9 Şubat 2021 Salı

Boğaz'ın azizleri, gönül yurdunun sultanları

Yahyâ Kemâl, İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar şiirine "Bir ulu rüyayı görenler" diye başlar. Bir başka güzide semti anlattığı Koca Mustapaşa şiirinde ise "Seyredenler görür Allâh'a yakın dünyâyı" der. Şairin burada iki manevi beldeyi anlatırken kullandığı seyretmek, görmek ve rüya kelimeleri çok önemli. Çünkü rasyonel yaşıyoruz. Akıl, zihnimizi zindana çevirmiş durumda. Gönül yıkık, kalp paramparça. Aradığımızı, sadece akılla arıyoruz. Oysa gayret için aşk kâfidir. Aklıma gelmişken, vaktiyle Üsküdar'da bir şeyh efendi dervişine altı ay Allah demeyi yasak etmiş. Derviş şaşkın. Nasıl olur, nasıl olur diye yanıyor. "Evladım" demiş şeyh baba, "sen kafanda kendince bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun."

Pandemi yaşadığımız şehirle aramızı açtı. Soluklanacak yer niyetiyle imkan buldukça mezarlara ve muhafızlara gidenler bir nebze sakin. Âşıklar sükûnet verir elbet. İşte, gidemeyenler için bir imkan. Şahane bir kitap: Boğaz'ın Dört Muhafızı. Üslubuyla, fotoğraflarıyla seyir zevki yüksek bir belgesel gibi. Geldiği günden beri elimde. Bitmesin diye ara ara okuyorum. Samet Altıntaş'a, çalışmasını gönderme nezaketinde bulunduğu için teşekkür ediyorum. Hani tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diye bir söz var ya, kargo paketini açar açmaz ağzımdan çıkan söz oluverdi. Kitabın, daralan ve sıkışan yüreklere ferahlık vermesini dileyerek biraz sayfalar içinde gezinelim istiyorum.

Yazar, muhafızları anlatırken bir şehre ve tarihe hangi yönlerden bakılması gerektiği konusunda zihin açan atıflarda bulunuyor. Bir yandan tasavvuf literatüründe önemli yeri olan, diğer yandansa oldukça güncel eserlerden yararlanıyor. Mesela bunlardan biri, Mustafa Kirenci'nin hazırladığı ve Tâhirü’l-Mevlevî'nin 1910-1951 yıllarını kapsayan İstanbul yazıları: Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. Yine mesela, Walter Benjamin'in Pasajlar'ı, Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'i ve elbette Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'i, Yakup Kadri'nin harikulade eseri Erenlerin Bağından'ı da eşlik ediyor okuyucuya, onun ölü toprağına bürünmüş his dünyasını harekete geçirmek için. İstanbul'u yeniden ve her şeye rağmen güzellikleriyle görebilmek için. 

İstanbul, bütün azizliğini içinde yatan azizlere borçludur. Onlar, Hakk'ın Hayy esmasıyla her an hazırdır ve nazırdırlar. Kimlere? Nazar edenlere. Gözle görmek için evvela gönül kapısını açmak gerektiğine inananlara. İstanbul'da sırlı birçok büyük zât sık sık ziyaret edilir, manevi makamları hürmetine Hakk'tan yardım talep edilir, her türlü darlık ve zorluk anında o büyüklerin isimleri anılır. "Kara toprağın altında gül deren elleri gördüm" demiş Yûnus. Bu topraklarda gönlü sıkışan kim varsa evvela o gül deren elleri görmeye gider. Onlardan aldığı kuvvetle Hakk'a niyaz eder. Kimi zaman, "benim yüzüm yok, şu gül yüzlünün hürmetine" der. Böyledir buralar. Naz mayalıdır.

Samet Altıntaş, dikkatli okurların anlayacağı üzere İstanbul'un değil, boğazın muhafızlarına odaklanmış. Onlar, tabiri caizse karşılıklı birer kale gibi dikilirler İstanbul'un kenarlarına. Hikmet-i Hüdâ, bulundukları konum itibariyle insanın gözüne de gönlüne de şifa olurlar. Hava ayrı güzeldir oralarda, güneş sanki başka parlar, bulutlar narince geçer, çiçekler birbirlerine sanki koku fısıldar. Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beşiktaş'ta Yahyâ Efendi, Beykoz'da Yûşa, Rumelikavağı'nda Telli Baba; her vakitte dertli gönülleri bekler. Türk İstanbul, onlarla Türk'tür. Aziz İstanbul, onlarla azizdir. Bugün, her ne kadar güzel bakmaya çalışıp da güzeli pek göremesek de, onlar vesilesiyle yaşadığımız şehrin hâlâ güzel olduğuna inanırız, inanmak zorundayız. Aksi, edebe mugayir olur.

Sultanlara sultanlık eden sultan dendi mi, akıllara Hüdâyî gelir. "Yedi padişah mübarek ellerini öpmüşlerdir, Sultan Ahmed Han önünde yaya yürümüştür, 170 bin müride izin vermiştir, asrın kutbudur, hakikat sırları hazinesine ulaşan, marifet çeşmesinin çeşmebaşıdır" der Evliyâ Çelebi onu anlatırken Seyahatnâme'sinde. Büyükler demiş ki, Hüdâyî İstanbul'a gidene kadar bu toprakların manevi anlamda merkez beldesi Bursa idi. Yine derler ki bir insan, iki kez doğmalı. İlk doğum anadandır. İkinci doğum mürşitten. Üftâde, o aşk dolu nefesiyle üfledi, böylece Bayramiyye yolunun Celvetî kolu, Hüdâyî tarafından kurulmuş oldu. Sonra o koldan ne büyükler doğuverdi, bazılarının isimlerini anmadan olmaz: Selâmi Ali Efendiİsmâil Hakkı BursevîFenâî Ali Efendi, Haşim Baba... Sabah ezanından kısa bir süre evvel Hüdâyî yokuşunu tırmanmak, birbirinden esrarengiz kokular eşliğinde kapısına varmak, merdivenlerini bir ömrü bitiriyormuş gibi ağır ağır çıkmak, şükretmek, şükretmek ve daima şükretmek, insana öyle kalp safaları verir ki... Bir kere sevilmek dahi insana yeter. Hazret ne buyurmuş: "Vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde bir Fatiha okuyanlar bizimdir."

Muhteşem Süleyman'ın süt kardeşi dendi mi, akıllara Yahyâ Efendi gelir. Onun dergâhı, sanki İstanbul'u seyreden koskocaman bir yüz ve İstanbulluların gönlünü hoş etmek için bekleyen bir kutlu belde gibidir. "Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkıverilen bir bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir" der Tanpınar, Beş Şehir'inde. İlham mı arıyorsun? Gözyaşı mı dökmek istiyorsun? Af mı diliyorsun? Derin bir tefekküre dalmak yahut sadece uyuklamak mı istiyorsun? Orada muhakkak mükafatı vardır. Özellikle son yazdığım şaşırtmasın, istemeden de olsa uyuyup nice mükafatlar alan büyüklerimiz olmuştur. Çünkü niyet mühimdir, neden gittiğin mühimdir. "Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi" der İbn Arabî sultan. Aşkla gideni, Hızır'ın dostluk ettiği Yahya Efendi boş çevirir mi hiç? Onun sultanlığı, maddi değil manevi sultanlıktır. Bu sebeple zamanın gayrimüslimleri dahi ziyaretinden vazgeçmemiştir. Öte yandan, dergahın bir çeşmesi vardır, Sultan Hamid tuğralı. İşte o çeşmenin arkasında eskiden bir selvi ağacı varmış. Yahyâ Efendi ile Hızır sultan burada buluştukları rivayet edilirmiş. Bu rivayet, aklı küçüklere fazla gelmiş. 1980'li yıllarda caminin o zamanki imamı tarafından bid'at diye kestirilmiş. Ya hu Hızır istese senin evinin damında buluşur istediğiyle, dememiş mi acaba hiç kimse...

"Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve târih sahnesinde biriktirdiğimiz topladığımız nafaka ve sermâyemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden geleneğinden, târihinden mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz." diyor Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi'nde Tarih adlı tadına doyulmaz kitabında. Lokmayı sadece maddi bir şey zannettiğimizden, peşinde koştuğumuz da dünya oluyor sadece. Oysa manevi lokmalar, kişiyi hem bedenen hem kalben hem de zihnen doyurur. O lokmalara talip olanlardan kimileri Yûşâ Tepesi'nde alıyor soluğu. Yahya Efendi'nin üç gece üst üste Yûşâ'yı rüyasında gördükten sonra kabrini keşfetmesi, kabrin yeri net biçimde belirlenemediğinden o kadar uzun olması, orada yatanın Yûşâ olup olmaması bahs-i diğer manevi lokma talipleri için. Onlar zaten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına" demişler, sabır ve şükür sarhoşu olarak niyaz etmeyi bir yaşayış hâline getirmişler. Turistik ziyaretle gidip dönenleri hariç tutuyoruz. Sonra, bir de Telli Baba var. Onun yaşadığı zamanlarda Kâdirî tâc-ı şeriflerine tel örülürmüş. "Allah'ın gelinleri" der gibi. İşte Telli Baba da o telleri örermiş, bu meşgalesiyle nam salmış. Göçtükten sonra da bilhassa evlenemeyen, evlat sahibi olamayan, geçiminde darlık yaşayanların ziyaretgâhı olmuş kabri. Öyle ki, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak önce kız ardında da erkek evlat sahibi olmak için bir dost tavsiyesi üzerinde gitmiş Telli Baba'ya. Mevlâ'ya Telli Baba'nın nazı geçmiş ki sahaflar şeyhi Ozak da yirmi beş yıllık evliliği geride kalırken birer birer kavuşmuş evlatlarına, adaklarını da yerine getirmiş titizlikle.

Samet Altıntaş, Boğaz'ın Dört Muhafızı kitabında İstanbul'u aziz yapanları anlatıyor. Şehrin ebedi nefesleri eşliğinde uzak ve yakın tarihi birliyor, okunması zevkli bir kitap-belgesel sunuyor meraklılara.

İnsan, gönlünü doyurmak ve ruhunu onarmak için İstanbul'u adımlamaya başladığında, kalbinin sesini iyi dinlemeli. Gün olur ki ayakları götürüverir bir büyüğün başucuna. Hürmet ve sevgi karşılıksız kalmaz oralarda: "Edeple gelen, lütufla gider"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder