29 Mayıs 2023 Pazartesi

Başka nasıl ölünürdü ki?

"Nasıl Ölünür?" sorusunun peşinde sürükleneceğimiz beş öyküyü bırakıyor önümüze Emile Zola. Hem çok farklı hem de bir o kadar birbirinin aynısı beş hayatı ele aldığı bu kitabında ölüme farklı pencereler açıyor. İnsanın ölüme nasıl baktığını gösteriyor bize. En çok da vurdumduymazlığımızı, biraz da vefasızlığımızı çarpıyor yüzümüze, ölüme karşı.

Onun kalemi aleni ve dobra çizikler atıyor sayfalara. Bazen durup ürperiyorsun bu kadar açık açık yazıyor oluşuna. Aksaklıkları, çirkinlikleri, herkesin bildiği ama kimsenin konuşmaya lüzum görmediği, ağzımızın tadını kaçıran mevzuları, kuytu köşe gerçeklerini... hiç çekinmeden yazıyor. Hayretimiz yazdıklarına değil, aslında hepsinden haberdarız zaten, asıl hayreti dobralığına duyuyoruz. Ölümü ele alışı bana sivrisinekleri hatırlatıyor.

Ölüm, bir sivrisineğin koluna konup bir anlık rahatsızlıktan sonra uçup gitmesi gibiydi. Sürekli etrafında dönüp dolaşır, durmadan vızıldar, bir yerlere, birilerine, çöpe, lezzetli bir yemeğin kırıntılarına, leşe...konar ve alacağını alır gider. Vzıltısını duyarsın ama onu görmezsin genelde. Pek de merak edilmez aslında nerede olduğu, nereye konduğu. Yeter ki senin tenine konmasındı. Hoş, bazen burnumuzun dibinde vızıldayıp dursa bile fark etmeyiz sivrisineği. Ta ki kanımızı tatlı tatlı emip o cılız acıyı hissettirene kadar. Gerçi o acıyı hissedemeyen, kolunda kanını emen sivrisinekle uyuyan nice insanız şimdi. Isırıktan geriye kalan izi de bir bilemedin iki gün sonra silinir gider, ısırıldığını hatırlamaz olur insan. Bu kadar düz, bu kadar dümdüz bir olaydı ölüm. Hiçbir fevkaladesi olmayan, bir küçük sessiz veda. Vedalaşacak birilerini de ardında yasını tutanları da bulamayabiliyordu. Ama hakkını yemeyelim üç gün kadar hatrı sayılır bir vefa ve karın tokluğu başsağlığı, acıyı bir kenara bırak da misafire çay yetiştir telaşı, iyi bilirdik hikayeleri de vardı bizim buralarda.

Bir arkadaşı alıp çıkıyor, sonra da unutulup gidiyordu işte. Charlot'un vedası da öyle unutulup gitmişti: ''Tek odaları vardı, Charlot'la yaşıyor, yemeklerini onun yanında yiyip onun yanında uyuyorlardı. Zaman zaman unuttukları da oluyordu; daha sonra fark ettiklerinde onu bir kez daha kaybetmiş gibi oluyorlardı,'' diyor Zola, yanı başlarında yatan küçük cenazeyle gayet tabi ve buna en çok da sebep olan yoksulluklarıyla yaşayan cenaze sahipleri için. Yine başka bir coğrafyanın ölümü karşılamasını şöyle çarpıcı bir şekilde aktarıyor: ''Kordonlar boğuk bir sesle çukurun duvarlarına sürtündü, tabutun meşe tahtaları çatırdadı. Mösyö Kont de Vertueil artık evindeydi. Kontes ise kanepesinden kıpırdamamıştı. Gözlerini tavana dikmiş hala kemerinin püskülüyle oynuyordu, içinde kaybolduğu hayaller o güzel sarışının yanaklarını kızartıyordu.''. Bu lakaytlığı yüzümüze öyle bir çarpıyor ki, ölümden daha ürpertici bir tokat yemiş gibi oluyoruz.

Beş öykünün beşinde de aynı lakaytlık, aynı vurdumduymazlık ve aynı ölüm yalnızlığını okuyoruz. Sade ve doğal bir üslubun çarpıcı ve kısa soluklu öykülerini okurken hayretimiz de kısa sürüyor. Bir diğer sayfaya geçtiğimizde ölümü okuduğumuzu bile çoktan unutmuş oluyoruz. Oysa Zola'nın dobralığı her öyküde ayrı bir kılıkta ve farklı bir hayatın gözleminde apaçık gösteriyor kendini.

Sanırım o soruyu şimdi yinelememiz gerekiyor: Nasıl ölünür ya da nasıl ölünmeliydi ki unutulmamalıydık?

Elif Uludağ
uludagelif27@gmail.com

22 Mayıs 2023 Pazartesi

Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?

"Burada insanların ben yaşadığını düşünmüyorum.
Sadece akşamları eve gittiğini düşünüyorum, zorla."
- Bülent Parlak

"Eve dönmek
Kendime sarkıntılık etmekten başka nedir?
- İsmet Özel

"İnsan her akşam bir özür arar kendine
Çünkü eve dönen herkes biraz cesurdur."
- Freud'un Göremediği Rüya

Eve, yersizliğe, köksüzlüğe, kimliğe, kendiyle meşgul olmaya, insan ilişkilerine, arayışa, yürüyüşe dair olan kitaplar, okurların büyük bir kısmı için heyecan vericidir. Son derece tekinsiz ama bir o kadar da verimli olan bu 'okuma arazisi'nin mayını da boldur, meyvesi de. Ağzı burnu kanamadan, içi dışı parçalanmadan bu araziden çıkabilen okur yok gibidir. Hayatta bazı konular entelektüel bir çaba olmaktan çıkmalı, gerekiyorsa okuyanın ve düşünenin içi dışı parçalanmalıdır. Bu parçaları bir araya getirmeden gerçekle yüzleşmek ve daha sonra o gerçeği yaşamak mümkün olmuyor.

Cümlelerimize "pandeminden sonra..." diyerek başladığımız günlerden beri evi, yuvayı, aileyi, ofissiz çalışma düzenini, dostluğu, aşkı, ölümü yeniden sorguluyoruz. Sorgulanan bu kuyulardan ne kadar su çekilebildiği ise ayrı bir merak konusu. İnsanoğlu ölümü yenmeye çalışırken aşkı kaybediyor, aman konforuma zeval gelmesin dediği duvarlar arasında esas evini arıyor, aklını yegane yoldaşı kabul edip ferahlama yollarına sırtını dönüyor, sürekli huzursuz hissetme hâlini yenebilmek için yeni çevrelere, yeni projelere, yeni fikirlere kulaç atıyor. Giderek boğuluyor. Çünkü asıl kulak verilmesi gereken mesajlar ve hadiseler gönülde cereyan ediyor, insanoğlu gönlünü can kulağıyla dinlemiyor. Kavramlar, teknik tanımlar, yorumlar sadece saatleri ve günü oyalıyor. Biz yine kendi bildiğimiz yollarla hiç giremeyeceğimiz yollar arasına birer teyel atıyoruz ve oturduğumuz yerden kalkıp bir kahve yapıyoruz. Sonra "oh be" diyoruz, "hayat güzel". Öyle de, sen nasılsın?

Her şey yolunda giderken bile yüzü hep içindeki oyuklara dönük olabiliyor insanın. Buralardan ne çıkacak acaba diye teyakkuzda bekliyor. Özellikle rutine fazla saplanınca ansızın çıkıveriyor işte oralardan bir şeyler. Sanki "bu böyle gitmez, bak hâlâ yerini bulamadın, nereye konsan oraya dalım diyorsun ama bir kanadın çok uzun zamandır kırık, göremiyorsun" der gibi. Sonrası dalgın bakışlar, birkaç kitap sayfasında çare aramalar, arkadaş sohbetleri, eve dönüş, uyku marşı ve kapanış. Yok öyle kapanma, rüyalar da çıkıveriyor birden. O kaygan zemini hatırlatıyor. Feride Deniz'in kitabının ilk cümlesini: "Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?"

Acaba dedim, İlahi Vuslat yerine kitabın adını doğrudan böyle mi koymalıydı? Ama o zaman da günümüzün kişisel gelişim kitaplarını çağrıştırabilirdi bu güzel çalışma, halbuki alakası yok. O hâlde dedim, bu soruyu yazının başlığı yapayım, hiç değilse kendi hevesim kursağımda kalmasın. İlahi Vuslat, hem psikolojiyle hem de tasavvufla ilgilenenler için çok lezzetli bir karşılaştırmalı okuma imkânı sunuyor. Doğum travması ve bezm-i elest arasından bir seçim yapma gerekliliği yok kitapta. Psikolojiyle tasavvufun ayrıldığı çok önemli hatlardan birine vurgu var. Yalnız, özellikle batılı bazı hekimlerin ve terapistlerin doğum travmasından bahsederken neredeyse bezm-i elest konusuna yaklaştığı da gözlerden kaçmıyor.

İnsanın dünya üzerindeki ilk evi, anne rahmi. Buradan ayrılmanın ruhta bıraktığı izleri önemsememek mümkün değil. Öyle veya böyle hayata devam ediyoruz ancak dünyaya alışamayışımızın kökeninde, bu kopuşun da izleri olabiliyor. Kimilerine göre özlemler, arzular ve kaygılar hep oraya yönelik. Kimilerine göreyse yeryüzündeki evsizliğimiz, yurtsuzluğumuz, köksüzlüğümüz hep o ayrılışla ilgili. Fredrik Svenaeus, "Freud's philosophy of the uncanny" başlıklı makalesinde "İnsan olmak evsizliğe doğmak gibidir" diyor. Bu tedirgin edici cümle akla hemen Heidegger'in geworfenheit kavramını getiriyor: dünyaya fırlatılmışlık... Doğum Travması kitabında Otto Rank, bu travmanın bütün insanlığı şekillendirdiğini öne sürüyor. Çünkü ona göre anne rahminden ayrılan insanın önünde artık tek bir yol var, endişeyle yürümek. Bütün nörotik rahatsızlıkların kaynağında da işte bu endişe var. Feride Deniz durumu şöyle izah ediyor: "Dünyaya ağlayarak gelen çocuk için bu ayrılık, travmatik ve korku verici bir özelliğe sahiptir çünkü çocuk anne rahmindeki cennetinden ve annesiyle olan birliğinden kopartılmış ve kaotik bir ortama sürüklenmiştir. Rank, bu travmanın izlerini ve etkilerini sadece psikolojide değil sanat, din, bilim, felsefe vb. insanın pek çok farklı eylemlerinde göstermiş ve bu travmanın nasıl da yaşam döngüsünün her aşamasında yer aldığını çeşitli argümanlarla ispat etmeye çalışmıştır."

Psikanalizde doğum travmasını işlerken Freud'dan başlıyor Feride Deniz. Yani kaygıdan ve tekinsizlikten. Sonra Otto Rank'ın bu travmayı aşma yöntemlerinden bahsediyor. Sandor Ferenczi'nin 'denize özlem'inde, Michael Balint'in 'ilk aşk'ında, Nandor Fodor'un 'kayıp sevgili arayışı'nda hep bu travma var. Akabinde Jung'un doğum travmasına yaklaşımı anne arketipi, anima ve animus kavramlarıyla açıklanıyor. Jacques Lacan'ın 'arzumuzun eksik nesnesi' dediği doğum öncesi yaşam ve Julia Kristeva'nın doğum öncesi yaşamla melankoli arasında kurduğu irtibat kitabı zengin kılıyor. Doğum travmasının nesne ilişkileri, bağlanma teorisi, hümanist ve varoluşçu psikoterapiye göre işlenen kısımları da bir hayli kafa açıcı. Meseleye uzak olan okurlar bile rahatlıkla okuyabilirler ve kitabın engin kaynakçasından yararlanabilirler. Zira korka korka da olsa doğum meselesinde 'kendine ait bir yer' arayanların sayısı epey fazla. Transpersonal psikoloji hep ilgimi çekmiştir; haliyle Stanislav Grof ve Michael Washburn gibi isimlerin insanın gelişiminde bu travmayı nasıl ele aldıkları da İlahi Vuslat'ta yer buluyor. Burada, Grof'un defalarca dilimize çevrilmiş Kozmik Oyun kitabından bir alıntı paylaşmayı istedim: "Gerçek varlığımız kozmik yaratıcı ilkeyle bir olduğu için açlığımızı maddî dünyada peşinden koştuğumuz hiçbir şey gideremez. Tanrısal kaynakla mistik birlik dışındaki hiçbir deneyim en derin arzumuzu tatmin edemez."

Kitabın ikinci bölümü tasavvufta birliğin ve ayrılığın temalarını irdeliyor. İnsanın nasıl tasavvur edildiği, ruhun beden zindanında hapsolması, ayrılık acısı, arayış halinde olmak, aslî vatana (eve) özlem, Hakk'ta fani olmak, derken muhteşem son: vuslat ve ölüm. Burayı okurken naçizane tavsiyem, bir sonraki okuma serüveni için İbn Arabî'nin Aşk Risalesi'ni, William Chittick'in Tasavvuf'unu ve Robert Frager'in Kalp, Nefs ve Ruh'unu da listeye dahil etmeniz olsun. Ruhun bedenle ilişkisi çok önemli. İnsanın hem kendisini (nefsini) ve yaratıcısını bilmesi için olmazsa olmaz bilgiler yatıyor bu ilişkide. Bilgiye kavuşmak ne kadar zorsa ondan hayat pratiği (idrak) çıkarmak da o kadar zor. Tek başına olacak hadiseler değil ama ilim talep edene (talibe) verilir. Bu yolda aramaktan daha lezzetli bir şeye de rastlanmıyor. Gelin bu bahsi 20. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Ken'an Rifâî'nin Şerhli Mesnevî-i Şerif'inden bir paragrafla kapatalım (daha doğrusu açık bırakalım): "Dünyada ve bir ten kafesinde olmak, Tanrı visaline engel bir hâl içinde bulunmaktır. Tanrı ile bir olmanın sırrını bilip bunun sonsuz yüceliğini idrâk etmişler için böyle bir engel elbette derin bir hicran ve özleyiş sebebidir.". Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi Mesnevî'sine "Bişnev in ney çün şikâyet mî küned / ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned" başlatan da bu hicran ve özleyiştir. Zira ney (insan-ı kâmil) o ayrılıktan her dem şikayet etmededir. Ondan duyulan nağmeler, bu ayrılığın nağmeleridir ve bizim dinleyişimiz, onun inleyişleridir. İlahi Vuslat'ın son bölümü modern psikolojide ve sufi psikolojisinde doğum travmasına olan yaklaşımları karşılaştırıyor. Hem meslekten olanlar hem de meraklılar için kitabın tansiyonunun en yüksek olduğu yer burası. Bol bol not almak, şaşırmak, tırsıp geriye çekilmek mümkün. Elbette üzerine gidecek cesurlar da vardır. "Yazık, şairler kadar cesur değilim."

Bu tip çalışmaların nasıl bir sona bağlanacağını hep merak eder, heyecan duyarım. Belki de sözü kısaltmanın, en pürüzsüz alandan konuşmanın yeridir o son. Feride Deniz de öyle yapmış. Gelin demiş, şuna travma demek yerine, ayrılık diyelim. Ama bu ayrılık öyle bir ayrılık ki, tekrar kavuşulacağı en başından söylenmiş. Eskilerin birbirlerine "ayrılığın olmadığı yerde görüşelim" demeleri de bundan. Saza gelmiyor, söze gelmiyor o vuslat. Ruhun hafızasında da o vuslat gömülü işte. İnim inim inletmesi bundan. Ama dayanma gücü vermesi de bundan. Yoksa hiç Sultân-ül-Âşıkîn Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle der miydi: "Selam olsun o kavuşma gününe! Eğer sana mutlaka kavuşacağımı bilmiyor olsaydım, bu ayrılığa tahammül etmem mümkün olmazdı!"

İlahi Vuslat gibi besleyici, zihin açıcı çalışmaların artmasını isteriz. Feride Deniz'i de can u gönülden tebrik ederiz. Bütün yolculuğun kendimizden kendimize doğru olduğunu hatırlatmak niyetiyle, başladığımız yere dönebiliriz: Kendinizi en son ne zaman evde hissettiniz?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Seksenlerin ahvali: Sokakta

"Her pazar İsmail acaba hangi şiiri bozdurdu da güzelim bir hikayeye çevirdi, diyerek okuduk bu yazıları." diyor Furkan Çalışkan, Sokakta'nın önsözünde.

Kitap bir öykü kitabı olarak çıksa da tamamına öykü diyemeyiz bu iki bilemedin üç sayfalık kısa yazılara. Peki öyleyse türü hakkında ne diyeceğiz? Deneme? Evet, kimisi. Otobiyografi? Olabilir. Yazarımız çocukluğunda, gençliğinde tanıdığı kişilerin hayatından da öyküler devşirmiş.

İsmail Kılıçarslan 1976 doğumlu. Dolayısıyla seksenler çocukluğunu yaşamış. Seksenler deyince hepimizin gözünden bir hasret bulutu geçti değil mi? İşte kitabı okurken o günleri yad ediyoruz. Elimden bırakmak istemediğim bir kitap oldu. Biz tiryakiler işte böyleyizdir, sevdiğimiz bir kitap olunca bitecek korkusuyla ağır ağır okuruz. Kitaba yeterince güzelleme yapıp dikkatinizi çekebildiysem sırayla başlamak isterim şimdi.

Sokakta, "Sana Bu Mektubu", "Huzur Kıraathanesinin Balkonu" ve "Soba Yanıyor" başlıklı üç bölümden oluşan bir öykü kitabı.

İlk bölümdeki öyküler için lirik ağırlıklılar diyebiliriz. Ben en beğendiklerimden biri olan "Sen Tatlı Yeme Sakın" öyküsü burada yer alıyor. Kahraman, anlatıcının fakülteden arkadaşı. Sınıfın en zengin kızlarından birine tutulmuş. Kızın aklındaysa evlilik yok. Bıçkın bir delikanlı olan anlatıcı bu iki genç için bir görüşme ayarlıyor güç bela. Sonunu tahmin edersiniz…

Urfalı yaşlı bir amcanın hikayesini okuduğumuz "Suskunluğa Övgü", bitirince bu atmosfere bizi de çekiyor. Namlı bir eşkıya iken eşini görüp tövbe eden amca, 75'ten sonrasını neneyi toprağa verdiği için saymamış... Kimi zaman Ankara şivesiyle ve diğer şivelerle, doğal bir anlatımla yazılmış cümleler kitaba bir sıcaklık katıyor, “Musa’nın Geçileri” öyküsü gibi mesela.

Bir okur olarak okuduğumuz kitaptan beklentimiz nedir? Hoşça vakit geçirmek, yeni şeyler öğrenmek, bildiğimiz şeyleri tekrar, biraz hüzünlenip biraz gülümsemek, tarif edemediğimiz duyguları ifade etme yetisi... Sokakta, saydığım bu soruların hepsi için gayet tatmin edici bir kitap. "Ah minel aşk" dediğimiz aşklar da okuyoruz, "Vay canına" dediğimiz, mahfillerde adı geçen ustalarla anılar da. “Huzur Kıraathanesinin Balkonu”, İsmail Kılıçarslan ile İbrahim Tenekeci’nin öyküsü, hoş bir anekdot. Ve içinden birkaç cümle:

"Meğer biz koyundan, ağaçtan, çiçekten, çocukluktan bahsederken aynı zamanda dergiden de bahsediyormuşuz. İbrahim abi gibi adamlar şiir yazabilen adamlar değil, ‘pekey demekle kaim’dostlar ararmış meğer."

Burada duralım. İlişkilerimizi, dostlarımızı bir düşünelim. Kaç kişi böyle bir muhabbet yakalayabildi? Cevabı herkes içinden versin.

Akranlarım beni onaylayacaktır; çocukken erkekler berbere gitme vaktinin geldiğine kendileri karar vermezdi. Belli aralıklarla babaları onları uyarır, onlar da berbere gider babasının selamını söyler, tıraşını olur gelirdi. İşte, İsmail, 14 yaşındayken ilk defa berber koltuğunda büyüyor, çünkü ona öyküye de adını veren soru soruluyor: "Nasıl olsun?"

Büyük Yolculuk: Külli Tuffa Beleş” öyküsü şöyle başlıyor: "Sene doksan. Yaş on dört. Bir v6 otobüsün hostes koltuğunda, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran yolu izliyorum. Birazdan Bağdat'a gireceğiz. Ahmet Murat, ‘Bağdat'ın Yapılışı’ isimli şiirini yazmamış daha. Yazmış olsaydı, şehre girerken dilime pelesenk olurdu: ‘Arapça'da yapıldı, aruz kullanıldı."

Hikaye şu: Bir grup liseli öğrenci öğretmenleri eşliğinde umreye gidecek. O yıllarda kara yolu kullanılıyor. Otobüsle uzun bir yolculuk yapılacak. Irak sınırına gelince sınırdan geçmeden önce hocalar çokça elma alıyor, amaç ticaret. Sınırın öte tarafında elma pahalı, satıp bir taşla iki kuş vuracaklar. Kahramanın şoför olan amcası da elma alıyor. Sonu mu? Yolculuk bitti mi bilmiyoruz bu öyküde ama kahramanın yüreğine su serpildi çünkü külli tuffa beleş!

Aynı yolculuktan bir kaç anı/öykü daha var kitapta. Tarhananın bereketini okuyoruz birinde, bir gencin fikir dünyası nasıl oluşturulur bunu görüyoruz. Kul, gördüğünü işliyor.14 yaşındaki İsmail’in büyüyünce İslamcı bir genç olmasında da bu yolculuğun etkisi muhakkak büyüktür.

Geldik, son bölüme: “Soba yanıyor.”. Buradaki öyküler hikmet odaklı.

"Bugünlük Ekmeğim Var" öyküsündeki pejmürde giyimli yaşlı adam hepimize bir temiz nefis terbiyesi dersi veriyor. Anlayana mı demeliyim yoksa?

Yazar öyküyü şöyle bitirmiş:

Bugünlük ekmeğim var' diyebilen ve bununla yetinebilen insanın dünyayı değiştirme, ona nizam verme şansı hepimizden fazladır. Hatta o zaten bizatihi varlığıyla bile her gün dünyayı değiştirmektedir. Bizse, şahane konforumuzla her gün 'neyi değiştirmemiz gerektiğinden bahsederek' yorgunuz."

"Fazla yaşamaktan yorgunuz" derdim bir öykü yazarı olsaydım.

Sözün sonu: Sokakta, yazar karşınızda oturuyor da sohbet ediyormuşsunuz gibi samimi bir üslupla yazılmış. Bununla beraber bir o kadar gerçek, bir o kadar etkileyici… Hem lezzetli, hem pek çok ders mahiyetinde tadımlık hikayeler.

Birsen Sebahat Tan
birsen_sulubulut89@hotmail.com

21 Mayıs 2023 Pazar

Yüz yıl sonra yeniden: Kırmızı Köşk'ün Esrarı

“Akıllara hayret verecek derecede harikulade vakalar, dünyada misali görülmemiş inceliklerle dolu, şeytanî zekâların bütün kuvvetleriyle birbirleriyle çarpıştığı cinayetlere sahne milli romandır.”

Pertev Şevket'in Kırmızı Köşk'ün Esrarı adlı kitabının ilk sayfasında yer alan bu sözlerden de anlaşıldığı gibi eser, milli romanlarımızdan biridir. Aynı zamanda “Osmanlı Polisiyesi” derlemelerinde geçer. Ancak yazıldığı ve yayımlandığı dönem Cumhuriyet dönemindir. Nitekim kitabın yazı devrimine yetişememiş ve eski yazıyla basılmış olmasından Osmanlı dönemine ait olduğu sanılır. Konusu ise oldukça ilginç. Birden fazla zincirleme olaylar var ve bir macera bitti zannedilirken bir macera daha başlar. Öyle ki emin olduğunuz, suçlu kesin bu karakterler dediğiniz kişiler bir iki sayfa sonra değişir ve hâliyle de her şey başa dönmüş gibi olur. Bunun için okurken biraz sabırlı olmak gerekir.

Peki, kitap nasıl başlıyor? Öncelikle şunu belirtmek isterim ki: roman birinci ve ikinci kısım olmak üzere ikiye ayrılıyor. Birinci kısım “Katilin İzi Üzerinde”, ikinci kısım “Meçhul Şahsiyetler Peşinde.” Biz ilk bölüm olarak Katilin İzi Üzerinde ile başlayalım.

Hüseyin Macit, İzmirli bir tüccarın oğludur. Görünüş itibariyle güler yüzlü, uzun boylu, sarışın, yaşı otuzlarında gösteren genç bir adamdır. Mesleki hayatında gösterdiği başarılar sebebiyle terfi almış ve İstanbul cinayet mahkemesinde savcı yardımcılığı için görevlendirilmiştir. Bir gün öğle yemeği yemek için Sirkeci’deki lokantalardan birine girer ve orada İzmirli tüccar İsmail Şükrü Efendi ile tanışır. Çok geçmeden de muhabbet etmeye başlarlar. Konu ise İsmail Şükrü Efendi’nin istirahati için güzel bir köşk alma meselesine gelir ve Hüseyin Macit’e Erenköyü’nde bir köşk bulduğunu, cuma günü ise gidip göreceğini söyler. Ardından da kibarca yanında gelmesini rica eder. Fakat Hüseyin Macit, çabucak gerçekleşen bu yakınlıktan pek hoşlanmaz, meşgul olduğunu söyleyerek kendisini affetmesini ister.

On beş gün sonra ise bir postanenin önünde rast gelirler. İsmail Şükrü Efendi, köşkü aldığını söyler, ısrarla Hüseyin Macit’i misafirliğe davet eder. Bu sefer kaçamayacağını anlayan Hüseyin Macit, mecburen daveti kabul eder. Nihayet cuma günün gelmesiyle de köşke gider. İsmail Şükrü Efendi, onu güler yüzüyle karşılar. Köşkü beğenip beğenmediğini sorar. Doğrusu Hüseyin Macit, köşkü görünce düşüncelerinde yanıldığını anlar ve gördüğü her şeyi pek beğenir. Üstelik köşkün içine girdikten sonra meraklı gözlerle etrafına bakar ve bronz çerçevenin içine konulmuş genç, sarışın bir kadının resmini görür. Çok beğenir. Ardından bu güzel kıza dair aklından sorular geçmeye başlar. İsmail Şükrü Efendi de durumu anlar, kızın yeğeni olduğunu açıklar. Saatlerin geçmesiyle de konuşmalar yerini sessizliğe bırakır. Hüseyin Macit’in canı sıkılır. Bu durumu anlayan İsmail Şükrü Efendi de ilk önce oyun oynama teklifinde bulunur ancak Macit pek oyun bilmediğinden buna yanaşmaz. Ardından fal bakma teklifini duyunca bu tür şeylere inanmasa bile sesini çıkarmaz, İsmail Şükrü Efendi’nin söylediklerini dinlemeye başlar. Fakat bir vakitten sonra duydukları hiç hoşuna gitmez. Zira söylenenler fena şeylerdir. Bunu anlayan İsmail Şükrü Efendi, ortamı biraz rahatlamak için latife yaparak bunların boş işler olduğunu söyler ve günün akşama dönmesiyle de Hüseyin Macit köşkten ayrılır. Nihayetinde takvimlerin Eylül ayını göstermesiyle herkesi şaşkına uğratan bir olay olur. Öyle ki bu kan dondurucu olay Kırmızı Köşkte gerçekleşmiş bir cinayettir. Maktul ise İsmail Şükrü Efendi’dir. Hüseyin Macit, duydukları karşısında şaşkına uğrarken bir anda kendini bu vakanın içinde bulur. Katilin peşine düşer. Fakat bu sırada karşısına Saime adında genç bir hanım çıkar. Çok geçmeden de bu kızın İsmail Şükrü Efendi’nin yeğeni olduğunu anlar. Ve birkaç günün ardından aralarına biri daha katılır. Sherlock Holmes...

Konu bu akış içinde ilerlerken döneme ait çeşitli bilgiler de verilir. Örneğin; İstanbul’un popüler mekanlarından biri olan Pera Palas hakkında. Nitekim karakterler zamanlarını köşkten sonra en fazla burada geçirirler. Özellikle vapur ve tren saatleri de ayrıntılı olarak verilmiştir. Yolculuklar kitapta önemli bir yerde. Tabii şu kısmı da atlamayalım İzmir hakkında da detaylı bilgiler verilmiş. Zira maceranın bir diğer kısmı da orada geçer. Benim ise romanda en çok sevdiğim birbirinden gerçekleşen bu tuhaf muammaların kitabın sonuna kadar okuyucudan saklanmış olmasıdır. Nitekim ne olursa olsun okuyucular karakterlerle birlikte her şeyi adım adım öğreniyor ve hâliyle de heyecan, merak hiç bitmiyor.

Meçhul Şahsiyetler Peşinde, yani ikinci bölüm de ise İngiliz Rıdvan adında bir karakterin yaptığı hırsızlık olaylarını ve asıl adı Saime olmayan Selma’nın ortadan sır gibi kaybolmasını okuyoruz. Üstelik artık polis müdür yardımcısı Muhsin İzzet Bey ve polis hafiyeliğine merak salmış Necile Hanım yan yanadır. Bu ikili hakikaten kitaba çok farklı bir renk kattığını söyleyebilirim. Zira aralarında geçen diyaloglar çok güzeldi. Romanın yavaş yavaş sonlarına geldikçe de her şey bir düğüm gibi çözülür ve hiç umulmadık bir son ile biter. Benim için okuması çok keyifli olan ve 100 yıl sonra sadeleştirilerek günümüz Türkçesine aktarılan bu kıymetli eseri mutlaka okumanızı tavsiye ederek iyi okumalar dilerim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Belki de şu dakikada bedbahtım, fakat gelecekten ümitliyim. Herhalde saadete de kavuşacağım."

"Hayat mücadelesinde biraz güçlü olmak lazımdır."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

16 Mayıs 2023 Salı

Saplantılı bir aşkın psikolojik ve edebi çözümlemesi

Dünyanın sadece alınıp satılabilen ‘şeyler’ üzerinden değerlendirildiği, görünmeyenlerin yok bilindiği, hissetmenin ve bir duyguya sahip olmanın zayıflık sayıldığı bu dönemde, yeniden insan olduğumuzu ve bir kalbe sahip olduğumuzu hatırlamaya fazlasıyla ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyaç doğrultusunda da romanların, şiirlerin, filmlerin, müziklerin peşinden gidip bizi bize hatırlatacak bir yansıma arıyoruz. Hissettiklerimizi, akşamları bir başımıza tekli koltukta otururken düşündüklerimizi, sık sık iç çekişlerimizi, bazen karanlık bazen aydınlık duygularımızı bize anlatacak bir yansıma. Çünkü anlamak ve anlaşılmak istiyoruz, “Bak, onun da başına gelmiş, o da bunları hissetmiş, demek ki dünyada yalnız değilim” diyerek kendimize dünya yorgunu bir arkadaş, yoldaş arıyoruz.

Çağdaş Türk edebiyatında insana ait duyguları sarsıcı bir biçimde tahlil eden, ruhu tanıyan, şehrin tüm katmanlarından haberdar olan ve gerçekçi gözlemlerle insanı insana anlatan isimlerden Tarık Tufan’ın son romanı Âşıklara Yer Yok bizlere sahici bir yoldaşlık teklif ediyor. Bu yolculukta çoğu zaman ruhumuzu bir aynanın karşısında buluyoruz; kendimize bile itiraf edemediğimiz duygular, yaşadığımız travmalar, bağlılıklarımız, bağımlılıklarımız, bizi dümdüz eden aşklarımız, partner seçimlerimizi şekillendiren ebeveyn davranışları ve insana ait türlü zaaflar, güzellikler. Âşıklara Yer Yok bütünüyle insanı kapsayan, olay örgüsü ve karakter tahlilleriyle bizi içinde bulunduğumuz andan sıyıran ve okurda tekrar okumalıyım hissiyatı uyandıran bir eser. Bunlara ek olarak Tarık Tufan’ın dil inşasında gösterdiği titizlik ve özeni de unutmamak gerekiyor. Okuyucuyu yormadan, olay örgüsünde dikkati canlı bir biçimde tutan, detayları ustalıkla işleyen ve orada boğulmayan, dilin imkânlarını sadece anlatmak için değil, anlatıyı yaşatmak için kullanan usta romancı bu yönüyle geniş bir okur kitlesine sahip oluyor.

Kitap ilk bakışta bir aşk hikâyesini anlatıyor gibi görünse de, hikâyenin köklerine doğru indiğimizde gördüğümüz şey çocukluk çağı yaşantılarımızın ruh ve anlam dünyamızı nasıl şekillendirdiği ve de bugünkü ilişkilerimize nasıl yön verebileceği oluyor. Burada altını çizmemiz gereken bir husus var; günümüzde birçok roman, karakterlerin ruh hallerini tahlil etmek ve burada okurla bir bağ kurmak üzerine inşa edilir fakat bu inşa göstere göstere ya da acemice yapıldığında tüm güzellik kaybolur. Tarık Tufan’ı farklı kılan ise bu tahlilleri yetkinlikle yapması ve bizi o karakterlerin ruh dünyalarına doğru bir maceraya çıkartması oluyor. Kitap boyunca bu hissiyat hiç kaybolmadı; eylemlerin ve söylemlerin aslında neden kaynaklandığını, karakterlerin kişilik inşa süreçlerini bizlere acele etmeden gösterdi.

Orhan ve Firdevs’in birbirleriyle kurduğu problemli ve bir o kadar da gerçekçi aşk hikâyesine davet ediyor bizi kitap. Ana karakter Orhan bir sempozyumda Firdevs’le tanışır ve bir anda tutkuyla o güçlü karaktere yani Firdevs’e bağlanır. Ardından ona ulaşmak için dürtüsel ve primitif hamleler yapar. Firdevs, Orhan’ı görür, yaklaşır ve uzaklaşır, yaklaşır ve uzaklaşır. Bu gitgellerin ve bağlanamamanın sebepleri kitabın ilerleyen sayfalarında keşfedilmeyi bekler. Sanırım bu kitapta beni etkileyen şeylerden birisi de bu keşif duygusu oldu.

Orhan kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kendisiyle, geçmişiyle ve bugünüyle kavgası hiç bitmeyen bir akademisyen. Üniversitede asistanlığa kabul edilir edilmez Cankurtaran’daki baba evinden, hikâyesinin başladığı mahalleden ayrılır. Orhan bu telaşlı ayrılışı tez yazmak, kendisini meşgul eden arkadaşlar ve eğlence ortamları gibi şeylere bağlasa da, temelde arzuladığı şey kendi kimliğini ortaya koymak ve ailesiyle kurduğu problemli bağları kopartmak. Fakat bu durum çok uzun sürmüyor ve Orhan babasının kaybıyla beraber başladığı yere, Cankurtaran’daki eve, annesinin yanına geri dönüyor. Bazı evler ve bazı muhitler sahiden de insanın kaderi oluyor ve insan kaderinden bir türlü kaçamıyor.

Bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Bunu nereden bildiğimi sormayın ama bazı kadınlar eşleriyle beraber ölür. Dünyadan elini eteğini çeker, yaşam hevesini, neşesini kaybeder ve kendi içine gömülüp dünyadaki günleri tamamlamaya çalışır. Orhan o eski evde annesinin çöküşünü izlerken bir yandan da hayatının en ağır ithamlarından biriyle yaşar. Anneye göre baba Necdet Bey, Orhan yüzünden ölmüştü ve bunu açık açık söylüyordu: “Baban senin yüzünden öldü!” Bir oğul için taşıması en ağır yük budur belki de. Babasının sözünü dinlemeyen, onun boyunduruğundan kurtulmak için çabalayan, bir türlü ailesini memnun edemeyen Orhan babasının kalp krizinden ölümüne sorumlu tutuluyordu ve şöyle diyordu Orhan: “O paslı bıçak, gece gündüz benim de yüreğime tekrar tekrar saplanıyor. Bu acıyı biteviye yaşamak ve böylece kendimi sonsuz döngüde cezalandırmak için ölüp ölüp yeniden diriliyorum. Babam benim yüzümden mi öldü?

Baba Necdet Bey otoriter bir figür. Her koşulda ailesine ve çevresine destek olmak için elinden geleni fazlasıyla yapan biri ama bunun karşılığında da Necdet Bey için tam teslimiyet, çocuklarının söz dinlemesi, kendi yönlendirmeleriyle hareket etmesi ve boyun eğmesi olmazsa olmazdı. Nitekim kendisi de babasından böyle görmüştü ve kendi evlatlarının da böyle yetişmesini istemişti. Orhan’ın ağabeyi, Necdet Bey’in istediği gibi bir evlattı; babasının sözünü dinleyen, ailesine bağlı ve çizilen istikamet doğrultusunda ilerleyen bir çocuktu. Fakat Orhan sürekli hatalar yapan, üzerinde kurulan tahakküme pasif-agresif bir şekilde direnen, ailesi tarafından hayal kırıklığı olarak adlandırılan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ve hem annesi hem de babası tarafından sürekli olarak yetersiz hissettirilen, yetersizlik ve değersizlik şemaları kolayca tetiklenip aktif hale gelen Orhan kitap boyunca bu duygularla baş etmeye çalışıyor. Tarık Tufan bu şemaları doğrudan önümüze koymadan kitap boyunca bir iz sürmemizi istemiş ve bunda da son derece başarılı olmuş.

Terapi odası dışında insanlarla etkileşim halindeyken mesleki olarak düşünmemeye gayret gösteriyorum fakat romanlarda bunu çok başaramıyorum; karakterin kişilik özelliklerine dair çıkarımları bir şekilde yapıyorum. Âşıklara Yer Yok’taki karakter kurgusunun güçlü olması sebebiyle bu çıkarımları yapmak benim için oldukça keyifli oldu. Babasının baskısıyla sürekli olarak ezilen, abisiyle kıyaslanıp eleştirilen, babası öldükten sonra bile annesi tarafından yetersizlikle itham edilen ana karakterimiz Orhan baba figürüyle her ne kadar çatışıyor gibi görünse de, aslında yine babanın boyunduruğu altındadır ve tüm dönüşleri onadır.

Bağımlı kişilik bozukluğunda kişi genellikle bir ötekinin varlığına, bakımına muhtaçtır. Yaşamlarını başkalarının ellerine teslim ederler ve partnerlerine sıkı sıkıya bağlanıp onları bu davranışlarıyla kendinden uzaklaştırıp terk edilirler. Bu olasılığa karşı tedbir olarak partnerlerinin arzularına hemencecik boyun eğer ve onları memnun etmek için tüm güçleriyle uğraşırlar. İlişkileri sona erdiğinde özgüvenleri yerle bir olur. Destek ve bağdan mahrum kalınca içe kapanır, giderek daha gergin ve umutsuz hale gelirler. Orhan’ın Firdevs karşısındaki çaresizliği, bile bile yaptığı akıl almaz fedakârlıklar, kendisine gösterilen kötü muameleye boyun eğmesi ve ayrılık zamanlarında göstermiş olduğu aşırı duygusal tepkiler bu durumun en net örneği. İş arkadaşı Kenan’la yaptığı telefon görüşmesinden sonra şöyle söylüyor Orhan:

Bazı insanlar farkında olmadan çıkışsızlığa, karamsarlığa müptela oluyorlar ve karanlıkta saklanıyorlar. Kalan son güçlerini o karanlık sığınakta tüketiyorlar ve birileri oradan çekip çıkartmak için ellerini uzattıklarında adım atacak mecalleri kalmıyor. Utanarak söylüyorum ki ben o insanlardan biriydim; korkaklığım yüzünden çaresizliğe bağımlı oldum.

Bağımlılar kendileri için inisiyatif almayı neredeyse imkânsız bulurlar, bunun yerine özgüvenli ve güçlü gördükleri kişilerin peşine takılıp onlardan bir kurtuluş yolu beklerler. Kendi kimliklerini başkalarınınkilerle birleştirme eğilimindedirler, karşılıksız sevgi gösterme kapasiteleri muazzamdır. Yalnız kalmaktan nefret ederler, kimlikleri sevdikleri insanların kimlikleriyle iç içe geçmiş olduğundan ayrılık düşüncesi onlar için ölüm gibidir, ilişkiyi kaybettiklerinde kendilerini kaybetmiş gibi olurlar. Orhan’ın güçlü ve üstün gördüğü Firdevs’e duyduğu hayranlık, Firdevs’in kendisini terk ettiği dönemlerde zihninde canlanan olumsuz düşünceler, intihar fikri, yalnız kalmaya ve reddedilmeye gösterdiği aşırı tepkiler onun en karakteristik özellikleri olarak karşımıza çıkıyor. Kafa dinlemek için gittiği Saklıkuyu’da karşılaştığı Defne isimli karaktere bir anda yaklaşması, duygusal olarak etkilenmesi ve Firdevs yerine Defne’yi koyabileceğini düşünmesi de aslında tesadüfi bir durum değil. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı DSM’nin 5. versiyonunda bağımlı kişilik bozukluğunun 7. maddesi şöyledir: Yakın bir ilişkisi sonlandığında, bakım ve destek kaynağı olarak derhal başka ilişki arayışına girmek.

Orhan, Firdevs’e aşkını ilan ettikten sonra ikili arasında sağlıksız bir ilişki gelişir. Firdevs, Orhan’ın aşkına karşılık vermez ama başı her sıkıştığında Orhan’ın yanına gelir ve sonra onu yeniden terk edip kayıplara karışır; bu durum böyle devam edip gider. Firdevs, Orhan’a birbirlerine çok benzediklerini söyler; bu doğru bir söylemdir aslında, çünkü Firdevs’te de bağımlı kişilik örüntüsü görünür. Buna ek olarak sınırda (borderline) kişilik bozukluğu da Firdevs’in mustarip olduğu bir durumdur. Sınırda kişilik bozukluğunun bir alt türü olan yılgın sınırda kişilikte kişi sadece bir veya iki kişiye biat ederek bağlanma stratejisi izler. Yalnızca bir kişiye sırtlarını dayayan yılgın sınırda kişilikler tüm yumurtalarını aynı sepete koymuş gibilerdir. Hayatta tutunacak tek dallarının her an tehdit altında olduğuna inandıklarından, dünyalarına daima dengesizlik hâkimdir. Haliyle, güvenlik hissedemeyişleri ve çaresizlikleri zihinlerini hep meşgul eder. İlgi ve sevgiye ihtiyaç duydukları halde öngörülemez biçimde zıtlaşmaya meyilli, manipülatif ve değişkenlerdir (Firdevs’in her yara aldıktan sonra Orhan’ın kapısını çalması ve ardından terk etmesi). Dürtü kontrolleri yoktur, çocuksu davranışlar sergilerler. Dengesiz duygudurum düzeyini dışsal gerçeklikle uyumlu hale getirmeyi başaramazlar; normallik, depresyon, heyecan arasında belirgin geçişleri olur veya arasına uygunsuz, yoğun öfke ya da kısa süreli kaygı veya öfori dönemleri serpiştirilmiş, keyifsiz ve kayıtsız dönemler yaşarlar.

Firdevs de Orhan gibi yaralı bir çocuktur aslında. Kumarbaz, borç batağına saplanmış, ilgisiz, korkak ve sorumsuz bir baba. Zayıf ve beceriksiz babasından tiksinen Firdevs babasına hiç benzemeyen Fırat isimli birine fena halde âşıktır. Fırat kaba, sert, heybetli, kavgacı ve serseri bir tiptir; her anlamda Firdevs’i kullanır, istismar eder, peşinden koşturur, ağlatır. Orhan’a Fırat’ı anlatırken şöyle der Firdevs: “Fırat’ın hayatımda önemli bir yeri var. Aslında merhametli bir adamdır, beni sürekli gözetir, kollar. Son zamanlarda çok değişti. Bana zarar verdiğinin farkındayım ama ondan ayrılmayı başaramıyorum.” Evet, Firdevs Fırat’tan ayrılamıyordu, çünkü Fırat’ta babasından görmediği ilgiyi ve gücü görmüştü. Fırat onu tüm dünyaya karşı koruyabilirdi, babası gibi ortada bırakmazdı. Ve Firdevs kendisini deliler gibi seven Orhan yerine Fırat’ı tercih ediyordu, çünkü Fırat da aslında babası gibi zayıf ve korkaktı. Nitekim Fırat Orhan’la karşılaştığında düşündüğü ilk şey onunla nasıl baş edebileceği olmuş ve yoğun bir şekilde yetersizlik hissetmişti. Firdevs’in kaçtığı şey de tam olarak buydu.

Her iki karakter de saplandıkları aşk bataklığının farkındaydı ama bir türlü kurtulamıyorlardı. “Bu bekleyişin ne kadar hastalıklı olduğunun farkındaydım, her sabah uyandığımda ilk iş olarak bundan vazgeçmek için kararlar alıyor, fakat akşam olduğunda tutkumun karşısında zayıf düştüğümden kendimi yeniden Firdevs’in gelmesini arzularken buluyordum” diyor Orhan ve çaresizce devam ediyor: “Bunu bilerek mi yapıyordu? Umut etme sınırını geçtiğim ilk anda yeniden karşıma çıkıp her şeyi tersyüz etmesinin nasıl bir açıklaması olabilirdi? Benden uzaklaşacağı korkusuyla hesap sormaktan kaçınıyordum, delice sorgulamalarım onunla yüz yüze geldiğim anda bitiyordu, bir ay boyunca neden bir daha gelmediğini, bırak gelmeyi bir kez olsun neden aramadığını sormuyordum bile, hiçbir şey yokmuş̧ gibi yüzündeki cezbedici gülümsemeyle ansızın ortaya çıkıveriyordu.” Çünkü Firdevs’e duygusal olarak muhtaçtı ve ne yaparsa yapsın ondan vazgeçemiyordu.

Firdevs’in durumu da aslında Orhan’dan farksız değildi ve Firdevs de büyük bir çaresizlikle babasının açtığı yaraları kapatmaya çalışıyordu: “Keşke senin sandığın kadar güçlü bir kadın olabilseydim Orhan. Maalesef değilim, o kadar zayıf ve o kadar kırılgan hissediyorum ki, sana anlatamam. Üstelik kendime bile itiraf edemediğim bu zayıflıktan dolayı artık utanç̧ içindeyim. Kendimi soktuğum durumlara bak! Acınacak bir halde sevgi dileniyorum, yakınlık dileniyorum, birilerinin pesinden koşuyorum, gerçekten sevilebilmek için neredeyse yalvaracak hale geliyorum.

Aşk dediğimiz olgu ziyadesiyle karışık ama sanki temelde şöyle işliyormuş gibi geliyor bana: Âşık olduğumuz zaman bizdeki libidinal enerjiyi yani yaşamsal enerjimizi karşı tarafa aktarmaya başlıyoruz ve karşıdan bize yansıyan görüntüye tutkuyla bağlanıyoruz. Karşı taraf bu ilişki ve bağı kopartıp gittiğinde onda bize ait bir parça kalır, hayatımızı sürdürmek için ihtiyacımız olan o enerji artık ondadır ve o bir daha geriye dönmemek üzere gitmiştir. Firdevs ve Orhan hayatlarındaki bu kopuşlardan fazlasıyla etkilenip tepki gösterirler, çünkü sahip oldukları kişilik örüntüleri ayrılmaya ve yalnız kalmaya müsait değildir. Hem Firdevs hem de Orhan bu bağımlı ilişkilerden kurtulmak isteseler de başarılı olamazlar, çünkü bağlandıkları profiller kendi eksikliklerini kapatan ve hastalıklı bir biçimde kendilerine iyi geleceklerini düşündükleri tiplerdir.

Âşıklara Yer Yok, üzerinde uzun uzun konuşulacak, çok katmanlı bir kitap. Orhan’ın Saklıköy’deki günleri ve Vedia Sultan Bimarhanesi tuhaf bir ürperti oluşturuyor okurda. Sanırım bu noktada Tarık Tufan’ın sinemaya olan hâkimiyeti devreye giriyor ve zihinsel bir yolculukla bulunduğumuz mekândan kelimelerin gücüyle bizi soyutluyor. Saklıköy’deki Defne, Berna, Ahmet Hilmi Bey gibi karakterlerin hayat yolculuklarını, onları ve Orhan’ı bir araya getiren kader çizgilerini izlemek büyük bir heyecandı.

Tarık Tufan’ın insana yakından bakan ve onu anlayan son kitabı Âşıklara Yer Yok için gönül rahatlığıyla uzunca bir süredir okuduğum en iyi yerli roman diyebilirim. Aşkı anlamak, aşkın psikopatolojik kökenlerini görmek ve hissetmek için tavsiyemdir.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

Spinoza’nın tesellisi

Son yazımda, içinden geçtiğimiz ağır ve insanı yürekten yakan günlerde tesadüfen karşılaştığım ince bir kitabın teselli edici olduğunu yazmıştım. Frédéric Lenoir’in kaleme aldığı, bir tür Spinoza biyografisi olan Spinoza Mucizesi (İş Bankası Yayınları) kitabıydı bu. Kitabı okuyacak olanlar, depremin yarattığı derin sarsıntıya nasıl olup da iyi geldiğini ve teselli edici olduğunu ilk bakışta anlayamayabilirler ama benim için öyle olmadı. Neden mi?

Her şeyden önce Spinoza, hem dinde hem de politikada büyük bir devrimcidir ve bana öyle geliyor ki bizim ihtiyacımız olan şey tam olarak bu ikisinin büyük bir arınmayla kendini yenilemesidir. Politikayı, artık söylediklerinin yalan mı gerçek mi olduğu ayrımını kaybetmiş, hurafelerle ve boş inançlarla bezeli siyaset esnafının sultasından; dini ise ilahi kaynakla “imtiyazlı” bir ilişki kurduğunu zanneden, “tekelci” din adamlarının taassupkâr baskısından kurtarmak, yakıcı bir ihtiyaç olarak gözükmektedir.

Spinoza’da, gerçek anlamda düşünceye en fazla gem vurulan iki alandır politika ve din. Bu ikisi, aşırı hırs ve aşırı arzunun en meşru dışavurum alanları olduğundan, eleştirel düşünceye kendini kapatabilme imkânlarına fazlasıyla sahiptir. Dolayısıyla, hurafelerin en çok kendine yer bulduğu alanlardır da: “Her türden hurafeyi benimsemeye en meyyal olanlar, dünya nimetlerini en ölçüsüzce arzu edenlerdir” (s.26). Lenoir, Spinoza’nın bu cümlesinin ardından şöyle ekler: “Azla yetinmeyi bilenler, çok basit bir sebeple hurafelere daha az meyyaldirler: Kaybetmekten daha az korkarlar ve ellerindekiyle yetinmelerinden ötürü, daha fazlasını elde etme umudu beslemezler. Ancak [Spinoza] hurafelerin kitleleri yönetmenin en iyi yolu olduğunu ve çok sık din kisvesine büründüğünü özellikle vurgular.” (s.27)

Spinoza bir başka yerde, “Düşünceye din adına en çok gem vurulan yerin Türk memleketi” olduğunu söyler ve şöyle ekler: “Basit bir tartışma bile küfür addedilir ve öyle çok önyargı muhakemeyi tıkar ki, zihinde herhangi bir şüphe yeşertecek kadar bile aklıselime yer kalmaz.” (s.27)

Şüpheye en az yer olan iki alandır aynı zamanda, politika ve din. Buradaki insanların en bariz özellikleri söyledikleri, düşündükleri ya da inandıkları hiçbir şeyden -ve de başta kendilerinden tabii!- şüphe etmemeleridir. Bildikleri ve düşündükleri, kesindir! Aksine olan ne varsa, küfür değilse bile küfre yakın bir başkaldırı gibidir. Önyargılarla dolu muhakeme, hem siyaseti hem de dini, menfaat icabı girilen bir umut kavgasına dönüştürmektedir.

Bu alanları tutanlar, neredeyse değişmez bir nitelik olarak tekelcidirler ve tek yetkili olmak isterler. Sonrasında kendi yarattıkları bir teklik ve tek olma üzerinden üstünlük devşirirler. Bu insanlara bakınca görülen şey, kendini üstün hissetmekten kaynaklanan bir gurur ve otorite halidir. Oysa Spinoza’ya göre, “Kendini üstün hissetmenin verdiği sevinç, tamamen çocukça değilse eğer, ancak hasetten ve kötü bir yürekten doğmuş olabilir.” (s.30) Nihayetinde bu bir sevgisizlik halidir. Kendinden başkasını sevemeyen insanlar dinle ve politikayla uğraştıklarında bu durum, kendi kendini üreten bir yanılmazlık getirir. Yanılmazlık ve yanlış yapamamazlık hali, batıl bir tanrı ihtiyacı doğurur, bir tür kendi kendine tapınma biçimi olarak sahip olunan iktidarı bütünüyle içselleştiricidir. Bu bir sevgisizlik iktidarıdır; kendisi gibi olmayana duyulan öfke ve hınçtan beslenir, ötekini düşmanlaştırmak zorunluluğu duyar ve ancak bu sayede farklı düşünceleri “ehlileştirebilir”.

O nedenle, din adamlarına karşı çok serttir Spinoza: “Dini, Kutsal Ruh’un öğretilerine riayet etmekten ziyade insan icadı şeylerin savunulması haline getiren ve hatta insanlar arasında sevgiyi değil, ateşli bir Tanrı coşkusu kisvesi altında kavgayı ve nefretin en zalimini yaymakta kullanan; ancak küstah bir hırs olabilir.” (s.34)

Din -ve politika- ona göre, hırsın en küstahlaştığı alanlardır. Bunun çözümü ise zannedilenden çok daha basittir. “Kutsal metinlerin yorumlanması kesinlikle, kendinde bu konuda tekel olma hakkını gören bir zümreye bırakılmamalıdır.” (s.34) Herkes bu alana girmelidir! Tıpkı herkesin siyasete girmek zorunda oluşu gibi! Her türlü yorumlama söz konusu olduğunda en yüce otorite, herkesin kendisidir çünkü. Yorum, başkasına bırakılamayan, delege edilemeyen demektir! Ve din ve siyaset, yorumun en fazla yer bulduğu, en belirleyici, en etkileyici ve en şekillendirici olduğu iki alandır. Bu, gerçek bir devrimdir!

Spinoza, düşünce ile inancı, felsefe ile ilahiyatı ayırdığı için çok değerlidir. “Felsefe hakikati ve ebedi saadeti ararken, inanç itaati ve davranışlarda coşkuyu hedefler… İlahiyat akla hizmet etmez -inanca eder- ve akıl da ilahiyata hizmet etmez. Her birinin kendi saltanatı vardır: Aklınki hakikat ve bilgelik, ilahiyatınki iman coşkusu ve teslimiyettir.” (s.37)

Din ve politika itaati sever. Coşkulu bir itaat, hemen her zaman gerçeğin önüne geçer. İtaati doğuran şey kolektif bir inançtır. Ve bir şeyin kolektif bir inanç olabilmesi için dışarıdan öğretilmesi ve bireysel yorumun silinmesi elzemdir. Herkesin herkes gibi düşünmesi istenir. İktidar, herkesten güç edindiği için, inanç ve itaatin en ayrışmaz olduğu yer siyaset ve dindir.

O nedenle, tıpkı düşünceyi inançtan ayırmakta olduğu gibi, iktidarı ve dini kolektif olmaktan çıkarıp düşüncenin emrine vermek, yani onu bireyselleştirmek son derece önemlidir. Bu nedenle Spinoza için en iyi yönetim, “Bireylerin düşünme özgürlüğüne tamamıyla saygı gösteren” yönetimdir (s.53). Din ve politika bireyselliğe, herkesin ayrı ayrı, kendi başına düşünmesine -ve de yorumlamasına!- en çok ihtiyaç duyulan yer olmasına rağmen, en kolektif ve “herkesleşmenin” en yoğun yaşandığı yerlerdir.

Bu nokta oldukça ilginçtir. Herkesleşme, bireysel düşünme ve yorumlama gücünün yitirilmesi, sadece dışsal iktidarın güçlü bir tahakkümüne ve her türlü insan-üstü kaynağın yeryüzü temsilcileri gibi hareket eden kerameti kendinden menkul temsilcilerine otorite bahşetmekle kalmaz; aynı zamanda inanç alanının topyekûn hurafeleşmesine de neden olur. Başka bir deyişle, bireysel düşünceden ve yorumdan geçirilmeyen her dışsal hakikat, ne kadar gerçeği barındırırsa barındırsın, kolaylıkla içi boş birer inanca yani hurafeye dönüşür.

Spinoza, çileci değildir; ruhen derinleşmek için insanın kendinden -ve de hayattan- vazgeçmesi gerekmez. Aslına bakılırsa, dini ve siyasi otoritelere sorgusuz itaat, insanın kendinden ve hayattan vazgeçmesiyle aynı şeydir. Esas olan vazgeçmek değil, tam aksine kendini tanımak, kendinin farkında olmak, her türlü duygu ve düşüncelerini bilinç düzeyine taşıyarak yaşamaktır. Hiçbir koşulda kendinden vazgeçmemektir. Bu ise, düşünmeden ve yorumlama yetisi olmadan mümkün değildir (‘herkesin dini kendine’ sözünü belki de böylesi bir bireysel yorumla birlikte düşünmek gerekir). Gerçekte din, böylesi bir bilincin inanç hali, siyaset ise politika şeklidir. Oysa bugünkü hayata baktığımızda, her ikisinin de iktidarını, insanın kendinden vazgeçmesi üzerine bina ettiğini görürüz.

O nedenle, sadece akıl ve irade yeterli değildir, arzular ve duygular da gerekir: “Arzu varlığımızın tamamını harekete geçirir, akıl ve irade ise sadece zihnimizi: Aklın, bizi bilgelik yoluna sokmak için duygulara ihtiyaç duyması bundandır…Yani, bir nefreti, ıstırabı ya da korkuyu, sırf muhakeme ederek değil, bir sevgi, sevinç, umut yeşerterek ortadan kaldırabilirsiniz.” (s.99)

Her güçlü düşünce kendi içinde yoğun duygular ve arzular taşır. Duygusuz ve arzusuz düşünce, kalpsiz bir insanlık yaratır. Ve her dönüştürücü eylem, böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç duyar. Sadece akılla ve sadece iradeyle tutulan yol, en fazla tutkulu bir sonda nihayet bulur. Oysa tutku -ne kadar idealist, ateşli ve davacı olursa olsun- edilgendir. “Edilgenlik…dış sebeplerle ve uygun olmayan fikirlerle hareket etmektir…Bundandır ki tutku edilgen sevinçler üretirken, eylem etkin sevinçler üretir.” (s.102)

Bugünkü şekliyle din ve politika, tutkulu ve edilgen kitleler yaratıcıdır. Oysa gerçek bir özgürlük ve hakiki bir huzur tutkuların üzerindeki eyleme dayalı sevinçten doğar. Bu yüzden, “Ne kadar tümüyle uygun fikirler oluşturur, eylemlerimizin nedenlerinin bilincine ne kadar varır, kendi doğamıza göre hareket etme kabiliyetine ne kadar kavuşursak o kadar özerk oluruz. Hareketlerimiz, ne oranda dış nedenlerden değil varlığımızın eşsiz özünden kaynaklanırsa o denli özgür olacaktır.” (s.113)

Son olarak, Spinoza’nın şu harika ve dertlerimizin tam da çözümünü barındıran sihirli sözleriyle bitirelim: “Ebedi saadet erdemin ödülü değil, erdemin ta kendisidir; bunun hazzına varmak da ihtiraslarımızı dizginlemekten ötürü değildir; aksine, ihtiraslarımızı dizginleyebilmemiz bu hazzı almaktan ötürüdür.” (s.120).

Size de çok teselli edici gelmedi mi!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

11 Mayıs 2023 Perşembe

Geçmiş günlüklerden yakın risaleler

İçimden Geçen Günler, İsmail Kara’dan okuduğum ilk kitap oldu. Dergâh Dergisi’nden yazılarına aşina olduğum ve tanıdığım bir yazardı Kara; ancak kitabını okumak kendisi hakkındaki fikrimi netleştirdi. Çok rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkiye’nin en entelektüel ve en iyi deneme yazarlarından biri bana göre. Buna aynı zamanda sınırsız açık görüşlülüğünü, eleştirel düşünme becerisini ve bunu deklare etme cesaretini de ekleyebilirim. Şunu söylemek istiyorum: Edebî ve fikrî çevrelerde kendi mahallesinden dışlanmamak, aforoz edilmemek için mahallesindeki olumsuz durumlara susan çok kişi var. En azından, yanlışı yanlış gibi görse bile “biz kendi içimizde hallederiz” düşüncesinde olan çok yazar/şair takımı var. Buna örnek olarak yakın zamanda Hatıralar’ı yayımlanan rahmetli Sezai Karakoç beyefendiyi gösterebiliriz. Sezai Bey mesela, Necip Fazıl beyin bazı olumsuz davranışları olabileceği ama ona, solculara karşı destek çıkılması gerektiği düşüncesinde(ymiş). Yani “kol kırılır yen içinde kalır” diyordu. İsmail Kara ise “herkes eleştirilebilir/eleştirilmelidir” tavrındadır ki bence bu tavır daha kıymetlidir. Çünkü öbüründe maalesef işin kişiler bazında “tanrısallığa vardırma” şekline girdiğini yıllardır hem edebiyat hem de siyaset sahnesinde görüyoruz. Bu açıdan İsmail Kara beyin kitabında en önem verdiğim tavrı, bu duruşu oldu. Ve bir de kaybetmemeye çalıştığı adalet duygusu.

Kitap, İsmail Kara’nın zamanında (eski tarihli de var daha yakın tarihli de) tuttuğu günlüklerinden yola çıkıp bu günlüklerin günümüze de uzanabilen şekliyle bir fikir veya anılara dönüşmesi şeklinde ilerliyor. Fakat bu anılar hoş birer konu(şma) olsun diye değil bir yere bir fikre varabilmek veya bunun yolunu açmak için anlatılmış: “Günlük hacmini çoktan aşıp mesele metni haline gelen bu kitaptaki yazıları günlük tutmanın hakkını vermek, bazı günlük notların hukukunu daha bir gözetmek ve onları aynı zamanda bir probleme yaklaşmak, belki bir müzakere alanı haline getirerek bugüne doğru uzatmak, bugüne dahil etmek, menfi mânasıyla ‘tarih’ olmaktan kurtarmak için kaleme aldım. … Her yazının ilk cümleleri, ilk paragrafları, ilk meseleleri, ilk hissiyatı ve hükümleri, vurguları yıllar öncesine dayanıyor. Onun için hepsinin baş kısmında bir tarih var, o zamanlardan haberler getiriyor.” En güzeli de hep aşina olduğumuz kişilerle beraber olduğu için sadece yazarın kendisinin değil bir bakıma çevresinin de anılarını okumuş oluyoruz. (İsmet Özel, Mustafa Kutlu, Ezel Erverdi vs.)

Dört ana bölümden oluşuyor kitap: Görmek Bilmek Anlamak, Tarih Bizim Neyimiz Olur, Mekanlar ve İnsanlar Arasında, Kitaplarla Hemhal Olmak. Elbette bu dört başlığın kendi içinde birçok alt başlığı da var. Bu başlıklar altında Müslüman gençlere de eleştiriler var İslamcılığa da, Türkçe ibadet isteyenlere de var İbrahim Arvasi'ye de, Necip Fazıl’a da var bürokrasinin (üstelik yakın görüşlerde bir iktidar olmasına rağmen) nasıl farklı(?) işlediğine de. Bürokrasi konusuna en iyi örnek, İsmail Hoca’nın şair Mehmed Akif’in mezarıyla ilgili bir konuda (kendi deyimiyle, bunu zaten bakanlığın yapması gerekiyor) çırpınışına aldığı cevapları gösterebiliriz: “Pusulam tam cevapsız kalmadı ama muhatap olma biçimleri ve seviyesi -bence âdaba mugayir olarak- birden değişti; mesele iş yapmak değil idare-i kelâmda bulunmaya intikal etti. Bürokrasinin en iyi yaptığı şey… (Mesele Akif olmasa bu yazışmalara muhatap olmayı kabul etmez, merciine iade ederdim). Bürokrasi hem hiçbir şey yapmayacak hem de her şeyi yapıyor ve de haklı gözükecekti. Yapılması gerekeni yapmak değil benim olmazlara ikna edilmem için lüzumsuz ve hiç de inandırıcı olmayan çabalar öne çıkmaya başlamıştı. Bildiğimiz hikâyelerdi bunlar…” Tabii yazının başından beri İsmail Hoca’nın eleştirel tavrından bahsediyorum ama bu tavrı yakın zamanlarda çok görmediğim ve değer verdiğimi için bunu yapıyorum. Yoksa bu kitap salt kişi veya kurum eleştirisi değil kesinlikle. Yazarın kendisinin de dediği gibi bir meseleye ulaşmaya çalışan bir kitap. Yani çok dikkat çekici fikir yazıları da geniş yer kaplıyor kitabın içinde.

Fakat bu kitabın asıl dikkat çekici yönlerinden biri dipnotlar yönünden çok zengin oluşu bence. Öyle ki sadece dipnotlar üzerinden bile birden fazla kitap yazabilirmiş İsmail Hoca.

Kitabı ben 2022’nin son günlerinde okudum ve geçtiğimiz yıl okuduğum en iyi bir iki kitaptan biri olarak listeme kaydettim. Sadece hatırat veya günlükten ziyade ucu farklı meselelere uzanan kitaplar daha ilgi çekici oluyor ki İsmail Hoca bu örneğin zirvelerinden birini ortaya çıkarmış bence. İçinde eleştirilere değer vererek, benim mahalleme laf söyledi gibi alınganlıklara girmeden, yazarın meselelerini sahiplenerek okumak, okuyucu için büyük kazanç olacaktır.

(Kitapta bir de İsmail Kara’nın kişisel arşivinin Sabahattin Zaim Üniversitesi aracılığıyla dijital ortamda erişime açılacağı bilgisi vardı. Bu durumu İsmail beyin kendisine sorduğumda, yakın zamanda, hazırlanan bir kısmının erişime açılacağı bilgisini aldım. Bunu da merakla bekliyoruz, çünkü kitabı okuyanlar fark edecektir ki yazar çok geniş ve ilgi çekici bir arşive sahip. Notlar, fotoğraflar, gazete kupürleri vs.)

Mehmet Akif Öztürk

7 Mayıs 2023 Pazar

Kalbimizde saklı kalmış bahçeleri keşfetmek

“Oysa kendini bilmek en kıymetli erdemdir. Kendi özünü bilmek, kendi kırılganlık ve fâniliğinle yüzleşebilmek.”

Bir kitabı okumak aynı zamanda insanın kendisini okuması gibidir. Tıpkı bir aynanın ya da suyun yansımasında kendimizi görüp baktığımız gibi. Nitekim çoğu zaman yazarın cümlelerinden okuruz; yaralarımızı, hüzünlerimizi ya da sevgilerimizi, mutluluklarımızı. Öyle ki her bir alıntı bizden bir parça gibidir. Evet, deriz işte bu tam benim kalbimden geçen fakat bir türlü kelimelere dökemediğim hislerim ya da zihnimdeki sorulara cevap deriz. Sonra kelimelerin ruha verdiği şifa ile cümlelerin arasında masalsı bir yolculuğa çıkarız. Kendimizi yeniden bulmak için, kalbimizde saklı kalmış bahçeleri yeniden keşfetmek için...

Sevgili Kemal Sayar’ın ve Rabia Yavuz’un büyük bir emekle hazırladığı Kendi Özünü Bil kitabı ise bize hayat yolculuğumuzda önemli bir rehber olurken daha önce bahsedilmemiş konuların ilk kez bu kitabın içinde yer aldığı bilgisini veriyor. Beni ise en çok etkileyen bölümlerden biri “Hiçbir Şey Yapmama Sanatı” oldu. Özellikle beyin ile ilgili yazılanlar hayretimi artırdı.

Ayrıca dikkatimi çeken bir diğer bölüm de “Ailemiz ve Geçmişi.” Öyle ki aile dizimi çağımızın popüler konularından biri ve çoğu insanın bu konu hakkında olumlu ya da olumsuz yönde fikirleri, yönlendirmeleri var. Zira konuya dair objektif görüşleri okuyunca aklımdaki birçok karmaşıklık yerini net bir düşünceye bıraktı. Ve şu alıntıyı çok sevdim: “Harry Potter serisinin yazarı J. K. Rowling, Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmasında “Yaşama bakış açılarından dolayı ebeveynlerimi töhmet altında bırakmıyorum. Yanlış istikamete bakmak söz konusu olduğunda, ailenizi suçlamanın da bir son kullanma tarihi vardır; direksiyona geçecek kadar büyüdüğünüz anda, sorumluluk da size geçer,” demişti.” Bu sözler gerçekten konuyu özetler nitelikteydi.

İlerleyen sayfalarda ise güncel konular devam etmekte. Örneğin; “Mutluluk Arayışı”, “İş ve Eş Seçimi”, “Konfor Alanı”, “Minimalizm”, “Hayatta Anlam Üretmek”, “Çocukluk ve Büyümek Üzerine” gibi...

Bilhassa “Mutluluk Arayışı” bölümünde toplumun sahte mutluluk anlayışı ve tüketim sorunu ele alınmış. Nitekim tükettikçe, para harcadıkça mutlu olunur düşüncesi yaşadığımız çağda egemen olurken adeta bir kara delik gibi insanları tüketerek içine doğru çekiyor. Bu bağlamda da konuya dair sizlerle birkaç alıntı paylaşmak isterim: “Mutluluk konusundaki algılarımızı yeniden şekillendirmek için yapabileceğimiz şeyler de var. Mesela gün içinde belli zaman aralıklarında sahip olduğumuz nimetlerin farkına varmak ve onlar için şükretmek günümüzün daha mutlu geçmesini sağlar.

Mutluluğun özü parayla değiş tokuş yapamadığımız şeylerde; bir dostluğu, vefa duygusunu, çocuğunuzun sevgisini, bir tebessümü parayla satın alamazsınız.

Mutluluğu kovalamayın zira o mutluluk kelebeği siz onu beklemediğinizde bir anda gelip omzunuza konuverir.

Kitabın sonlarına doğru geldikçe de bu kıymetli yazıların giderek ruhumu ve gönlümü şefkat ile sardığını daha çok hissettim ve okumamı biraz yavaşlatarak devam ettim. Zira yaşadığımız bu zamanın en büyük yoksulluklarından birinin bir büyüğün dizlerinin dibinde oturamamak ve değerli nasihatlerini alamamak derim. Oysa geçmiş zamanlarda hayatının belki çok başlarında olan insanların büyüklerinin kapısına giderek dertlerini anlatması ve bir yol bulmaya çalışmaları, o büyüklerin ise el uzatmaları ne kadar kıymetliydi. Ancak yaşadığımız çağ bazı şeyleri eksik bıraktığı gibi bu anlamlı birlikteliği de maalesef insanları kendi köşelerine yiterek, yalnızlaştırarak eksik bıraktı. Fakat Kendi Özünü Bil kitabı bu yönden bana tıpkı o eski günleri anımsattı. Öyle ki Kemal Sayar’ın düşüncelerini okumak bir büyüğümden nasihat almak gibi oldu. Ve her bir cümleyi nakış gibi gönlüme işledim...

Bazı kitaplar biter mi benim fikrimce ne kadar okunsa da bitmez. İnsan yine kitaplığına, kalbine döner ve o sayfaları tekrar açarak okumaya başlar. Kendi Özünü Bil kitabı da benim için hep böyle kalacak ve ne zaman ihtiyaç hissetsem ellerim bu güzel, kıymetli esere gidecek...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Şu dünyada aldıklarımızın verdiklerimizden çok olduğunu, başarılarımızın sadece bize ait olmadığını, bizi kuşatan lütuf ve yardımlarla mümkün olabildiğini görebilmek ne güzel olurdu. Bir insana baktığımızda ne gördüğümüz, ondan belki daha çok bizim kim olduğumuz hakkında bir şey söyler. İnsanların kusurlarından önce ıstıraplarını görebilmek ne güzel olurdu."

"Şimdi sus ve içini dinle. Kendi özünün kozmik uğultusuna kulak kesil. Sen zübde-i âlemsin, âlemin çekirdeğisin, özüsün. Sen sana ne söylüyorsun?"

"Güzel olan güzeli görür. Güzeli görebilmek bizi de güzelleştirir. Güzellik bize dünya da evimizde hissettirir. Aslında hiç terk etmediğin eve geri dönüş. Buradayız ve burada olmamızın bir amacı var. Güzelle hemhal olmak ebediyet arzumuza da cevap verir beri yandan, bu dünyanın ötesine işaret eder."

"Vakit sınırlı, saat işliyor ve ölüme doğru geri sayıyor. Yanı başımızdan yaşanmadan geçip giden hayatı yakalamak için şimdi değilse ne zaman harekete geçeceğiz?"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

İnsana insanlığını hatırlatan tabiat

Ya Hiç Karşılaşmasaydık kitabında, hem Sartre’a nazire yaparcasına hem de Anadolu bilgeliğine göz kırparcasına başkasının, ötekinin insan için önemini anlatmıştı Tuğçe Isıyel. Başka insanlar ve başka hayatlar vardı. Onlara tartışmak, onlarla anlaşmak, hayatın içinde olması gereken bir akıştı. Bu akışta yaralanmak da vardı, yara sarmak da. Bir başkası bize dert getirebilir, diğer başkası dermanı yanında taşıyabilirdi. “Karşılaşmalar hep sürer. Bir şeyle karşılaşmamızın bittiğini sandığımızda bile artık o şeyin yokluğuyla karşılaşırız. Hem iç, hem de dış dünyamızda... Bu karşılaşmalarla dönüşür, birleşir, ayrılır; hayatımızı da bu karşılaşmalardan inşa ederiz.” demişti Isıyel. Dolayısıyla ilk kitap, yazarın da okurun da hayatı insan odaklı anlama girişiminin bir parçası, belki yoldaşıydı. Parçalı Bulutlu ise tüm dünyayı etkileyen salgınla birlikte yaşanan ruh daralmasını da düşünerek; gökyüzüne, ağaçlara, dallara, meyvelere, hayvanlara, taşa, toprağa bakarak bir yön bulma, bir merkeze kavuşma umudu veriyor.

Bir ruh daralması yaşadığımız ortada. Bu daralma insanları farklı yerlere götürüyor. Herkes, göğsündeki eksik olan ‘puzzle’ parçasını bulabilme umuduyla oradan oraya savruluyor, zikzaklar çiziyor, belki de kendi kurduğu labirentin içinde bir ışık arıyor. Bu olumsuz gibi görünen tablonun içinden her geçen gün yeni olumlu işaretler, güzergahlar çıkıyor. İşte, birbirimizin hayatına bakıp görebiliyoruz: Bedenlerimiz pandemiyle birlikte birbirine daha çok yaklaştı ve mizaçlar, huylar, tabiatlar çarpışmaya başladı. İnandığımız değerleri yeniden sorgularken, bazı alışkanlıklarımızın nasıl da bizi kendilerine esir ettiği ortaya çıktı. İnsanlar bu durum karşısında bir mahremiyete, hatta mahrumiyete ihtiyaç duydu. Kendine bir kuytu köşe bulmanın, kendine ait bir oda inşa etmenin, kendiyle baş başa kalmanın paha biçilemez önemi yeniden gülümsedi herkese. Tabiat, buruk bir tebessümle insana “Ben her zaman buradaydım fakat siz görmek, yaşamak yerine beni örselemeyi tercih ettiniz” dedi. Bir kırgınlık oluştuğu, aramıza doğayla ciddi mesafelerin girdiği muhakkak. Bunu biz yaptık ve hiç utanmadık. Nihayet, bütün şehirli tarafımız yıldı, yoruldu. Ne zamandır köyüne, kenarına, kuytusuna dönmek isteyenler durumu yeniden gözden geçirdi. Temelli olmasa da ara ara, belki de sıklıkla sessizliğe, tabiata gömülmenin ihtiyacı iyice berraklaştı. Isıyel de hem kendinin farklı halleriyle tanışma tecrübesi, hem de tabiatın rehberliğinde hayatı başka bir gözle görebilme, anlama, idrak etme çabası yaşamak için Bozcaada’da yazdı kitabını. Bir başka yere yerleşme, tam olarak yerleşememe, kendini yeniden inşa etmeye çalışırken pek çok şeyi devirip yıkmak zorunda kalma, avaz avaz gözyaşı dökme, doya doya gülme gibi eylemler, şairin dediği gibi “mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar” gün yüzüne çıkmış oldu böylece. Tüm bunlar düşünüldüğünde kitabın ismi fevkalade yerinde. Her şey yerli yerinde gibi görünse de insan, tıpkı gökyüzü gibi aslında; parçalı bulutlu. Üstelik yağmurdan kaçarken de pek farkında olmadan başka şeylere tutulma derdinde. Yazar da bunu gayet açık bir şekilde söylüyor: “Şehirli tarafımın iç sesi ‘Ben buraya sığındım mı?’ sorusunu çok soruyor adaya yerleşmeye çalışan tarafıma. Bir adaya ancak ve sadece sığınılırmış gibi… O ses aynı zamanda hiçbir şeyi oluruna bırakamayan telaşlı yanım. Mutlaka bir cevap arıyor. Sezginin değil, bilmenin gücüne inanan çömezliğim. Ardından şöyle bir cevap geliyor içime, bir şeyden kaçan insan bir yere sığınır, ben kaçmaktan ziyade bir şeye yakalanmak ister gibiyim. Belki de bunun cevabını bulmak için buradayım.

Bir okur, elindeki kitabın “kurda, kuşa, aşa” ithaf edildiğini görür görmez içi ısınır. Okuyacağı sayfaların kendisini hiç yormayacağını, derin sancıların ve dile gelmeyen travmaların değil; nicedir bakışlarını kaçırdığı tabiatın ona yeniden kucak açacağını tahmin edebilir. Bu tahmininde haklı çıkacak, orası kesin. Tabiat demek eski insanların, eski mekânların, eski zamanların yaşayışını yeniden çağırmak demek. O yaşayış, bir yerlerde duruyor ve daima duracak. Çünkü kök salmış, ünsiyet kurmuş, yaşama yakışmış bir hâl bu. Yazar da bundan besleniyor tabiatı seyrederken: “İzlediğim bir belgeselde Himba kadınlarının yeni doğan her bebeğin bir şarkısının olduğuna inandıkları ve annelerinin daha bebek doğmadan şarkıyı rüyasında duyduklarını anlatıyordu. Şarkı çocuğa hayatı boyunca eşlik ediyormuş. Bu yüzden Himbalar, birinin yaşını doğduğu güne göre değil, şarkının rüyada duyulduğu güne göre hesaplarmış. Ben de bir şarkı görmek istiyorum rüyamda, şarkımı görmek istiyorum, ben susayım o mırıldansın içimde…

Parçalı Bulutlu’yu okurken, yani tabiatın sunduğu ince şifrelere bir başkasının kaleminden, anlayışından bakmaya çalışırken ‘yol’ kavramı yeniden beliriyor zihinde. Yol’a yeni bir anlam aramıyorsunuz, o hakiki anlamını tekrar dile getiriyor. Diyor ki ben varım çünkü sen varsın, sen varsın çünkü ben varım. Birbirimizden ayrılmamız mümkün değil, birbirimize nefes aldırmamız mümkün. Buna sen mola dersin, ben yoldan çıktın derim. Oysa ne sen benden çıkabilirsin ne de ben sana uzak düşebilirim. Hayatın yumağı bizimle birlikte çözülebilir ancak, yolla ve insanla. Bir istikamet tutturmak, bir merkeze sahip olmak, bir anlam dairesi geliştirmek insanı yol boyunca, yani ömür boyunca berhudar etmeye yeter. Demek ki yol, hayatımız. Biz hayatı dikkate aldıkça, hayatımızı önemsedikçe yolun kendisiyiz. Felsefenin, psikolojinin, tasavvufun zaman zaman, hatta görmek isteyen için çoğu zaman ‘bir’lendiği o nokta, yazarı da ‘kendinden kendine’ götürüp getiriyor: “Tüm inançlar ‘bir’ oluşa götürmez mi insanı. Tevhid. İnsan kendisini parçalanmışlıklarıyla, aydınlığı ve karanlığıyla, iyiliği ve kötülüğüyle bir bütün olarak kabul ettiğinde özsaadeti yakalamaz mı? İlişkilerde, olduğumuz halimizle öteki tarafından kabul görme arzumuz, aslında bütün olarak kabullenilmeye eşdeğer değil mi? Bu gezegenin içinde birçok varlıkla birlikte soluk alıp vermek, doğanın yani bütünün bir parçası olduğumuzu hissetme halimiz, hep kendi içimizde ve dışımızda bir olmaya duyduğumuz özlemin tezahürü gibi gelir bana.

Bir yerden bir yere gitmek, o yerde kalmak, sonra o yerden geri dönmek, insanla eşyanın arasındaki ilişkinin derinleşmesi demek aynı zamanda. Kimileri kendinden geriye bir iz kalsın istemez, kimi her nereye gitse mutlaka bir şeylerini götürür ve orada bırakır. Kimi, kaldığı yerdeki eşyaları tamir ederek pek çok duygusal ihtiyacını gidermiş olur. Tam da burada; edebiyattan, felsefeden bol bol beslenen yazar, sinemanın hayatı ve insanı anlama çabasından da okura önemli işaretler fısıldıyor: “Aklıma Kim Ki Duk’un çok sevdiğim Boş Ev filmi geliyor. Ev sahiplerinin evde olmadığı zamanlarda gizlice çeşitli evlere giren ve orada bir veya birden fazla gece kalan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Adamın kaldığı evlerde bozulmuş eşyaları tamir etmesi, hem başkasının evinde kalışının bir bedeli gibi, hem de ona ait olmayan eşyaları tamir ederek iç dünyasında ötekine dair bir şeyleri onardığını düşündürüyor bana.

Çok tadında, çok yerinde yazılmış bir kitap Parçalı Bulutlu. Hayatın bunca tatsızlığında, insanın bunca yersizliğinde bir durup dinlenme alanı açıyor. İnsana soluk aldırırken, hayata tabiatın izinde yeni bakışlar atmak gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü tabiat, insana insanlığını hatırlatmaya her an hazır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?

Selahattin Yusuf, gündeme siyasetin egemen olduğu bir dönemde yeni romanı Umudun Göğe Yükselişi ile çıkageldi ve gelişiyle hanemize ferahlık getirdi. Kapı Yayınları tarafından neşredilen yeni eseri, tam olarak iki yüz kırk sayfa.

Kafası sivil çalışan biri için “askerlik” ilginç bir gösterinin başladığı panayır sayılabilir pekâlâ. Erkeklerin, gerçek dünyadan çok uzak bu iklimden bolca hikâyeyle dönmesine sebep bu olsa gerek. Zira gerçekliğin kolayca eğilip büküldüğü bu hayattan hatırı sayılır sayıda anıyla dönebiliyoruz. Çünkü bu similasyon(!) yaşantının kolayca deneyime dönebildiği bir iklim. Bu yanıyla cazibeli bile sayılabilir. Bu mecrada iki erkeğin Ayten için yani aşk için verdiği mücadele ise okunmayı hak ediyor. Aşk, niye var? Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?

İktidar sahibi bir erkin (subayın) aşk ile imtihanı ne derece kallavi olur tahmin edersiniz. Kalbi katılaşmış (katılaşmak zorunda kalmış) bir subayı belki de sadece aşk, çaresiz bırakabilir. Ve macera başlar. Çünkü biliriz ki bir kalbe girmek, bir ülkeyi fetihten çok daha zordur genelde. Düğümü çözecek unsur bir mektup ise işi kelimelerin sihirli dünyasına kalmış bir subaya kim yardım edebilir ki? Üstelik kalbi tutuşmuşken. Allah’ın sevdiği kuluysanız ve erlerinizden biri sivil hayatında yazar ise düğüm çözülebilir. Ya da işler iyice karışır.

Selahattin Yusuf, dikkatimizi naif bir aşk hikâyesine çekerken iktidar olmayı, sınırları belli edilmemiş bir gücün kurumsallaştığında paydaşlarını nasıl ruhsuz bir robota çevirdiğini ustalıkla ayan ediyor. Böyle bir düzlemde ince meseleler nasıl çetrefilleşiyor, şahit oluyoruz.

Ruhum dümdüzdü artık, Beynimin edebiyat için ayrılmış kıvrımları emir-komuta zinciriyle ütülenip düzeltilmiş bulunuyordu. Lafı dolayıma sokamıyordum." Buzatti ’den de öğrendiğimiz üzere askerlik ruhu kemiren bir şeydi. Lakin daha evvel üniformanın bireyler üzerindeki etkisi Umudun Göğe Yükselişindeki kadar güzel anlatılmamıştı. Bu zor meseleler roman konusu olduğunda bir muamma da açığa çıkıyor gibi geliyor bana. İnsanın en çıplak haliyle resmedilmesi ne şahane bir şey. “Akşama kadar emir komuta zinciriyle biricikliği yıkılıp tabana inen asker, akşam seri numaralı battaniyesinin altına girdiğinde ruhunu geçmiş yardımıyla kendine yeniden ispat etmek zorundadır da ondan. Yoksa uyuyamayacaktır. Rakam uyuyamaz. Makine dişlisi uyanamaz ve uyuyamaz.

Erkek habitatının uyku çöplükleri geceleri hatıra aranmaya çıkmış canlılarla dolar taşar… Ta eskilerden kalmış bir mahalle arkadaşına dadanır zihni. Bacı kardeş gibi olduğu bir uzak akraba kızını bir de alfa dişisi olarak hayal etmeye kalkar filan. Hiç mi bir şey bulamadı, dolap kapağındaki yıldız fotoğrafıyla senli benli olur, ruhsal tefeciliğe başlar. Ruhsal iflasın dehşetini aşabilmek ve ruhla dünya arasında bağlantı kurabilmek için bir pürüz-yani temas noktası-bulur, buluşturur.

Roman ilerledikçe Teğmen ile Erin gerilimli ortaklığı merak unsurunu had safhaya taşırken Ayten’e dair malumatlarımız da çoğalıyor. Bu gerilim sadece bir rütbeli ile rütbesizin yan yana gelmesinden kaynaklanmıyor sadece. Teğmen’in aşk mektubu ile aşkın kendisini karıştırmasından da kaynaklanıyor. Naif duyguların dünyasına olan yabaniliği de işin cabası. Böylece bu seyirlik panayır, gerilim filmlerini aratmıyor. İşin içine bir de Teğmen’in yersiz kıskançlığı ve gururu girince demeyin keyfimize. Yine de bir süre sonra Seyit komutanı tanıdıkça onunla empati yapar hale geliyoruz ve zamanla bir bağ kurmayı başarabiliyoruz. Nam-ı diğer Seyko’nun sevgi acemisi olmasının tek nedeninin askerlik olmadığını öğreniyoruz çünkü. Sevgiyle arasında gittikçe açılan mesafenin çocukluktan geldiğini öğrenince yelkenleri suya indiriyoruz. Gerilimin son ana kadar eksik olmadığı eserde okuyucu daha net bir finalle tatmin edilse daha mı iyi olurdu emin değilim. Ancak insan ruhunun karanlık derinliklerinde bir gezintiye çıktığımız bu serüvende her haliyle mevcut son için bir sürpriz diyebiliriz.

Selahattin Yusuf roman boyunca elimizden tutup insan denen belirsize ışık tutuyor. Oldukça samimi ilerleyen bu yolda hoş sohbet bir tanıdığın sözleri kendimizi görmemizi sağlıyor. Bu yanıyla bir önceki romanı Eve Dönemezsin ile kıyaslanabilir diye düşünüyorum.

Nihayetinde dilde kendini bulmuş bir yazarın bize dair, insana dair bir hikâyesinden gelip soluklanıyoruz. Bu coğrafyanın insanı tanıyan, onun hikâyesini yazan bir kalemin söyledikleri kalıyor geriye.

Kenan Yusuf
twitter.com/knnysf

2 Mayıs 2023 Salı

Görülmeyi bekleyen karahindibalar

…Belki bir salyangoz da değildim. Etrafı böyle soğuk ve gri taşlarla çevrili, hayatta kalmaya çalışan bir karahindibaydım.

2017 Zürih Çocuk Kitabı Ödülü’nün sahibi Enno ya da Asfalttaki Karahindiba, Astrid Frank’in kaleminden, farklılıklarıyla ön plana çıkan iki karakterin yaşadığı zorlukları bizlere aktarıyor. Derinden hissettiriyor desem daha iyi olur çünkü yer yer kendinizi, Enno’nun gözyaşlarına eşlik ederken bulabilirsiniz. Yazarın, bu duyguyu okura geçirmesindeki ustalığı ise ayrı bir takdiri hak ediyor.

Kitabın başkahramanı Enno, pek çoğumuzun umursamadığı ayrıntıların farkına varan bir çocuk. Sınıfta arkadaşının çıkardığı hırıltılı şırıltılı sesler onu rahatsız ederken herkesin geçip gittiği yolda ağır ağır ilerleyen bir salyangoz ya da taşlar arasında hayata tutunmaya çalışan bir karahindiba dikkatini çekebiliyor ve dahası kendisini onunla özdeşleştirebiliyor. Bir kartalın -doğanın kanunu olarak- fareyi kendine yem etmek üzere peşine düşmesi bile Enno’nun hassas kalbinin harekete geçmesi için kâfi. Rekabetin, acının, öfkenin olduğu yerde -söz konusu bir film dahi olsa- Enno’yu görmek mümkün değil. Yaşadığımız dünyada; canlıların duygusunu derinden hissederek onun gözünden hayata bakıyor olmak ancak hassas kalplerin yapabileceği bir iş. Kulağa hoş geliyor olsa da anlaşılamadığınız bir dünyada bu yükü taşımak epey zor. Tıpkı Enno gibi… Tam da burada Goethe’nin sözünü hatırlatmak iyi olacak: “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” Enno da bu cehennemde hayatta kalabilmek için kendine hayali bir dünya kurmuştur: Hayalistan. Burada ölen dedesine yazdığı mektuplar, onun için adeta bir oksijen maskesi görevi görür. Ancak ne yazık ki, Enno’nun Hayalistan’ı da annesi tarafından hoş karşılanmaz.

Öte yandan, okurken insanı yaralayan şu cümleleri aktarmayı da isterim: “…Böyle biri olduğum için annemi üzdüğümü görmek canımı yaktı. Kendimi değiştirmek için elimden gelen her şeyi yapardım, eğer bunu nasıl yapacağımı bilseydim.” Yaratılışı gereği narin bir kalbe sahip çocuğun; arkadaşları, öğretmeni ve çevresi tarafından olduğu gibi kabul edilmemesi bir yana, diğerleri gibi kendisine aynı pencereden bakan annesini hayal kırıklığına uğrattığını düşünerek acı çekmesi, bir -anne olarak- beni derinden üzdü. Halbuki değişmesi gereken kişiler, çocuklar değildi; en başta anne babalar ve neredeyse birçoğumuz, çocuklarımızı oldukları gibi kabul etmek yerine onları da kendi kalıplarımıza sığdırmaya çalışıyoruz. Belki de aynayı kendimize çevirmenin zamanı gelmiştir, ne dersiniz?

Kitaptaki, bir diğer karakter ise Olsen. Enno’nun en yakın arkadaşı, aslında tek arkadaşı. İkisinin tuhaflıkları(!) onları aynı noktada buluşturuyor. Olsen, yüksek zekaya sahip bir çocuk ve dolayısıyla arkadaşları tarafından pek sevilmiyor. Bunun bir sonucu olarak hem sözlü hem fiziksel zorbalığa maruz kalıyor. Ancak annesinin, Olsen’i her koşulda destekliyor olması onu Enno’dan daha şanslı kılıyor.

Sahi, hepimiz herkes gibi olacak olsaydık, insan olmamızın ne anlamı kalırdı? Farklılıklarımızı, iyi-kötü herhangi bir değerlendirmeye tâbi tutmadan kucaklıyor olmak ne iyi gelirdi dünyamıza. Ve çocuklar, hepsi aynı bahçenin farklı çiçekleri; bir karahindiba bir orkide veya bir gül gibi, hepsinin ihtiyacı ayrı olsa da hiç şüphesiz her biri koşulsuz sevgiyi hak ediyor.

Kırmızı Kedi Yayınevleri’nden çıkan Semra Pelek’in çevirisiyle bizlere ulaşan ENNO ya da Asfalttaki Karahindiba; dilerim, kendini karahindiba olarak hisseden ve bir yerlerde anlaşılmayı bekleyen tüm çocuklara umut olur.

Kitabı okuduktan sonra daha iyi anlayacağınız Dr. Bahar Eriş’in şu cümlesini de unutmadan eklemek istiyorum: “Her çocuk kendi hızında ilerler, lütfen arkadan ittirmeyiniz.

Merve Yazar
merveyazar93@gmail.com

Toprakta büyür insan

Yeni kitaplar keşfetmek her zaman bana heyecan vermiştir. Yeni yazarlar okumak, insanın edebi zevkinin çeşitliliğini artırır, derinleştirir. Çoğu zaman sahici okurları heyecana sevk eder, mutluluğuna mutluluk katar. Kitaplar, her şeyden önce insanı mutlu eden çok nadide bir uğraş, bir zevk, bir ilgi alanı olmalıdır diye düşünüyorum. Burada, bu ilgi alanında yeni hayatlar gizlenmiştir. Yeni ufuklar belirmiştir. Yeni insanlar, toplumlar, coğrafyalar, diller, sözler, sözcükler bu kitaplar ve bu yazarlar sayesinde gün yüzüne çıkmış, biz okurların duygudaşlık hislerini pekiştirmiştir. Pekiştirmeye de devam edecektir.

Ben de bu heyecanla oturdum yine bilgisayarın başına. Yeni bir yazarı keşfetmenin, yeni bir kitabı okumanın heyecanıyla günüme lezzet kattım adeta.

Genç bir yazar var karşımızda. Kerem Bakırcı. Kısa bir Özgeçmişi de buraya serptikten sonra kitap incelemesine geçebiliriz. Kerem Bakırcı; 1987 yılında Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde doğdu. İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Öyküleri 2014 yılından bu yana kitap-lık, Varlık, Öykü Gazetesi, Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Karahindiba, Masa gibi çeşitli dergilerde ve Galapera Fanzin'de yayımlanmış. Şimdilik bu kadarını biliyoruz. Yazar şu an ne yapmaktadır, yeni kitabı gelecek midir, diye de sormadan edemedim. Umarım tez zamanda kendisini yeni kitabıyla sahada görürüz.

"Toprakta Büyür mü İnsan?" üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümün içinde toplam on beş öykü yer almaktadır. Bazı öyküler yarım sayfa bazı öyküler de sekiz sayfa. Ama kısalığının ya da uzunluğunun bir önemi olmaksızın; bu öykülerin ortak noktası: hayatın içinden bize seslenmeleridir. Aynı derinlikte aynı özenli dilde bize bir gerçeği anlatmaktadır. Doğu Anadolu’nun ya da Güneydoğu Anadolu’nun herhangi bir köyüne, mezrasına, ilçesine, şehrine gittiğinizde bu öykülerle aynı konuyu taşıyan binlerce gerçek öyküyle karşılaşırsınız. Bugün her Anadolu evladı “Oy havar” seslenişini derinden hisseder. Çünkü muhakkak o acılı cümleye bir kere maruz kalmıştır. O acıyı derinden hissetmiştir.

Ölüm Kokan Boşluk” belki de yüzyıllık bir rüyayı anlatır. Ataerkil zihniyetin olmadığı, kadınların erkeklerle eşit olduğu, hatta bir nebze anaerkil düşüncenin hakim olduğu bir atmosferde kulağımıza bir şeyler fısıldar. Pek de mümkün olmayan, ya da olsa bile uzun zaman alacak bir fikirdir burada işlenen. Bir isyanın çığlığı ve haklı davası bizi burada karşılar.

Birinci bölüm farklı konuların işlendiği, kısa hikayelerin anlatıldığı bölümdür. Ama dil ve derinlik bu hikayelerde bize sonraki bölümlerde olacakların habercisidir. Dilin egemenliğinden ve olayların sahiciliğinden bahsediyorum. İkinci bölümdeki bütün hikayeler birbiriyle bağlantılıdır. Burada merakı canlı tutar yazar. Sonraki hikayelerde ne olacağını tahmin etmeye çalışmadan ters köşe oluyor okur. Bu bölümde yine saf duyguların önde olduğu, anlatılmak istenenin alenen anlatıldığı, lafı eğip bükmeden konunun aktığı bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Mesela orada; “Pus çöktü”, “Dikkat et” diyen de hepimizin annesi değil mi, ayrıca teslimiyetin ve endişenin ilk belirtileri değil mi? Hikayenin başlangıcında bir gerilim hisseden sadece kahraman değildir. Bu gerilimle beraber sonrasında devam eden arkadaşlıklar, sürekli hikayeye eşlik eden puslu atmosfer , bundan on beş sene önce mahallelerde olan arkadaşlık duygusunu en belirgin halinin ifadesidir. Sonu korkunç olsa da hikaye kendi içindeki akışı bizi eskilere geri götürüyor. Gözlerinizin dolması eskilerin samimiyetinden, aralarındaki ilişkilerden geliyor. Gözlerinizin dolması da o ilişkilerdeki karanlık tarafın yüzünüze indirdiği tokadın acısını hissetmenizden geliyor.

Yazarın hayatından da izler taşıdığını ikinci bölümde Kerem karakterinden anlıyoruz. Piç Murat, Kerem, Macit, Pışo Meheme, Zozan, Reco karakterlerin dünyasına ikinci bölümde misafir oluyoruz. Bu bölümdeki hikayeler, bu arkadaşların hazin bir aşk hikayesinin etrafında yaşadıklarını anlatıyor. Ve belki de bu bölümdeki hikayelerin en can alıcı yeri şu cümlede beliriyor: “… hüzne boğulduğunu saklamak için güler insan.” Bu cümlede, kendi toprağımda olanları ve çocukluğumu şekillendiren benzer duyguları ve acıları görüyorum. Bu cümlede ne çok sır, hayat, öfke, hayal kırıklığı saklı. Bunun için aslında kitabın en can alıcı kısmı ikinci bölümdür. Benim için. Karanlık havaya rağmen benim en çok sevdiğim bölüm diyebilirim. Mesela: “Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca. Çocuklar mezara dalıp da zarar vermesin diye. İçindeki sert çekirdeği ölünün kemiği, dışında yenilen yumuşak kısmı ise etinden olur derler (s.31)

Buna benzer hikayeler Anadolu’nun çoğu yerinde anlatılıyordu. Bu gibi hikayelerle bir nesil büyüdü. Bu gibi hikayeler bir neslin sohbet konusu oldu. Korkuları, merakları, inanışları böyle hikayelerle şekillendi. Zaten aşk hikayesinin sonunu da "Alıç Ağacının Bedduası" belirliyor. Bu hikaye gerçek oluyor.

Üçüncü bölümdeki hikayeler birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. Yine hayattın içinden bize sesleniyor. Karakterler bizden, olayları hayatımızın içinden. “Kel Tepe’den Uzayan Gölge” deki Haris ve Salih bizim köylerin ortak değerleridir. Göz önünde olan ve hep söz konusu olan iki karakter. “Düş Artıkları” fazla sitemli ama gönümüz dünyasının gerçekleri. “Buhran” da anlatılan belki kitabın en çok düşündürücü kısmı. Ve de fazla şehirli. Günümüzdeki bir nebze entelektüel buhranların anlatıldığı hikayedir.

Bu park hoşuma gitmiyor değil. Mevsimler ve insanların ve onlarla beraber düşüncelerin ve düşüncelerden arta kalan kırıntıların ve yüreklerdeki çarpıntıların tezahürlerini buradan izler oldum. Yaşamak, can sıkıntısından da öte bir sıkıntı denizinde boğulmak mı ? (s.61)

Bu hikayede anlatılanlar taşra insanın dünyasından biraz uzak diyebiliriz. Onlar henüz kendi dünyasında boğulacak kadar sıkışıp, kalmamışlar.

Susarak düşüncelere dalmak, kendi içimde yolculuğa çıkmama yardımcı oluyor. Kimsenin kimseyi anlamadığı bu dünyada gerekli bir şeymiş gibi geliyor bana (s.61)

Fazla şehirli ve düşün dünyası geniş olan şehirli insanın hali değil mi? Bu hikaye bir geçiş evresinin anlatıyor, ‘Toprakta büyütüyor’ insanı, kendi toprağında. Şehirde ya da taşrada. Çoğu kişiden bunu görebiliyoruz.

Bu kısa ama etkileyici kitaba dair çok şey yazılabilir ve yazılmalıdır da. Kısa ve etkileyici bir kitap ne kadar sarsıcı olabiliyorsa o kadar sarsıcı o kadar derinlikli. Belki de beni bana anlattığı içindir, bilmiyorum, ama bu kitabı okuyan her insan durup geçmişi sorgular ve başka hayatların, insanların dünyasında kendini kaptırmış bulur. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen usta bir kalemin elinden yazılmış hikayelerden eksiği yok. Dile hakimiyeti mest ediyor. Anadili gibi bir ustalıkla işliyor kelimeleri. Bir gün hakkettiği ilgiyi görür umarım. Ve ilerde edebiyatı -iyi edebiyatı- belirleyen birkaç kişiden biri olmasını diliyorum. Bir sonraki kitabını da sabırsızlıkla bekliyorum. İyi edebiyatla kalın !

Doğan Yalçın
dgnylcn49@gmail.com