13 Nisan 2022 Çarşamba

Kara Hikâye: Aynaya yansıyan ayna

“Bir aynaya yansıyan ayna ne gösterir?”

Bitmeyecek Öykü’de, Michael Ende böyle bir soru atar ortaya. Ayna, karşısındakine göre konumlandırır kendini. Doğrudan bir varlığı hem vardır hem yoktur. Ayna, karşılıklı ilişki içindedir. Gösterdiği ile var olur. Kendi varlığı, eğer karşısında bir görünen yoksa esasında pek de önemli değildir. Ancak karşısında bir görünen olduğunda onu gösterebilmesi için de kendine ait bir varlığa sahip olmak zorundadır. Ayna, berraktır. Görüneni, olduğu gibi gösterir. Bazen farklı şekiller alabilir ama yine de özü hırpalamaz. Hırpalanan olacak mıdır? Belki bakan!

Kürşat Çelik, Kara Hikâye’de okuyucusuna ayna işlevi yapmıyor, bize hayatı doğrudan göstermiyor. Kara Hikâye, aynanın karşısında yer alan ayna olarak çıkıyor karşımıza. Görüneni gösteren aynaya, kendine has tarzıyla, yeniden ayna oluyor ve biz görüneni, yazarın gördüğü açıdan görüyoruz. Hırpalanan var mıdır? Okuyucu elbette ancak yazarın hiç hırpalanmadığını kim iddia edebilir?

Çelik’in öyküleri bir hastanın odasına da sızsa, bir dergâha da sızsa, hiç gelmeyen rüyalara da sızsa başından sonuna, parçadan bütüne insanın bitimsiz derdini, dert denen olguyu, bekleyişi, tedirginliği anlatıyor. Bazen sarpa sarmış, bazen ise aşikâr bir tedirginlik. O yüzden Çelik’in öykülerinde bir ses çekip gidebilir, bir insan çığlık olabilir, bir elma alınmadan da yaratılış başlayabilir…

Çünkü insan bir öykü kahramanı değildir, bizatihi öyküdür.

Evet, insan, yaşar ve ölür. Arasında geçen zamana yaşam denir. Yaşam kimilerine göre son derece keskin bir gerçektir, bıçağın sivri ucudur, kıldan ince kılıçtan keskindir; kimilerine göre ise rüyadır, gerçek değildir ve rüyanın doğru tabir edilmesi gerekmektedir. Kürşat Çelik gerçeği tahlil ederken, rüyayı tabir ediyor, aynı zamanda da okuyucuya tahlil/tabir payı bırakıyor. İnsan, yaşar ve ölür. Acı hep yanı başındadır. İnsan doğar, emekler, yürür, (belki yürüyemez, aklı zayıfçadır, olmadık yerlere pisler), konuşur, (belki kendi kendine, belki giden/ölen birinin ardından), yazar, bekler, sevinir, üzülür, heyecanlanır, korkar, yanılır, zanneder, ferahlar, yanar (bazen ateşle kucaklaşır, bazen bile isteye yanar, bazen de ateşi, alevi deniz sanır, su sanır), koşar, yorulur, ölerek dinlenir. Acı hep yanı başındadır. Acı hep oralardadır. Acı sayfanın bir yerlerinde kendini göstermek için beklemektedir. Kalem istese de istemese de, acı kendini gösterecektir.

Bizim maksadımız yazarın ne anlattığı değildir. Biz yazarın nasıl anlattığıyla ilgileniyoruz. (Hep öyle yaptık.) O yüzden de aynadan geçemiyoruz. Nedir bir ayna ile ayna karşısındaki aynanın farkı? İnsan, yaşar ve ölür. Ayna, insanın arkasından sela okunduğunu gösterir. Aynanın karşısındaki ayna ise o selanın tam üç kez okunduğunu gösterir. Katletmenin büyüsünü pekâlâ bir ayna yansıtabilir ama “çok nazikçe katledildiğini” birinin ancak aynanın karşısındaki ayna ile görebiliriz.

Görebiliriz diyoruz çünkü yazarın görevi görüneni göstermek değildir, görmek okuyucunun işidir. Yazar soluğunda bile soru barındıran, yaşamın ne olduğunun peşinde koşarken kendi yaşamını bazen ıskalayan kişidir ve o okuyucuya acının ne olduğunu veya nasıl geçeceğini göstermez, acıyı gösterir sadece. Acıyı görmek okuyucunun görevidir. Yazar, okuyucunun kendine sormaktan kaçındığı soruları sorabilen kişidir. Ancak eser, yazarı öldürür. Okuyucu eser ile baş başadır, yazar ile bir hesabı kalmamıştır. Yazar da böyle olması için çabalamıştır. Yazarın gösterdiği kendisi değildir çünkü başlı başına yaşamdır. Açığa çıkmaz. Cevapları sunmaz. (Belki kendi de bilmez!) “Çünkü cevap vermek açığa çıkmaktır.

Acı hep oradadır ve insan sıklıkla yüzleşmek istemez, kaçar acıdan. Karşısına bir ayna çıkacak ve kaçtıklarına ona gösterecek diye korkar. Belki de aynadan kaçmanın bir yolu da aynanın karşısına başka bir ayna ile çıkmaktır. Kürşat Çelik’in dediği gibi: “İnsan kendisini boşluğa bırakınca, boşluğa düşmekten kurtulabilir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Süheyl Ünver’le unutulmayan sohbetler

Ahmed Güner Sayar’ın Türk kültür ve sanatına ömrünü veren hocası A. Süheyl Ünver'le 1968’de tanışmalarından 1985’de vefatına kadarki sohbetlerinde ve görüşmelerinde kaydettiği notları A. Süheyl Ünver’le Sohbetler başlığıyla yayınlandı. Eserde Ünver ve Sayar’ın hoca talebe mahiyetinde 17 sene boyunca devam eden görüşmeleri ve Süheyl Ünver’in kültür muhiti, hocaları, tanıdığı şahsiyetler, öğrencileri, çalışmalarının konu edildiği pek çok anlatım ve hatıraya yer veriliyor.

Süheyl Ünver’le 7 Aralık 1968’de İ.Ü. Merkez Binası’nda Tıp Tarihi Enstitüsü’nde tanışan Ahmed Güner Sayar, vefatına kadar onun yakın çevresinde bulunmuş ve sohbetlerine iştirak ederek bunları kaydetmiştir. Güner Sayar, dedesi Yozgatlı Emekli Hakim Yusuf Bahri Nefesli’nin bağlı olduğu Fatih’in türbedarı Tırnovalı Ahmed Amiş Efendi’yi tanımak gayesiyle Süheyl Ünver’e gider. Süheyl Ünver, Güner Bey’i kabul eder ve “Kalem kağıdınız var mı?” der. Güner Bey’in “Yok Efendim” cevabı üzerine kendisine kağıt kalem verilir. Ardından Süheyl Ünver Amiş Efendi’nin sözlerini Amişnâme isimli bir deftere kaydettiğini anlatarak o defterden bir söz yazdırır. Daha sonra Süheyl Ünver, “Ressam Ali Rıza Bey’e Göre Yarım Asır Önce Kahvehanelerimiz ve Eşyası” başlıklı kitabını armağan eder. Güner Bey’i İ.Ü. Tıp Tarihi Enstitüsü’nde her Cuma günü tezhip ve minyatür öğrencilerinin çalıştıkları dershanedeki sohbetlere davet eder. Güner Bey de bu tarihten itibaren Süheyl Ünver’in sohbet meclislerinde her zaman hazır bulunur. Bu sohbetlerde Süheyl Ünver’in Türk kültüre dair hiç duymadığı bilgiler aktardığına şahit olur ve kırık dökük de olsa bu sohbetleri hocasının isteği üzerine kaydetmeye başlar.

1969-1975 yılları arasında Güner Sayar yüksek tahsil için İngiltere’de bulunduğu yıllarda yüzyüze sohbetlere iştirak edememekle birlikte Süheyl Ünver’le mektuplaşır ve tatillerde İstanbul’a geldiğinde muhakkak hocasının ziyaretine gider.

Güner Sayar, genellikle Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü’nde ve Süleymaniye Kütüphanesi’nde Süheyl Beyle sohbetlerinin yanı sıra eşi Neslipir Hanım’la nişanlanmaları, nikahları, kayın pederi Celaleddin Çelebi’nin Süheyl Ünver’le olan dostluğu gibi ailesinin de dahil olduğu görüşme ve hatırları da günü gününe kaydetmiştir. Güner Sayar eşi Neslipir Hanım’ın nişan merasimlerine Süheyl Ünver ve kızı Gülbün Mesera da katılır ve nişan yüzüklerini Süheyl hoca takar. 8 Aralık 1983’de Güner Sayar ve Neslipir Hanım’ın Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde kıyılan nikahlarında da Süheyl Ünver ve Aykut Kazancıgil şahit olarak hazır bulunur. Güner Bey Süheyl Ünver’e olan bağlılığını evlendikten sonra eşiyle birlikte sürdürmüş bayramlarda Süheyl Ünver’i Kalamış’taki evinde ziyaret etmiş, doğum günü ve yılbaşı gibi günlerde hocasını iyi dileklerini ileterek hayır duasını almıştır.

Süheyl Ünver zaman içinde yakın dostlarıyla Ahmed Güner Sayar’ı tanıştırmıştır. Bu tanışma ve görüşmeleri de Güner Sayar’ın notlarından okumak mümkündür. Mesela 7 Ocak 1969 günü Süheyl Ünver, Güner Sayar’ı ressam Feyhaman Duran’ın Vezneciler’deki evine götürür. Ünver ve Sayar, Feyhaman Bey ve eşi Güzin hanım tarafından misafir edilir. O günkü hatıra ve intibalarını heyecanla defterine kaydeden Güner Sayar, Duranların evinin adeta bir hat ve resim müzesi olduğu notlarında yazmaktadır.

Amiş Efendi’nin “Allah yolunda ve indinde talebe hocadan büyüktür” sözünü benimseyen Süheyl Ünver’in talebeleriyle yakından ilgilenmiş ve Türk sanatına devam etmeleri için onları teşvik etmiştir. Ahmed Güner Sayar ise iktisatçı olmasına rağmen Süheyl Ünver’in sohbetlerinde bulunmuş onun Türk sanatı ve kültürüne dair eşsiz bilgi birikiminden istifade etme imkânına erişmiştir. Sayar’ın notlarında Süheyl Ünver’le tanışıp görüşmüş öğrencisi yahut çağdaşı olan pek çok ilim, kültür ve sanat dünyasından isimler hakkında bahisler yer alıyor.

Süheyl Ünver’in Cerrahpaşa’da mutad olarak devam eden sohbetleri onun 12 Kasım 1985’de evinde hafif bir felç geçirmesi neticesinde hastahaneye kaldırıldığı günlere kadar devam eder. Cerrahpaşa’da Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’nde tedavisi sürmekteyken Güner Bey eşi ile birlikte Süheyl Ünver’i ziyaretlerde bulunmayı ihmal etmez. Süheyl Ünver, 25 Kasım’da hastanede yanına gelen Güner Sayar’a hastalığının tesiri ile “Ben artık bittim. Bu iş bitti. Bana oku” der ve son defa vedalaşırlar. Süheyl Ünver, bu görüşmeden üç ay sonra 14 Şubat 1986’da evinde vefat eder.

Ahmed Güner Sayar, Süheyl Ünver’in son zamanlarına kadar yanında bulunmuş az sayıda isimden biri olarak hocasıyla sohbet ve hatırlarını kaydederek çoğu zaman şifahi olduğundan dolayı kaybolan bilgilerin gelecek nesillere aktarılmasına vesile olmuştur.

27 Şubat 1981 günü Süheyl Ünver talebeleriyle bir sohbet esnasında not tutan Ahmed Güner Sayar için, “Güner Bey’in bir hastalığı var! Benden işittiğini yazıyor. Çünkü bunları ileride neşredecek” dediğini aktaran Güner Bey, tuttuğu bu notları yayınlayarak hocasına vefa borcunu yerine getirmiş olur.

Bu kadar ilginç ve faydalı anekdotların yer aldığı kitapta daha fazla görsel olması ve el yazısı notlardan örneklerin eserde yer alması da ayrıca beklenirdi.

Ruveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.

4 Nisan 2022 Pazartesi

Aslan Asker Şvayk Türkler’den ne ister?

Bir vakitler kıymetli bir dostuma neden kitap okumadığını sorduğumda, bir gün başlamaya çok niyetlendiğini ama sonra okuması gereken kitapları düşündüğünde hiç başlamamayı daha kolaycı bir çözüm olarak gördüğünü ifade etmişti. İlk anda çok mantıksız gelse de sonraları kendi içerisinde tutarlı bir tavır gibi de gelmeye başladı bu çözüm. Zira zaman zaman ve çok kere tevafukken öyle kitaplarla tanışıyorum ki; yahu onca okumaya hala bu metinleri tanımıyor olmak büyük bir yeisi bende de oluşturuyor. Bakınız Jaroslav Hasek ve Aslan Asker Şvayk’ı…

Çek Edebiyatı… Kafka’dan sonrasına bakmaya bile tenezzül etmez çoğu okuyucu. Çekya, Prag, Kafka’dır. Lakin Kundera, Roman Sanatı’nda Kafka ile bizde görece çok da bilinmeyen bir yazarı kıyaslar, Hasek’i. Birinin bürokrasi diğerinin de ordusu ile yaptıklarını karşılaştırır. Bilir miyiz çoğumuz, pek zannetmiyorum. Bana da bir öğrencim, kitabı hediye edene dek bunu bilmiyordum. Hiç de öğrenemezdim. Ki şu an bu gecikmeli tanışma sebebi ile sadece bir tarihçi akademisyen olarak dahi büyük pişmanlık yaşıyorum.

Bakmayın bizde bilinmez dediğime, 60’lı yıllardan itibaren Türk tiyatrosu, Hasek 1923’te ölünce yarım kalan bu esere pek yakın duruyor. Bu tarihlerde genç bir tiyatrocu olan Genco Erkal’a cuk oturuyor anlatılanlara göre bu karakter. Sonraları peyderpey devam ediyor uyarlamaları ile sahnelenmesi. Hatta Antalya Devlet Tiyatrosu’nda 2000’ler başında da sahnelendiğini öğreniyorum sonraları, ki bu kronoloji kitabın girişindeki harika çevirinin sahibi Celal Üster’in kaleminde de bize aktarılıyor. Hasek 19. yüzyıl sonlarında doğmuş bir entelektüel, sonraları da anarşist. Gazeteci ve edebiyatçı. Hiç istemese de I. Dünya Savaşı’na katılıp savaşın her yüzünü görmek zorunda kalıyor. Sonrası oldukça karışık ama tutarlı. Merak eden Can Yayınları’ndan çıkan Celal Üster çevirisini edinip girişindeki uzun izahı okumalı derim ben. Peki Hasek’in Şvayk’ı ne anlatır?

Aslan Asker Şvayk’ın alt başlığı “Dünya Savaşı’nda Başına Gelenler”. Dolayısı ile eser de tam olarak buna odaklanmış. Bir yandan savaşa dair somut ve gerçek bilgiler sunarken bir yandan da Şvayk’ın groteks aklı ve karakteri ile muazzam bir hicive soyunuyor. Savaş olgusunun böğrüne garip bir mizahi anlayışla yalın kılıç dalıyor. Bu arada Josef Lada’nın çizimleri de kitabı ayrıca keyifli kılmış, bir selamı hak ediyor o da.

Kitabı okuyanlar Hasek’in Şvayk’ın karakteri üzerinden yaptığı anlatıyı hemen fark edecektir. Yani olaylardan çok karakter tipinin düşündürdükleri çok daha etkin dolayısı ile okuyucu kendi kendine bir sürü soru soracaktır. Şvayk çok mu akıllı? Çok mu aptal? Amiyane tabirle salağa mı yatıyor yoksa bilinçli olarak deli taklidi mi yapıyor? Anlamak güç ama Hasek’in ustalığı da biraz buradan geliyor. Ve fakat Türk okuyucusu için çok başka bir anlamı var bu eserin. Hasek’in birçok noktada atıf yaptığı Türkler ve savaştaki konumları. Bir tarihçi olarak özellikle bu konuya dair ciddi bir analiz yazmak büyük hayal olacak ama şimdilik bu yazı ile iktifa edilsin.

Şvayk, I. Dünya Savaşı’nın müsebbibi Saraybosna suikastını öğrenince ilginç bir tepki veriyor: “Mutlaka Türklerin parmağı vardır bu işte. Bana sorarsanız Bosna Hersek’i Türklerden hiç almayacaktık.” Bu çıkış ilginç ve Hasek mi konuşuyor yoksa bu bir hiciv mi hiç bilemeyeceğiz. Ama Hasek bu suikastta bir Türk parmağı olduğu fikrinde ısrarcı. Birkaç sayfa sonra Şvayk yeniden açıyor konuyu: “Bana sorarsanız, mutlaka Türklerin başının altından çıkmıştır bu iş…. 1912’de Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan’a karşı giriştikleri savaşta yenilgiye uğrayan Türkler, Avusturya’nın kendilerinden yana çıkmasını istemişler, Avusturya böyle bir şeye yanaşmayınca da Ferdinand’ı vurmuşlardı. …. Türkleri sever misiniz? O kuduz kafirleri sever misiniz? Mümkün mü sevmeniz? ”. Bu kısımda sertleşiyor Şvayk üzerinden Hasek. Avrupa için güçlü bir öteki olarak bilhassa da Balkanlar üzerinden Türkler’e dair mühim bir bakış ortaya koyuyor. Ve bununla da yetinmiyor, nerede ise savaşın Avusturya üzerinden gayesini bunun üzerine kuruyor. Hatırlatmakta fayda var Hasek bu savaş sırasında Avusturya Macaristan adına silahaltında. Sarhoş Şvayk şöyle anlatıyor durumu: “Mutlaka savaş açacağız Türkler’e. İmparatorumuz onlara diyecek ki: “siz benim amcamı öldürdünüz. Ben bunun hesabını sormaz mıyım?” Tabi bir korkuyu da ekliyor devamında:

Türklerle savaşa girersek Almanlar bize saldırabilir. Almanlarla Türkler birbirine arka çıkar. Dünya yüzünde onlardan fırlaması yoktur.

Hasek 1923’te öldüğünde kitabın ancak yarısına gelmişti. 6 ciltlik bir plan 4. cilt yazılırken sona erer. Devam etse ne derdi ne anlatırdı, muamma. Ancak şu bir gerçek ki Hasek büyük bir kalem ve bir okuma aralığını hak ediyor. Tarzı da, bakış açısı da ayrıcalıklı. İyi bir okuyucunun kaçırmaması gereken çok teatral bir anlatım ve zekice kurgulanmış bir propaganda metni. Şvayk’ın bir tespiti ile bitirelim yazıyı:

"Saçları dimdik olan adam: “Ben suçsuzum, ben suçsuzum,” diye yineledi gene. Şvayk, “Hazret-i İsa’nın bir suçu yoktu, ama gene de çarmıha gerdiler” dedi. “Hiç kimse masumun derdinden anlamaz zaten.

Galip Çağ
twitter.com/caggalip