30 Eylül 2021 Perşembe

Çin malı

Koşullanmış zihinlerimiz ‘Çin Malı’ ibaresini görünce doğrudan kalitesizlikle ilişkilendiriyor. Günlük hayatta karşılaştığımız örnekleri görünce pek de haksız olduğumuz söylenemez. Diğer yandan meselenin özgünlük, estetik, etik ve telif (mülkiyet) gibi birçok yönü bulunuyor. Yalnız meseleyi çok daha ilginç hâle getiren ve pek göz önüne getirmediğimiz önemli bir durum var. Küresel anlamda marka olan ve kalitesiyle bilinen çoğu firmanın üretim ya da malzeme temin yeri Çin. Onu ekonomik anlamda dünyanın en büyük aktörlerden biri yapan bu özelliğinin tek nedeninin ucuz iş gücü olmadığı muhakkak. Türkiye’de artık bir kitlesi oluşmuş olan Byung-Chul Han’ın Çakma adlı eseri korunun bu yönünü anlamaya yardımcı oluyor. “Çince Yapıbozum” alt başlığıyla Telemak Kitap tarafından neşredilen eser Sibel Atam tarafından çevrilmiş. Seksen altı sayfa olmasına rağmen içeriğinin yoğunluğu göz dolduruyor.

Çin kültürü ve sanat tarihiyle ilgili beş kavramı ele alan Han, taklit/kopya/çakma anlayışının Batı ve Uzak Doğu düşüncesinde nasıl algılandığını ortaya koyuyor. Han’ın analiz ettiği beş kavram düstur (quan), orijinal (zhen ji), eğlence mühürleri (xian span), kopya (fuzhi) ve çakma (shanzhai) şeklinde sıralanmış. Ayrıca kitapta ele alınan konularla ilgili görsellere yer verilmiş. Uzak Doğu düşüncesi ile Batı’nın kopya/taklit anlayışı ve resim alanındaki sanat sahteciliği konularında örnek olarak verilen görseller hem içeriği zenginleştiriyor hem de konunun anlaşılmasına katkı sunuyor.

Yazar kitaba Çin toplumu ve düşüncesinin Batı’da nasıl algılandığına değinerek başlıyor. Bu durum George Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) etnosentrik görüşüyle özetlenmiş. Buna göre Batı düşüncesinin temelinde var olan töz’e dair anlayışın ahlaki açıdan onu üstün kıldığına yönelik ön kabulü ortaya çıkıyor. Diğer yandan Çin’de olduğu gibi Doğu felsefelerinin temelinde var olan Budizm veya Taoizm’in varlık, yokluk ve hiçliğe dair esnek tutumu o toplum veya kültürdeki aldatma ve yalancılığı doğallaştırmanın ötesinde (yalancılık, ahlaksızlık ve şeref yoksunluğunu) meşrulaştırdığı düşünülüyor.

Han, Batı ve Çin düşüncesi üzerine karşılaştırmalı felsefi çözümlemeler yapıyor. Çin düşüncesinin esnek, değişim ve dönüşüme açık, sabitesiz, tözsüz, pragmatik oluşu gibi nitelemeler kadar karşılaştırması yapılan Batı düşüncesinin kendini bunun tam tersiymiş gibi konumlandırması da tartışmaya açık bir konu.

Diğer yandan yazar aradaki temel farkın varlık konusundaki anlayış olduğunu belirtiyor. Batı düşüncesinde Varlık sadece kendine benzeyendir ve kopyasının olması istenmez. Monomorfiktir. Özgünlüğü ve saf kimliği bozmaya yönelik her türlü teşebbüs şeytanidir. Bu yüzden taklit edilmesinin, çoğaltılmasının önüne geçilmek istenir.

Han’a göre Uzak Doğu düşüncesinde varlık monomorfik değildir, süreç içinde çok biçimli ve katmanlı şekilde oluşur. Çin’de yapılan bir eser hiçbir zaman tamamlanmamıştır. Üzerine her zaman eklemeler yapılarak değişime uğratılır. Her ekleyici bir iz bırakır. Eser ne kadar çok iz taşırsa o kadar değerlidir. Dolayısıyla Uzak Doğu düşüncesi yapıbozumcudur. Çin düşüncesine göre bir eser ne kadar fazla yapıbozuma uğratılır, ilk hâlinden ne kadar çok başkalaşır ve yeni anlamlar yüklenirse değeri o kadar artar.

Yazar konuyu daha çok sanat (felsefesi) anlayışı üzerinden ele alarak öz ve özgünlük konusundaki düşünce ve eylem farklılığını vurguluyor. Bu bağlamda Çin’de sanat eserinin gerçeklikten ve ruhtan yoksun olduğu çıkarımı yapıyor. Çin’de sanat eseri durmadan farklı ve ilgisiz bağlamlardan eklemelere uğratılarak değiştirilir. Bu durum onun gerçek ile bağını kopararak sahteliğe açık hâle getirir. Özgün ve sahte olan önemsizleşir ve kolaylıkla yer değiştirir. Han’a göre bunun nedeni Antik Çin’de öğrenmenin özellikle kopyalama pratiği üzerinden yapılmasıdır. Bu işlem sadece öğrenme değil aynı zamanda eser sahibine duyulan saygıyı belirtme ve övme için yapılır. Fakat pratik öğrenme biçimi olarak kullanılan kopyalama yöntemi sahtekarlığın önünü açmıştır. Çünkü bu anlayışta bir kopya ne kadar başarılı ise kopyalayanın yeteneği o kadar büyüktür. Kopyanın benzerliği değerini artırır ve bu durum eser sahibi ve kopyacının eşit iki usta olduğunun kanıtıdır. Batı’da kopya ya da taklit eserler yapılsa bile bunun belirli ilkeleri vardır. Öncelikle özgün bir sanat eseri sayılamazlar ve telif kesinlikle orijinal olanındır. Yazar iki anlayış arasındaki farkı “Çin’de sanat sahteciliği hiçbir zaman Batı’da olduğu gibi karanlık anlamlar çağrıştırmadı.” (s. 19) şeklinde özetliyor.

Han, Çin’de iki tür kopya anlayışı olduğunu söylüyor. Bunlardan ilki, doğrudan sahteliği kabul edilen türdür ve belirli yerlerde satın alınabilen küçüklü büyüklü modellemelerdir. İkincisi ise özgün olanla birebir ölçülerde üretilir ve aslı kadar değerli addedilen türüdür. Bu açıdan Batı ile temelden bir ayrılma söz konusudur. Batılı düşüncede kopya ürünün orijinal olanın yerine kullanılması söz konusu edilemez.

İki düşünce arasındaki bir başka farklılık tarihi eserlere bakıştır. Batı’da tarihi eserler onarılırken eski olan izler özellikle vurgulanacak şekilde yapılır. Özgün parçalara kutsal gibi özen gösterilerek korumaya alınır. Uzak Doğu düşüncesinde ise koruma yeniden yapma ve çoğaltma ile sağlanır. Gerektiğinde tamamen yıkılarak yeniden yapmak söz konusudur. Bu anlayışın temeli doğa ve canlılıktır. Çünkü doğa ve canlılık her an yenilenmektedir. Bu açıdan özgün ve kopya olan sorgulaması yapılmaz. Uzak Doğu düşüncesindeki eskiyi yıkarak yeniden yapmak ölümü de içeren bir canlılık anlayışının karşılığıdır. Bu bir döngüdür ve ancak bu sayede ölümün ötesine geçerek var olmaya devam edilir: “Sadece tekrarlar ve kopyalar vardır.” (s. 75)

Han, “Çin üretim teknolojilerini yapma değil tekrar, devrim değil yineleme, arketipler değil modüller”in (s. 75) belirlediğini ifade ediyor. Modüler üretimde söz konusu olan biriciklik-özgünlük değil standart-kalıplardır. Amaç yeniden üretilebilirlik odaklı çeşitleme ve değiştirme olanağı sağlayan seri üretimdir. Üretilen şey değişen, dönüşen doğanın bir parçası gibi düşünülür.

Yazar son bölümde kitaba adını veren ve metnin yazılış amacını içeren kopya/taklit/çakma anlamına gelen ‘shanzhai’ kelimesini analiz ediyor. Yazılanlardan bu kelimenin siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve teknolojik açıdan Çin’de çok etkin olduğunu anlıyoruz. Çincede yeni bir kelime olan ‘shanzhai’ hayatın her alanını kuşatmış, shanzhaizm, shanzhai kültürü, shanzhai ruhu gibi ifadeler oluşturulmuştur. Yazar bu durumun ilk olarak cep telefonları ile başladığını belirtiyor. Evvela küresel markaların shanzhai ürünleri piyasaya sürülmüştür.

Han, shanzhai ürünlerin özelliklerini sıralarken özgünleriyle kıyaslandığında onlardan aşağı kalmadıklarının, çabuk uyum sağladıklarının, son derece gelişmiş ve işlevsel olduklarının altını çiziyor. Hatta shanzhai ürünlerin özgünlerine nazaran fazladan özelliklere, ekstra fonksiyonlara sahip olması beklenmektedir.

Han’a göre shanzhai ürünlerin isimleri özgün marka isminin kombinasyonlarından veya küçük değişimlerinden oluşturulur. Ekonomik tekellerin tekerine çomak sokan bu üretim alaycı, tahripkar ve Dadaist bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı sisteme karşı bir yapıbozumdur ve isimlendirme açısından da nüktedanlık içerir. Bu yolla eskinin üzerinde değişiklik yaparak, başkalaştırarak, dönüştürerek yeni bir form kazandırılır. En önemlisi ise “Shanzhai ürünler kasıtlı olarak kadırma girişiminde bulunmaz.” (s. 81) Özgün olmadıklarını açıkça belli ederler fakat özgün kadar gerçektirler.

Üründen öte tarihi sosyo-kültürel bir anlayışı içeren shanzhai olgusu melezleme yoluyla işler. Örneğin Maoizm, bir tür Marksizm’in shanzhai üretimidir. Han, Çin düşüncesinde komünizm ile kapitalizm arasında bir çelişki aranmadığını, çünkü Çincede çelişki kavramının bulunmadığını belirtiyor. Sürekli değişim ve dönüşümüyle Çin komünizmi shanzhai bir model olarak melezliği barındırır ve ileride shanzhai bir demokrasinin çıkmayacağının garantisi yoktur. Bu durumun Çin için hiçbir sorun teşkil etmeyeceği anlaşılıyor.

Han son sayfalarda Batılı zihne uyarı niteliğinde bir yol açıyor. Ona göre shanzhai Çin ruhunun dışavurumudur. Bu anlayışta “ileri teknoloji ürünleri doğanın shanzhai modelleridir.” (s. 82) Doğa sürekli, çeşitlemeli ve uyumlu bir dönüşüm içindedir. Shanzhai düşüncesinin özünde bu vardır. Batı, shanzhai’yi “sadece düzenbazlık, intihal ve fikri mülkiyet ihlali olarak gördüğü takdirde, onun özünde var olan ‘creativite’yi gözden kaçıracaktır.” (s. 82) diyor.

Dünyanın genelinde anlamsal uzamı olumsuz olan çakma/kopya/taklit olgusunun Çin kültüründeki olumlu karşılığı şaşırtıcı. Fakat asıl şaşırtıcı olan, bu anlayışın ürünlerinin küresel ekonominin en önemli aktörlerinden birisi hâline gelmesi ve sözde çakma/taklit/kopya anlayışına uzak toplumların bu ürünleri kullanıyor olması diye düşünüyorum. Byung-Chul Han, Batı’da olumsuz kabul edilen çakma/kopya/taklit olgusunu sanatsal, kültürel ve felsefi kökenlerini tarihsel açıdan ele alarak Çin düşüncesi ve toplumunda nasıl normalize edildiğini açıklamaya çalışıyor. Çin düşüncesindeki koşulsuz değişim ve dönüşüme dayalı melez anlayışı, her ne kadar bizim de zihin haritamızı şekillendiren Batı düşüncesi kabul etmese bile kendi içinde tutarlılık taşıdığı söylenebilir. Bugünün küresel dünyasının neden Çin malı ile mobilize olduğu bunun açık kanıtı.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Dağıstan'da doğan irfan ve mücahede ruhunun özü

Nakşibendiliğin Kafkas'lardan neşet eden Müceddidi-Halidî kolu, hem sufileri hem de yetiştirdiği dervişleri vesilesiyle Dağıstan'dan Anadolu'ya kadar ilim ve irfan yaymıştır. Bu koldan yetişen halifeler, Kafkaslarda başlayan Şeyh Şamil harekatının öncüsü olmuş, dolayısıyla sadece ilim ve irfan değil, mücâhede ve cihad konularında da tarihe altın harflerle yazılmış insanlar emanet etmişlerdir.

İsmail Siraceddin Şirvanî, Halidi kolunun büyük sufilerinden biri olmasının yanı sıra, pek söz edilmese de neşrettiği eserleriyle aynı zamanda çok önemli bir müelliftir. Reis-i meşâyıh-ı Kafkas olarak bilinen ve Şirvanlıların "Gül kokulu Mevlânâ" diyerek andıkları bu büyük zât, Şirvan Hanlığının Kürdemir köyünde 1782-83 tarihinde dünyaya gözlerini açmıştır. Bir rivayete göre ilk eğitimini babası Şeyh Enver Şirvani'den almıştır. Kıraat konusunda da doğduğu köyde eğitim almış olan Siraceddin Şirvani; hadis ve fıkıh ilimlerinde ise Şeyh Abdurrahman Efendi'den tahsil görmüştür. 1800 yılında, henüz 18 yaşındayken Erzincan'a gitmiş ve devrin önemli âlimlerinden Evliyazâde Abdurrahman Efendi'den icazet almıştır. Sonrasında Tokat'a, iki yıl burada ikamet ettikten sonra da Bağdat'a, oradan da Süleymaniye'ye giden Şirvani; Yahya el-Mervezî'den hadis ilmini, el-Imâdi ve Molla Mehmed İbn-i Adem'den matematik ve hikmet ilimlerini öğrenmiştir.

23 yaşında Burdur'a gelmiş, burada bir yıl fıkıh okuduktan sonra memleketine dönmüş ve orada yedi yıl boyunca ilim öğretmekle meşgul olmuştur. 32 yaşında hacca gitmiş, Mekke ve Medine ziyaretlerinden sonra İstanbul'a geçmiş ve burada birkaç ay kaldıktan sonra Abdullah ed-Dihlevî'ye mürid olmak için Hindistan'a yola koyulmuş ve Basra'ya geçmiştir. Abdullah ed-Dihlevî'den "Senin Şeyh Halid'le sırların var, onu takip et" manevi işaretini aldıktan sonra derhal Halid-i Bağdadi'ye giderek intisap etmiştir. Halid-i Bağdadi'nin "Sirâcüddin" lakabını verdiği Şirvani, Şirvan'da irşad faaliyetinde bulunmak için şeyhinden 1817 senesinde sözlü emir, 1821 senesinde de yazılı icazet almıştır.

Şirvan'da halkın yoğun ilgisine mazhar olan Şirvani için sıkıntılı dönemler başlamıştır. Memleketi Şamahı-Kürdemir, Şirvan Hanlığı'na bağlıdır. Bu dönemde Şirvan hanı Mustafa Han, Ruslarla Çertme Anlaşması'nı imzaladığından hanlık bir nebze ayakta kalmayı başarmıştır. Rus görevliler bir süre sonra onun nüfuzunu zayıflatmak için çalışmalara başlamış, akabinde bir bahaneyle Mustafa Han, hain ilan edilmiştir. Hanın İran'a kaçışıyla birlikte Şirvan Hanlığı da Rus idaresine girmiştir. Mustafa Han'ın eşi Fatma Hanım, Şirvani hazretlerinin müridi olduğundan Şirvan'da kalmayı tercih etmiştir. Bundan sonraki dönemde Siraceddin Şirvani sürekli yer değiştirmek durumunda kalmıştır. Ahıska, Amasya, Sivas ve son olarak yine Amasya'da ikamet etmiştir. Vefatına kadar burada kalmıştır, türbesi de buradadır. Dördü erkek biri kız olmak üzere beş çocuğu vardır: Abdülhamid Efendi (v.1846), Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa (v.1874), eski İstanbul kadısı Ahmed Hulusi Efendi (v.1889), Mustafa Nuri Bey (v.1897) ve Fatma Şerife Hanım (v.1903).

İsmail Şirvani, Süleymaniye'deyken Halid-i Bağdadi'nin riyasetinde süluk etmiştir ve bu sülukun sonucunda Halid-i Bağdadi'nin Şirvani'ye mutlak icazet verdiği aktarılmaktadır. Şuayb Efendi b. İdris-el Bakinî yazdığı tabakatında Halid-i Bağdadi'nin İsmail Şirvani'ye gönderdiği mektubu da vermektedir. Bu mektupta bir şeyhin halifesiyle olan irtibatına dair önemli meseleler yer almaktadır. Burada, kitaptan bir paragraf almayı uygun buluyoruz: "Halid-i Bağdadi'nin mektubu gönderme sebebi İsmail Şirvani'nin Halid-i Bağdadi'den mutlak icazet aldıktan sonra müridlerine kendi suretine rabıta yapılmasını talim etmesidir ki bu durumu Halid-i Bağdadi asla kabul etmemektedir. Bakinî de bunu İsmail Şirvani'den sadır olan bir "zelle/sürçme" olarak nitelemektedir. Tehdidkar bir üslubun hakim olduğu mektubun içeriği şöyle özetlenebilir: Halid-i Bağdadi İsmail Şirvani'den kendisiyle rabıtasını kesmemesini, ya bizzat kendisine gelmesini yahut mektup göndermesini istemekte ve kendisinin izni olmadan halife tayin etmemesi ve kendisiyle istişare etmeksizin bir iş yapmaması gerektiğini bildirmektedir. Ayrıca İsmail Şirvani'nin müridlerine rabıtayı kendi suretine değil, mürşidinin suretine diğer bir ifadeyle bizzat Halid-i Bağdadi'nin suretine talim ettirmeyi ve kendisinin Erzincan ve Bitlis'teki halifeleriyle irtibat kurmamasını tembihlemektedir. Bakınî bu mektuptan sonra İsmail Şirvani'nin kendi suretine rabıta yaptırmayı terk ettiğini de sözlerine eklemektedir."

Halid-i Bağdadi'nin İsmail Şirvani'ye verdiği icazetin aslı günümüze dek ulaşmıştır. Tesbih, sarık ve benzeri emanetlerle birlikte türbesinde muhafaza edilmektedir. Bir risale hacminde olan icazetin müellif nüshası, bu yazımıza konu olan Risaleler kitabının içinde yer almaktadır. Bu icazet, İsmail Şirvani'nin irşad faaliyetinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Yine Bakınî, İsmail Şirvani'nin müridi Has Muhammed'in müridi ve Şeyh Şamil'in şeyhi Muhammed el-Yeraği'ye gönderdiği mektubu aktarmaktadır ki söz konusunu mektuba bakıldığında, Halid-i Bağdadi'nin İsmail Şirvani'ye gönderdiği icazetin hemen hemen aynısı olduğu görülür. Bu durum da bir halifenin, şeyhine olan sadakatini, saygısını, aldığı feyzi göstermesi bakımından son derece önemli ve hassastır.

Tahkik ve tercümesini Orkhan Musakhanov'un yaptığı Risaleler, İsmail Siraceddin Şirvani'nin kaleme aldığı kırkı aşkın eserden biridir. Bu eserde Müceddidi-Nakşiliğin esasları, Şirvani'nin yorumuyla yer almaktadır. Bu yorumlarda sıklıkla başvurulan eser İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubat'ıdır. Risaleler'in müceddidi-nakşilik için "bir mi'yar-ı tarikat" hüviyetinde olduğu belirtilmektedir. İsmail Şirvani'nin tasavvufun nazari ve ameli meselelerini kendi yorumuyla dile getirdiği Risaleler, Dağıstan'dan Karabağ'a kadar uzanan Halidiliğin derinliğine dair bir okuma yapmak için kaynak niteliğindedir. Risaleler, "Âlemin Hakikatinin Açıklanması" bahsiyle açılır ve "Şeyhlerin Çeşitlerinin Açıklanması" ile sonra eren kırk iki başlıktan oluşmaktadır. Varlık ve bilgi, Rical'in tabakaları ve velilerin dereceleri, seyr ü süluk gibi üç temel konu, Risaleler'i oluşturmaktadır. Risaleler'in temel kaynaklarını şöyle sıralanıyor: İmam-ı Rabbani'nin Mektubat'ı, İbnü'l-Arabi'nin Fütuhatü'l-Mekkiye, Füsûsu'l-Hikem ve Kitabü'l-Halvet'i, Saidüddin Fergani'nin Şergu't-Taiyye'si, Muhammed Parsa'nın Faslü'l-Hitab'ı ve Ebu Said Hadimi'nin er-Risaletü'n-Nakşbendiyye'si. Ayrıca Bahaeddin Nakşbend Hazretlerinin bazı hikmetleri de Risaleler'de yer almaktadır.

Risaleler'in Nakşibendiyye yoluna dair çok önemli detayları içerdiğini de ayrıca belirtmek gerekiyor. Hem bu yola ilgi duyanların hem de bu yolla irtibatı (intisabı) olanların ciddiyetle okumalarını naçizane öneriyoruz. İsmail Siraceddin Şirvani, risaleleri arasında nakşibendiyye tarikatının diğer tarikatlardan daha faziletli olduğunu hususiyetle belirtir ve zaman zaman tekrar eder:

"Bil ki bu yüce silsilenin sonu Sıddîk-i Ekber Hz. Ebu Bekir'dir ve Hz. Ebu Bekir de nebilerden sonra Ademoğlunun en faziletlisidir. Yine bu yüce tarikatın nispeti diğer tarikatların nispetinden daha faziletlidir. Çünkü bu tarikattaki nispet diğer tarikatların aksine tam bir huzur ve özel bir basiretten ibarettir. Çünkü bu tarikatta cezbe süluku öncelemekte ve bu tarikatın başı (halk aleminden değil) emr aleminden olmaktadır... Diğer tarikatların nihayeti, bizim tarikatımızın bidayetidir."

Risalelerde ayrıca nakşibendiyye silsilesinin nispetini, nakşibendiyye tarikatındaki beş batınî uğraşı (Lafza-yı Celâl, Kelime-i Tevhid, Vukûf-ı Kalbî, murakebe, râbıta) ve nakşibendi büyüklerinin zikir hususunda takip ettikleri yolları hususi olarak açıklıyor. Kalbi zikirle tasfiye etmenin öneminden bahsederken, bunun nakşibendiyye yoluna emanet edilmiş bir büyük sır olduğunu da vurguluyor. Şu satırları kitaptan okuyalım:

"Bil ki Nakşbendiyye tarikatında kalbi zikir yoluyla tasfiye etmek zat isminin zikrini (lafza-i celal) ve nefy ü isbat zikrini (kelime-i tevhid) çekmektir. Zat isminin çekiliş biçimi zakirin kalp diliyle lafzatullahı telaffuz etmesidir. Çünkü kalp kayıtlardan tecerrüt edildiğinde baştan sona lisandır, duymadır, görmedir. Bu telaffuz sol göğüste bulunan çam kozalağında benzeyen et parçasını (kalb-i sanevberî) hareket ettirmekle gerçekleşir. Bu şekilde telaffuz zakire zor gelirse O'nu dil ile zikirde olduğu gibi kalb-i sanevberisiyle zikrin adedini saymakla O'nu zikretsin. Sanevberi kalple yapılan zikrin faydası dil ile yapılan zikrin faydası gibidir. Salik sanevberi kalple yapılan zikre güç yetirdiğinde salik hakiki kalple yapılan zikre terakki eder. Çünkü sanevberi kalple yapılan zikir saliki hakiki kalple yapılan zikre götürür ve hakiki kalple yapılan zikir de saliki murakebe mertebesine götürür. Bundan dolayı denmiştir ki: Kalbin zikri murakebedir."

Netice-i kelam, müceddidi-nakşibendilik literatürüne çok büyük bir katkı olarak sunulan Risaleler, İslam coğrafyasına hem irfan hem de cihat anlamında dinamizm getirmiş, Dağıstan'dan Karabağ'a ve oradan da Anadolu'ya dek gönüller arasında köprüler inşa etmiş, yetiştirdiklerinin ve sevenlerinin sohbet ehli olmasıyla dört bir yanda kalpleri titretmiş Halidiliğin teferruatını anlamak noktasında çok önemli bir yerde durmaktadır. Söz buraya gelmişken Dağıstan'dan uzanan yolun büyüklerini de zikretmeliyiz. Böylece onların hayatlarını merak edenler için bir araştırma iştiyakı ve onların isimlerini söyleyen tüm kalpler için de bereketler niyaz ederiz. Nitekim Mustafa İhsan Karadağ Hazretleri buyurmuşlardır ki bu zamanın irşadı, velilerin hayatlarını okumak, özümsemektir. O hâlde aşk buyurunuz: Halid-Bağdadi, İsmail en-Nerrani, Has Muhammed Şirvani, Muhammed Yeraği, Hüseyni'l Gumuki, Abdurrahman es-Suguri, Zeynel Abidin Dağıstani, Abdullah Dağıstani, Mustafa İhsan Karadağ Erzincani.

Sâlih Baba Divanı'ndaki "Biz Muhabbet Erleriyiz Sohbet-i Cân Bizdedir" serlevhalı şiirden iki kıtayla yazımızı bitirmek isteriz.

Evliyâlar serfirâzı Nakşibendi Hazreti
Pirlerimiz giydiler tâcı abâyı hil'ati
Âlemi kılmış ihâta himmetiyle nisbeti
Biz gulâm-ı Nakşibendiz râhı erkân bizdedir

Dâireyiz hem kudûmüz cismimiz neydir bizim
Aşk u sevdâdır gıdâmız bağrımız meydir bizim
Virdimiz İsm-i celâl'dir kalbimiz "Hay"dır bizim
Zikrimiz ihfa-durur esrâr-ı Kur'ân bizdedir

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Eylül 2021 Salı

Evlilik: İmtihan mı? Nimet mi?

Biri rüya gibi aşkının mutluluğunda, öteki hayatının en hüzünlü kederinde; biri evliliği nimet bilen, diğeri imtihan bilen, beş kadının mektupları...

Fatma Aliye Hanım, 9 Ekim 1862’de İstanbul’da doğmuştur. Babası tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, annesi Adviye Hanım’dır. Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e uzanan süreçte roman, felsefe, İslam, kadın hakları, tarih üzerine eserler vermiştir. Aynı zamanda ilk kadın romancı unvanını almış, Türkiye'nin ilk kadın romancısı olarak tanınmıştır. Eserlerinde kadınları genellikle güçlü ve mücadeleci olarak göstermiştir. Özellikle Refet adlı romanı Jane Eyre ile çok benzerlikler gösterir. Nitekim bu iki karakter, yaşadıkları hayat ve görüşleri ile birbirlerinin yansımasıdır...

Konuyla ilgili "19. yy Romanında İki Rol Model: Refet ve Jane Eyre" adlı bir yazı var. Okumak isteyenler dilerse göz atabilir. Levayih-i Hayat ise Hanımlara Mahsus Gazete’de tefrika edilmiş kitaplarından biridir. Genel olarak Osmanlı kadınlarının gözünden evlilik sorunsalı anlatılır. Ekonomik özgürlüklerine ve eğitimlerine vurgu yapılır.

Romanın konusuna gelecek olursam: Fatma Aliye Hanım, evlilik mutluluk getirir mi? Herkes aynı sevinçle evlenir de sonrası aynı olur mu? Gibi sorulara Fehame, Mehabe, Sabahat, İtimat ve Nebahat ile cevap verir. Kadınların yazdıkları mektuplarla o zamanın sorunlarına ışık tutar ve ilk mektup Mehabe, ile başlar. Yazdığı mektupla mutluluğunu, eşine olan aşkını ve hayatın güzelliklerinden bahsederken kendini sanki başka bir dünyanın insanıymış gibi anlatır Mehabe. Nitekim aşk, onun için o kadar kıymetlidir ki yazdığı her satırda buna önemle bahseder... Üstelik kardeşinin bu konuda acı çektiğini bile bile...

Fakat bir sonraki mektupta yani Fehame’nin mektubunda karşımıza çok farklı bir dünya çıkar. Az önce okuduğumuz pespembe olan dünya bu sefer üzerine siyah bir tül örtülmüş gibi karşımıza çıkar. Zira Fehame’nin hayatı, Mehabe’nin mutlu hayatına çok uzaktır. Yaşadığı sevgisizlik ile günlerini hep cefa içinde geçirir. Boynundan kırılmış zarif bir gül gibi yaşadığı hüzünlü hayatına içli içli bakar, kederini zehir gibi acı acı yutarak, eşinin bir kez bile olsa sevdiğini söylememesinden gem vurup mektubunu hüzünle sonlandırır...

Sabahat ise tıpkı Fehame gibi gönlü hüzünle dolmuş bir kadındır... Fakat onun en çok sızısı eşidir. Bir zamanlar çok severek evlendiği eşini artık hiç istemez, hâllerini ise beğenmez... Hatta bu öyle bir hâl alır ki eşinden tiksinmesine bile sebep olur. Kendisine verilen nasihatler içinde artık bir faydasının olmadığını dile getirir... Daha sonra mektubuna devam ederek çevresindeki genç kızların davranışlarından bahseder. Onları ise şu sözlerle belirtir: “Topluma bir eş, bir anne olmak üzere hazırlanan şu gençlerin, masum düşünceleri ve gelecekten ümitlerinin önüne sanki kesif bir duman perde olmuş gibi gözleri bulanık bulanık bakıyordu...

Bir sonraki mektupta ise Nebahat, kendilerini erkeklere beğendirmek için zoraki eğitim aldıklarını söyler. Fakat bunun ne kadar boş bir çaba olduğunu da açıklar. Zira o, mutlu bir evlilik yapamayacaksa hiç evlenmemenin daha mantıklı olacağını düşünür... Duygularını ise şu sözleriyle kaleme döker: “Ne yapayım o göz alıcı sarayı, ben penceresinden hayran olduğum zaman yanımda bir yoldaşım yoksa. Tabiatın bana hissettirdiği güzelliklerden hoşlanmaya iştirak eden yoksa...

Son olarak ise İtimat’ın mektubunda çevresindeki evliliklerle ilgili duyduklarını ve bir genç kızın evlenmesi gerektiğine dair fikirlerini okuruz...

Fatma Aliye Hanım, aslında dönemin kadınlarını ayrı ayrı ele alarak yaşanan sıkıntıları eserinde göstermeye çalışmış. Aşkın üzerine felsefi bir tartışma yürütmüş. Fakat şunu anlıyorum ki zaman ne kadar geçerse geçsin toplumun maalesef bazı yaraları kabuk bağlamıyor. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün hâlâ anlatılan sorunlar devam ediyor... Hacmi küçük fakat tesiri büyük olan bu eseri okumanızı tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Uçmak için kanatlarım yok ki!.. Ah Mehabe, benim hayal gücüm bile şimdilerde bana öyle senin gösterdiğin gibi güzel sahneler göstermiyor."

"Zavallı kalbim, onlardan yediği darbeler o kadar bir biri üzerine oldu ki artık nasır bağladı."

"Ah, o kalp pek ulu hisleri, pek yüce hevesleri anlayacak, duyacak bir şeydir."

"Hangi saat ve hangi dakika vardır ki sen benim hatırımda bulunmamış olasın?"

"Sözlerinizde haksız değilsiniz, fakat onu anlamayacak insanlara söylediğiniz için yanlış yaptınız."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

26 Eylül 2021 Pazar

Aşk derdinin dermanı içindedir

"Gehi Leylâ olur Mecnûn gözünden
Geh olur Leylâ’nın hayrânı aşkdır."

İnsan, farkında olarak ya da farkında olmaksızın etrafına kendini görmek için bakar, kendi hakikatini arar, insan şehadet alemine istikameti kendinden kendine olan bir yolculuk yapmaya gelmiştir. İnsan ucu bucağı yok sandığı bu dünyada bile bir yerden bir yere gideceği vakit, öncesinde ve yol boyunca navigasyon kullanarak yol tarifine, trafik durumuna bakıyorken, bu dünyadan çok daha geniş bir istikamet olan kendi içine doğru yaptığı yolculukta, nasıl olur da gideceği yönün sırrını kulağına fısıldayacak bir yol göstericiye ve haritaya ihtiyaç duymaz? İnsanın istikameti kendinden kendine olan iç yolculuğunun rehberi şüphesiz bir mürşid-i kâmildir. Yûnus’un şiirleri ise, vahdet yolunun yolcusuna gideceği yolun hususiyetlerini tarif eden bir harita.

Mustafa Tatcı, Her Genç Bir Yûnus’ta Yûnus Emre’nin rivayetlerdeki kimliğinden, Tapduk Emre’ye mürid oluşundan, kaynaklarda adı geçen başka Yûnuslardan bahsediyor. Ve devamında Yûnus Emre’nin Türkçe’nin mânâ diliyle, erenler dili ile, kuş dili ile gönüllerimize serptiği 21 şiirinin şerhini yapıyor. Bendeniz de dilim döndüğünce bu eserden edindiğim bilgileri aktarmaya çalışacağım.

Yûnus Emre. Her kime sorsanız adı tanınır Yûnus’un. Yûnus Emre’nin ünü aşkın olduğundan, tarih boyunca onu örnek alan şairler olagelmiş. Bu sebeple Yûnus Emre’yi diğer Yûnus mahlaslı şairlerden ayırt edebilmek için, ona “Bizim Yûnus” demişler. Gerçek şahsiyetini tam olarak bilemediğimiz Yûnus Emre’nin hayatı hakkında kaynaklarda pek çok rivayet olmakla birlikte, onun destânî hayatının anlatıldığı iki ana kaynak bulunuyor. Bunlardan birisi Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatının anlatıldığı Vilayetname, diğeri de İbrahim Has’ın Tezkiretü’l Has adlı eseri. Bu iki mühim rivayeti, anlatmadan geçmeyeyim.

Vilayetname’ye göre, Yûnus Emre, fakir bir kimse olup Sivrihisar’ın yukarısında Sarıköy’de yaşıyormuş. Bir dönem ekininden netice alamayıp zaruret hasıl olunca, Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen ve kapısına geleni boş çevirmeyen Hacı Bektâş-ı Velî’ye varmış. Eli boş gitmemek için alıç toplayıp giderken bineğine yüklemiş. Hacı Bektâş-ı Velî huzuruna varıp, “Ben fakîr bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım, ümîddir ki bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifâf edelim(yiyip yetinelim),” demiş. Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre’ye buğday mı yoksa nefes mi istediğini sorunca Yunus Emre kendisine buğday gerektiğini, nefesin karın doyurmayacağını söylemiş. Hacı Bektaş bu sefer de Yûnus Emre’ye alıcının her tanesi için iki nefes teklif etmiş. Yûnus, “Ehil-ıyâlim var, nefes karın doyurmaz, lütfederse buğday versinler kifaf edelim,” demiş. Sonrasında Hacı Bektâş-ı Velî her alıç tanesine on nefes teklif edip Yûnus da tekrar buğday talep edince, istediği kadar buğdayı Yûnus Emre’nin bineğine yükleyip yolcu etmişler. Yûnus geri dönüş yolunda bir irşad ehlinin nefes teklifini reddedip buğday istediğine pişman olmuş. Dergaha geri döndüğünde Yûnus Emre’ye niçin geri geldiğini sormuşlar. Yûnus Emre nefes istediğini söyleyince, Hacı Bektâş-ı Velî, “O şimden sonra olmaz, biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın,” demiş. Yunus Emre, Tapduk tekkesine, her gün dağdan odun getirme hizmetinde bulunmuş. Ancak Yûnus, tekkeye odunun yaşını, eğrisini taşımazmış. “Erenler meydanına eğri yakışmaz,” dermiş.

Yunus Emre Tapduk dergahında otuz yıl hizmet ettikten sonra bir vakit, “bana hakikat sırrı açılmadı, benden derviş olmayacak” düşüncesiyle dergahtan ayrılıp yollara düşmüş. Bu yolculuğunda bir mağarada yedi kişiye denk düşmüş, bu kişilerin her biri bir akşam dua edip, dua ile önlerine yemek gelirmiş. Sıra Yûnus Emre’ye geldiğinde Yûnus Emre mahcup olmuş, onların vakıf olduklarına ben vakıf değilim, düşüncesiyle: “Ya Rabbi, benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa, Onun hürmetine beni utandırma,” diyerek dua edince bu kez iki sofra yemek gelmiş. Mağaradakiler, Yunus Emre’ye kim hürmetine dua ettiğini sormuşlar, Yûnus Emre “sizler kimin hürmetine ettiyseniz ben de onun hürmetine dua ettim, siz kimin hürmetine dua ettiniz,” diye sormuş. Yanındakiler de Tapduk dergahına otuz yıl odun taşıyan derviş hürmetine dua ettik deyince Yûnus Emre dergaha geri dönüp Ana Bacı’ya sığınmış. Ana bacı, Yûnus’a Tapduk sabah namazına kalkıp abdest almak için çıkacağını, Yûnus’a eşiğe yatmasını söylemiş. Tapduk Yûnus’un üstüne basınca “Bu kimdir?” diye sormuş, “Yûnus” demişler. Tapduk, “Bizim Yûnus mu?” demiş, Yûnus Emre bağışlandığını anlamış.

Tezkiretü’l Has’ta geçen diğer rivayete göre, Yûnus Emre, Tapduk kapısında derviş olmadan önce bilgin bir müftü imiş. Bir gün Tapduk’un dervişlerinden birine bir fetva gerekmiş, derviş, müftüden (Yûnus’tan) fetva almış. Ancak Tapduk, dervişiyle müftüye fetvanın yanlış olduğunu düzeltmesi gerektiği haberini göndermiş. Müftü efendi “Senin şeyhin okuma yazma bilmez, ümmîdir, fetvayı ne bilir? Ben ona gideyim, fetva yanlışdır demek nicedir, görsün!” deyip Tapduk’un tekkesine gelmiş. Tapduk’la görüşünce kendi fetvasının yanlış olduğunu hatırlayıp Tapduk’tan özür dilemiş ve ona mürid olmuş.

Bizim Yûnus, şiirleriyle hakikat yolcusuna seyrini anlatıyor, varlıkta durdukça gönül darlığından kurtulmanın imkansızlığını, bir seven ve bir sevilen olduğu sürece, aşık maşukta yok olmadığı sürece varlığın sahibiyle hemhal olunamayacağını, aşıkın alametinin gözyaşı olduğunu, zahiri ve kitabı bilginin hakikat denizine atılmadan hakiki manaya kavuşamayacağını, aşk pazarında can bedeli karşılığında canan alınacağını, arı bir Türkçe ile anlatıyor. Aşıka aşk haberinden daha şirin bir kelam olmayacağını fısıldıyor. Yûnus’un mânâ deryası elbet saymakla bitmez, o sebepten eserde geçen şerhlerden birkaçını şöyle sıralayayım:

Aşk bâzirgânı sermaye cânı
Bahadır gördüm câna kıyanı


Aşk sırrını satan kişinin sermayesi cânıdır. Ben aşk için câna kıyan âşıkı bahadır / merd-i Hüdâ gördüm. Erenler “aşk söyletir, dert ağlatır” yahut "âşık söylemezse, arif söylerse çatlar.” Buyurmuşlardır. Bu beyitteki nükte de aşk makamının söyletmesiyle alakalıdır. Bâzirgân tüccar demektir. Yani alıp satan kişi. Aşk alınıp satılan bir şey değildir. Onun sırrını paylaşmanın bedeli vardır. Nasıl ki bir metânın bedeli varsa aşk sırrının bedeli de candır. Ağızdan çıkan aşk sırrının bedeli âşıkın cânıdır. Ne var ki bunu bildikleri halde ne Hallâc, ne de Yûnus sırrını saklayabilmiştir. Onlar gerçek yiğitler, gerçek fetâlardır. Zîra arkdan gelenler bu “yol göstericiler” sayesinde Hakk’a adres bulmuşlardır. Ki zaten aşk gelince gönüldeki hal kelâma dökülür. Yûnus’un “Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar” demesi bundandır. Hâsılı âşıkın taliplere: "Aşıklara ne diyem aşk haberinden şirin / aşk ile dinleyene eydeyin birin birin" demesi kolaydır ama bedeli candır. Aşk şehitleri o bedeli de seve seve öderler.

Senin aşkın beni benden alıpdır
Ne şîrin derd bu dermandan içerü


Ey dost! Senin sevgin beni benden aldı. Bu dert ne tatlı bir derttir ki dermânı içindedir. Dert de derman da aşktır. Aşkın âşıkı alması bir alıcı kuşun avını yutmasına benzer. Aşıkın istediği de budur zaten. Aslında yok olmak, onun tek arzusudur. Aşk insanı aslına dönüştüren bir ilahi kuvvedir. Daha da ötesi Hakk’ın kendi zatındandır aşk.

Vücudun cübbesin aşk ile çâk et
Dalagör ana kim umman-ı aşkdır


Vücudun elbisesini yani benliği aşk ile yırt, bu benlikten soyunup kurtul! Ki aşk denizine ancak benlikten soyunarak dalabilirsin. Deniz aşkın, Hakk’ın birliğinin (vahdet) ve zatının sembolüdür. Vücudun elbisesi kin, kibir, riya, şirk gibi nefsimize ve benliğimize ait özelliklerdir. Aşk ikilik kabul etmez. Bu sebeple maşuk aşıkının elbisesinden soyunup kendisine çıplak bir gerçek yani benliksiz olarak gelmesini ister. Tasavvuf ehli bu benliksizlik makamının “melâmet” diye tabir etmişlerdir. Melâmet, benlik duvarının yıkıldığı yerdir “cübbeyi çâk etmek, hırkayı suya atmak” gibi deyimler, delilik ve aşk alametlerindendir."

Yûnus Emre, insanlığı suretten manaya, zahirden hakikate, taklitten tahkike doğru çekiyor, Mustafa Hoca’nın deyimiyle, “dünya ambarındaki buğday”ı bırakıp, nefese talip olmaya çağırıyor. Şüphesiz hem kitabın başındaki menkıbelerden, hem de Yûnus Emre’nin Yûnusça şiirlerinden alınacak tükenmez hazineler olduğu gerçek. Mustafa Hoca’nın Aşktan Söyler Bu Dilim’de de söylediği gibi, “İnsanlığın kemâlinin zirvelerinde dolaşan bu zat okundukça hiç şüpheniz olmasın insanlar kendi gerçekleriyle yüz yüze geleceklerdir.”

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

18 Eylül 2021 Cumartesi

Bir saf tutup beklemenin şiirleri

Yerinde durmamanın, bir yere ait olmamanın, imkân oldukça yer değiştirmenin öneminden bahsedilir hep. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” denir, doğrudur ama kesin değildir. Yeryüzünü at sırtında gezip tozmak ister insan çoğu zaman. Şairler söyler, ressamlar çizer, neyzenler üfler. Tüm bunlar ruhun dalgalanması, kalbin konacak bir yer bulması içindir elbette. Ama olmayabilir de. Çünkü beklemek de en az yerinde durmamak kadar muhteşem bir şeydir. İnsanın aşkı, sadakati, vefası ne kadar beklediğiyle ölçülür. Bir şey isteyebilmek için beklemeyi bilmek gerekir. Şu yeryüzü ne aramakla ne de yürümekle çözülür. İnsan yorulur, şair “ben bu dolaşıp durmalardan yoruldum” der. Beklemek hem söze hem de sessizliğe dayanmaktır. İkisi arasında orta bir yol tutturmaktır. Pek kıymetlidir ve pek zahmetlidir.

Bir de saf tutmak vardır. Bir safta, gerekirse tek başına olmak ama muhakkak olmak, başına gelecek her şeyi tam da orada beklemek, bekleneni de isteneni de orada görmek, yaşamak, saf tutmaya dairdir. Saf tutmayı bilenler, beklemeyi de bilirler. Saf yalnızca birilerinin yan yana dizilmesiyle tutulmaz, tek başına da saf tutulur ve tutuşun adı beklemektir. İnsan “ne bakıyorsun saf saf?” diye sorar, şair “sesim kurudu ipe asılan çamaşırlar gibi” der.

Oyunbozan (2010) ve İzinsiz Gösteri (2016) kitaplarından nizami bir mesafe sonrasında Ahmet Edip Başaran bekleyişinin, saf tutuşunun meyvesini verdi. Yirmi iki şiirden oluşan ve Muhit Kitap’ın on dokuzuncu şiir kitabı olarak ortaya çıkan Hızır’ı Beklerken, pandemi günlerindeki sıkışıklığa inat “dünya bir odadan daha büyük değil, buna inan” diyerek teskin ediyor okuyucusunu. Bu teskin edici dizeler ve hâller, kitabın genelinde görülebiliyor. Malumdur ki teskin, sükûnet ile aynı köke sahip. Sükûn çok acayip bir kelimedir, insanın kendine çekidüzen vermesi gerekir. Şuncacık kelimede durgunluk, sessizlik, iç huzuru, dinginlik gibi nice güzel anlamlar vardır ve akıllara evvela mezarı getirir. Çünkü mezar da bekleyişin ve saf tutuşun yeridir. İnsan orada “kayboldum” diye üzülür ama şair için “belki de adsız bir mezarlıktır insan / er ya da geç kendine gömülür”.

Çocuklar, meczuplar ve şairler "kendilerini dinleyenlerle" yol yürürler. Haklarında konuşup yazmayı sevenlerin pek de kulak verip onların dertlerini merak ettikleri görülmemiştir. İşin güzel tarafı bu hâl de çocukların, meczupların ve şairlerin pek umurunda değildir. Ahmet Edip Başaran’ın dizelerinde de bu etkiyi görüyoruz. O bir taraftan “hangi sesler hangi kulaklardan kovulmuşsa ordaydım” diyerek şairin yalnızlığını dile getiriyor, diğer taraftan da “nerden kanıyor birbirimizi görmemenin kanı” dizesiyle ancak bir başkasıyla anlam bulabilen insanı tarif ediyor. Yalnızlığın dostu unutmaktır. Hatırlamak? O da başka bir dosttur. Şair “ben çok eski bir hatırayım kendime kendimden” derken insanın her koşulda evvela kendisini hatırlamasını gerektiğini öğütlüyor sanki. Bu kendini hatırlayış, nihayet yaratıcıyı da hatırlayış olması gerekir ki İbn Arabî, vefanın yalnızca Allah’a olması gerektiğini söyler. Başaran’ın bu vefakâr dizelerini bencilce bulanlar olabilir fakat ona bir örnek vermek gerekirse Türkçe sözlü rap müziğin önemli şairlerinden Sagopa Kajmer’in şu dizelerini hatırlamak yeterlidir: “Sakladım benim için beni bana, hatırlatır zor zamanda beni bana diye.

Şair, kendini bilme yolunun yolcusu oldukça dili güzeli söyler ve bu yol düşe kalka yürünür. “Bir kalp verdin, dedin durma bunu aşkla boya / bir dil verdin, buna bal ağacından sözler” dizeleri, bir bilincin, geleceğe taşınan bir umudun ifadeleridir. Ancak gün gelir, “gözlerim soğuk sulardan, muskalardan bir alıntı / kime bırakıp da gittim göğsümde tuttuğum nefesi” dizeleri dökülür. Çünkü yolcunun seyri ümit ve korku arasındadır. Tüm bu gidip gelmeler, coşup durulmalar, kabarıp solmalar bundandır. Nihayet o, Hızır’ın geçtiği yolları geçip Hızır’ın beklendiği yollarda bekleyecek ve “beni gürül gürül bir beyazlık çağırıyor / beni bir siper bellediğim o dipsiz ürperti” diyecektir. Peki ya sonrası? İşte orada ne gündüzün sarmal politikası ne de gecenin kuşkucu felsefesi olacaktır. Orada psikoloji yavan, sosyoloji dilsiz ve istatistikler arsızdır. “Ama inandım serçelere, kalbe ve mezarda açan çiçeklere” deyip sulamalıdır gönül bahçesini. O bahçeden nice canlar yürüyecektir kâinata. Sonra şairin diline o canlar eşlik edecektir. “Kafkasya’da bir kırlangıçla uçar ruhum / canım bir kısrak gibi debelenir vaktin ağzında” diyecektir. Kalp, elbet konacağı yeri bulacaktır ve o artık fetvasını bu yeniden doğmuş kalbinden alacaktır. “Hiç kimse bıraktığı yerde bulamaz kendini” çünkü “yaşamak bir uçuruma yol sormak gibi”.

Neden şiir okuruz? Kendimizde tadilat yapmak için. Aksayan yanlarımızı görmek, gevşeyen yerlerimizi sıkmak ve kirlenen zihnimizi temizlemek için. Düşmesiyle, kalkmasıyla, kaygısıyla, kırılganlığıyla, yarasıyla, yasıyla hiç kimse her zaman dimdik yürüyemez, dümdüz ilerleyemez. Yoldan da çıkılır, tekrar yola da girilir. Her nefeste bir şeyler olur, bir şeyler biter. Çünkü insan olmak bir inşa sürecidir, bitmez bu tadilat. Çocukluk ağrıları kemiklerde sabittir mesela, sık sık kendini hatırlatır. “Kemikler ve şiirler ezelden kardeştir” çünkü ve “yürümeyi öğrenen bir çocuktur” her şairin sesi. Bazı ağrılar dile gelmez, dize gelir, “bir sevabın dökülüşüne karışıp, sustum” olur. Safı terk etmeden beklemenin neticesi böylece alınır: “Kalbimde onarılmanın meleksi sesi.

Octavio Paz’a göre şiir, masumiyetin yeniden kazanılmasıdır. Kabalığın ve hoyratlığın gölgelenmesi, yerini güzelin ve iyinin almasıdır. Ahmet Edip Başaran’ın son şiirleri, iyinin safında durup güzelliği bekleyen bir kimseyi çağrıştırıyor. Bu kimse, kendi bünyesinde topladığı iyiliği ve güzelliği başkalarına yaymak için de zamanını bekliyor. İzinsiz Gösteri’de “Bir ev resmi çizerken herkes masumdur” diyen şair, o evin insan kalbiyle rabıtasını işaret ederek “insan en az bir kez görmeli kendini” hatırlatması yapıyor. Netice-i kelam; dünya küçüktür ama insan, âlem-i kübrâ’dır, büyük âlemdir. Bu âlemin ne devri ne de seyri biter. Seyir vardır seyir içinde. Bekleyerek, saf tutarak ve şiir söyleyerek elbet yırtılır perdeler. Dışarısı anlamsızlaşır, içerisi gümbürder: “Merhaba içine çevirmen bulamayınca / dağılıp giden bütün dışarılar...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 20. sayısında yayınlandı.

Türk bağımsızlık ateşinin destansı romanı

Muhterem babam sayesinde çok küçük yaşta başlayan okuma yolculuğumda, okumakta en çok zorlandığım eserler, genellikle ideolojik bir taban üzerinde yükselmiş, ya da herhangi bir felsefik altyapısı olan eserler oldu, bunlar özellikle, sosyal konuları ihata eden eserlerdi. Bu sebepten ötürü Bozkurtlar’ı okumaya başlamadan önce de zorlanabileceğimi düşündüm. Ancak hiç de böyle olmadı. Atsız’ın ele aldığı konuyu işleyiş şekli, kitabın su gibi akmasına, minik bir tuğla denebilecek boyuttaki romanın kısa sürede bitmesine vesile oluyor. Gerçi, ben kitabın son sayfalarına yaklaştıkça hep “eyvah, bitecek,” endişesiyle okudum. Romandaki her sahne, zihninizde gerçek bir sahne olarak beliriyor, acıkan karakterlerle acıkıyor, susayan karakterlerle susuyorsunuz. Sevdiğiniz karakter öldüğünde, sanki bir dostunuzu kaybetmişçesine üzülüyorsunuz.

Birçok mecrada söylenen sözün ne olduğu değil de, nasıl söylendiğinin mühim olduğu mealinde bir laf duymuşuzdur. İşte bu, bir üslup meselesidir. Mevzu kitap olunca da üslup çok önemli bir yer kaplar, okuduğumuz kitap, çok sevdiğimiz bir konuyu ele alıyordur, ama üslubu bize yakın gelmediyse o kitabı okurken gerilir ve belki de yarım bırakırız. Tam aksine hiç temayül göstermediğimiz bir konuda yazılmış bir kitabı, sırf üslubun hoşluğu sebebiyle bir çırpıda okuyuveririz. Bozkurtlar’ın kurulumunda iki ana temel taş olduğunu düşünüyorum, bunlardan biri konu, diğeri de kuşkusuz üslup.

Aslında Bozkurtlar’da okurun karşısına çıkan üslup, diğer Atsız romanlarıyla örtüşüyor. Sonraki satırı merak ettiren, sayfalarca sürükleyen, zaman zaman yazarın postmodernizde olduğundan farklı bir şekilde kendi varlığını hatırlattığı, tılsımlı ve yalın bir üslup.

Bunlar böylece saraya yürürken, deminden beri süren sağanakla çamurlanan Siganfu sokaklarında biri koşuyordu. Bazen bir su birikintisine basarak sıçrattığı çamurlar yüzünü boyuyor, bazen sertleşen rüzgarla soluğu kesilerek duruyor, sonra yeniden koşmaya başlıyordu.

Bu gece yüzbaşının gönlünde bir sıkıntı vardı. Bilmeden iş görüyordu. Ateşe doğru ısınmak için yürümüştü. Ateşe yaklaşınca yaz olduğunu, ısınmak gerekmediğini hatırladı. Çeriler et kızartıyorlardı. Ateşe varınca erlerden birisi yere diz vurarak yüzbaşıya bir çamçak kımız sundu. Işbara Alp kımızı dikti. İsteksizce içti. İkinci bir erin sunduğu et kızartmasını almayarak yanlarından ayrıldı. Biraz ilerideki büyük ağacın dibine geldi. Bir oyuğa oturdu. Baktı, dalakaldı."

Bozkurtlar, aslında Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor olmak üzere iki kitaptan oluşuyor. Bozkurtların Ölümü, Ateş çocuk dergisinin 7. sayısından, 29 ve 30. Sayılar haricinde 40. Sayıya kadar tefrika edilmiş ve yayınlandığı sene olan 1946’ya kadar yarım kalmış. Daha sonra 1949’da Bozkurtlar Diriliyor yayınlanmış. Ötüken Neşriyat tarafından tek bir baskıda toplanmış bu kitaplar. İsimlerinden de az çok sezileceği üzere, birinci kitap 1. Göktürk devletinin yıkılış sürecini, ikinci kitap da 2.Göktürk devletinin kuruluş sürecini ele alıyor. Bu bağlamda romanda olayların geçtiği zaman dilimi iki Göktürk devletinin yıkılış ve kuruluş dönemleri arasında bir köprü oluşturuyor.

Romanın kapsadığı zaman dilimi göz önünde bulundurulduğunda pek tabii bulunur ki, kitapta Köktürkçe ya da Türkçenin diğer eski dönemlerinde yaşamış kelimeler geçiyor, bu sayede okur kitabı okudukça yeni kelimeler ve yeni anlamlara doğru açılıyor.

Öyleyse bil bakalım, yüzbaşı neden bu gece bunlu?(kederli)
…erlerden birisi yere diz vurarak yüzbaşıya bir çamçak(bardak) kımız…
Albız alsın!..(Şeytan alsın)

Bozkurtlar, okuru sürükleyen, okura tarihi ve ideolojik bilgiler katan, su gibi akıp giden bir kitap. Bozkurtlar’ı okumuş olmaktan pek memnunum ve okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

8 Eylül 2021 Çarşamba

Nurettin Topçu’yu anlama gayreti

Bir fikri ya da şahsiyeti anlamaya çalışmak, onu aynı zamanda dert edinmeyi de gerektirir. Büyük fikirler ve şahsiyetler, edindikleri dert nispetinde yol yürümüşlerdir. Onların yürüdüğü bu yollardan yeniden geçmeye niyet edildiyse, yeni dertlere de niyet edilmiş demektir. “Önce yoldaş sonra yol” öğüdünce, anlamak isteyenin evvela kendisine iyi bir yoldaş seçmesi gerekir. Muhabbetin kıymeti, muhatabın kuvvetiyle biçimlenir.

Bu toprakların fikriyat ve zihniyet dünyasını zenginleştirmiş engin gönüllü insanlarından Nurettin Topçu’yu anlamaya çalışmak için vaktiyle önümüzde esaslı kitaplar açılmıştı. Kırk Yıl Sonra Dün Gibi, Çağdaş Bir Dervişin Dünyası, Bir İnsanla Karşılaşmak, Nurettin Topçu: Hayatı ve Bibliyografyası; sırasıyla Muzaffer Civelek, Emin Işık, Ali Birinci ve İsmail Kara hocaların Topçu’yla tanışıkları esasına dayanan, muhabbetli kitaplardı. Derslerinden sohbetlerine, konferanslarından yazılarına varıncaya dek onu anlamaya gayret etmiş kimselerin yazdığı kitaplar, Topçu’yu hatırlatan ve onun hatırda kalmasını isteyen emeklerin birer neticesiydi. Mayıs 2020’de, Nurettin Topçu’yu anlamak ve anlatmak isteyenler cemiyetinde yerini aldı. Galip Çağ, Nurettin Topçu’yu Anlamak adlı çalışmasına “Izdırabın Dili” alt başlığını ekleyerek okuyucuya en baştan karşılaşacağı zorluğu fısıldıyordu: Çileye talip olmak.

Onun gibi olmak derdinde olanların beyhude uğraşlarının ötesinde onu anlamak isteyenlerin yolunu aydınlatmak manasında âcizane bir çaba” olarak kitabını takdim ediyor Galip Çağ ve Topçu’ya üslup, sanat, tarih ve toplum pencerelerinden bakıyor. Karşımızda, var olmanın sancısını bedeniyle ve ruhuyla zevk etmiş bir şahsiyet var. Ben demekten imtina eden, düşündükçe dertlenen, insan için yazan ve yazdıkça ustalaşan, güçlü sorular soran, tarihten beslenen, gelenekle yeniyi irfan nazarıyla yorumlayan, insana olan sevgisinin yanına nezaketi gösterişsiz biçimde yerleştiren, daima gönülle söyleşen ve nihayet gönüllerde yer edinmiş bir şahsiyet. Nasıl ki onu besleyen büyük başka şahsiyetler varsa, Topçu’yu anlamak isteyen kimselerin yine o şahsiyetlerden de beslenmesi gerekiyordu. Çünkü Topçu onları okumuştu ve sadece okumakla kalmayıp onların düşüncelerini kendi düşünce dünyasına, onların yaşamını kendi hayatına katmıştı. Yûnus Emre ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin ektiği aşk tohumlarını merkeze alarak Topçu sık sık batının ‘ruhçu’larına döndü yüzünü. Hallâc-ı Mansûr üzerine önemli çalışmalar yapmış Fransız şarkiyatçı Louis Massignon, hakikati kavramak için sezgiyi merkeze alan Henry Bergson, bilhassa doktora tezindeki İsyan Ahlâkı fikrini geliştirirken beslendiği Maurice Blondel ve hatta Immanuel Kant, Topçu için çok önemli isimlerdir. Ancak daima ışık doğudan yükselmiştir. Topçu’nun ruhuna kuvvet veren irfan geleneği, onu ömrü boyunca diri tutmuştur: Çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla tanıştığı Nakşî Hasib Efendi ve sonrasında intisap edeceği Abdülaziz Bekkine Efendi, İstanbul Erkek Lisesi’nden hocası Celâleddin Ökten… Topçu lise yıllarında bir edebiyat öğretmeni vesilesiyle Mehmet Âkif’in dünyasına dalıyor ve o günden sonra Safahat’ı elinden düşürmüyor.

İlmin ve ahlakın aynı kökten geldiğine inanan Topçu için “bilmek seyretmek değildir, bir sırrı çözmektir. Sırrın peşinde olmak hareketin kendisidir.” Sanatçı, düşündüğü ve ürettiği eserlerle kurtuluşunu arar. Bu kurtuluş, kâinatta kendi varlığının tasdikini görmekle mümkün olur. İradenin Davası kitabıyla Nurettin Topçu bize sanatçının duyduğu eksikliği oldukça derin biçimde anlatır. Sanatçıyla filozofu ayrı yerlere koymaz. Bunu yaparken bir bilgi kaynağı olarak sezgiyi merkeze alır, zira o mistik bir ruha sahiptir. Öte yandan, gerçekçiliği de bir yana bırakmaz. “Topçu’nun hikâyesi de romanı da edebiyata bakışı da realizmden beslenir. Bilhassa Anadolu’yu anlatırken hisseder okuyucusu bunu. Gerçek olanın, toprağın peşindedir hep. İnsanı anlamanın yolunu belki de burada görür.” der Galip Çağ ve şu önemli cümlelerle meseleyi izah eder: “Sezgi ve imanın vuslatı hakikate varacak yolun belki de son kavşağıdır. Aşk bu vuslatın gerek duyduğu güçtür. Hakikat ise bizatihi Allah’tır. Ve hakikat sizi en güçsüz bıraktığı, bir hiç haline getirdiği noktada kurtuluşa erdirir. İşte bu en üstün mertebesinde sanat, bir güçsüzlük iradesi gibi görünmektedir Topçu için.

Nurettin Topçu bu toprakların tarihi iki biçimde ele alır. İlki, bir döneme yahut bir idarecinin varlık süresine hapsolmayan silsile anlayışıdır. Çünkü tarih, ruh yapılarının nesilden nesle geçmesiyle ilerler. Tarih içindeki hadiseler milleti yoğurur, toprakları mayalar. Bu durum, maziden şimdiki zamana uzanan bir nehir gibidir. Nehir durmaz, akmayı sürdürür. Toplum bir varlık, tarih ise tecrübedir ona göre. Tarihi ikinci ele alış biçimi insanın ruh dünyasıyla alakalıdır. Bu dünyanın merkezinde ise sevgi yatar. “Milli tarihimizin içinde gelişen karakterlerimiz, İslâm’ın ahlâk ilkelerinden hayat almıştır” demesi, bunun bir delilidir. Özellikle Osmanlı döneminin iyi anlaşılabilmesi için toplumun her kesimine hitap etmiş, her derdi çözmeye gönüllü olmuş erlerin iyi okunması, iyi anlaşılması gerekir. Topçu bu anlamda keskin milliyetçi yahut Turancı görüşlerle aynı safta durmamış, bu sebeple çoğu zaman tenkitlere de uğramıştır. O, şahıslardan çok fikirlerle çatışmıştır çünkü üzerinde hassasiyetle durduğu nokta İslâm’ın ortaya koyduğu değerlerin devlette ve toplumda nasıl bir karşılık gördüğüdür. Galip Çağ bu meseleyi şu önemli cümleleriyle yorumluyor: “Bugün merhum Halil İnalcık’ın özellikle Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetini izahta kullandığı istimalet kavramı ile aslında ondan daha önce Topçu Bey’in Osmanlı idaresine dair geliştirdiği sevgi ve adalet kavramlarını tarih biliminin gereğine uygun ve tarihçi üslubu ile anlattığı gayet açıktır. O zaman onun Osmanlı idaresini anlatmak konusunda ısrarla ön plana çıkardığı İslam dininin kattıkları gerçeğinin milliyetçi düşünce geleneğine kurban edilmesi bir açıdan bakıldığında haksızlık gibi durmaktadır.

Yahya Kemal’e, Osmanlı’nın nasıl Viyana kapılarına dayandığı sorulmuş. O da “bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak” diye cevap vermiş. Oldukça şairane olan bu cevapta bulgur pilavı tevazuu, Mesnevî ise yüksek aşkı temsil etmiştir. Şair yine bir başka anısında Türklerin ölüleriyle yaşadığını söylemiştir. İşte Nurettin Topçu da milleti mekanla ve zamanla sınırlamanın imkansız olduğunu, ölülerin bizi yaşattığını, bu dinamizmin topraklarımıza ruh verdiğini söylemiştir. Galip Çağ en çok da buna işaret ediyor: varoluşumuzun özünü anlamak için bizlere kök salmış ve her türlü çileyi göze almış ruhları, ruhumuzu iyi tanımaya. Son söz, Nurettin Topçu’dan olsun: “İnsanlığın iradesi ıztırabın eseridir, dedik. Iztırap bizi kainatta ufak bir parça olmaktan çıkararak kainatın bütünü haline koyuyor: Buna aşk diyoruz.

Yağız Gönüler
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 20. sayısında yayınlandı.

6 Eylül 2021 Pazartesi

Yaşarken karşılaşılan sıkıntılar, geçirilen sarsıntılar

Öyküler vardır, üç dört yaşlarında bir çocukken, geceleri babaannenizin başucunuzda çektiği tesbihin şıkırtısı gibi gelir okudukça. O sarhoşluk verici tesbih şıkırtısı gibi hem uykunuzu getirir hem uyandırır. Dinlendirir, dinlettirir. Uzunca bir yolculuğun üstüne içtiğiniz demli bir çay gibi, tatlı bir acılık bırakır dilinizin ortasında. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, böyle öykülerden oluşan bir kitap işte.

Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, Ethem Baran’dan okuduğum ilk öykü kitabı oldu. Kitap, “Boş Geçmeyelim” ve “Baş Dönmesi” olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Birinci kısımda iki öykü, ikinci kısımda altı öykü var. Birçok öykü kitabında olduğu gibi, bu kitapta da öyküler arasında incelikli bağlantılar söz konusu olabiliyor bazen. Örneğin “Furkan” öyküsündeki olaylar ile “Nisa” öyküsündeki olaylar, bir cama tırmanma hadisesiyle birbirine bağlanıyor. Öykülerde kullanılan bu tarz teknikler ise okur için öyküleri daha çekici ve etkileyici yapıyor. Kitapta, öykülerin geneline hakim bir konu var ki, o da yaşamak meselesi. Yaşarken karşılaşılan sıkıntılar, geçirilen sarsıntılar anlatılıyor kitapta. Tabi bunların okura aktarımı her zaman çok net olmuyor ve anıştırmalardan faydalanılıyor. Öykülerde kullanılan anıştırmalar, öyküleri daha ucu açık, yaşanan olayları okur açısından tamamlanabilir ve yorumlanabilir hale getiriyor. Karakterlerin bilhassa yaşamlarını, çocukluklarını ve ailelerini sorguladığı paragraflarda, karakterin zihninden geçen olaylar, okurun zihnine isabet ettiğinde bütünlük kazanıyor.

Bomba imha uzmanı olmak istiyorum, var mı diyeceğiniz! Hayatla aramdaki bağ o tel kadar olsun istiyorum. Ama öncesinde geçici bir iş bulmalıyım. Annemin ve babam olacak o pislik herifin dilinden kurtulmalıyım. Sonra şöyle kocaman bir revolver alacağım mutlaka; elimde viski şişesiyle bu bankta oturup şu saksağanları tek tek havaya uçuracağım.

Pek çok psikolog, insanın çözemediği sorunların kaynaklarını bireyin geçmişinde, çocukluğunda arar. Bireyin büyürken yaşadıkları, büyürken ailesinden ve çevresinden gördüğü tavır ve tutumlar kişinin hayatında pek çok şeyi belirleyecektir. Nitekim, imam çocuğu camiden kovar, çocuk hayatı boyunca ezan duyduğu yerden kaçar. Kitaptaki bazı öykülerde, karakterlerin iç çatışmalarının çoğunun çocukluk ve gençlik dönemleriyle olduğu görülüyor. Bu nüans da okura çok önemli bir psikolojik ipucu veriyor, insan dışarıdan nasıl bir tutum görürse, öz benliğine karşı da aynı tutumları geliştiriyor, bir o kadar da çevresinden nefret etmeye başlıyor, böylece insan, olması gerekenden farklı, insanlardan uzak, hayattan kaçan, duygusal olarak zayıf bir birey olarak topluma dahil oluyor.

Annem abimin yanındadır. Onun biricik evladı o. Yoruldun mu oğlum, meyve getireyim mi oğlum, canın ne istiyor, ne pişireyim oğlum? Ee, kolay değil markette kasiyerlik yapmak. Eve para getiriyor tabii. Benim gibi hazır yiyici değil. Beni evden atıp yurda gönderirken, evin kokusuna, odamın duvarlarına, babamın bağırıp çağırmalarına, dik dik bakışlarına bile hasret bırakırken abimi gözünüzün önünden ayırmaya kıyamadınız değil mi? Sorumsuz, serseri, tembel olan benim; çocukluğu kötü geçen, koruyup kollanması, sevilmesi gereken o.

Babam benim için bitmiş görünen ama aslında yarım bir resimdir. Resim derslerini, hiçbir resmi tamamlayamadığım için sevmezdim. Hocamızın verdiği ödevi anlardım anlamasına; yapardım da. Bizden istenen konuyu resmederdim ama sayfanın geri kalanını nasıl dolduracağımı bilemezdim. Konu sayfanın ortasında kalır, gerisini boyayarak doldurmam gerekirdi. Hoşuma gitmezdi sırf sayfayı doldurmak için boş boş boyamak; bir de boyaya yazıktı. Çabuk biterse babam kızıyordu. Sayfanın boş kalan kısımlarını gereksiz yere boyayarak doldurmak babamdan bir kez daha boya istemek demekti. Olacak şey değildi yani.

İnsan bazen bazı metinleri hem şaşırarak hem de kahkahalar atarak okur, kitapta tam da bu tanıma uyacak bir öykü de mevcut ki, o da kitabın son öyküsü olan İthaf. Bu öyküde bahsedilen kişi ve olayların çoğu, kendi hayatımızda da örneklerine sık sık rastlayabileceğimiz kadar doğru, hem de oldukça tebessüm ettirici. İthaf öyküsünde yazar, yazmış olduğu bu öyküyü, günlük hayatta kendisini kızdırmış olan herkese ithaf ediyor, öykün ithaf edildiği kişilerden bazıları şunlar:

yıllardır tıraş olduğum, zorunlu konuşmalar dışında tek kelime etmediğimiz ve bana bir kez bile adımla hitap etmeyen berberime,(…)

en sağ şeritte kendi halimde ve trafiğin belirlediği hız sınırları içinde insan gibi sakin sakin giderken, orta ve sol şerit müsait olduğu halde arkamdan gelip bana selektör yapan hayvan oğlu hayvana;(…)

bankamatikte, cihazı ilk defa görüyormuş ya da o an makineyi yeniden icat ediyormuşçasına düşünüp duran; yıllardır kullandığı menüyü defalarca okurken verilen süreyi kaçırdığı için ek süre isteyeceğine kartını alıp tekrar takan, aynı uzun yolculuğa arkasındaki uyruğa aldırmadan yeniden koyulan ve dayanamayıp kafamı uzattığımda hesap özetini görünce, ona, ben ve benim gibilerin en az iki katı maaş veren kurumuna içimden küfürler yağdırdığım paçavra kılıklı herife;(…)

Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’u, bir buçuk saat içinde okudum, ama okurken aldığım keyif bir buçuk saatten fazlasını dolduracak kadardı. Kitapta en sevdiğim öykü, "İthaf" oldu. Hem müstakil olarak öyküleriyle hem de bütün bir kitap olarak feyiz ve keyif alınacak bir eser olduğunu düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese, keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

5 Eylül 2021 Pazar

Milat öncesinden uzay kolonilerine uzanan bir roman

Harun Candan’ın son romanı üzerine bir yazı yazmayı düşündüğümde bu kitabı henüz okumamıştım. Genelde sevdiğim kitaplar üzerine yazıyorum, Candan’dan da sevmeyeceğim bir kitap gelmeyeceği düşüncesindeydim. Çünkü bundan önceki dört romanı, yazar hakkında belli başlı fikirlerimin oluşmasına neden olmuştu. Yazarın son kitabını okurken ise duygudan duyguya atladım diyebilirim. Sevmekle sevmemek arasında gittim geldim. Sert eleştirilecek yerlerin zayıflığıyla övülecek yerlerin hayranlığı arasında savruldum. En sonunda bu kitap hakkında eleştirel bir yazı yazamayacağıma karar verdim. Şimdiki yazım biraz kitabı tanıtmak ve sevip sevmediğim yerlerin belirtilmesi şeklinde olacak.

Sonsuzluğun İlk Günü’nün ilk bölümünü okurken içimden işte Candan’ın en muhteşem romanı diye düşündüm. Bu düşüncem kitabın sonunda yazarın en iyi kitabı hâlâ, ilk kitabı olan Hayalname’dire dönüştü. Peki, neydi fikirsel savruluşumun nedeni?

Bunun için önce kitabı biraz tanıtmakla başlamalıyım. Milattan önce 536 yılında Lidya ülkesinde, Lidya kralı Kroisos’un, yani bizim bildiğimiz Karun’un hükümdarlığında başlıyor roman. 2099 yılında, dünya felakete uğramış, uzayda koloniler kurulmuş ve yeni bir yaratılış, yeni baştan bir başlangıç hikâyesiyle bitiyor. Tabiî hikâye, ilk güne evriliyor, Eve ve Adam’la. Yani Havva ve Adem’le. Aradaki bu 2563 yıldaki olaylar, birbiriyle bir şekilde bağlantılı hâle getirilmeye çalışılmış. Bunu da Kral Kroisos’un madalyonu sayesinde yapmaya çalışmış yazar. Veziri krala zamanında bir madalyon hediye ediyor ve bu madalyon elden ele bir şekilde 2099 yılında, uzayda ve sadece seçkin kişilerin yaşaması için oluşturulmuş kolonilere kadar çıkıyor. Yeri geliyor Akdeniz’de Korsika adasında yeri geliyor Hindistan’da Kalküta’da görüyoruz bu madalyonu. Bu tür romanları severim. Yani bir obje üzerinden yılların izini sürmek bana her zaman gizemli ve efsunlu gelmiştir. Candan da romanını bu gizem üzerine kurmuş ilk üç bölümde. Yani madalyon değişik şekillerde değişik olaylarla dünyanın orasından orasına savruluyor. Her seferinde yeni bir isimle ve yeni bir hikâyeyle. Ve bu ilk üç bölümün dili ve anlatımı da bu gizemden nasibini alıyor. Yeri geliyor bir masal diline çeviriyor yazar üslûbunu. Okuru hikâyenin içine çekiyor ve orada hapis tutuyor neredeyse. Fakat son iki bölümde, yani 2003 ve 2099 tarihlerinin anlatıldığı bölümlerde ne bu efsunlu anlatımdan eser kalıyor ne masal dilinden. Burada şöyle bir ikilimde kaldım. Dünya değişti. Şimdinin diliyle bundan beş yüz yıl öncesinin dili bir değil. Doğal olarak da yazar üslûbunu buna göre uydurmuş. Amerika kıtasında altın peşindeki haydutların diliyle Korsika’da bir şifacının dili aynı olmamalı zaten. Fakat biz dille birlikte madalyonun izini de kaybediyoruz. Yani ilk iki -hadi üç diyelim- bölümün esas kahramanı madalyon, sonraki bölümlerde alelade bir nesne hâline geliyor. Neredeyse bazı bölümlere koymayacakmış da, hadi başladık artık madalyonu bir yerde göstermeliyiz, der gibi bölüm aralarına sıkıştırmış madalyonun hikâyesini ve kimlerin eline geçişini. Hâlbuki başlardaki gizem devam etseydi, okuyucu sırf “bakalım madalyon nereden çıkacak ve bu bölümdeki kişinin eline nasıl geçmiş” diye merak ederek okuyacaktı. İlk iki veya üç bölümün mükemmel, son iki bölümün ise sıradan distopik roman örneğinin verildiği bir roman hâlini almış Sonsuzluğun İlk Günü.

Candan romanını biraz dağıtmış. Yani Lidya’nın Sfard kentinden başlayan hikâye Korsika, Gelibolu, Kalküta, Yeni Zelanda, Yukon, Florida, Kuzey Karolina, Dubai ve Patagonya’ya kadar genişliyor. Beş kıtada geçen bir roman yani bu. Tabiî her olay ana olaya bağlı değil. Bazen yan olaylarla da tutturulmuş birbirine bu hikâye. Zaman zaman gerçek tarihî olaylar kendine yer bulmuş zaman zaman kurgu hikâyeler. Ama inandırıcılık bakımından hiçbir problem oluşturmuyor bu durum. Sık olmamak kaydıyla hikâyenin geçtiği yerlerin dönem özelliklerinden de bahsetmiş Candan. Biraz toplumsal eleştiriler de yok değil. Fakat buna rağmen kitapta açıkta kalan bazı hikâyeler ve olaylar da var (bilinçli de yapılmış olabilir, çünkü ana olayları oluşturmuyor).

Farklı bir roman yazmaya çalışmış yazar. Konusunu zamansal olarak M.Ö.’den alıp uzay çağına çıkarmaya çalışmış ancak bence bu 406 sayfalık bir kitaba uygun değil. Aradaki zamanı birbirine mantıklı bir şekilde bağlayamazsanız bu durum sorun çıkarabilir ki bu kitapta da bu olmuş. İlk iki veya üç bölümün harika son iki bölümün sıradan olduğunu söylememin sebebi de bu: Bölümlerin birbiriyle alakası bir yerde kopuyor. İpin ucu kaçmış yani. Yoksa son bölüm yani Ouroboros (kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklidir. Yanar döner gökkuşağı mitleri ile benzerlik gösteren sembol doğanın ebedi döngüsünü ifade etmektedir) adını taşıyan ve 2085 yılında Dubai’de başlayan bölüm ayrı bir distopya romanı olarak geliştirilseydi çok daha farklı şeyler konuşabilirdik. Belki biraz abartarak söylüyorum ama kitap üçüncü bölümün sonunda bitirilseydi çok daha başarılı bir roman olarak kalabilirdi.

Tabiî her şeye rağmen Harun Candan en iyi özelliğini yine göstermiş ve katmanlı bir yapı kurarak hikâyesini anlatmaya çalışmış. Bölümleri kendi içlerinde ayrı ayrı değerlendirdiğimizde olumlu pek çok şey daha söylenebilir de. Yeri geldiğinde Binbir Gece Masalları anlatısına yeri geldiğinde Amerika kıtasının ıssız çöllerinde altın arayan haydutları anlatan bir Jack London anlatısına dönüşebilmiş kitap. Hep bir merak da var kitapta aslında ama gizem kaybolunca merak kuru bir şekilde elimizde kalmış oluyor.

Şunu da söylemek lâzım: Candan, romanlarının ortasına bir cinayet unsurunu mutlaka ekleyen bir yazar. Bu cinayet ana konu olmasa da ana konuyu, başkarakteri ve romanın gidişatını etkileyen bir unsur oluyordu hep diğer kitaplarında. Bu romanın kurgulanışı daha farklı olmuş. Zamansal olarak da tek bir cinayetin etrafında döndürülemezdi zaten hikâye.

Yazarın bundan önceki kitabı Yarınsız’ı önceki diğer kitaplarına göre biraz daha yavan bulmuştum. Bu son kitabı ise Yarınsız’ı nitelik olarak geçse de yazarın en iyi iki kitabı bana göre hâlâ Hayalname ve Yarım Ay. Türk Edebiyatı’nın özgün yazarlarından biri Harun Candan. Her kitabını imkân oldukça okumaya devam edeceğim, bu romanında bazı hayal kırıklıkları yaşasam da.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

1 Eylül 2021 Çarşamba

Gönülden çıkan her söz insanın imdadına yetişir

"Âdemi bul âdem ol âlemde âdem gizlidir
Etme tahkîr âdemi âdemde âlem gizlidir."

- Yozgatlı Mehmed Said (Fennî)

Güzelliğin, hayrın ve iyiliğin üzerimize yağmur gibi yağmasına ihtiyacımız var. Bu yağmurdan muradımız ne kendimizin ne de tabiatın serinlemesi. Tam aksine, varlığın ihtişamıyla ısınmak istiyoruz. Bir güzel insana, bir hayır duasına, hiçbir karşılık talebinde olmayan iyi bir davranışa özlemimiz bundan. Dört bir yanı soru işaretleriyle dolu bir virüs, yine dört bir yanı keşfedilemeyen insanla karşı karşıya geldi. İnsanlar evlerine çekildi. Virüs, avını bekleyen bir avcı misali bekliyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakikat, nurlandırıp şenlendireceği gönüllülerini arıyor. O gönüllüler ise bu karmaşadan olsa gerek gönüllerinden bihaber. İşte böyle zamanlarda bir bilenin, hem dinlemesini hem de söylemesini bilenin elimizden tutması gerekiyor. O tutuş mümkündür ki insanın kalbiyle rabıtasını kuvvetlendirme noktasında bir yakıt olacaktır.

Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir. Çağımızın hasret kalınan münevverlerinden Sadettin Ökten, birçok bastonu varlığında kuşatmış, farkında olarak ya da olmayarak o bastonları bölüşüp başkalarına da sunan bir ehl-i gönül. Son dönemde onu hem dinleme hem de okuma imkânına vesile olan ise bir ruh tabibi, Kemal Sayar. Gönülsüz ruh olmadığı gibi ruhsuz gönül de olmadığı için her yönüyle iç ferahlatan, gönül genişleten, sözü zenginleştiren bir buluşma. Daha evvel Dünyaya Geldim Gitmeye ve Aşk ile Ânı Seyretmek ciltleriyle tanık olduğumuz bu buluşma, Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik cildiyle çemberini gittikçe derinleştiriyor. Kimsenin bir şey talep etmediği, talip olanın çok şeyler alabileceği, engin bir muhabbet ocağı diyebiliriz bu üç cilt için de. Çerağı yakanın Hakk olduğuna imanımız tam zira yapan da O'dur çatan da. Ama şuna da inanırız ki Hakk kuluna, kuluyla tecelli eder. İnsanın insana umut oluşu, yurt oluşu bundandır şüphesiz.

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / bülbül hamûş havz tehî gülsitân harâb" demiş Keçecizâde İzzet Molla. Ömrün bize düşen bu sayfasında, yani baharda, bülbüller suskun, havuz boş, gül bahçesi harap. Oysa mevsim baharsa madem, kainat muhakkak güzelliklerini açmış, sunmuştur insanlığa. Aklın çizdiği çerçevenin dışına çıkamayınca göz de körleşiyor gönül de. Akıl bize hırslı olmayı, kazanmayı, tüketmeyi, yarışmayı telkin ediyor. Bizi son sürat giden bir trenin içine atıyor ve ardımızdan sinsi sinsi gülüyor. Durma imkânı olmadığı için görme imkânı da olmuyor. Hissetmek ve yaşamak romantik bir eyleme dönüşüyor. Ökten hoca tam da bu konu için uygun bir anısını anlatıyor: "Yıl 2008, Amerika'dayız ve oraya üçüncü gidişim. Hayat çok hızlanmış, çok sertleşmiş, çok sıkışmış... Kızımın orada evi var, ben de ziyaretine gittim. Temmuz aylarındayız, akşamüstü günbatımını izlemek için bahçeye indim. Orta katta da akademisyen bir hanım oturuyor. Kadın bahçeye geldi, ben de ona dönerek, "Ne kadar güzel bir bahçe" dedim. O da "Evet, çok hoş" dedi. "Gelin oturun, beraber seyredelim" dedim. "Benim işim var, bilgisayarda bir makale yazmam lazım, maalesef gitmek zorundayım" dedi. Ben de içimden dedim ki, nasip meselesi. O makaleyi bir başkası da yazacak mutlaka; ama sen bu güneşi her zaman göremeyeceksin... "Böyle dingin kalırsak, tabiatı dinlersek ne olacak?" diye bana soruyorlar, diyorum ki, "Yüzünüzden tebessüm, sesinizden şevk eksik olmayacak."

Yenişehirli Avnî'nin "Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik" dizeleri kitaba isim olmuş. "Biz bu dünyaya makam elde etmeye, mevki kazanmaya gelmedik, bir yâr için âh etmeye geldik." diyor o. Bugünün insanı için pek havalı, bir o kadar da romantik gibi görünen dizelerde büyük bir hikâye gizli oysa. Ökten hoca şöyle açıklıyor: "Yenişehirli Avnî'nin yâr dediği Cenab-ı Allah'tır. Ve "âh", Allah ism-i Celâl'inin son hecesidir. Bu sebeple "âh" etmek, Allah demektir. Âh etmeden O'na varmak mümkün değil. Âh etmemizin sebebi elest bezmindeki vuslat anlarını hatırlamamızdır. Tekrar o deme dönmek istiyoruz, özlüyoruz ve derinden bir âh ediyoruz."

Musiki ve şiir insan hayatının merkezinde olunca, yani insan, ömrünü muhabbet merkezli kurunca, istikameti de hakikatli oluyor. Ökten hoca doğup büyüdüğü ev, gördüğü tahsil, meşgaleleri, yetiştiği çevre, hevesleri, duyuşları ve yaşayışları nedeniyle, tabir-i caizse bir kilim gibi. Nerede dursa orayı güzelleştiren, değerli kılan bir hâli var. Bu hâlde birçok büyüğün, gönül insanının dokunuşları var. O kilimi incelerken bunu görüp hissediyorsunuz. Bugün hâlâ kendisine "Ben bu dünyaya neden geldim? Yaşamımın bir anlamı var mı? Etrafıma bir faydam oluyor mu?" sorularına soramayan, dolayısıyla da sürekli sıkılan, türlü gelgitlerle yaşamak zorunda kalan kimselerle iç içe yaşıyoruz. İstikamet kazanamamış ruhlar, bedenlerin içinde çırpınıp duruyor. Batıda da doğuda da görülmekte olan bu hâle dindirebilmekle çocukluğumuz arasında büyük irtibat var. Bir çocuğa sadece çocuk nazarıyla bakmamak, onun içinde meyve verecek tohumları ekmek, iyi dinlemek ve sohbet etmek gerekiyor. Kitaptan dinleyelim: "Ben manevi hayat yaşayan bir evde doğdum; ama daha da ötesinde ben bir medeniyetin içine doğdum. Hayatın anlamına dair hiçbir sorum olmadı; çünkü zaten o medeniyet bana o soruların cevabını hem teorik hem de pratik olarak vermişti. Şöyle söyleyeyim; şimdi hayatımın bu ileri yaşlarında bir üniversitede verdiğim derslerde de bu gündeme geliyor. Medeniyet tasavvuru dediğimiz hadisenin içerisinde, hayatın anlamı ve gayesi de vardır. Medeniyet tasavvuru muhtevası içerisinde o da geçer. Çok az insan, doğrudan bu soruyu sorabilir. Mesela Tolstoy bu soruyu kendine sormuş. Birçok insan da bu sorunun cevabını yaşadığı toplumsal yapıdan almıştır. İnsanın zihni ve gönlü çok diri olmadığı zaman, toplumsal yapıdan aldığı cevap onu tatmin eder ve böyle yaşamaya devam eder."

Harakani sultana "En güzel derviş kimdir?" diye sormuşlar. "Kapının eşiğinde bekleyen, varlığı yokluğu belli olmayan, dikkat çekmeye çabalamayan" demiş. Şimdi büyük öğüt sahibinin şu sözlerini hatırlamamak mümkün olmasa gerek: "Yeryüzünde sanki bir garib veya bir yolcu gibi ol.". Varlık yeterince ağırken bir de ona benlik eşlik edince, yaşam içinden çıkılmaz bir hâl oluyor. Daha rikkatli, daha sakin, daha vicdanlı olmalıyız. İyi kitaplarla iyi fikirleri yan yana koyup, yaşamımızı daha anlamlı getirmeye çabalarken çevremize hem ayna hem de ışık olmalıyız. Başkalarında kusur arayan değil, kendinde kusur bulan bir anlayışı tercih etmeliyiz. Farkında oluruz ya da olmayız, bu hayatı daha güzel kılacaktır. Kaderimizi sevmemiz gerekiyor. "İnsan, ömrüne biçilmiş olan elbiseyi, yani kaderini sevmedikçe mutsuz yaşar. Madden çok büyük kuvveti olanların manen sürekli çırpınma hâlinde olmalarının ve sürekli şikayet etmelerinin sebebi, ömürlerine yeni kader arayıp durmalarıdır. Kader sevildikçe, varlığın kederi hafifler." demiştim bir paylaşımımda. Sonra bazı kitap alıntı sitelerinde, bu cümlelerin kitaba yakıştırıldığını gördüm. Ne mutlu deyip, kendime çok sevdiğim iki hocam arasında bir yer bulmuş oldum. Çünkü onlar en çok da şunu hatırlatıyor bizlere: Korunuyorsunuz, bunu hissedin.

Sadettin Ökten: "İstikameti bozmamaya çalışırsanız korunduğunuzu hissediyorsunuz. Allah, kullarına koruyucu meleklerle beraber insanı koruyacak kollayacak insanlar da gönderiyor. Siz o insanlara, babam, ağabeyim, annem, kardeşim, arkadaşım diyorsunuz; ama onlar, bu özelliklerinin haricinde koruyorlar. Onlar da bunu farkında olarak yapmıyorlar; ama sizi koruyorlar, besliyorlar, büyütüyorlar, geliştiriyorlar. Bu, bazen bir sükûtla, bazen bir sözle, bazen de bir eylemle oluyor. İnsan hayır ve şer arasında muallakta durur; ama Allah'a iltica ederse huzuru bulur."

Kemal Sayar: "Dün bir danışanım geldi; ağır bir depresyon geçiriyor. Daha tedavinin başlarında; tedaviye kısmen cevap veriyor, fakat hâlâ arada bir gelgitler oluyor. Yine o gelgitleri yaşadığı bir anda alıp başını sahile gitmiş. Hayattan bezgin, bıkkın bir hâlde sahilde hüngür hüngür ağlamış. Bir delikanlı arabasıyla geçerken onun ağladığını fark etmiş. Hanımefendi de delikanlının ona doğru baktığını anlamış. Delikanlı gitmemiş ve orada beklemiş. Göz ucuyla annesi yaşındaki hanımefendiyi bir taraftan gözetlemiş. Danışanım bu olayı anlatırken, "Benim yanlış bir şey yapacağımdan endişelendi ve ben orada ağlarken belli bir mesafede durarak sürekli beni izledi, ben ayrılana kadar da gitmedi" dedi. Bu genci, bu hanımefendinin karşısına birisi çıkardı. Hakk onu muhafaza etmek için o genci gönderdi."

Yaşamanın yavaş yavaş doğmak olduğunu anlatan, şükretmek için ne büyük nimetlerin olduğunu hatırlatan bir kitap var artık elimizde. Okudukça gönlümüzü açması temennisiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf