başarısız olduğunu kabul etmek Hitler için namussuzlukla, şerefsizlikle aynı kapıya çıkıyordu.

İyi olan, Hitler'in intiharından yıllar sonra Almanya'da kimsenin onu kendine referans göstermemesi ve onun çizgisini devam ettirmemesi. Haffner'in dediği gibi bunu yapacak olanın en ufak bir şansı dahi olmayacaktır dünya siyaset sahnesinde. "Kötü olansa" diyor yazar, "birçok Almanın Hitler'den sonra vatansever olmaya cesaret edemiyor olmasıdır. Çünkü Alman tarihi Hitler'le bitmemiştir. Bunun aksine inanan ve bu nedenle sevinç duyanlar ise bu şekilde Hitler'in son arzusuna ne kadar uygun davrandıklarını bilmiyorlar."

Adolf Hitler'e dair sayısız kitap yazıldı. Tüm teferruatıyla anlatan da var, hep yazılanları tekrar eden de. Ama bu kısa portre, şimdiye dek okuduklarım arasında en sıra dışı olanıydı. Haffner'in düşünce biçimi ve üslubu bunun başlıca sebebi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ağustos 2019 Perşembe

Utanç, insan iradesinin koruyucusudur

Ahmet Sarı’nın “Edebiyat Ve Utanç; Franz Kafka’nın “Dava”sından Hareketle Edebiyatta Utancın Arkeolojisi” isimli eseri tüm egzistansiyalist edebiyatseverlerine, varoluşcu kaygılar ile beslenen kalemler ile kendi kaygılarını edinen veya yenenlere seslenmiş. Kafka’nın düşünce adamı olduğu kadar kaygılarını itiraf edebilmesi yönünden ayrılan gerçekliğine kanaat eden okura, vurucu bir başlık vermiş. Kendisi bir felsefe problemi ortaya koymuş diyemesek de Derrida gibi, en baba felsefeciler tarafından birçok kez irdelenmiş Kafka’yı, “utanç” üzerinden genişleten ve Ketebe tarafından yayınlanmayı bekleyen eser, fikri itibarı ile dahi saygıyı peşinen haketmektedir.

Yazar, “Dava” kitabının “utanç” ekseninde seyretmesine sebep olan hikaye ile başlar. İki kez nişanlanan ve ayrılan Kafka ile Felice arasını bulmak ve evliliğe doğru evrilen inişli çıkışlı ilişkilerinde onları sakinleştirmek isteyen Grete Bloch, Kafka’ya aşık olur. Mektuplaşırlar. Kafka’nın yazma arzusunu da besleyen bu ilişki, kadın agresifliğinin ve aşk mektuplarını Felice’ye gönderilmesiyle son bulur. Kafka, Berlin’de bir otelde uzun süren bir yargılama ile mektuplarının mahiyetini Felice’ye açıkladığı anı, otelin bir yargı mekânına döndüğü ve ömründe başka zamanda böylesi bir büyük utanç daha yaşamadığınını belirterek anlatır.

Yahudi karalığına, kepçe kulaklarına, babasının her cemiyette onu aşağılamasına duyduğu utanca yönelik yazdığı mektuplara kadar birçok konuda “utanç” ile edebiyatını besleyen Kafka, Felice karşısında da duyduğu utanç ardından, vejeteryan olmasına rağmen kanlı bir biftek yer. “Einverleiben” yöntemi ile aşkını bedenine gömer ve Dava’yı yazmaya başlar: “Bir köpek gibi, dedi; sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı.

Ahmet sarı buradan, utanç kvramını, suç ve masumiyet ile kesiştirdiği noktaya, “Yasa Kapısı” meselinde taşır. Taşradan yasa kapısına gelen ve yasada işini halletmeye çalışan Josef K. isimli çiftcinin kapı önünde bekleyişi ve aralıklı kapıdan içeri girememesine değinir. Kapıcı ikna edilemediği için ömrünü bir bekleyişle geçiren çiftcinin yasa kapısında bekleyen ve hiç yaşlanmayan kapıcının adeta uysal bir köpeği olması, köpekleşmesi, utancın yanına taşımıştır ittati. Uysallaşma köpekleşmedir! Masumiyete işlemediği suçu kabul ettiren bir utanç mekanizması da köpekliktir. Bu kesişme kitabın ışığının en keskin hali olur. Büyüler.

Bir diğer büyüleyici kesişme anı, kişinin toplumsal normda aşamadığı bir utanç var ise Tanrı’dan yardım aldığı yerde başlar. Gerek Kafka’nın Dava’sında gerek Peter Weier’in Truman Show’unda… Jim Carrey’nin veya Josef K.’nın taşocağında veya bir bilgisayar odasında, başka bir alemin kapısını zorlaması aynı arketiptir. Orada tanrı vardır. Cennet tasavvuru kişinin en darboğaz mekanından, dibi gördüğü yerden doğar. Utanç evrilip tövbe ile tamamlanacaktır. Kitap devamında, Adem’in utancını tövbe ile onarması ile de derinleşir. Firavun ve Ebu Leheb metaforları bir parça zorlama olsa da “utanç” ve günah arasındaki “tövbe” bağı her daim geçerli bir savunma mekanizması olmuştur filhakika.

Yazar bir başka güzel aralık da “Uyumsuz Adam” (“The Bothersome Man”) adlı filmde yakalamış. Jens Lien’in aynı kafkaesk öğeyi kullandığını, sevmediği bir yere getirilen birinin rutin hayatlarından, makineleşmiş yaşantılarından, insanların birbirine yabancı oldukları, hayatının bir anlamının olmadığı yerde, bir bodrum katından tıpkı taş ocağı gibi başka bir cennetsi dünya tahayyülüne, kırlara, orada keklerin yapıldığı, çocuk seslerinin, ağlamaların işitildiği yere doğru tünel kazar. Andreas, yakalanır ama kekin tadını bilmektedir artık. Bu hatırlatma okuyucuya, bu filmden sonra daha çok sevmeye başlayacağı tarçınlı kekin “Dava” bakışı ile lezzetini tattırır. Okurun, egzistansiyalist eserlerden kaybolup bulnunmuşluğu var ise hele, bu kitap yüzüne şapşal ve keyifli bir gülümseme ve sayfa sayfa varılan aydınlanmalar iliştirecektir.

Hülasa, Kafka ile yasanın mı Josef K.’nın üzerine gittiği, Josef K.’nın mı yasayı yokladığı tartışması suçun mu önce, mahkemenin mi önce olduğu tartışmasına eşlik ederken içi titremeyene; egzistansiyalist edebiyat, felsefe hatta sanattan bihaber olana karmaşık gelecek, haberi olana ise tadından yenmeyecek bir eser olmuş. Özde “kendi kendini yargılama” ahlakında birleşmiş olsa da bunu bir çok ünlü yazarın “utanç” görüşünden de beslemiş:

Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün “Şöyle der gören kişi, utanç, utanç, utanç. İnsanın tarihi budur.” demesi… Marx’a utanç ile devrim gerçekleşmez denildiğinde; “utancın kendisi bir devrimdir” demesi… Ayyaş’ın Küçük Prens'e utancını unutmak için içtiğini söylemesi… Patrick Süskind’in Koku’sunda ölü balıklar eşiliğinde doğan Grenouille’nin, pis kokusundan utanç ile işlediği suç… Ahmet Sarı, tüm bu nokta utançlar ile varoluş kaygısını beslemesini anlatırken, kendi ifadesiyle “Güzel bir utanç, kurtuluşumuz olabilir mi?” sorusuyla uzun süre uykusuzluk çektiğini belirtir ki bu çok hissedilmektedir. Zira Kafka’yı tıpkı Derrida gibi filozofca bir bakış ile butik bir problem bağlamında böylesi değerlendirebilmek varoluşun sancısını çekmekten ve çokca itiraftan geçmektedir.

Ki itirafın en afillisi de Milena’ya yapılandır: “Ben kirliyim Milena, son derece kirli, bu yüzden saflık hakkında bu kadar bağırıyorum. Kimse cehennemin en dibinde olanlar kadar saf şarkılar söyleyemez, meleklerin sandığımız şarkılar, aslında onlarındır.

Neden mi bir insan böylesi bir itirafda bulunur: Çünkü; “Scham ist die Hüterin der menschlichen Würde” (Utanç, insan iradesinin koruyucusudur.).

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Düşüncede devamlılık sorunu (II)

“Düşünmek evvela düşünceleri düşünmek, sonra da onların tesirinden kurtulmaktır.”
- Cemil Meriç, Kırk Ambar, Cilt 2, Lehçe-t-ül Hakayık

Bu blogda Fuad Sezgin’in Buhârî’nin Kaynakları adlı eserine dair bir yazım bulunuyor. Orada kronik bir sorunumuzdan bahsetmiştim: Düşüncede devamlılık sorunu… O yazıda düşüncede devamsızlığı, süreksizliği meleke hâline getirişimizden; düşünen ve üreten insanı da etkisizleştirmeyi görev telakki edişimizden dem vurmuştum. Bu yazı da aynı istikamette olacak. Devamlılık sağlasın diye!

Bizim iyi yetişmiş insanla sorunumuz var. Üstelik tek değil çift yönlü. Öncelikli sorunumuz yetiştirme noktasında. Donanımlı birey yetiştirmiyoruz. Öyle bir amacımız yok. Zira başka ‘hayati’ önceliklerimiz var. İkincisi, hasbelkader kendini yetiştirmiş insanla sorunluyuz. Yetiştirmeye katkı sunmamak yetmiyor bize. Biz müdahale edemeden yetişene müdahil oluyoruz. Önce dikkate almıyoruz, görmezden geliyoruz, önüne taş koyuyoruz. Baktık olmuyor bir yolunu bulup aşağı çekiyoruz. Çünkü, nasıl ki iyi insan yetiştirme gibi bir amacımız yoksa, iyi yetişmiş insana da ihtiyacımız yok. Sonuç? İnsanlığı kurtarmayı amaçlayan bir dinin, öğretinin, medeniyetin müntesipleri olarak insan(lığ)a faydası dokunacak hiçbir alanda sürekliliği oluşturamıyor, devamlılığı sağlayamıyoruz. Oysa felsefe, bilim ve sanatta yol devamlılıkla alınır. Sonrakiler öncekilerin ürettiklerinin üzerine koyarak sürekliliği sağlar ve aşama kaydedilir. Bütün mesele halef-selef ilişkisine bağlıdır. Bizde azıcık sivrilen; işe yarar bir şey düşünen, konuşan, üreten kim varsa yalnızlığa mahkum edilir. Bin bir emekle ürettiğiyse atıl hâle gelir. Çünkü kadük kalmanın müptelasıyız.

Cemil Meriç (1916-1987) kendini yetiştirmiş bir “entelektüel” olarak sorun yaşadığımız kişilerden. Ölümüyle birlikte üretimi son bulan ve devamı gelmeyen bir ‘ekol’ o. Onunla sorunumuz öyle böyle değil; sağlı sollu yaşıyoruz. Dindarımız da laikimiz de vebadan kaçar gibi uzak duruyor. Arada, arafta bırakıyoruz. Bunda kendisinin de payı var fakat düşünceyi ötelemek düşünmeyi ötelemek anlamına geliyor. Bu yüzden anlamak, anlatmak ve en önemlisi özgün bir medeniyet fikri içinde anlamlandırmak bir türlü mümkün olmuyor. Düşünce evrenimizi kısıtlayan bu zincir yakın gelecekte de kırılacak gibi görünmüyor.

Cemil Meriç’in “Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım, hiç değilse.” sözünden mülhem, artık hayatta olmayan birini tanımak için başvurulacak en iyi yöntem mevcuttaki eserlerine bakmak olacaktır herhâlde. O hâlde Cemil Meriç’i tanımak için bakılacak yer doğal olarak onun külliyatı olmalıdır. Yalnız, daha öncesinde, o kişi hakkında elde edilecek malumat konuyu anlamayı kolaylaştıracak bir yöntem olabilir.

Bir Yayıncılık’tan çıkan Cemil Meriç: Bir Fikir Arkeoloğu adlı eser bu yönde değerlendirilecek bir kitap. Akademisyen Adem İnce tarafından hazırlanan çalışma iki yüz sayfadan oluşuyor. Kitap, geçtiğimiz yüzyılda bu topraklarda yetişen ve fakat bu toprakların düşüncesiyle çatışmayan kişileri konu alan bir serinin parçası. Bu biyografik seri üstünkörü değerlendirdiğimiz entelektüel dimağları genç nesiller başta olmak üzere meraklısına tanıtmayı amaçlıyor. Kitaptaki üslup ve ve konuyu ele alış disiplini hazırlayıcısının bir akademisyen olduğunu belli ediyor. Bununla birlikte eserdeki dilin akademik bir çalışma gibi ağır olmadığını söylemeliyim. Kitabın en beğenmediğim yanı kapak (resmi) diyebilirim. Sanırım standartı yakalamak adına tüm serininin kapakları aynı şekilde hazırlanmış. Açıkçası böyle bir çalışmanın görselleştirilmesinin daha ‘orijinal’ olmasını beklerdim. Bir okuyucu olarak asıl önemli olanan mazruf olduğunu düşünsem de zarfı da önemsiyorum.

Kitap, “Cemil Meriç’in Hayat Hikayesi ve Düşünce Dünyası”, “Efkâr Denizinde İnci Çıkaran Adam”, “Tefekkür Balosunda Sîretler ve Sûretler” ve “Fildişi Kulenin Düşünce Tezgâhından: Cemil Meriç’in Telif Eserleri” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları içerik hakkında bilgi veriyor diye düşünüyorum. Bu arada her bölüm kendi içinde farklı başlıklara ayrılarak Meriç hakkında malumat aktarıyor. Müellif, Cemil Meriç gibi çok çalışkan ve üretken birininin böylesi kısıtlı bir çalışmada anlatmanın mümkün olmadığını ve fakat onun düşünce dünyasını özetleyerek ilgilisine fayda sağlamayı amaçladığını belirtiyor. Adem İnce’nin Cemil Meriç’i olduğu gibi aktarmaya ve çok fazla abartmadan değerlendirmeye özen gösterdiğini bir detay olarak söylemeliyim.

Bir Fikir Arkeoloğu Cemil Meriç, Meriç’in doğumundan itibaren yaşam mücadelesini ve düşünsel oluşumunu eşsüremli olarak anlatıyor. Doğduğu zaman ve mekânın yanında onun düşüncelerinin oluşumunda geçmişinin ve konjonktürel durumun etkileri göze çarpıyor. Meriç’in doğduğu yer olan Hatay, Türkiye’nin kuruluşuyla birlikte Fransa’nın güdümündeki bölge içinde kalmıştır. Bu durum Cemil Meriç’in Fransızca öğrenmesine ve Fransız kültürü etkisinde kalmasına neden olmuştur. Diğer yandan babası eski bir Osmanlı yargıcı olan Meriç’in ailesi Rumeli göçmenidir. Kısacası o, farklı kültürlerin aynı bünyede buluşmasıdır. Bununla birlikte babası ve annesiyle sıcak ilişkiler kuramayarak büyümüştür. Gergin bir aile ortamı içinde yalnız kalarak -kendi deyimiyle- “kitaplara kaçmıştır”. Cemil Meriç’in yaşamında daha çocukken girdiği bu yolun etkileri sonrasında açığa çıkıyor. Gerek hayatına gerekse eserlerine bakıldığında özellikle kitaplarla kapattığı yalnızlığının bir alışkanlık hâline geldiği ve ömrü boyunca sürdüğü görülüyor. Kitapta Cemil Meriç’in sırasıyla Türk milliyetçiliğinin, Marksizm’in, Hint mistisizminin ve nihayet Osmanlılık düşüncesinin etkisi altına girdiğini görüyoruz. Batı’nın tesiriyle başlayan düşünsel serüven Doğu’nun (Hint mistisizminin) keşfinin ardından özüne, doğduğu topraklara (Osmanlı’ya) dönerek hitama eriyor. Cemil Meriç’in telif eserlerine içeriklerine dair kısa notlarla birlikte kronolojik olarak yer verilmiş. Eserlerin içeriğine kronolojik olarak bakıldığında yukarıda belirtilen serüvenin izleğini görmek mümkün.

Cemil Meriç’in en belirgin özelliği sanırım okumaktır. Bu yolda gözlerini kaybetmesine rağmen durmamıştır. Ayırt etmeksizin her düşünceyi okumayı görev addetmiştir adeta. Kendi deyimiyle “her düşünceye saygı” ilkesiyle hareket eden Cemil Meriç’in eserlerinde bazı tarihi şahsiyetleri biraz daha öne çıkardığı görülür. Adem İnce çalışmasında Cemil Meriç’in düşünce dünyasına etki eden bu isimlere değinmekle kalmamış küçük de olsa müstakil bir bölüm hazırlamış. İbn Haldun, Tunuslu Hayreddin Paşa, Âli Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Honore de Balzac, Karl Marx bunlardan öne çıkanlar. İsimlere bakıldığında sosyolojiden dine, ekonomiden edebiyata kadar geniş bir düşünsel yelpaze dikkat çekiyor. Örneğin Karl Marx’ın Cemil Meriç’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Meriç kendisini (bağnaz olmayan) bir Marksist ve dolayısıyla sosyalist olarak tanımlıyor. Bu anlamda Marksizm hayatı boyunca bir referans noktası olmuştur. İbn Haldun’u sosyolojinin kurucusu ve keşfedilmemiş bir hazine, Tunuslu Hayreddin Paşa’yı Avrupa’yı ve İslam coğrafyasını çok iyi bilen bir devlet adamı olarak değerlendiriyor. Cemil Meriç’in Kemal Tahir’le ortak noktası Marksizm’e yelken açtıktan bir süre sonra Osmanlı’nın sularına demir atmalarıdır. İlgili bölümde ele alınan diğer isimlerin Meriç’in düşünce dünyasındaki yansımalara değinmiş Adem İnce.

Cemil Meriç çok yönlü bir ‘entelektüel’. Öğretici kimliğinin yanında mütercim ve münekkit kimliğinden de bahsetmek gerekiyor. Özellikle dil konusundaki hassasiyeti ve titizliği takdire şayan hasletlerinden ikisi diyebiliriz. Kitabı okurken yazım üslubuna karakterinin yansıdığını anlıyoruz. Aceleci, sert, bilgiç tavırları yazılarında açığa çıkıyor. Aydın ve entelektüel kavramlarıyla ilgili hırçın üslubu, dil ve çeviri konularındaki hakarete varan söylemleri bunu açıkça gösteriyor. Yalnız kitabın satır aralarındaki detaylar Cemil Meriç’in yüz yüze ilişkilerindeki üslubunun yazı üslubunundaki kader sert olmadığını söylüyor.

Okur, kitabın son sayfalarına geldiğinde Cemil Meriç’in düşünce dünyasının omurgası hakkında bilgi sahibi oluyor. Bu omurgayı oluşturan kavramsal çerçevenin içinde Batıcılık, Doğu düşüncesi, İslam, çağdaşlaşma, medeniyet, uygarlık, ümran, irfan, kültür, aydın, entelektüel gibi kavramlar yer alıyor. Müellifin “özet” çalışmasını oldukça başarılı hazırladığından olsa gerek, Cemil Meriç’in hangi kavramı nereye ve neden yerleştirdiği konusunda az çok bilgi sahibi olunuyor. Ayrıca evrensel karşılıklarıyla hiçbir alakası olmayan Türkiye’deki sağ-sol çatışmasının nasıl bir dogmatizmle sürdürüldüğüne ve Doğu-Batı tartışmasının sömürgeci-oryantalist söylem içerisinde gerçekleştiğine dikkat çekiliyor.

Cemil Meriç kendisini bir yere ait görmüyordu. Evvela okumayı sonra düşünmeyi ve yazmayı hayatı hâline getirmişti. Ardından bıraktıkları da bu düşünceye hizmet edecek nitelikte zaten. Bizler, bırakalım onun gibi okumayı, onun okuyup damıtarak elde ettiği eserlerini okumaktan beriyiz. Adem İnce, Cemil Meriç’e dair bazı özel gayretler olsa da dişe dokunur bir biyografik çalışma dahi olmadığını belirtiyor. Farkında bile değiliz. Çok okumamız gerekiyor, daha çok.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

16 Ağustos 2019 Cuma

Biz ancak maruz kalırız hatıralara

"Bir başka hava soluyor, kendimden kaçmak, kaderimi değiştirmek ister gibi uzaklara gidiyordum."
- Sadık Hidayet, Kör Baykuş

Bir kitabın tekniğini konuşmak ayrı, duygusunu konuşmak ise ayrı bir mevzu hiç şüphesiz. Okurken ağır basan tarafla alakalı olsa gerek. İçimize ne kadar gömülüyor cümleler, kurgu ne kadar etkiliyor kitaba ayırdığımız zamanı... Öyküleriyle tanıdığımız Behçet Çelik, yaz sıcaklarında zihnin sınırlarına ve pek tabii sınırsızlığına çağırıyor romanıyla bizi.

İletişim Yayınları tarafından Haziran 2019'da neşredilen Belleğin Girdapları, insanın kendinden kaçamayacağını anlatıyor esasında. Çünkü insan nereye giderse gitsin kendini, zihnini ve belleğini de yanında götürüyor. Bu durumda nasıl kaçacak kendinden? Sadece hatıraları bile yetmez mi yalnız kal(a)mamasına? Peki hatıraları hatırlarken, hatırlanma zamanları da akla gelince ne olacak? Belleğin birbirine açılan odaları içinde kaybolmak bu kadar mümkünken, insanın tek başına kalması için göstereceği çabalar ne kadar etkili olabilecek? İşte tüm bu sorular, adsız bir roman kahramanı ve onun sıradanlığıyla sarsan üslubu tarafından cevaplanıyor. Aslında cevap da sıradan, tanıdık. İnsan hiçbir yere kaçamaz, her yerde kendiyledir.

Yer demişken, romanın bir semti var: Serpmetepe. Romanın adsız kahramanının çocukluğundan, askerliğinden, terk ettiği şehirden parçalar ve insanlar serpilmiş bu semte. O sebeple adı da Serpmetepe. Kahramanın öyle bir belleği ve o belleğin öyle girdapları var ki bu serpme hafif kalıyor. Onun eski hayatını da yeni hayatını da birbiriyle içli dışlı okuyoruz roman boyunca. Eski hayatı demişken, bu hayatta en çok da yakın dostları ön plana çıkıyor. Geride bırakmak zorunda olduğu, hiç değilse kendini buna inandırdığı yakın dostları. Her ne kadar yeni geldiği bu semtte insanarla olabildiğince az ilişki kurmaya gayret etse de insandır bu, ya kendi destursuz girer hayatına yahut sen hiç farkında olmadan bir alışkanlık bile geliştirebilirsin insana dair. Not defteri almak için gittiğin kırtasiyeci bir anda alışkanlığın oluverir, tıpkı romandaki gibi. Derken eski ve yeni insan ilişkileriyle birlikte romanın adsız kahramanının hatıralarıyla şimdi'si arasında okuyucuyu sıkıştıran anlatım iyice ortaya çıkar. Nuray, Serhat, Eylül, Kırtasiyeci, Selma, üst komşunun kızı Nazlı...

İşte burada, romanın oldukça sıradan gibi görünen ama aslında en sıra dışı özelliği ortaya çıkıyor. Birbirleriyle ilişkilerini bilmediğimiz insanlar, terk edilen şehir ile şu an yaşanan ama ne idüğü belirsiz semt, ilk cümleden son cümleye kadar belirsiz olan zaman ve teferruatını bir türlü öğrenemediğimiz olaylar (küsmeler, barışmalar, sevdalar, özlemler) zihnimize yağıyor ve bu anlamsızlık içinden okuyucu kendi anlam arayışıyla karşılaşıyor. Bir bakıyoruz ki şu anlatılan onca belirsizlikte, onca karmaşıklıkta, kalabalıkta ve yalnızlıkta biz varız. Paramparça gibi görünen ve okunan metin bir anda parça parça tamamlanıyor. Karakterler arasındaki bağ, olaylar arasındaki ilişki belirmeye başlıyor iyice. Bu belirmenin aralarında, sık sık adsız karakterin şahsi ve haklı isyanlarına da tanıklık ediyoruz: "Herkes her şeyi biliyordu, daha önemlisi bildiğinin bilinmesini istiyordu; herkes haklıydı, ama bu yetmiyordu hiçbirine, başkaları da kendilerine hak versin diye tutuşuyorlardı, çıldırmak üzereydiler. Kalabalıklara haykıramayacakları için milim milim, santim santim mücadele ediyor, karşılarına çıkana haldır huldur anlatıp duruyorlardı. Kulaktan kulağa yayılırdı böylece haklılıkları, işitenler, öğrenenler başkalarına anlatmasalar da, birer birer çoğalacaktı sayıları, onlara haksızlık edenler tek başlarına kalacak, utanacaklardı."

Sokaklarda yürürken içi kararan bir insan, yazarak ne kadar aydınlatabilir geleceğini? Geçmişinden kurtulmak için mi koyulur yazmaya yoksa bu bilinmezliği bilinir kılmak için mi? Yazmak insanın şu meşhur onaylanma hastalığına bir çare olabilir mi? Başkalarından alamadığı sevgiyi, bulamadığı ilgiyi, hasretine düştüğü şefkati verebilir mi yazmak? Böylesine karışık bir ruh hâlindeyken yazmak belki de sadece, nefes aldırıyor. Bir şey yapmanın, bir şey üretmenin verdiği nefes, bir soluk.

"Biz ancak maruz kalırız hatıralara" diyor belleğin girdaplarında yaşayan adsız karakter. Parça parça yaşıyor hayatı. Her parçayı yeni parçalara bölüyor belki isteyerek belki istemeyerek. Niyeti, olanı biteni farklı duygularla göğüslemek belki. Yahut, varsa eğer yeni yollara düşüp ve yeni kapılara varmak. Orada kendini yeniden bulmak. Geçmişi geçmişte bırakmak. Ama olmuyor, çoğu zaman bunu başaramıyor. Zira 'şimdi ve burada'nın hakimiyeti her seferinde yepyeni bir sayfa gibi açılıyor, geçmişi geride bırakarak. Geleceği ise unutturuyor 'şimdi'nin ve 'burada'nın kuvveti. Peki bu durumda hatırlamak nerededir? Belki şurada: "Kederle sevinç el ele, durup dururken, yalnızken, yokluklara, boşluklara kahrolurken çoğaldığını hissetmenin şaşırtıcı iç huzuru. Yoklukla sonsuzluğun bıçak sırtı yakınlığını sezmek, iki ucunda birden olmak aynı anda, iki uç arasındaki her şeyin bir parçası duymak kendini, her şeyi kendi parçan bilmek. Ben de mırıl mırıl seslenmek istedim 'vardık ki artık yokuz' türküsünü mahallemin (evet ya, mahallemin) insanlarına, geveze sığırcıklarına akşamüstünün, kedilerine ve köpeklerine, onlar duymazdan gelirse sokak lambasının pırpırındaki börtü böceğe, döküntü binalara, önlerindeki parlak arabalara, çere çöpe, küncüden ufağına, hızla yaklaşan kedere, iç sıkıntılarına ev içlerinin."

Sonra bir bakıyor ki adsız kahraman, aslında niyeti ya da niyetleri içinde değişmek, dönüşmek yok. Yenilenmek belki de bu hayatta hatırlamayı da unutmayı da bir yere koy(a)mayanların işi. "Yine de hoşuma gidiyor bu sonu boş çıkacak, yanılgıya yazgılı çaba. Buraya gelmeden önce saatlerimi, günlerimi, aylarımı verdiğim onca uğraş, kafa yorduklarım, kestiğim ahkâmlar, üst perdeden sarf ettiğim sözler, fısıldadıklarım, hecelediklerim, sayıkladıklarım, üzüldüklerim ve sevindiklerim pek mi kayda değerdi sanki? Öyleyse denemeye devam edebilirim. Becerebilirsem." diyordu zaten hikâyenin başında. Yazmak hikâyenin sonlarına doğru onun yoldaşı oldu mu olmadı tam manasıyla cevap vermek mümkün değil. "Şefkati pek azdır kendine acımanın (en azından bende öyledir), silinmek istemek gibidir, hiç olmamış olmaya birkaç adım daha, birkaç adım kala; oysa başkasına acırken, tam tersine kelimelerle, dokunarak ya da bakışlarımla, büyücüymüşüm gibi, elimden, gözümden, sözümden gelirmiş gibi, silindi silinecek siluetinin üzerinden geçmek isterim, bir parça dirim üfler gibi. Becerdiğim, başardığım vaki değildir, bu kez de olmadı, ama öyle bir şeydi kuyunun kokusunu soluduğumda, çıkmak değil çıkarmak istedim onu gün ışığına, biraz daha renk vermek, yeni bir boyut eklemek. Gözüm kaleme kaydı, gözlerimi kaçırdım, yaşlı." diyor çünkü gölgesi bile kendinden kaçmaya yer arayan kahraman.

Behçet Çelik, bunca yıldır öykücülüğü sebebiyle üslubuna ve kurgularına alışık olma ihtimallerimizi dahi kenara iterek bize kuyu gibi bir roman sunuyor. Bunu yaparken okuyucusuna kıyamıyor ve bölüm başlıklarını o bölümün ilk cümlesinden bir iki kelimeyle yapıyor ki buradan bile hatırlamaya nasıl muhtaç olduğumuz anlaşılıyor. Diğer yandan bu hareket türküleri de hatırlatmıyor değil. Romanı okurken, "keşke biraz da türkü söyleyeydi kendi kendine" dedim zaman zaman kaçak karakter için. Kendinden kaçak, keskin bıçak ama biricik, daima biricik olan insanın hem en doğal hem de en tuhaf hâlleri var romanın damar damar atan sayfalarında. Çünkü bellek acımasızdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Şamanizm'e arkeolojik bir bakış

Sibirya'nın uçsuz bucaksız topraklarında dünün, yaşanılanın ama hiç de yitip gitmeyenin peşine düşmek her arkeoloğun büyük hayali olsa gerek. Şimdiye değin Şamanizm'i antropolojik, tarihsel ve dinsel çalışmalar çatısı altında inceleyen araştırmacıların kitaplarını okuduk. Şimdiyse Şamanizm'i arkeolojik buluntular eşliğinde okuma fırsatına erişiyoruz. Türklerin kadim dini Şamanizm Türk'e dair önemli birçok kültürel bilgiyi fısıldıyor bizlere. Peki, Şamanizm'i Güney Sibirya havzasını adımlayarak incelemek istesek nasıl bir çalışma çıkardı ortaya? İşte bu sorunun yanıtı Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Güney Sibirya Arkeolojisi ve Şamanizm kitabıyla ete kemiğe bürünüyor. Arkeoloji disiplinine önemli bir katkı sunan söz konusu kitap; Güney Sibirya Arkeolojisi, Çin Kaynakları Açısından Güney Sibirya Kültürleri, Güney Sibirya'da En Erken İnançlar, Güney Sibirya Şamanizmi ve Güney Sibirya Şamanizmi'nde Kült Objeleri adlarını taşıyan beş farklı bölümden oluşuyor.

Çin kaynaklarında tarih yazıcılığı ve Çin Hanedanlarına ait resmi tarih kitaplarının da incelendiği çalışmada kült kavramı ile de sıklıkla karşılaşıyoruz. Atalar kültü, kutsal yer ve su kültü, ateş kültü, geyik ve güneş kültü bunlardan bazıları. Toplumlar için kutsal olarak addedilen ve zamanla çevresinde çeşitli ritüellerin de yaratıldığı kültler, insanın tabiat ile olan ilişkisine kutsiyet zırhı büründürmesi ile ilişkilendirilebilir. Bugün yerin kulağı var derken sözünü ettiğimiz iyeler, bayram günlerinde ziyaret edilen büyüklerin mezarları, köylerde hâlâ geçerliliğini koruyan ateşin su ile söndürülmemesi geleneği gibi birçok ritüelin çıkış noktası Şamanist inanç sistemine dayandırılabilir. Şaman sözcüğünün etimolojisinin de yer aldığı eser, görseller bakımından da oldukça doyurucu nitelikte.

Serken Çirkin, Neolitik Çağ’dan Ortaçağ’a uzanan Güney Sibirya kültürlerini ve inançlarını titiz bir şekilde ele almış ve kronolojik sırayı da ihmal etmemiş. Sözünü ettiğimiz kültleri, arkeolojik bulgular ve yerel halka ait etnografik veriler eşliğinde karşılaştırmalı olarak incelemiş.

Kitabın arka kapağında yer alan: "Sibirya’da zaman farklı işler; akıp giden yüzyılların orada pek de önemi yoktur. Bu büyük kara parçasında toprak gibi, su gibi, zaman da adeta donmuştur. Süregelen yoğun “kültürel devamlılık” içinde çağların ayrımına varmak, tarihin akışını izlemek son derece güçtür. Ağır aksak işleyen bu tanrısal zamanı aydınlatacak ve onu yeniden okunur hale getirecek kilit sözcük ise Şamanizm'dir." paragrafı okurlara, uzun zamandır büyük bir merakla takip edilen Şamanizm ile ilgili önemli ipuçları sunuyor. Çünkü kimi olumsuz durumların ve sapkın inanç sistemlerinin, hain cemaat yapılanmalarının ülkemizi kemirdiği günümüzde karanlığımızı aydınlatacak fikirlere sığınmaya ihtiyacımız var. Aydınlığın meşalesini elinde tutan Türklerin, Ergenekon'dan çıkarken ellerinde tuttukları bengü aydınlık kaynağı da aslında Şamanizm'den başkası değildi.

Yeryüzünün en kadim inanç sistemi olarak nitelendirebileceğimiz Şamanizm, Ural-Altay halklarının bir anlamda ortak bilinçaltıdır. Duvarımızdaki nazarlık, aynadaki suretimize dair inanmalarımız ve hatta atasözlerimiz de bunun güzel yansımalarıdır. İşte hayatımıza tezahür etmiş olan Şamanizm'i ve ona dair arkeolojik buluntuları okumak, okurken de kendimize doğru bir yolculuğa çıkmak için bu çalışmaya raflarımızda ve belleğimizde mutlaka yer açmalıyız...

Ömer Ünal
twitter.com/omer__unal

6 Ağustos 2019 Salı

Geçmişle gelecek arasında

Edebiyatın ve sinemanın en ilgi çekici mekânlarından biri akıl hastaneleri olmuştur. ‘Normal’ insanların nezdinde buralar, dışarıdan herhangi bir şekilde bilinmeyen, yüksek duvarlı, içeride hastalara ne yapıldığı sır gibi saklanan mekânlar olduğu için, bu tür yapılar hakkındaki merak duygusu hep yüksektir. Çünkü bilinmeyen, gizlenen merak edilir. Bilinmeyen, gizlenen fısıltılı konuşmalara neden olur. Efsanelere, olağanüstü ögelere gebedir bilinmeyen.

Bize, bu gizlenen duvarlar arasından sesleniyor bu kez Nermin Yıldırım. Bir akıl hastanesinden, buraya ne sebeple kapatıldığını bilmeyen bir ‘hasta’nın -Esin’in- ve bu hastalara refakat eden hemşirelerden Rikkat’in gözünden sesleniyor. Tek bir yerden değil, hem parmaklıkların içinden hem de parmaklıkların dışından bir bakış açısı getirerek okura çift yönlü bir okuma imkânı sunuyor diyebiliriz.

Rikkat ve Esin romanın iki başkahramanı. Başka karakterler de romanda etkin oluyor. Fakat; Canan, Adalı Yakup ve Rikkat’in ölmüş annesi dahi romanda hatırı sayılır yer bulsa da, Nermin Yıldırım iki karakter üzerinden ana hatlarını belirliyor romanının. Esin, henüz yirmilerinin başında, akıl hastanesine kapatılmış bir hastayken Rikkat altmışında, yalnız yaşayan, işinden başka hiçbir meşguliyeti olmayan bir hemşire olarak tasvir ediliyor kitapta. Bir ‘Abla’ olarak. Zaten hastaneye ‘Ev’, erkek çalışanlara ‘Abi’, başhekime ‘Baba’, hastalara da ‘Misafir’ olarak hitap ediliyor burada tuhaf bir şekilde. Hatta kesin emir şeklinde uygulanıyor bu durum.

‘Ev’ kısmıyla başlıyor kitap. İlk anlatım hakkını Esin’e veriyor yazar, o da yaşadığı yeri ve oradakileri hem tanımaya hem de tanıtmaya çalışıyor: Sustuğu konuştuğundan ağır tutan, konuşsa bile birbirini pek anlamayan, kendi isteği dışında bir araya gelmiş uyumsuz bir kalabalığız.

Kitap, sonuna kadar bir bölüm Esin’in bir bölüm Rikkat Hanım’ın bakış açısından ve ‘ben’ diliyle anlatılıyor. Bu ikilinin zaman zaman birbirlerinin bölümlerine ‘misafir’ olduklarını da görüyoruz. Bu misafirlikte karşısındakini etkileyen daha çok Esin oluyor. Fakat Rikkat Hanım’ın Esin’in hayatını en temel bir şekilde etkilemesi, bunu çok da bilinçli yapmaması kitabın sonuna da etki ediyor. ‘Spoiler’ vermemeye dikkat ederek söyleyecek olursak, bir bakıma hayatını kurtarıyor Esin’in ve bunu okur sonlara doğru net bir şekilde öğreniyor. Çünkü Rikkat Hanım, onu hiç doğmamış çocuğu yerine koyuyor adeta.

Hikâye, ilk kısımlarda naif bir şekilde ilerliyor. Başlarda hikâyedeki en çok merak edilen unsur Esin’in ‘Ev’e niye düştüğünü hatırlayıp hatırlayamayacağıyken, sonraları yazar birkaç dış unsurla merak duygusunu körüklemeye çalışmış. Bazı unsurlar yapay dursa da romana bir hız da katmış diyebiliriz. Çünkü başından sonuna, 329 sayfa, bir hastanın ve bir hemşirenin kendi psikolojilerini ve geçmişlerini temel alan iç konuşmalar okumak okurun sıkılmasına neden olabilirdi.

Aslında sert bir kitap Misafir. Çünkü iki başkarakterin ikisi de ‘kaybeden’ rolünde olduğu için psikolojileri de bu minvalde akıyor. Fakat Nermin Yıldırım iki karakteri de okura sevdirmek için çaba sarf etmiş. Hem Esin hem Rikkat Hanım çevremizde çok rahat görebileceğimiz tipler ve yazar da karakterleri iyi işlediği için gerçeklik sorununu aşmış. Burada soracağımız soru şu olabilir: Hastane sahnelerinin gerçekliği ne durumda? Yazar, burada biraz eksik kalmış diyebilirim. Evet, hastaneye ‘Ev’ denilmesini isteyen bir yönetim var ve bu, koşulları iyi tutmanın bir adımı olabilir ama çok yumuşak ve dolaylı bir şiddet anlatımına gitmeyi tercih etmiş yazar. Daha çok karakterlere odaklanmış diyebilirim.

Bir hesaplaşma romanı Misafir. İki karakterin de kendiyle hesaplaşması ya da savaşması. Biri –Rikkat Hanım- geçmişte kaçtığı her şeyle, öldükten sonra salonuna ‘misafir’ olan annesinin ruhu sayesinde bir hesaplaşmaya giriyor ve buradan kazanıp çıkıyor. Altmışında da olsa bırakmıyor hayatla ve geçmişle ve savaşmayı. Diğeri –Esin- belki hayatta çok şey görmese de gördüğü kısımlarla ve görmediği geleceğiyle ilgili bir savaşa giriyor. Hafızasını da alıyor karşısına. Hatırlamaya çalıştıkları da romanın ayrı bir kısmını oluşturuyor. Bu noktada ufak bir eleştiri getirmek mümkün. Esin’in annesi kim? Yani bir annesi var, Esin onu hatırlamaya çalışıyor, tıpkı hastaneye niye düştüğünü hatırlamaya çalıştığı gibi. Ama anne sadece Esin’in bölük pörçük hafızasında var. Evet, bir gizem oluşturmuş yazar bu kısımla ilgili ama en azından kitabın sonunda anne karakterine bir değinilse daha başarılı olabilirdi.

Bu tür kitaplarda, yani ikili anlatımın kullanıldığı, farklı farklı karakterlerin bakış açısından anlatılmaya çalışılan kitaplarda dikkat edilecek en önemli hususlardan biri, yazarın karakterlerin iç seslerini ve diyaloglarını o karakterin ruhuna büründürüp büründüremediğidir. Yani, yirmi yaşında ve hastanede hasta olarak bulunan bir genç kızla altmış yaşında ve hastanede hemşire olarak çalışan bir kadının ayrımını okur hissetmiyorsa, bu başarısız bir denemedir. Örneğin Orhan Pamuk da bu sebeple eleştirilir. Sanki hep aynı karakteri konuşturuyormuş gibi yazdığı düşünüldüğü için. (Katılmıyorum, o ayrı) Bu kitap için bir yerde de bu noktayla ilgili eleştiri okumuştum, bu ayrımın yapılamadığına dair. Fakat bu duruma katılmadığımı söylemek isterim. Ben okurken Esin ve Rikkat Hanım arasındaki farkı çok net hissettim. Bunu sadece kullanılan kelimelerden değil, o bölümün havasından da anlamak mümkün. Evet, yazar bazı oyunlar oynamış bu farkı gösterebilmek için. Örneğin Esin’in bölümlerinde daha günümüze yakın kelimeler, ifadeler kullanırken Rikkat Hanım’ın bölümlerinde daha eski diyebileceğimiz (handiyse, nadan vb.) kelimeler kullanmış fakat bunlara da gerek yoktu bence. Çünkü anlatım bu farkı gayet hissettiriyor.

Politik bir duruşu var yazarın. Bunu, okuru rahatsız etmeyecek şekilde güncel siyasi olaylara dokunarak belli ediyor. Fakat Esin’le ilgili, kitabın sonunu da etkileyen durum, güncel politikadan ziyade bence bir totaliter ve acımasız devlet anlayışı eleştirisi. Anlattığı gerçek olabilir mi? Elbette. Paranoya olabilir mi? Elbette. İnanıp inanmamak okura kalmış.

Misafir, Nermin Yıldırım’ın son kitabı. Hep Kitap etiketiyle yayımlandı. Hep Kitap iyi eserler neşrediyor. Özellikle Nermin Yıldırım’ı zamanında Doğan Kitap’tan transfer etmesiyle kalitesini daha da artırdı. Takip edilmeye değer bir yayınevi olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Muhafazakârın dönüşümü

Türkiye’de dini değerleri önemseyen kesim ‘muhafazakâr’ olarak adlandırılıyor. Bu kullanımın teknik olarak yanlış olduğunu düşünsem de, (-ki her görüşün muhafazakârı vardır) genel kabul bu yönde olduğundan anlamın oluşması ve meramın aktarılması için istemeden de olsa kullanmak icap ediyor. O hâlde, bu galatımeşhurdan hareketle şöyle bir tespit yapabiliriz: Türkiye’nin muhafazakârları gelenek ile modernite arasında sıkışmış durumda ve bir türlü kurtulamıyor. Gerçi kurtulmak istiyor mu, o da ayrı bir muamma. Ama zihinleri zorlayan bir değişime tanık olduğumuz su götürmez bir gerçek. Ortada sosyolojik bir vaka var ve engellenemezliğinin bütün ihtişamıyla yaşanmaya devam ediyor. Sonuç itibariyle toplumsal yapı muazzam bir dönüşüme uğruyor. Öyle yetmişler, seksenler ya da doksanlardaki gibi gettolaşan bir kırılma değil bu. Aynı yörenin ya da aynı değerlerin insanlarının banliyöleşmesinden çok farklı. Dikey ve yatay hareketlilikten öte sıçrayan bir yayılım var. Sosyal gruplar arası sıçramalar sırasında farklı dünya görüşlerinin kapitalizm düzleminde karşılaştığını görüyoruz. Bu durum da hâliyle bir çakışma ve/veya bir çatışma ortamı doğuruyor. Zaten geçmişinde bilinçli şekilde örgütlenememiş sağ, sol ya da diğer ideolojik ayrımlar yıkıma uğrarken; yıllardır ‘ötekine’ kapalı şekilde yaşayan farklı görüşlere sahip bu insanlar ortak bir alanda karşılaştığında gardlar alınıyor. Kimsenin kasıtlı ya da planlı olarak bir şey yaptığını düşünmüyorum. Bizleri buraya getiren, seçimlerimiz neticesinde hayatın karşı konulamaz akışı sadece. Sebebi de çok açık. Yaşam biçimimizi belirleyen ve şekillendiren paradigma bizlere bu hayat tarzını dayatıyor. Söz konusu paradigma içinde farklı bir yaşamsal alternatife de yer yok. Değişim ve dönüşüm bu paradigmaya eklemlenerek gerçekleşiyor.

Mevcut durumu yanlı ya da yanlış okuyanlar yüzünden toplumsal değişimin tek taraflı olduğu gibi bir algı var. Örneğin Türkiye’de sol düşünce daha az değişime uğradığı kanısında ve bu konuda ısrarlı. Fakat canlı örnekler bunun tam tersini gösteriyor. Bugün sol düşünce koruma refleksiyle hareket ediyor. Evrensel ölçülerde sol ile alakası olmayan amorf bir yapı olarak kapladığı alanı kaybetmemek derdinde. Bu da bir nevi muhafazakârlık oluyor aslında. Diğer yandan bu yazının asıl konusunu oluşturan ‘sağ’, ‘dindar’ ya da ‘muhafazakâr’ denilen kesim muazzam bir dönüşümü göstere göstere yaşıyor. Bunda nitelik gibi niceliği de belirleyici bir etken olarak görebiliriz. Çoğunluğu sağ olarak tanımlanan toplumdaki değişim sayısal orana orantılı olarak (sağ kesimde) daha fazla yaşanmış (gibi) oluyor. Sonuç itibariyle değişimin sağ kesimde daha fazla olduğu ‘yanılgısı’ oluşuyor. Burada, sağ muhafazakârlığın daha fazla göze batmasının asıl nedeni kamusal alanda eskiye nazaran daha fazla görünür olması diyebiliriz. Meseleye din ve dindarlık gibi kavramlar da dâhil edilince karşıt görüşlere önemli bir alan açılıyor ve konu geliyor siyasal İslam’a. Modern dünyada dinin sorunlara yol açtığı görüşünden hareketle sorunun dine intisap edenlerin anlayış ve davranışlarında değil dinin kendisinde olduğu algısı oluşturuluyor. İslamcılığın bir sömürü çeşidi olmasından girilip, dinciliğin faşizanlığa yol açtığından çıkılıyor. Şahsen çok önemli bir noktanın atlandığını düşünüyorum. Dindar ya da İslamcı denilen kesim kamusal alanda görünmeye başlamadan önce de aynı kültürel kodlara sahipti. Bu kodlar imkanı bulunca genleşti, genişledi, büyüdü ve artık kendine yetmeyen alanının dışına taştı. Taştığı alan, o bölgeyi daha önce ele geçirmiş olan sol ve türevleri tarafından kontrol ediliyordu. Kamusal alan tümüyle onlara aitken bu ‘büyük yeni ortak’ işi zora sokmaya başladı. Sol için amaç herhangi bir üst değer değil, ‘türedi ortağa’ engel olmaktı. En nihayetinde şunu söyleyebiliriz: Sosyo-kültürel kodlarımızda yer alan bu temel sorun sadece dindar ve/veya sağ muhafazakârlığın değil, bu topraklarda yaşayan her türlü görüşe sahip insanların ortak özelliği olarak ortada duran bir gerçeklik olarak kabul edilmek zorunda. Tabi dişe dokunur, işe yarar bir netice elde edilmek isteniyorsa.

Mustafa Everdi’nin Metropol Mücahidi adlı eseri yukarıda değinilen mutaassıp kesiminin girmeye başladığı modern ortamların yabancısı olduğu için yaşadığı trajedinin kitaplaşmış hâli diyebiliriz. Gelenek ile modernite arasında kalmışlığın ya da öz değerlerinin değişime uğraması sonucu savrulmuşluğun göstergesi olarak karşımızda duruyor. Tam olarak nerede olduğunu bilememenin ve kesin olarak nereye ait olduğunu kestirememenin şaşkınlık hâli; bir tuhaf araftalık.

Bilge Kültür-Sanat tarafından yayınlanan eser yüz altmış sekiz sayfadan oluşuyor. Kitapta on bir öykü bulunuyor. Öykülerde geçen olaylar birbirinden bağımsız olsa da aynı karakterler üzerinden kurgulanmış olması roman havası veriyor. Dolayısıyla karakterlere önceki öykülerde aşina olunduğu için romanın bölümleri gibi okunuyor. Kitabın birden fazla belirgin özelliği var. Öncelikle yayıncı ismine “hibrit”, “alaşman” dediği farklı bir türü denemiş. Hibrit ya da alaşman metin okuyucuyla etkileşim hâlinde yazılan eserler için kullanılıyor. Bu tür ilk defa Rus edebiyat bilimci Mihail Bakhtin (1895-1972) tarafından sözü edilen “deneysel edebiyat”ın bir parçası olarak tanımlanıyor. Kitaptaki öykülerin bir sosyal medya hesabı üzerinden farklı zamanlarda bölüm bölüm yayınlamasından hareketle “dijital edebiyat” olarak tanımlamak da mümkün. Okuyucunun katılımı burada devreye giriyor ve her bölümün sonundaki yorumlar hem diğer okuyuculara hem de yazara katkı sunuyor. Sosyal medyada yayınlanan öykülere gelen yorumlar kitapta bölüm sonlarına eklenmiş olduğunu görüyoruz. Yorumlarda eksik ya da başarılı bulunan yönlere dair eleştiriler yer alıyor. Bu sayede okuyucunun metnin devamında etki edip etmediği ölçümlenebilir hâle geliyor. Benim izlenimim yazarın yorumları dikkate aldığı yönünde oldu.

Kitaptaki bir başka önemli özellik üslup olarak göze çarpıyor. Kullanılan dil oldukça sade fakat çok fazla alıntı, atıf ve detay bulunuyor. Bu sayede ortaya çıkan metinlerarasılık oldukça zengin bir okuma sunuyor. Metnin bu özelliğinde yazarın entelektüel birikiminin önemli bir etkisi olduğu muhakkak.

Metnin en önemli özelliklerinden bir diğeri yazarın hüzünlü bir hiciv dili kullanması diyebiliriz. Düşündürürken tebessümü eksik etmiyor yüzden. İmgelemelerin, betimlemelerin, vurguların hakkı fazlasıyla verilmiş. Anılarından bahsediyor gibi yazan Mustafa Everdi’nin oldukça güçlü bir gözlem yeteneği olduğu görülüyor. Kurgu konusunda küçük hatalar olsa da hem bağımsız olarak öykülerde hem de kitabın tümünde bir bütünlük sağlanmış diyebiliriz. Anlatıcı olarak öykülerin başkarakterinin ağzından birinci tekil şahıs kullanılmış. Bu sebepten yer yer başkarakterle yazar bütünleşmiş gibi görünse de genel olarak başarılı bir akış çıkarılmış ortaya. Bunun dışında her bir öykü merak duygusunu kaybettirmeden okutuyor kendini. Belki sonlardaki bir iki öykünün gerekli olup olmadığı tartışılabilir. Zira bir yerden sonra metnin kendini tekrar ettiği düşüncesi gelişiyor.

Bunca teknik detaydan sonra haklı olarak öykülerde neler anlatılıyor diyebilirsiniz. Kısaca girişte bahsettiğim konular anlatılıyor. Esved ismiyle müsemma Ankaralı dindar bir esnafın ailesiyle birlikte modern hayata karşı durumu ele alınıyor. Esved ile ailesi kapitalizmin dayattığı yaşam biçimine direnme ve entegre olma arasında gidip gelmektedir. Kitapta bu aşamaya nasıl gelindiğinin izleğini sürmek mümkün. Toplumsal etkenlerden ziyade geleneksel yapıdan kopuşta siyasi yapının tesiri açıkça görülüyor. Muhafazakârların yaptığı gidişe ayak uydurarak tüketim kültürünün bir parçası olmaktır. Kitabın bana göre en önemli özelliği baştan sona bir özeleştiri metni olması. Dindar kesimin ne iken neye dönüştüğünü açıkça gösteriyor. Metropol Mücahidi’nde sadece modernizmin sularına kapılan Müslümanlık değil, geleneksel anlayışa sahip Müslümanlık da eleştiriliyor. Her ne kadar yüzleşmek istemesek de, Mustafa Everdi bizi bize anlatıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Edebiyatın iyileştirici gücü adına

"Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir."
- Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

Kitap okumaya hangi yaşlarda başlamış olursak olalım, lise çağlarımızdan itibaren okuduğumuz kitaplar bizde bir şekilde etki bırakıyor. Özellikle de tutunduğumuz, sürekli yöneldiğimiz yazarlar oluşmaya başladığında kendi hikâyemiz de biçimlenmeye başlıyor. Önce bir yazarla başlıyoruz, o yazarın eserlerini okuyoruz, hayatını ve hakkında yazılanları okuyoruz. Derken yanına başka yazarlar ekleniyor ve kadro genişliyor. Bu kadro ne kadar genişlerse genişlesin, "benim yazarım" dediklerimiz hep bir yanda duruyor, onlar as kadro, esas ekip, çekirdek aile gibi. Yıllar geçtikçe "dur bir daha okuyayım şunu" dediğimiz yazarlar kimlerse, onlardır bizim yazarlarımız. Hayatımıza renk katanlar da onlar hayatımızı karartanlar da.

Mine Özgüzel, İstanbul Üniversitesi Umumi Psikoloji bölümünden mezun olduktan sonra mesleki yaşamına Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Çocuk Nöroloji servisinde başlamış. Daha sonraki yıllarda, Şişli Etfal Hastanesi’nde Nöropsikiyatri Kliniği’nde çalışmalarına devam etmiş. Yani insanla, insanın iç dünyasıyla uğraşmış hep. O da lise yıllarında edebiyatla esas manada tanışmış ve her yazar ona farklı kapılar açmış. Varoluşçu terapiye olan merakı böyle başlamış. Peşinden diğer yazarlarını keşfetmiş ve ömür boyunca onlardan ayrılmamış. Bu birlikteliği, varoluşunu anlamlandıran ve insanlara dair meslekî çalışmalarına yön veren bu okuma-anlama-yazma deneyimlerini Edebiyat Terapi kitabında toplamış.

Bu kitabı ortaya çıkarana kadar uzunca bir süre, hep yaptığı gibi yazdığını, okuduğunu ve anlattığını söylüyor Özgüzel. "Çocuklara, çocukluğa ulaşmak istedim, belki de kendi çocukluğuma..." diyor. Çünkü çocukluğa giden yol, her seferinde farklı bir bilgiyi getiriyor. Gelen bir eksiklik olsa da tamamlanmak için kapı aralıyor, yeni keşiflere yön veriyor. Kendini okuyabilmenin en keskin, en zorlu ve en acımasız yoludur çocukluğa giden yola çıkmak. Öte yandan, okumanın ve edebiyatla hemhal olan bir insanın sıradan yaşamadığını, istese de sıradan yaşayamayacağını söylüyor yazar. Elbette bunca sene okuduğu kimseler de ona rehber oluyor: "Bu yazarlar beni içbenimle buluşturmanın yanı sıra beni konuşturdular da. Benim için en büyük değer, içsel varlığımı kendimin algılaması. Onu başka bir insanın algılayacağına dair bir beklentim yok çünkü bunun doğada zaten gerçek olmadığına inanıyorum. Gerçek olmayan bir şeyi yapmak yerine içbenimle ve kendi gerçeğimle buluşmayı çok daha doyurucu ve değerli buluyorum."

İnsanları daha derine inmeye ve iç konuşma yapmaktan kaçınmamaya yönelten bir yazar Mine Özgüzel. Edebiyat Terapi'yi okur ilk eline aldığında sadece 'yazarlara dair bir şeyler' okuyacağını zannedebilir. Ancak içerik son derece sarsıcı bir kurguya -belki de kurgudışılığa- sahip. Özgüzel, kendinde iz bırakan yazarı anlatmaya başlarken çocukluğundan başlıyor, kendi çocukluğundan. Muhakkak bizi bir hikaye bekliyor orada. Bu hikâyelerin birçoğu hepimiz tarafından yaşanılması son derece olası ve hatta yaşanılmış şeyler. Böylece ebeveynler için de ortaya küçük bir 'çocuğu doğru okuma' kılavuzu da çıkmış oluyor. Çocukluğunda yaşadığı şeyleri anlattıktan sonra, o şeyin nasıl değiştiğini ya da değişmeye doğru bir yol bulduğunu anlatırken de Özgüzel'in yazarını tanıyoruz. Onun çocukluğunu ve Özgüzel'in onunla ne zaman ve hangi koşullarda tanıştığını, kendisinde nasıl bir etki bıraktığını, yaşamının türlü zamanlarında nasıl yararlandığını, tekrar tekrar neden okuduğunu ve hatırladığını...

Kimler var kitapta? Liste kısa ve öz: Virginia Woolf, D. H. Lawrence, Jean-Paul Sartre, Franz Kafka, Stefan Zweig, Dostoyevski, Albert Camus, Andre Gide, Simone de Beauvoir...

Çocuklukta yaşanılan ruhsal algıların kişiliğin oluşumu üzerindeki etkisi, anne-baba-çocuk üçgeninde sağlıklı bir denge kurmanın önemi, bir başka insanın sorumluluğunu yok ederek hiçbir sorumluluğun var olamayacağını, ilişkilerin risk dolu cephelerini, siyasetin toplum ve dolayısıyla birey üzerindeki yıkıcı etkilerini, sahiden sevmenin değerini, ihtiyaç denen şeyin sinsi sinsi alışkanlığa dönüşmüş tuzaklar yumağı olduğunu, insanın mutlaka ama mutlaka yaşamını anlamlı kılacak şeylerle bir bağ kurması gerektiğini, yüzleşmenin ve kabullenmenin insanın bundan sonraki yaşamında nasıl bir ferahlık alanı açacağını, teknolojinin güvensizliğe ve kentleşmenin özgürlüğe olan müdahalesini, insanın yalnızlaşarak değil toplumla bağ kurarak sağlıklı yaşayabileceğini, yalnız kalmanın düşünme ve üretme sürecinde vazgeçilmez olduğunu, iyileştirici özellikteki şeylerle buluşabilmek için dünyaya öfkeyle ve nefretle bakmaktan vazgeçmek gerektiğini ve daha birçok 'hayati detay'ı sayfalar arasında okumak mümkün.

Bugün hâlâ Dostoyevski okunuyor çünkü o, insanı derinlemesine işledi. Hala Zweig okunuyor çünkü onun Freud'la yaptığı savaştan çıkan metinlerle biz insanın içinin dış dünyadan daha karmaşık olduğunu gördük. Woolf bizlere, kendimize ait zamanın ve mekanın ne olduğunu hatırlattı. Sartre, her geçen gün daha çok konuşulan 'kendini gerçekleştirme' meselesini Jung'tan alarak kişisel isyan ateşiyle genişletti. Camus, varoluşçu felsefenin kavramlarına takılı kalmayıp onların ruha dokunan taraflarını en yalın biçimiyle aktardı. Gide, bilhassa çocuk psikolojisini ve Oedipus kompleksini mitolojiden de yararlanarak en ayrıntılı hâliyle sundu. Simone, insanın kendi iç ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihtiyacı olan şeyleri düşünce, ruh ve duygusal iç bağlar olarak açıkladı. Lawrence, bağımlılıklardan kurtulmadıkça insanın canlı kalamayacağını hem yaşamıyla hem de yazdıklarıyla anlattı. Kafka, özellikle Babaya Mektup'la bize bütünüyle gerçek ve psikolojik bir eser sunarak "sen busun, ben de buyum!" demenin önemini bilinç düzeyinde gösterdi. Özgüzel'in Kafka'ya dair söylediği bir şey daha var ki çok önemli: O, her insanın ve hatta Freud'un bile kaçtığı bilinçaltının gerçekliğini kabul edip bize veren insandır.

"Bakmak, görmek, gözlerle değil içsel varlıkla, içbenle olur. İçbenle görebilmek için kendimizi sahip olma hırsından sıyırıp dıştan içe girmemiz lazım. İçselleşemediğiniz müddetçe yaşadığınız yaşam körlüktür ve o körlüğün içinde yaşanılan hiçbir şey gerçek değildir" diyor Özgüzel ve şu önemli pratiği sunuyor: "Her insanın içindeki giz kendi içselliğinde saklıdır, onu yakalayamadığımızda kendi varlığımızın sadece suretini yaşarız. Ve kendisini çelişkilerinin karmaşıklığından doğuran büyük deha hepimize seslenir: Geç kalınmışlık diye bir şey yoktur. Bedeli ne olursa olsun toplumsal ben denen sırtımıza giydirilmiş şu eğreti elbiselerden sıyrılalım ve kendi içsel benliğimizin saflığına, çıplak gerçeğimize geri dönelim."

Edebiyatla psikanalizi yan yana koyunca Adam Phillips'i anmamak olmaz. Oldukça güzel eserler ortaya koymuş bu deli adam, edebiyat ve psikanaliz üzerine denemelerinden oluşan -zaten hep deniyor, her şeyi deniyor!- kitabı Hep Vaat Hep Vaat'te "İyi bir şair olmak insanı iyi bir psikolog, derin iç görüye sahip biri yapar, ama görünüşe göre iyi bir psikolog olmak insanı iyi bir şair yapmaya yetmemektedir." der. İyi edebiyat okurları bu sözün gerçekliğini defaatle görmüşlerdir. Bazen bir şair iki dizesiyle ruhumuzu açar, bazen bir roman kaçtığımız her duyguyu hatırlatır, bazen bir öykü yitirdiğimizi sandığımız duygularımızı koca bir sandıkla yeniden getirir. Böyledir edebiyatın gücü. O, çoğu zaman oyun gibi görünürken gerçeği içimize işler. Gelişim psikolojisi tarihinin büyük ismi Donald Winnicott da Oyun ve Gerçeklik'de bu ayrıntıyı cımbızlar: "Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanmaz, hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir ve bu gerilimden kurtulma imkânını sağlayan, sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir (sanat, din, vs.). Bu ara bölge, oynarken "kendini kaybeden" küçük çocuğun oyun alanıyla doğrudan bağlantılıdır."

Kitabı bitirmeme yakın bir zamanda Mine Özgüzel'in Yekta Kopan'la Yazar Söyleşileri'ne konuk olacağını öğrendim. Bir not kâğıdı aldım -tam burada çocukluğuma döndüm- ve "Her insanın yazmak istediği türden kitaplar vardır, size çok teşekkür ediyorum" yazarak arkadaşlarımdan kendisine iletmelerini ve mümkünse kitabımı imzalamasını rica ettim. "Edebiyatın iyileştirici gücü adına, sevgilerimle" diyerek imzalamış Mine Hanım, sağ olsun var olsun. Var olalım. Varlığın kıymetini bilelim. Esas yokluğa belki orada ulaşırız...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf