25 Temmuz 2022 Pazartesi

Çocuk cevap istemez, cevaba gitmek ister

Modern zamanların pedagojisi üzerine kafa yormak gerekiyor. Muhatabın değişmesiyle birlikte muhataba uygulanacak terbiye metodunda da bir takım yenilikler olmalı. Yenilik sizi korkutmasın. Eskimez olana yeni biçim ve de biçemle yaklaşmak yeni kuşakların sadece dilini çözmek değil idrakine de yakın olmak demektir. Hele bir de verdiğiniz eğitim “din eğitimi” ise bu daha bir ehemmiyet kazanır. (Ehemmiyet kazanan her şeyin önemi vardır!) İdrake inmek ve dilini çözmek kadar çocuk dilinin sınırlarını keşfetmek de ayrı bir maharet ve marifet gerektiren bir çabadır. Uzun süredir din eğitimi bağlamında ortaya konulan çalışmaları heyecanla takip edip katkı yapılması gereken noktada bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Gördüğüm en büyük eksiklik, çocukları ve gençleri anlayabilecek kaynak sıkıntısı oldu hep. Çocuklara ve gençlere dair din eğitimi vermek üzere yola çıkanların her defasında bu kuşakları anlamadan anlatmaya çalışmalarını gördüm. Olumlu örnekleri defter aralarında gül kurusu saklar gibi kaideyi bozmayan istisnalar listesine ekledim. Son günlerde beğenerek okuduğum bu örneklerden biri de Şule Kala’nın kaleminden çıkan Kafama Takıldı kitabı oldu.

Şule Kala çocukların istifham dünyasına inerek inanca dayalı “kafalara takılan” soruları onların fıtratını örselemeden cevaplamaya çalışmış. Bunu yaparken üslup ve yöntemin ne kadar önemli olduğunun son derece bilincinde. Çocuklarla sohbet ederek ukdeleri çözmenin yollarını göstermiş. Bizim ukde -düğüm- olarak gördüğümüz şeyler çocuk zihninde ilmek olmanın ötesine geçmez. Şule Kala (aynı zamanda bir anne olarak) çocukların soyut âlem ve fizik ötesi dünya ile ilgili sorular sorabilmesini fıtri bir imkâna bağlıyor. Gerçekten de çocuk sorularında tasavvur ve tahayyülün yenilenmesi ve kendi kendini onarması gibi bir taraf vardır. Hatta çocukların bu soruların peşine düşüp anne-baba gibi kendine en yakın kişilerden cevabını aramasını feylosofça bir tecessüs sayanları da ciddiye almak gerekir. Zira bu ontolojik soruları sormak bakımından çocuklarla filozoflar arasında birebir yakınlık söz konusudur. Çocuklar kafalarına takılan fizik ötesi soruları annelerine babalarına sorarlarken filozoflar bu soruları kendi kendilerine sorarlar. Şayet çocuklar anne babalarına sordukları ontolojik soruları kendi kendilerine sormuş olsalardı filozof olurlardı. Filozoflar da kendi kendilerine değil annelerine bu tarz soruları sormuş olsalardı çocukluğa avdet etmiş olacaklardı.

Şule Kala çocuklarla istifhamlı sohbetin başında onları fıtrat üzere sabit kılacak cümleyi kuruyor: “Biliyor musun, soru sormak, özellikle de, ‘Yaratıcı hakkında’ soru sormak insanın fıtratında, özünde, mizacında var.” Soru sormanın masumiyetine inanmadan düzgün cevap vermek de kolay olmayacaktır. Hâlbuki zihnin soru üretmesi hem eşyanın hem de zihnin tabiatına uygun bir davranış biçimidir. Şule Kala çocukların zihin duvarına şu çerçeveyi asmayı ihmal etmiyor: “Bir şeyi öğrenmek istiyorsan, onun hakkında soru sormalısın.

Biliyorum kitaptaki çocuk soruları ziyadesiyle sizlerin de kafasına takıldı. Hemen birkaç örnek vereyim: Kimdir Allah? Allah yaratılmış mıdır?, Allah kötüleri ve kötülükleri neden yarattı?, Kendi kaderimi kendim mi çizerim?, Allah şeytanı neden yarattı?, Kur’an’ın değişmediğini nereden biliyoruz?..

Çocuğunuzun soru sorması zihinsel anlamda gelişmişlik işaretidir. Lütfen çocuğunuzun sorusunu ağzına tıkamayın ya da cevap vermek varken topu taca atmayın. Şule Kala’nın eğitimci tecrübesiyle kaleme aldığı bu kitap küçük büyük, çoluk çocuk herkesin kafasına takılan dikenli telleri bertaraf edecek doyurucu cevaplara sahip.

Unutmayın çocuk cevap istemez cevaba gitmek ister. Onu bir çocuk bahçesine götürür gibi elinden tutarak cevaba götürün. Sakın ola karşınızdakinin bir çocuk olduğunu unutup da didaktik olmaya çalışmayın! Kafama Takıldı kitabına resimleriyle katkı sağlayan Ümran Aşkın Aydın’ı da ustalıklı çizgilerinden ötürü kutluyoruz.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Medeniyetimizin kendini açığa vurduğu yer: İstanbul

Kubbealtı Vakfı’nın kurucularından, ömrünü milli ve manevi değerlerimiz, dil ve kültürümüze hizmet için vakfetmiş, medeniyetimizin yetiştirdiği zirve şahsiyetlerden biri olan mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, 2013’te, vefatının 20. yılı münasebetiyle düzenlenen bir sempozyumla anılmış. İstanbul Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın işbirliğiyle 31 Ekim 2013 tarihinde üniversitenin Yenikapı Mevlevihanesi yerleşkesinde gerçekleştirilen sempozyumda edebiyat başta olmak üzere, tarih, ilahiyat, felsefe, mimarlık ve iktisat gibi farklı disiplinlere mensup uzmanlar tarafından Sâmiha Ayverdi’nin eserleri değişik vecheleriyle değerlendirilmiş.

Kubbealtı Neşriyat 2014 yılında bu sempozyumda sunulan bildirileri Sâmiha Ayverdi’nın İstanbul’u başlığıyla kitap haline getirerek yayınlamıştır. Meydana çıkan eser, hem mütefekkir ve edebi kimliğiyle öne çıkan Ayverdi’nin eserleri hakkında genel bir fikir edinmek, hem de onun başlıca konusu olan, özelde İstanbul, genelde şehir ve medeniyet ekseninde düşüncelerinden istifade etmek bağlamında bir kazanım olmuş.

Şiirden musikiye, mimarlıktan tezyini sanatlara, bir milletin kültürünün en olgun numuneleri başşehrinde oluşur. Hem doğal güzellikleriyle hem de imparatorluklara başkentlik yapmış olmasıyla eşsiz İstanbul’u anlatan ve bu anlamda ihtisas kesbeden yazarların varlığı gayet tabidir. Ayverdi hiç kuşkusuz onlardan biri olmakla birlikte bazı hususiyetleri ile diğerlerinden ayrılır. Bu yazarların kimisi geçmişte kalan İstanbul hayatını bir nostalji havası içinde veya 19. yy’dan 20. yy’a geçişte modernleşme dönemi aydınlarından çoğunda görülen şekilde gizli bir oryantalist bakış açısıyla yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal ve Ayverdi’nin içinde bulunduğu diğer bir grup ise şehri yapan kültür elemanlarını zenginleştirici bir birikim olarak geçmişten bugüne aktarma yönünde farklı bir yerde dururlar. Ayverdi için bu duruş kitapta söyle izah edilmiş: “Evvel emirde belirtilmelidir ki onun eserlerinde İstanbul idealize edilen bir varlık, bir birim olarak yüceltilmez. Zaten geçmişinde yüce bir hayat tarzı ve mevcudiyet ortaya koymuş olan İstanbul’un arkasından adeta hayıflanılır. Ve bu birikimin ve birimin belirli ögeleri seçilerek alınır, günün ve sonrasının kuşaklarına ideal modeller olarak sunulur. Bu yalnızca lirik bir şehir mersiyesi ya da medhiyesi hiç değildir. Tam tersine geleceğe örnekler, gelecek nesillere modeller inşa etme çabasıdır.” (Sayfa 19 -20)

Yine başka bir açıdan bu duruş şöyle özetlenmiş: “Yazarımız sanki geçmişi, eski İstanbul’u ve İstanbulluları anlatmak değil, günümüz insanının eksiklerini, zaaflarını geçmişten uygulamalı örnekler vererek tamamlamak, gidermek ister. Toplumun yapısını sağlamlaştıran, kişiler arasındaki ilişkileri kuvvetlendiren değerlerin kaybıyla toplumun yaşadığı problemleri çözmeyi teklif eder gibidir.” (Sayfa -43)

Ayverdi, 1905 yılında Şehzadebaşı gibi İstanbul’un tam kalbinde yer alan bir semtte, aristokrat denilebilecek bir ailede hayata gözlerini açmış, uzun ve bereketli ömrünü, Şehzadebaşı- Hırka-ı Şerif ekseninde tamamlamış son Osmanlılardan biridir. Allah vergisi yazma kabiliyeti ile doğal olarak bütün incelikleriyle bildiği İstanbul’un fiziksel mekânlarını, insanlarını, mahalle hayatını, insan ilişkileri ve arkasında duran ruhu, son derece iyi nüfuz ederek tespit etmiştir. 1993’te bu dünyadan göçtüğünde arkasında akıcı bir üslup ve güzel bir Türkçe ile yazılmış 40’ın üzerinde kitaptan oluşan bir külliyat bırakmıştır.

Sâmiha Ayverdi’nin şahsiyetinin oluşmasında en önemli etkenlerden biri, belki de birincisi, hiç kuşkusuz aldığı tasavvuf terbiyesidir. Esasen onun dünyaya geldiği 20. yy’ın başında 300’den fazla dergaha ev sahipliği yapan İstanbul’da tasavvufi hayat son derece tabii ve yaygındır. Derviş olmak için erken denilebilecek bir zamanda, henüz 20’li yaşlarında mürşid-i âlîsine gönül verir. Sâmiha Ayverdi’nin ‘gönül ve sevgi kalesi’ olarak tavsif ettiği bu mübarek zat, Ken’an Rifai (Büyükaksoy) Efendi idi.

Efendi hazretlerinin terbiye halkasına dahil olan Ayverdi, fiziki olarak da ona yakın olmak gayesiyle 1935’te Hırka-ı Şerif’e taşınacak ve ölünceye kadar burada ikamet edecektir. Fakat Hırka-ı Şerif hatıraları kitaplarında, yaşadığı diğer muhitler kadar ayrıntılarıyla yer almamıştır. Bunun nedeni elimizdeki kitapta şöyle izah ediliyor: "Hırka-ı Şerif’te oturulmuş, müstesna bir tarih ve çevre şuuru ile burada doya doya yaşanılmış, ancak yazılmamıştır. Bunun sebebi nedir? Hırka-ı Şerif, kendisini ‘zaman tezgahında beraberce bez çözer, elvan elvan canfes, diba dokurduk" dediği Kenan Rifa’i Efendi’nin dergah ve konağına taşıyan Sâmiha Hanım’ı yaşarken hamuş kılmış olsa gerektir. Artık coğrafi zemin buharlaşmış, madde ve ruha dönmüştür. Ken’an Efendi ile Sâmiha Hanım arasında geçen şu soru-cevap, ihtimal ki yolumuzu aydınlatıyor:

Sâmiha Hanım: Âşığa dediler ki: Çok şehirler gezdin, hangisi daha güzeldir? Dedi ki: O şehir ki yâr oradadır.
Kenan Efendi: Evet ( bir an sükut) Ben olsam o âşığa derim ki, Onun olmadığı şehir var mı?
(Sayfa -95)

Bundan sonra hayatına istikamet veren dervişlik Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden alıntıyla şöyle tasvir ediliyor: “Her yolcuya, her yabancıya, her ziyaretçiye, kaynayan aşından ve gönül hoşluğundan hisse düşüren derviş, bir cemiyet fedaisi, prensipleri ve imanı ile yaşayan adamdı. Zira bir mürşide ikrar vermek demek, insan olarak taahhüt etmek mevkiinde kaldığımız vazife ve mesuliyetleri, bu dünya planında bir kez daha hatırlayıp o ezel mukavelesini yeniden imzalamamız ve mührümüzü bastığımız bu mukaveleyi de, bir ruh inzibatı içinde kendimizden safra ata ata ifa etmeye başlamamız demekti.” (Sayfa- 144)

Sanatkar şehir”, “medeniyet şehri” diye vasıflandırdığı İstanbul, Ayverdi için bizim medeniyetimizin mahiyeti itibariyle kendini açığa vurduğu yerdi. Şehrin kuruluşunda mimarlık kadar önemli olan, bu şehrin anlamı ile bütünleşmek durumunda olan insan’ın davasıydı asıl davası. Bu anlamda İstanbul’un fethine verdiği mana insanlığa ve medeniyete açılış ve bunun temeline insanı koyuştu: “Bizim şehirlerimizde özellikle farklı ekonomik seviyeler birlikte yaşarlar. İçinde bulunulan ahenkli bütünlük, topyekun bir insanlık âleminin küçük bir numunesi gibi olmalıdır. Belki farklı inanç toplulukları birbirlerinden çok uzak olmasalar ve birbirleriyle beşeri ve insani alışveriş içinde olsalar da çoğunlukla ayrı mahallelerde yaşıyorlar. Bu şunu gösteriyor ki, farklı ekonomik ve sosyal çevreleri bir arada tutan zemin inançtır; fakat bu inanç kendi sınırları içinde diğerleri ile temasta olmayı engellemez. Bu İstanbul’un oluşturduğu Tevhid medeniyetinin başka bir göstergesidir. Hiçbir mahalle kendi içinde bir atom, diğerleriyle irtibatsız bir biçimde oluşan bir ada değildir. Tıpkı medeniyet kavramının mahiyetinde olduğu gibi, İstanbul medeniyetinin manası da bütünleştiricidir ve içinde yaşayan bütün unsurları bir şekilde himayesine alır.” (Sayfa- 151)

İslam şehirciliğinin devamı olması yanında bu anlayışın en yüksek mertebesine ulaşan İstanbul’u Türk kültür ve medeniyetinin mücessem numunesi olarak değerlendiren Sâmiha Ayverdi, hayatı boyunca kalemini insanımız için kullanırken, “Doğru dil, doğru din ve doğru tarih ve kültürün” önemini bilhassa gençlerimize telkin ederek bereketli bir ömür yaşadı.

Bu satırların yazarı da, İstanbul medeniyetinin vakur ve zarif bir temsilcisi muhterem hanımefendiyi, 1980’li yılların ortalarında bir üniversite öğrencisiyken ara sıra gittiği Kubbealtı Vakfı’ndan hatırlıyor. O yaşında, adeta ulu bir çınar gibi davası uğrunda gösterdiği gayreti hürmet ve hayranlıkla yad ediyorum. Gençliğin serkeşliği ile zat-ı alilerinden yeterince istifade edememiş olmaktan dolayı da elem duyuyorum. Sevenlerinin ifadesi ile Sâmiha annenin ruhu şad, derecâtı âlî olsun.

Kuşkusuz eserleriyle yaşıyor ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor kendisi. Bu sempozyum ve sonucunda oluşan Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u kitabı da, bu son devir mütefekkiremizin düşünce dünyası ve eserleri hakkında toplu bir fikir vermesi bakımından güzel bir hizmet olmuştur. Bu hazineden gençlerimizin istifade etmesi temennisiyle emek verip katkı sağlayanlara teşekkürler.

Yasemin Dutoğlu
twitter.com/YDutolu
* Bu yazı daha önce dunyabizim'de yayınlanmıştır.

12 Temmuz 2022 Salı

Bilmemek neden hakkımız olmasın?

The Simpson’ın senaristleri yıllar önce, bugün pek çoğumuzun başvurduğu bilmek istememe durumuna işaret eden bir bölüm yazmışlardı. Bu sansasyonel bölümde Lisa’nın, elli yıl içinde Springfield adlı kasabanın nasıl bir yere dönüşeceği konusunda okulda sunum yapması gerekir. Lisa, iklim değişikliği meselesini merkeze alan son derece gerçekçi ve bu yüzden de oldukça korkutucu bir sunum ortaya koyar. Öğretmenler, ailesine Lisa’nın bir psikiyatriste gitmesi gerektiğini söylerler. Lisa muayene edilir ve teşhis şudur: ekolojik kaygı. Doktor ona cehalet adında bir ilaç yazar. Böylece Lisa, bu ilacın yardımıyla dünyaya bakış açısını değiştirecek, umutsuzluktan adım adım kurtulacak ve Polyanna olacaktır. Nitekim olur da. Artık bulutları gülümseyen ayıcıklar olarak görür, zihninde sürekli What A Wonderful World şarkısı çalar. Lisa’nın ebeveynleri bu süreçten başlarda memnun olsalar da sonradan pişmanlık duyarlar ve ilacı vermekten vazgeçerler. Çünkü Lisa’nın eski karamsar ama gerçekçi hâli çok daha kolay idare edilebilirdir. Bu yeni, delicesine neşeli hâlinin ise üstesinden gelmek mümkün değildir. Sebebi belli değil mi? Ne olursa olsun mutlu olmak, realiteden kaçmak, yaşamın acılarını umursamamak ve çıldırasıya kahkahalar atıp çevreye neşe(!) saçmak.

Slovenyalı düşünür Renata Salecl’ın kitabı Cehalet Tutkusu, Şafak Tahmaz’ın nefis çevirisi ile Timaş Yayınları tarafından Şubat 2022’de dilimize kazandırıldı. Cehaletin, inkâr etmenin, bilmek istememenin insanlık hikâyesinde nerede durduğunu son derece akıcı ve sarsıcı örneklerle anlatan çalışma, ismini Lacan’ın ortaya attığı bir kavramdan alıyor. Lacan, kişinin gerçeği bilmeme arzusuna cehalet tutkusu diyor. “Bilme arzusu değil, bilme korkusu vardır” diyen Lacan’a göre insanın üç büyük tutkusu var: sevgi, nefret, bilmezlik. Peki nedir bu bilmezlik, yani cehalet tutkusu? Salecl’a göre cehalet iki türlüdür. İlki bilgi eksikliği, bilme arzusunun yokluğu. İkincisi, belli bir davranışı ve hatta kişiyi görmezden gelmek, yok saymak. Görmezden gelmek bir şeyin önemini, varlığını inkâr etmektir. Bihaber olmak ise o şeyin mevcudiyetine ya da anlamına dair farkındalık eksikliğidir. Şöyle diyor yazar: “Farkında olduğumuz bir şeyi görmezden gelmek, ‘hakiki’ cehaletin bir zamanlar sağladığı mutluluğu tekrar kazanma çabasını beraberinde getirmektedir.

Psikanalizin ilgi alanlarından biri olan cehalet, insanların bazı duyguları bastırmalarıyla birlikte ortaya çıkan olumsuzlama ve inkâr gücüne dikkatleri çeker. İnsanlar bir düşünceyi bastırarak onu bilinç düzeyinden çıkarırlar, geriye iterler. Analiz esnasında bu itme gücü azalır ve bastırılanlar geri döner. Kimi insanlarsa bu gücü olabildiğince korurlar ve inkârı, bilmeme arzusuna yani cehalet tutkusuna çevirirler. Freud, hastaların “ben değilim”, “ben yapmadım” ya da “öyle değil” gibi negatif kalıplar kullandıkları zaman, meslektaşlarının daha dikkatli olmalarını tavsiye eder. Çünkü bu tür olumsuzlamalar her an olumlamaya dönüşebilir ve hasta daha evvel bastırdığı bir şeyi ortaya çıkarabilir.

Güç, her zaman insanların gerçeği ortaya çıkarma konusundaki isteksizliğinden beslenmiştir – herkes kralın yeni kıyafetleri hakkındaki hikâyeyi bilir. Bugün değişen tek şey, insanların gözlerini gerçeklere yummaları değil, gerçeğin ne olduğunu bilmemekte birlik olmalarıdır” diyor Salecl. Buna rağmen gerçek, hiç beklenmedik anlarda toplulukların karşısına dikiliyor ve onlara çaresiz kalmanın da insan hayatına dair olduğunu hatırlatıyor. Salecl, cehaletin savaş sonrası yankılarını da özellikle incelemiş, önemli gözlemler yapmış. Bir anısı şöyle: St. Louis’de bulunan Boşnak bir kasapta eski bir kamyon şoförüne rastlıyor. Şoförün hayatı hiç fena değil, iyi para kazanıyor, savaşı ardında bırakmış. Ancak geçirdiği bir trafik kazasından sonra, adamın “çöküşüne yol açan bastırılmış anıları” serbest kalıyor. Kendini bir psikiyatri hastanesinde bulan adam bir daha çalışamamış. Konuşa biçimi ölgün bir kimlik kazanmış, yaşam enerjisi çekilmiş, geriye yaşar gibi yapan bir gölge kalmış. Bilmemek, bedende de farklı sıkıntılarla zuhur edebiliyor. Tuhaf nefes darlıkları yaşayan Rus asıllı bir adam, bir gün sokakta bayılıyor. Doktorlar semptomlarında fiziksel bir sebep bulamayınca onu psikiyatri kliniğine yönlendiriyorlar. Danışman psikolog adamın aile geçmişini sorguluyor ve babasının otuz dokuz yaşında intihar ettiğini öğreniyor. Psikolog, hastanın da otuz sekiz yaşında olduğunu fark ediyor. Peki bu durumda adamın nefes darlıklarının temel sebebi ne oluyor? Babasıyla aynı yaşta ölme kaygısı yaşaması.

Cehalet bazen de şiddete yönelik genetik yatkınlığın içinde gizlenebiliyor. Jeffrey Landrigan davası son derece sarsıcı: Büyük büyük dedesi bir içki kaçakçısı. Dedesi, banka soygununda polisle girdiği çatışmada ölüyor. Oğlu Darrel ise tüm bu yaşananların tanığı olarak çok geçmeden suça bulaşıyor, iki cinayet işleyip idama mahkûm ediliyor. Darrel’ın sadece bebekken gördüğü Billy adlı bir oğlu var. Annesi altı aylıkken yetimhaneye bırakmış. Bir aile onu evlat ediniyor ve adını Jeffrey olarak değiştiriyor. Jeffrey Landrigan ergenliğinden itibaren uyuşturucu ve alkol sorunları yaşıyor, ıslah evine yollanıyor. Reşit olduğundaysa biyolojik babası Darrel gibi iki kişiyi öldürüp idama mahkûm ediliyor. Darrel, ölüm hücresindeyken biyolojik oğluna dair şu ürpertici açıklamayı yapıyor: “Jeffrey’nin de kaderi buydu, kimse bundan şüphe etmiyor, eminim. Armut dibine düşermiş, ben neysem o da o oldu. Onu son gördüğümde kundakta bir bebekti ama iki 38’lik tabanca ve bir Demerol’un üstünde uyuyordu.

Bir insanın bütün özelliklerini bilsek ona yine de âşık olabilir miyiz? Sabahtan akşama kadar fay hatlarıyla ilgilensek gözümüz avizeden başka neyi görebilir? Ekonomik krizlere, iklim değişikliklerine, savaşlara dair bütün bilgileri almaya çalışsak antidepresan dünyasıyla tanışmamız gerekmez mi? Her çağ kendi cehaletini üretiyor ancak bilmeme hakkı da insana mahsus. Ayşegül Genç’in Kalbin Arka Odası’nda yazdığı gibi: “Filmler seyrettiniz, kitaplar okudunuz, dünya müziklerini ezberlediniz, bilmek ne işe yaradı, her şeyi bilip her şeyi mahvettiniz...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Temmuz 2022 Cuma

Konuştuğu gibi yazmak

Sık sık insanoğlunun en nezih keşfinin yazı olduğunu düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse yazı sesten de histen de öte geliyor bana ve yazıyla her karşılaşmam, her irtibatım, her deneyimim farklı bir boyutta hayrete dönüşüyor. Meseleyi derli toplu ele alan düşüncenin belirli bir düzen içinde zihnin imbiğinden süzülmüş hâli görüntüyü berraklaştırdığı kanaatindeyim. Kitaplar bu berraklığın zirveye doğru yükselen dağı oluyor. Okur ne kadar yükseğe çıkabilirse perspektif o kadar genişliyor. Bu değerlendirme elbette sesin, sözün, konuşmanın ehemmiyetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Üslubu ve derinliği olan samimiyeti ve hissiyatı barındıran söz de aşağı kalır değil. Nitekim ikisi arasında analoji kurulduğu vakidir. Örneğin bazı insanlara kitap gibi konuşuyor tabiri yakıştırılır. Öylesi insanlarla karşılaşmak rahatlatmakla, dinlendirmekte kalmaz öğretir de. Dili öğretir, üslubu öğretir, nezaketi, zarafeti, tecrübeyi öğretir. Maalesef bu insanlar azdır ve pek kadri kıymeti de bilinmez.

Kitap gibi konuşanların dışında bir de hitap gibi yazanlar vardır. Daha doğrusu hitap eder veya konuşur gibi yazanlar. Bunun bir adım ötesi konuştuğu gibi yazanlardır. Gözlemlediğim kadarıyla genellikle yazarların/şairlerin konuşmaları yazmaları gibi olmuyor. Yazdıkları ve söyledikleri aynı birikime ve düşünsel havuza dayanıyor şüphesiz fakat bu iki eylemde aynı tarz, aynı üslup, aynı akış bulunmuyor. Satıra dökülen üslupla dilde sadır olan farklı cereyan ediyor. O estetik ve bilge bütünlük sağlanamıyor. İkisini bir potada eriten ise yok denecek kadar az olsa gerek. Bu yazıya konu olan kitabın yazarını onlardan biri olarak görüyorum. Uzun süredir eserlerine aşinayım. Önce akademik kitaplarıyla tanıdım, sonra televizyon ekranından takip ettim. Kısa bir süre öncesinde de yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Necdet Subaşı’dan bahsediyorum. Bu kanaatim, akademik eserleri bir yana son yıllarda ağırlık verdiği edebi eserlerindeki dil ile konuşması arasındaki uyumdan dolayı. Kısacası Necdet Subaşı konuştuğu/konuşur gibi yazıyor ve yazdığı gibi de konuşuyor. Yaklaşınca Haber Ver bu örneğin -şimdilik- sonuncusu. Kısa süre önce Mahya Yayıncılık’tan çıkan eser iki yüz kırk sayfadan oluşuyor. Kitapta çoğunluğu 2018 olmak üzere geçtiğimiz dört yılda yazılmış yetmişten fazla deneme yer alıyor.

Yaklaşınca Haber Ver eleştiri kadar ziyadesiyle özeleştiri içeriyor. Hatta Necdet Subaşı kitabın hemen başında bir tanıdığının akademi dışı yazdığı kitaplara yönelik ‘sert’ eleştirisini ekleyerek bir özeleştiriyle giriş yapıyor. Eleştirinin üç temel noktası bulunuyor. Bunlardan ilki Necdet Subaşı’nın yazdıkları kişisel konular etrafında şekillendiği, bu konularda bıçak sırtı meselelere girmekten çekindiği ve amacının kendini mutlu etmeye yönelik olduğu; ikincisi, bu eserlerde derinlik ve mesaj kaygısı bulunmadığı; üçüncüsü ise ulvi bir misyonu olmayan bu yazıların Ümmet’in herhangi bir derdine çare sunmadığı yönünde. Necdet Subaşı bir süre etkisinde kaldığını belirttiği bu eleştirileri dikkate almakla birlikte kendisi olarak devam vermeyi uygun bulduğunu belirtiyor.

Büyük anlatılar, teorik çözümlemeler, idealist reçeteler önemli olabilir fakat çoğu zaman gündelik hayatın akışıyla teğet bile geçmeyen bu uğraşları bir daha sorgulamamız gerekiyor sanıyorum. Farkında değiliz belki ama kendimize dünyayı kurtarmak gibi aşırı-misyon yüklediğimizde insana ulaşmayan hamasi söylemlerin, elitist tavırların kurbanı oluyoruz. Dokunduğumuz ya da bize dokunan da aynı akıbete uğruyor. Oysa hayat kendi akışında devam ediyor ve belki de her şey bu kadar çetrefilli değil. Sorunlar kolayca çözülebilir, sorular basitçe cevaplanabilir şeylerdir. Necdet Subaşı’nın yazdıkları her defasında bunları getiriyor aklıma. İnsanı basite indirgemeden meselelere basitçe yaklaşmak gerekiyor olabilir. Zira aksi çözümsüzlüğü üretiyor.

Kitabın içeriğine gelirsek, çoğunlukla olanı yazmak zordur. Daha doğrusu, zor olan doğal olanı, olağan olanı yazmaktır. Çünkü olağanlık pek ilgi çekici değildir. İnsan söz konusu olduğunda ilgi çekici bir kurguya, olağanüstü bir anlatıya ihtiyaç duyulur. Necdet Subaşı merceğini doğal olana, olağan olana tutuyor. Bu yöntem ona yaşam kadar ölümün de hayatın içinde yer aldığını ve tükenişlerin, eksikliklerin, sorunların, kötülüklerin en az iyilik ve mutluluklar kadar hayatın parçası olduğunu söylemesine müsaade ediyor. Hayatı zorlaştıran meselelerin aslında kurgu olup olmadığını sorgulatıyor.

Necdet Subaşı bugünün gündelik hayatının içinden yazıyor fakat nostaljiyle kurduğu sıkı temas ayrıksı bir görüntü vermesine yol açıyor. Gelecek endişesi varmış gibi durmadan geçmişe yönelmesi geçmişte yaşıyor ya da orada kalmak istiyor izlenimi veriyor. Hemen hemen her konuda geçmişe gidiyor ve bir şeyler getirip anlatıyor fakat anlattıklarının öznel hissiyatını kısmen yansıtırken edebi ruhaniyetini gizli bırakıyor. Bu ketlemeyi kasıtlı mı yapıyor bilemiyorum ama bazı yerlerde edebi ruhaniyet dediğim şeyi görmek mümkün olabiliyor. Örneğin “Geçenlerde o günlerden kalma bir defteri incelerken en çok da cildinin yıpranmışlığı dikkatimi çekmişti. Eğer dikkat edilse onların üzerinde avuç içlerimizin bütün sıcaklığını, terini ve donmuşluğunu görmek mümkündü.” diyerek aslında ‘edebiyat parçalamada’ da ehil olduğunu gösteriyor.

Edebiyat demişken, edebiyat bir dereceye kadar özneldir çünkü edebi metinde varoluşu gereği daha fazla kişinin ortak paydada buluşması için olabildiğince geniş bir çerçeve çizilir. Necdet Subaşı ise yazılarındaki tercihini kişisel tecrübeye indirgemeden yana seçiyor. Bu yazılarda okur kendi hayatına paralellikler kurulabilir elbette fakat öznelliğin dozu önemli sanıyorum. Örneğin Necdet Subaşı’nın hayatına giren insanları en ince detayına kadar hatırlaması ve yazması onun anlatının genelleştirilmesine engel olan şeylerin başında geliyor diye düşünüyorum. Öte yandan bu kadar ismi, bu kadar yüzü, bu kadar detayı hatırlamak benim gibi isim ve yüz hafızası kötü olan biri için pek anlaşılır değil. Okurken bile yoran bu detayların yazarı yormadığı bir dünya tahayyül edemiyorum.

Necdet Subaşı okumak farkındalığımı arttırıyor diyebilirim. Bazen zihinde var olan, dolayıp duran, kendini belli eden ama bariz şekilde ortaya çıkmayan düşünceler oluşur. Sonra birinin konuşmasında veya bir metinde denk gelince ‘işte bu, havsalamda vardı bu vesileyle açığa çıktı, somutlaştı’ dersiniz. Şahsen Necdet Subaşı yazılarında (ve konuşmalarında) bu durumla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Kısacası zihnimde var olan şeyi derli toplu şekilde o ifade ediyor.

Kitaptaki denemeler birçok kimlik altında yazılmış. Evlat, baba, dost, sosyolog, hoca, okur, yazar, bürokrat… Bazı yazılarında tek kimlik, bazı yazılarında birkaç kimliği bir arada kullanılmış. Elbette dini hassasiyetler ve manevi değerler üzerinde şekilleniyor bu yazılar. En önemlisi sanıyorum eleştirilerine kendisini de ekleyerek özeleştiriye dönüştürmesi. Malumdur, bizde eleştiri katiyen sevilmez, özeleştiri zinhar yapılmaz.

Necdet Subaşı değerlendirmeleri ile temelde insan olmanın hâllerini, fıtratı çözümlüyor. Denemelerde hayat ve ölüm iç içe geçiyor. Her ikisinin de doğallığı kadar insanda hem yaraya hem merheme dönüştüğünü gösteriyor. Hayatımıza giren çıkan insanlardan, bizde bıraktığı etkilerden bahsediyor. Günlük hayat pratiklerini ele alırken bu pratiklerin uzanabildiği tüm alanlara değiniyor. Ev, sokak, işyeri ve toplum içinde aile, akraba, arkadaş, insan ilişkilerine değiniyor. Siyaset, eğitim kuruluşları, bürokrasi gibi kurumsal yapılar da bundan nasibini alıyor. Taşra ve kent hayatının dinsel motiflerini araya giriyor ve bu arada kuşaklar arası değişime dikkat çekerken aslında dini hassasiyeti olanların dönüşümünü vurguluyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Kirpinin Zarafeti ya da Barbery'nin felsefesi

Mağripli bir kadın, bir felsefe profesörü Murial Barbery. Batı’nın sınırından doğunun sınırı Japonya’ya geçişin harika öyküsü. 2006’da yayınlanan Kirpinin Zarafeti (L'Élégance du hérisson) ile de artık bir fenomen yazar. Yani aslen kitabı konuşmak gerekse de bazı biyografiler eserlerinin önüne geçiyor, tıpkı Muriel Barbery’ninki gibi.

2006 yılında yayınlandığında kim bu başarıyı beklerdi bilinmez ama verilen rakamlara göre bir milyondan fazla sattı o dönem. Haftalarca liste başı kaldı ve çok satan olarak bir külte dönüştü. İsmi dikkat çekici idi. Kirpinin nasıl bir zarafeti olabilirdi ki? Okuyunca da anlaşılmadı sona gelene dek. Zaten yazar da bu sırrı açıkladı metnin içinde; sona gelince hakikat ortaya çıkar diyerek. Zaten Renée Michel’in hikayesini anladıkça sır da ortaya çıkar.

Bizde konak ya da apartman öyküleri çok bilindiktir. Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi, Peyami Safa, Hüseyin Rahmi ve daha birçoğu. Konak bazen bir aile üzerinden devleti, bazen de bir toplumu simgeledi. Mekanik unsurları ile de ruhu ile de sembolik gücü her daim kullanıldı. Barbery’nin bir felsefeci olarak bu yapıyı tercih edişi de bu manada çok da alışılmadık değildi elbette. Yine de anlatıda bu yapının varlığından çok iç halinin yarattığı evren daha öne çıktı. Kaldı ki seçim kısa yollu bir kolaycılık gibi dursa da anlatıda seçilen yol bu kısa yolu derin bir tercihe dönüştürdü.

Barbery sınıf kavgası ve var oluş kavgasını insanların adeta bir kasta bağlı olarak yaşama zorunluluğuna bağlaması ilginç. Ve bir o kadar da canlı. Çünkü Michel’in kendi varlığını, gelişmişliğini saklamaya bağlaması ve görece cehaletinin ona sağladığı konfor ile yaşamaya çalışması çok güncel bir sancı gibi duruyor. Acımasız da elbette. Öykünün önemli kısmında Michel’in bu tercihine kızıyor ya da onun için üzülüyorsunuz belki lakin bir noktadan sonra ona hak vermek de iç burkuyor. Neyse ki 13 yaşına geldiğinde hayatından vazgeçmiş olan Paloma onu keşfedip vazgeçtiği kendi hayatını onun üzerinden var ediyor da öykünün sonuna dek umutlar yeşeriyor.

Kitabın en güçlü mottosu içerisinde saklı: bir şeyin bitmesi için bir şeyin bitmesi gerek. Apartmandaki ünlü eleştirmenin ölümü ile biten hayatının dairesine taşınan kültürlü Japon Kakuro Ozu hem Michel hem de Paloma için yeni bir başlangıca dönüşmesi gibi. Bu noktadan sonra bu üçlü arasındaki ilişkinin gidişatı çok güçlü bir aydınlanma gibi dursa da öykünün sonu başka bir tartışmayı da beraberinde getiriyor, bu kez bitiş neyi başlatacaktır? Barbery bunu okuyucusuna bırakmış gibi duruyor.

Hikâyenin başından itibaren net şekilde hissedilen Tolstoy ve tabi Rus edebiyatı etkisi kendisini sürekli dillendirilen bir ölüm/intihar tartışmasıyla gösteriliyor. Bir sürü soru da peşi sıra geliyor elbette. İntiharın sebepleri, ölümün hangi noktada bir kurtuluş olduğu ya da olmadığı. Hal böyle olunca bu mistik metin kendi içerisinde çok başka bir noktaya gidiyor. Doğrudan yapılmayan alıntılar yerine bir kediye verilen isim üzerinden dahi kendinizi Anna Karenina içerisinde bulmak kaçınılmaz oluyor bu noktada.

Kitabın kurgusu da çok ilginç ve tabi biçimi de. Anlatıda ben anlatıcı Michel’i aktarırken Paloma’nın günlükleri yaşına istinaden daha küçük punto ile yazılmış olması çok ilginç ve şirin. Bu okumanın ritmine ciddi bir tesir yapıyor. Düz bir yolda gitmektense ara ara molalar vermek, virajlarda gezinmek tekdüzeliği engelliyor. Okumayı da.

Eserde sıklıkla karşımıza çıkan felsefik unsurları yazarın kendisi 2007’de şu şekilde anlatıyor: "Uzun ve sıkıcı felsefe dersleri aldım. Bu derslerin bana yardımcı olacağını düşünüyordum ama işler bu şekilde yürümedi. Edebiyat bana daha çok şey öğretti. Felsefeye ilgi duymanın birinin hayatına etkisini ne olacağını merak ediyordum. Bu süreci aydınlatmaya çalıştım. Bu yüzden de kurgusal bir çalışmaya felsefe ekledim”.

Barbery’nin başarısını çok tartıştı özellikle Fransız eleştirmen ve eğitmenler, çoğunlukla da vardıkları karar onun sınıf farklılığını aşmak noktasında ortaya koyduğu net çözüm. Zenginlik ve gelişmişlik arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi çoğu zaman net bir bağımsızlık da inkâr edilmemeli. Refah paradigmasının çaresiz kaldığı bilginin gücü de. Örneğin Dostoyevski’nin başarısını da onu burjuva karakterlerinin acılarını ifşa edip alt tabakada kalanların görece öfkelerini regüle etmesine bağlayanlar olmuştu.

Hikâyenin sonu, eleştirilen en önemli nokta ama kendi içerisinde bir tutarlılığa da sahip. Lakin bunu açıklamaktansa okuyucunun vardığı sonuca güvenmek en iyisi. Çünkü birçok eleştirmene göre eserin gücü garip şekilde alışılmadık isminde yatıyor. Ve bu ismin çözülemezliğine yaslanan kader çizgisinde. Böyle olunca da son ile Michel’in o ana kadar ki yaşantısı arasında bağ kurmak makulleşiyor.

Şu bir gerçek ki ülkemizde çeviri meselesi ciddi bir çaba ve harika işler yapılıyor. Yine de Barbery’i bu kadar geç keşfetmek kitaba dair keşfin asla bitmeyeceğini de bize gösteriyor. Aramaya, keşfetmeye, okumaya devam…

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

7 Temmuz 2022 Perşembe

Vicdanımızla davranışlarımız arasındaki uçurum

Av Mevsimi filminde Komiser Ferman’ın ekibindeki genç polislere ders anlattığı sahneyi hatırlayalım. Tek bir noktadan bakarsanız tek bir şey görürsünüz demişti. Üstelik o görünen şey bizi hedefimize götürecek şey mi yoksa hedefle, yani gerçekle aramızda bir engel mi onu da bilemeyiz. Bu durumda elimizde tek ve en önemli şey kalıyor: bakış açımızı değiştirmek. “Kendimize bir aralık bulacağız ve gerçeği görebilmek için oradan bakacağız” diyerek dersini bitirmişti Komiser Ferman. Okumanın insana sağlayacağı en kıymetli şeylerden biri işte bu: aklın zincirlerini çözmek, yani bakış açısını değiştirmek.

Eğer insan okudukları karşısında şaşırmıyorsa, rahatı kaçmıyorsa, şüphe ettiği meselelerin peşine düşme kararı almıyorsa, tek bir gerçek olmadığını anlayamıyorsa neye yarar o okumak? Cevap: Kafa konforuna. Kafa konforu, birçok okurun fark etmeden içine düştüğü bir kuyudur. Hep aynı şeyleri okumak, hep aynı şeyleri söylemek, bir süre sonra kişinin varlığını tehdit eder. Başkalarının tek doğru bildiği şeylerle, başkalarının anlam dairesiyle düşünüp konuşmak ve hatta yazmak, yıkıcıdır. Enkazın altında ilk kalan da kafa konforuna sahip okur olur.

Gündüz Vassaf her okuyanına “nanik” yapan bir kafaya sahip. İstiyor ki rahatı kaçsın insanların. Kendi çevrelerinden çıkıp başka çevreleri ve oradan bütün insanlığı düşünsünler biraz. En çok okunan kitabı Cehenneme Övgü’yü düşünelim. Yeni zamanların tüm numaralarını ve hilelerini ortaya sermişti. Tarihin insanlar eliyle silindiğini, bilgiye ve habere boğulan totaliter toplumlarda hafızanın ancak hastalandıktan sonra akla gelen bir ‘şey’ olduğunu anlatmıştı uzun uzun. Onun bir psikolog olarak modern çağın psikoloji anlayışını reddetmesi ise hep ilgimi çekmiştir. Nilay Örnek’in podcast serisi Nasıl Olunur’da “Eskiden babaya soralım, baba bilir denirdi. Şimdi en son söylenen baba, hiçbir şey bilmeyen baba, baba şamar oğlanı oldu. Kadını anlayayım derken erkekliğini unutur oldu. Kadının, azıcık erkeğin elinden tutup düştüğü bu durumdan kurtarması gerekiyor.” diyerek meseleye kimsenin bakmaya cesaret edemediği bir yerden bakmıştı. Derken pandeminin önümüze serdiği gerçeği de en acımasız biçimde anlatmıştı: “Artık anne de baba da çalışmaya mecbur. Çocuğuyla beraber olmaya alışık değil. Aynı saatte yemek bile yiyemiyorlar. Şimdi yan yana gelince ne yapacaklarını şaşırdılar çünkü aile artık aile değil. Çocuklara tahammül yok. Çocuklarımız için ‘son kölelerimiz’ diyorum.

Her kitap iz bırakır, muhakkak bırakır. Ancak önemli olan bıraktığı izin ne kadar sahici bir iz olduğu. Çünkü bazı izler kolay silinir, bazıları da ömür boyunca bakış açınıza, yaşama biçiminize tat katar. Bu tat her mevsimde, her zorlukta ve aşamada kendini gösterir. İşte o zaman okumanın gücü ruhu ayağa kaldırır. Dil, yeni bir şey söylemekle değil onunla buluşan ruha kattığı anlam boyutunda kuvvetlidir. Cehenneme Övgü bu nedenlerle çok güçlü ve iz bırakan bir kitaptı. Vassaf’ın hatırlattığı bir Nâzım Hikmet dizesinin (“Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak”) ruh bulduğu bir bakış açısı değiştirme rehberiydi sanki.

Geçenlerde “Medeniyet, Kültür, Sanat” adlı kitabını okudum. 1996’dan 2012’ye kadar yazdığı gazete yazılarından oluşuyor. Bir solukta okunurken pek çok yeni bakış açısını da okura parmak sallamadan sunuyor. Kabul et veya etme, dünyada olup bitenler sadece senin görebildiklerinden ibaret değil, çok başka şeyler daha oluyor, üstelik bunlar olurken sen bambaşka şeyler izliyorsun diyor denemeler. En kıymetli olanı da insanın varlığını sorguladığı zamanların geride kaldığını hatırlatması. “Şehirlerimizi aydınlatmadan, reklamların neon ışıklarına boğmadan önceki yıllarda başımızı kaldırdığımızda yıldızları görür, ‘Kimiz? Nerden geldik? Nereye gidiyoruz?’ diye sorarken haddimizi bilirdik.” diyor Gündüz Vassaf. Sahiden de öyle. Gökyüzünü daha çok seyredebildiğimiz zamanlarda hayat daha farklı akıyordu sanki. Hem kendimize hem de tabiata daha saygılıydık, haliyle diğer insanlara da. Yani yaratılmış her şeye. Evet, Vassaf’la bambaşka anlam siperlerinden yeryüzüne bakıyor olabiliriz ama bize sorgulattığı şeylerin her biri günümüzde daha da değerli. Eğitim sistemimizden otomobil sevdamıza, başkalarını yargılama bağımlılığımızdan kendi kusurlarımızı bir türlü görememe durumumuza kadar insan ve memleket okuması yapmak için mühim denemeler bunlar. “Ancak kendi düşüncelerinin doğruluğuna kuşkuyla bakanlar, başkalarının düşüncesinin kıymetini bilebilirler.” sözünü bir kenara yazalım ama yazmakla kalmayalım, düşünelim. Şunu da unutmayalım: “Uygarlaştık diyerek kendimizi aldatıyoruz. Dünyada insanların üçte biri kadar aç, hasta ve işsizken buna seyirci kalan bir düzene uygar denilemez.

Yazıyı bitirirken, tüm bu denemelerden çıkan neticelerden biri de kendisine dost olamayan insanın hiçbir kimseye, hiçbir şeye dost olamayacağı. Modern insan yalnız kalmaktan korkuyor; yalnız yürüyemiyor, yalnız yemek yiyemiyor, yalnız sinemaya gidemiyor. Tüm bunlar olurken kitap okuyamamasını da çok sorgulamamak lazım. Çünkü kitap okumak konfor kaçırır. Kişiyi hem yazarın hem de kendi düşüncelerinin arasında bir girdaba sokar. O girdaptan sağ çıkmak da mümkün, hasarlı çıkmak da. Yaralanmak insana mahsus ve oldukça kıymetli. “Beynin en iyi şekilde çalışması ve bireyin en yüksek potansiyelini yerine getirmesi için yalnız olma becerisinin geliştirilmesi gerekir. Öğrenmek, düşünmek, yenilik ve kişinin kendi iç dünyasıyla iletişimini sürdürmek yalnızlık sayesinde kolaylaşır.” diye yazmış İngiliz psikiyatr Anthony Storr, Bir Başına’da. Deneme okumak zaten kıymetli olan yalnızlığı daha da kıymetlendirir. Ancak dönüp yeniden insanlar arasına karışmak gerekir. Aksi deliliğe merhaba demektir. Yaşa, oku, sonra tekrar yaşa. Gündüz Vassaf “önce insan sonra kitap” diyor, haklı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?

Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyaya gelmiştir. Babası Antalya kadılığından emekli Hüseyin Fikri Efendi'dir. Annesi Trabzonlu Kansızzâdeler’den deniz yüzbaşısı Ahmed Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır. Çocukluğu Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya’da geçmiştir. Bugünkü (İstanbul Üniversitesi) Darülfünun-ı Osmâni’nin Edebiyat Fakültesinden 1923’te mezun olmuş, Erzurum, Konya ve Ankara’daki liselerde öğretmenlik yapmıştır. 1939’da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde yeni kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilmiştir. Siyasi hayatından sonra Milli Eğitim Müfettişliği yapmıştır. 1949’ da ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne geri dönmüş ancak görev hâlinde iken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir. İlk romanı Mahur Beste’den sonra kendi hayatından izler taşıyan Huzur romanı basılmıştır. Kitap iç monolog ve bilinç akışı tekniği ile yazılmıştır. Ayrıca bu esere edebiyatımızda “İstanbul romanı” da denilmiştir. Toplamda ise dört bölümden oluşur. Birinci bölüm İhsan, ikinci bölüm Nuran, üçüncü bölüm Suat ve son bölüm olarak Mümtaz yer almaktadır.

Roman çocuk yaşta annesini ve babasını kaybeden Mümtaz ile başlar. Mümtaz içine kapanık, kitapları, musikiyi ve en çok da İstanbul’u seven biridir. Hayalinde Şeyh Galip üzerine roman yazmak vardır ve bunun içinde çalışmaktadır. Fakat amcasının oğlu İhsan’ın hastalanmasıyla ilgisini ona yöneltmiştir. Zira Mümtaz, baba gibi bildiği İhsan’ı ve anne gibi bildiği Macide’yi çok sever, onlara hürmetle davranır. Bir gün Nuran ile ada vapurunda karşılaşır ve onu görür görmez âşık olur. Zaman içinde ise Nuran’da bu hislere mukabele eder ve ikisinin de sönmüş umut kandilleri yıldızlar gibi yeniden parıldamaya başlar...

Nuran ise toplumun baskısında kalmış, dedikoduların altında ezilmiş, çevresindeki birçok erkeğin kalbini kazanmış bir çocuklu güzel bir kadındır. O da tıpkı Mümtaz gibi kendi dünyasında yaşayan kitapları, musikiyi ve İstanbul’u çok seven biridir. Bu yönden şaşırtacak kadar sevdiği adamla benzerlikleri vardır. İkisi adeta birbirini tamamlayan parçalar gibidir.

Özellikle İstanbul’da yaz akşamları Boğaz’da gezmeleri, kayığa binmeleri, tarihi yerlerde ve türbelerde dolaşmaları eskiye dair kapsamlı bilgi vermektedir. Ayrıca yapılan betimlemeler duyguları resmedecek kadar harikulade. Nitekim denizin serin sularından gökyüzündeki yıldızlara kadar tabiattaki her şey titizlikle yazılmış. En küçük şeyler dahi unutulmamış. Eserin bu yönden okuyucusuna estetik bir görüş kazandırdığını söyleyebilirim.

Fakat romanın en başında olduğu gibi semtler arasında da sürekli bir karşılaştırma mevcut. Örneğin; Üsküdar, Fatih çevresi Osmanlı’nın kültür ve medeniyet penceresinden aktarılırken Beyoğlu, Taksim civarı Batılılaşmanın öteki yarısını sembolize ettiğini söyleyebilirim. Sonralarında ise dönemin hem tarihi hem siyasi karşılaştırmaları İhsan karakteri ile ön plana çıkmaktadır. Zira İhsan, ideolojisi, davası, dünyaya ve insanlara karşı birçok fikre sahip olan okumuş bir adamdır. Bu yönüyle kitaptaki diğer karakterlerden bir adım öndedir.

Ancak bunların yanı sıra musiki de çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar bilhassa önemle üzerinde durmuştur. Gerek sanatçıların gerek eserlerin hakkında bilgiler vermiştir. Aslında Mümtaz ve Nuran’ın aşkları da musikinin etrafında çevrelenmiştir. Nitekim gece vakti iki âşık İstanbul’un kadim sokaklarında yürürken Ferahfezâ Peşrevini dinlerler. Gittikleri başka mekânlar da ise farklı musikiler onlara eşlik eder. Fakat aralarında ayrı tuttukları özel buldukları bir beste vardır ki o da Mahur Bestedir. Mümtaz Nuran’dan ne zaman bu besteyi dinleyecek olsa artık başka bir Mümtaz olur. Ayrıca Seyit Nuh’un da Nühüft bestesi vardır ki diyaloglar arasında Mümtaz, “bizim şarkımızın en kendisi olan tarafıydı.” der...

Ve son olarak Suat. Romanın kötü karakterlerinden biridir. Nihilist kimliği vardır. Tıpkı divan şiirinde yer alan Rakip gibi Mümtaz ve Nuran’ın arasında sinsice dolaşır. Onların huzurunu, mutluluğunu bozmak için kötü davranışlarda, sözlerde bulunur. Bir gün Nuran ve Mümtaz’ın evleneceği sırada onlara hiç unutamayacağı bir plan yapar. Kendini asarak öldürür. Bu olaydan sonra Nuran, “Ne yapalım Mümtaz; kader istemiyor! Aramızda bir ölü var. Bundan sonra beni bekleme artık! Her şey bitmiştir.” diyerek Bursa’ya gider. Mümtaz ise günlerini çaresizlik içinde geçirir. Her ne kadar İhsan ona öğütler verse de bunu umursamaz, kendini kalabalık sokaklara atarak insan gölgeleri arasında yaşadıklarını unutmaya çalışır.

Fakat bir yıl kadar İhsan’ın hastalığı giderek ağırlaşır ve zatürreye yakalanır. Mümtaz, bunun üzerine doktor aramaya başlar fakat bir türlü doktor bulamaz. Son çare olarak bir polisten adresi alıp hiç tanımadığı bir doktorun kapısını çalar ve uzun bir yürüyüşten sonra İhsan’ın yanına gelirler. Mümtaz yazılan ilaçları almak için tekrar yola koyulur. Ancak dönüş yolunda fenalaşır. Zira Suat’ın hayalini görür. Onunla acınacak bir hâlde mücadeleye girer ve sonunda ilaç şişeleri parçalanarak elini keser.

Eve döndüğünde yüzü kan içindedir fakat doktor, İhsan’ın durumunun düzeldiğini söyler. Bunun üzerine yukarı çıkmak ister ancak ilk basamakta oturup kalır. Ellerini başının arasına alarak düşüncelere dalıp giderken radyodan savaşın başladığı haberini alır...

Akıllarda ise tek bir soru kalır: Suat ölümüyle düşman bildiği adamdan en büyük intikamını almışken, Nuran bir şekilde eski eşine dönüp kızıyla hayatına devam etmişken, bu üçlü aşk cephesinde kaybeden tek kendisi mi olmuştu? Ve aşk tüm bu yaşananlara gerçekten değer miydi?

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Bir taşa otursun, denizi seyretsin, geceyi büyük ve siyah bir gül gibi koklasın."

"Niçin ruhi hayatımızın büyük bir kısmını bu hasret yapar? Bir katresi olarak yaratıldığımız ummanı mı arıyoruz?"

"Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi, önünde değil, arkasında bulunduğumuz içindir."

"Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak..."

"Vücutlarımız, birbirimize en kolay vereceğimiz şeydir, asıl mesele, hayatımızı verebilmektir. Baştan aşağı bir aşkın olabilmek, bir aynanın içine iki kişi girip, oradan tek bir ruh olarak çıkmaktır!"

"Bin türlü güzel şeylerle doldurduğumuz saatler vardı. Uyumak ve uyanmak vardı; rüyalar vardı, hayaller vardı."

"Elbisem çok eski olsun... Fakat bahçemde en iyi güller yetişsin."

"Hayır, insan sade ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_