28 Ocak 2020 Salı

Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak

"Nihayetinde insan, şiire olduğu gibi, psikanalize de daha iyi sözler için gider."
- Adam Phillips, Hep Vaat Hep Vaat

Son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından bir şiir getiren kitaplar, bizde önemli yer tutarlar. Bu cümle burada dursun, sonra döneceğiz. Biraz yazardan bahsetmek isterim.

Klinik psikolog ve psikoterapist Tuğçe Isıyel'i, 14 Ekim 2017'den beri tanıyorum. "Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?" diye sormuştu Gazete Duvar'daki yazısında. Yani ilk tanışmamız, her zaman önemsediğim yalnız kalabilme eylemine dair bir yazıyla olmuştu. Bunun için de o zamandan beri yazılarını ilgiyle, not alarak okurum. Okur-yazar âlemi için 2020'nin güzel başlayacağına bir işaret olarak -ben öyle kabul etmek istiyorum belki de- Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık çıktı. Bir okur için güzel müjdedir bu, uzun zamandır takip ettiği bir yazarın ilk kitap heyecanına katılmak ister, o kitabı okurken tıpkı yazılarını okurken yaptığı gibi ve hatta yoğun bir derinleşme ister, yazarla beraber insanı daha çok tanımak ister. Bu istekleri en sancılı ve zevkli biçimde karşılayacağınız yer hiç şüphe yok ki edebiyattır. İşini edebiyatla harmanlamış bir psikolog siz hem daha 'iyi' rahatsız eder hem de ifadeleri daha çok işler içinize. Meselenin özü de bu aslında: Fîhi Mâ Fîh. İçindedir içinde, ne ararsan içindedir, senin içinde...

Şairin imgeyle, psikoloğun danışanla, terzinin kumaşla, müzisyenin enstrümanla, ressamın fırçayla, yönetmenin kamerayla, ustanın çırakla buluşmasından çıkmıyor mu her şey? Bir şey varlığını diğer şeyle kuruyor, genişletiyor, sağlamlaştırıyor. Elbette zarar da görebiliyor. Geri çekilmeler, içe kapanmalar, yaralanmalar... Tuğçe Isıyel henüz kitabının başında, belki de kitabının özetini çıkarıyor. "Nihayetinde bizi oluşturan iki hücrenin karşılaşmasıdır. İki bilinmezin..." diyor. Bu hem kıymetli bir hatırlatma, hem de kadim bir öğreti aslında. Evet belki karşımızdaki 'öteki' diye adlandırılıyor ama sadece bu kadar değil. O öteki, bizi de temsil ediyor şu insanlık denen âlemde. Geldiğimiz yer de belli, gideceğimiz yer de...

Psikoterapi odasından ilişkilere ve edebiyata alt başlığını taşıyan kitabında Isıyel evvela çocukluktan başlıyor, William Wordsworth'ün "Çocuk insanın babasıdır" sözünü hatırlatırcasına. Oradan aileye geçiyor. Sonrasında kimimizin hiç sığamadığı, kimimizin de sığınak yaptığı ev üzerine konuşuyor. "İki oda bir salona sığmayanlar" yazısı, çocukluğu boyunca İstanbul'un bir semtinden başka bir semtine taşınıp duran beni, derinden sarstı diyebilirim. Isıyel'in yazıya seçtiği epigraf bile yetti buna. "Taşınmak kadar / hüzünlü bir kırık yoktur" diyor Özdemir Asaf. Sırf bu yazıdan dikkatli bir okur kendine nice güzel kitaplar seçebilir. Otto Rank'dan Doğum Travması, Alberto Eiguer'den Evin Bilinçdışı -ki çok merak etsem de bir türlü bulamıyorum-, Gaston Bachelard'dan Mekânın Poetikası gibi. Ama gelin, hepsini şimdilik bir kenara koyup yazarın şu önemli satırlarını okuyalım hep beraber: "İnsan kendisine kendisinden içsel bir yuva yapmayı başarırsa -ki bu içsel yuvayı kişinin merkezi olarak düşünebiliriz- ve kendi merkezini kaybetmeden orada "durabilirse" tüm bu duygusal yüklerle baş etmesi biraz olsun kolaylaşır mı acaba? Çünkü iç alan, dış alanı muhakkak şekillendirecektir. Sağlam bir içsel yuva oluşturabilmek, dışarıdaki yuvanın en sarsılmaz zemini olabilir mi? Kişi kendisinden nasıl bir yuva kurar? Sanırım önce kendi benliğini, ruhsal dünyasını sıcak bir yuva gibi kapsayarak... Farkında olalım ya da olmayalım içimizdeki tadilat hiç bitmez. Bitimsiz bir içsel dönüşüm... Sürekli yeni baştan... Taşınmalar ve yerleşmelerle sınanan..."

Sayfaları çevirdikçe ve araları görünmez ipliklerle birbirine bağlanmış gibi hissettiğim konular arasında ilerledikçe; çağlar geçip teknoloji çılgınca ilerlese bile, insan yavrusunun çoğu zaman yavruluk dönemindeki gölgelerle baş etmesi gerektiğini okudum. Daima gülümsemek zorunda olan, hep bir günah keçisi arayan, mutluluk denen fetişizmin bataklığında paranoyak kesilen, 'gün ortasında arzu'yu kovalarken travmalarıyla uğraşmaktan kaçınan, yalnız kalmaktan korkan, ıssızlığının içinde kendi kaybedenler kulübünü kuran, ne evine ne sokağına sığamayan, insandan eşyaya doğadan tatile her şeye 'takılmak' nazarıyla bakan biz modern çağ insanlarına nefes olabilecek bu kitapta birçok farkındalık gizli. Sanırım yazarın okuruyla hemen hemen aynı nesilden olması da sayfalarda altı çizilen sözcüklerin birer öğüt olarak değil bir arkadaşın omuz vermesi biçiminde kabul edilmesini sağlıyor. İşte bir örnek: "Biliyorum ki kendimiz üzerinde çalışmak, ezeli meselelerimizle uğraşmak, çabucak ulaşılabilir bilgi ve görüntü kirliliğinde kolay değil, zaman gerektiriyor ve elbette sabır. Ancak iç dünyamıza yoğunlaşmaktansa sürekli tekrar eden dış dünya meseleleriyle boğuşmak, kendimizle olan temasımızı ciddi anlamda tehdit ediyor. Kendimizi, kendi gerçekliğimizi hatırlamakta ve ona ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Sonra o malum yabancılaşma hissi önce kendimizle başlayıp, sonra dış dünyaya doğru sinsice yayılıyor ne yazık ki... Ve dünyaya da kendimize baktığımız o uzak mesafeden, o isli pencereden bakmaya başlıyoruz."

Bir filmin en kuvvetli sahnesi gibi yazılmış bir bölüm var kitapta: Psikologlar da Ağlar. Şaşırırız elbette bir psikoloğun hüngür hüngür ağlamasına. Oysa Jung, “Yarası olmayan, şifacı/iyileştirici olamaz” diyor. Kısaca damdan düşmüş olanın hâlini yine damdan düşmüş olan anlıyor. Etiketler, gösterişler ve şovlar dünyasında her şeye bir kılıf bulmakta üstümüze olmadığından olsa gerek, kedi besleyen herkesi 'depresyon' hastası ilan ediyoruz. Diyelim ki öyle, belki yüzlerce kitapta depresyonun kişiye hayatını, seçimlerini, ilişkilerini sorgulatttığı yazılı. Bu durumda depresyon bir sağlık belirtisi olarak bile kabul edilebilir. Bunca hastalığın ve savaşın normalleştiği bir dünyada, ruhun tüm bu olup bitenlere tepki göstermesinden daha doğal ne olabilir? Bunalım, kayıp, melankoli, yas... Hepsi hayatın her anında karşımıza çıkabilecek şeyler. Bunlar ne kadar acıysa, bu acının içinde yatan gerçekler de yazarın süzüp okura sundukları arasında yer alıyor: "Hayatımız kayıplarla ve vazgeçişlerle örülü bir yolculuk. Yaslar bu yolculuğun mola yerleri gibi. Yas-lana yas-lana bu yolculuğu tamamlarız. Dünyaya adımımızı atar atmaz başlar kayıplar. Sözgelimi önce anne rahmindeki selametimizi kaybederiz ve kendi cennetimizden dünyaya kovuluruz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir; anne memesinden ayrılırız, anne kucağından, anne evinden... Sonra bu kayıpların başka türevleri olur. Bununla bağlantılı olarak depresif hallere girer çıkarız. Bir yerlerde takılı kalıp kımıldayamadığımızda içsel kayıp hissimiz o kadar yoğun olur ki depresyon artık kaçınılmazdır. İşte tam orası çok acır ama sesini duymamız gereken yer de tam orasıdır."

Kendimce; bir yerlerde kaybolmayı, düşünerek ya da hiçbir şey yapmadan, belki sadece müzik dinleyerek yürüyüşlere çıkmayı, 'içedönük'ler arasında yer almayı seven biri olarak -kedim de var!- çok samimi, çok yakın buldum bu kitabı. Üç yılda bir okuduğum Engin Geçtan'ın İnsan Olmak kitabı gibi bir yer etti bende. Yukarıda da dediğim gibi, bunda Tuğçe Isıyel'le aynı nesilden olmamızın ciddi bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Biri bize öğüt verince ağır, omuz verince iyi geliyor...

Bu yazının başında, son sayfasını bitirdiğimizde zihnimize en esaslısından şiir getiren kitaplar bizde önemli yer tutarlar demiştim ya hani, İşte Ya Hiç Karşılaşmasaydık, bana İsmet Özel'in Sebeb-i Telif şiirindeki  "Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek / belki çocuk ve ihtiyar, belki kadın ve erkek / hepimiz, her birimiz gizli bir isimle adaşız" dizelerini hatırlattı. Şair, bu dizelerini şerh edercesine şunları da söylemişti üstelik: "İnsan, ömrü boyunca bir muhatap arar. Üstelik, insanlar arasında bunu bulamayacağını bile bile yapar. Ama bu arayıştan vazgeçmesi mümkün değildir."

Başkasıyla karşılaşmak ya da kendini aramak dedim yazının başlığına. Karşılaştığımız her insanda aslında varoluşsal soru(n)larımızın cevaplarını buluyoruz. Bunu ya fark ediyoruz ya da etmiyoruz. Halbuki bunu bir anlasak, yaşayışımızdaki anlam daha da berraklaşacak. Tolstoy, Savaş ve Barış'ta "Yaşama hâlâ değer veriyorsam bunun tek nedeni: Bana hayat verecek, beni arındıracak ve yüceltecek bir varlıkla karşılaşma ümididir" diye boşuna mı yazdı...

Tuğçe Isıyel'in ilk kitabı Ya Hiç Karşılaşmasaydık; arayışlar ve kayboluşlar arasında bizi anlamaya çabalayan, hem cümleleriyle hem de atıfta bulunduğu kitaplarla nefes olan, ağlamayı ve kedi beslemeyi normal(!) bulan, yılın ilk güzel ve umut dolu kitaplarından...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder