29 Nisan 2021 Perşembe

Felsefenin mısrası: Oruç Aruoba

Kitaplar da insanlara benzemez mi? Adlarıyla, biçimleriyle, anlattıklarıyla... Sanırım ben en çok azınlığın keşfine, ellerine ve kütüphanesine vardığı Halil Cibran, Oruç Aruoba, Emil Cioran gibi insanları seviyorum. Onlar benzersiz ve ikâmesiz bir kendiliği metnine getirmeyi başaranlar. Bilhassa Oruç Aruoba'nın üslubu, kendine has bir güzergâhı olan ve yalnız o yolun yolcularının peşi sıra düşeceği gizli bir patika gibi.

Yazarın alametifarikası bu belki de; Ruhça'sının olması. Ruhça’sını; ruhuna ait olan o üslubu dilleştirmeyi başarması. İnsanın edebiyatta erişeceği en üst nokta kurmaca kabiliyeti, metindeki yetkinliği, iyi bir anlatı sesi, yüksek bir retorik kurma kudreti değil kendine ait dili inşa ettiği zamana tekabül ediyor. Yazmayı tutku edinmişlerin varmaya çalıştıkları nihai nokta da açığa çıkıyor böylelikle: kendine has bir dil yaratmak. Öyle ki okuyanlar desin: Bunu 'O' yazmış. Belki de bu yüzden özgün bir dil inşa edenler; o dili asla inşa edemeyeceklerde hayranlık uyandırırken, o dili inşa edecek yeteneği olanları kıskandırıyor.

Nurdan Gürbilek, Yazı ve Arınma’da Oruç Aruoba’nın ustam dediği Bilge Karasu’dan üslup üzerine şu pasajı alıntılıyor:“Kimi yazarın dilinde söyleyişin en incesini sözcüklerin birer ok gibi art arda fırlatılması sağlar; kimininkinde ise bir karasu gibi akış. Benim dilim çiçek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmalı.

Karasu’nun ideal üslubu gibi bambaşka üslup sesleri var. Kimi yazının sesi, karın yağışının o sessiz sesine benziyor mesela, kimi ise camları alaşağı eden bir taş sesine. Bazı metinlerdeyse ses yok, koku var sanki. Ağır bir parfüm kokusu, inatçı bir kir gibi okunur okunmaz buruna gelen kesif bir koku. Yahut libidinal enerjisini okura anında ifşa eden bir ten kokusu. Çeviride dahi tahrip olmayan, başkalaşmayan, beşeriyetini aşarak ruhunu okura duyurabilenler var bir de; Oruç Aruoba’yı, Oruç Aruoba yapan ses.

Müzakereler kitabında “büyük filozofların aynı zamanda büyük üslupçular olduğuna inanıyorum” diyen Deleuze, üslubu “üslup asla insan değildir, her zaman öze(üslup-olmayan) aittir” olarak belirtir. Üslup olmayanı ise “bir öz olarak üslup olmayan, farkın bir imkânıdır. Üslupsa farkın ta kendisidir” diyerek altını çizer.

Felsefeyi “kavramlar yaratan ve icat eden bir disiplin” olarak tanımlayan Deleuze, kavramların imal edilmesi gerektiğinden de bahseder. Deleuze’ün felsefeye bu bakışı, Edebiyatta özgün ve özerk yazının konusu olarak minör yazının keşfini de beraberinde getirir. Üsluba da, felsefe gibi güzel bir yorum getirerek ikisinin de kullanabileceği bir yolu işaret eder; “bir minör-oluş yaratmayı bilmek.

Deleuze ve Guattari’nin Kafka’nın eserleri üzerine yaptıkları çalışmalarla başlayan minör edebiyat ya da minör yazı; bir azınlığın majör dilde yaptığı edebiyat ve dilin “yersizyurtsuzlaşması” gibi anlamlara gelir. Minör yazı; yeni bir dil yaratma değil, var olan bir dili yeniden yaratma olarak da tanımlanabilir. Ayrıca yazarın, dilin dayatılan kurallarını, gramerini ve çokça kullanılan üslupları beceremediğinden değil, ayrıksı bir tutumla bunlardan kaçınması olarak da yorumlanabilir.

Minör edebiyatın edebiyatımızdaki en büyük temsilcilerinden biri olarak; Türkçeyi Fransızca yazım kurallarına göre yazması, bir isyancı gibi kullandığı büyük harfleri ve terziliğini ele verircesine birbirine tutuşturduğu iğneli yazılarıyla Sevim Burak belirir.

Oruç Aruoba, birçok eserini Türkçeleştirdiği Wittgenstein’ın ilhamıyla yazılarını “kendisiyle kafa kafaya vererek” yazdığını, sonra kitaplaştığını ifade eder. Oruç Aruoba okuru olmak, kişisel bir tarihe tanıklık etmeye benzetilir bu yüzden. Fakat Aruoba, tek bir insanın kendine ait meseleleri gibi görünen öznel anlatımını felsefi kılmayı başardığından onların hepsini (Kaan Özkan’la röportajındaki ifadesiyle) “düşünen, kendi yaşamı üzerine düşünen bir kişinin, düşüncelerinin içeriğini, kendi yaşamının sağladığı yönelimden ayırarak bir insanlık durumu, bir insan yaşantısı olarak nesne edinmeye; kavramaya ve kavramlaştırmaya çalışmasıdır” diyerek özetliyor.

Şiirin olduğu yerde felsefeye ihtiyaç yoktur” diyecek kadar şiiri mühim gören, aynı zamanda şiirleri de olan Aruoba şiir ve felsefe arasında güçlü bağlantılar kuruyor. “Şiirin yapılması zaten yazılmasıdır, oysa felsefe önce yapılır sonra yazılır” diyerek şiirde düşünme ve yazmanın eş zamanlı işlediğini; felsefede ise bu mesafenin uzadığından bahseden Aruoba, kendi yazısında bu mesafeyi kısa tutmayı gözetmesiyle izah ediyor yazdıklarının niçin şiirsel bulunduğunu. Ayrıca 1990’da çıkan ilk kitabı Tümceler’de yazdığı birçok yazının Japon Edebiyatının bir şiir türü olan Haiku’yla benzeştiğini sonraları fark eder.

Özgünlük, üslupta olduğu kadar var olma biçimi olarak da kendini gösterir. Ruhundaki kudreti keşfeden, kendilik cesareti gösteren oluşuyla varoluşunu gerçekleştirir. Var olmanın hükümranlığı tam olarak böyle bir şey. Oruç Aruoba’nın üslubunda, düşüncesinde ve varoluşunda bunu başardığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Philosophia, Amor, Felicitate başlıklı tümcesinde "Gelmeyeceğini bildiğini beklemen, 'bilgelik sevgin' idiyse, ve, geleceğini bildiğini beklemen, 'sevginin kendisi' idiyse; işte, gelmek üzere yolda olduğunu söylemek için arayanı beklemen de, 'mutluluktur" diyen Aruoba, üsluptaki özgünlüğü gibi yaratır düşüncesinin özgünlüğünü de.

Felsefe yapmayı, kişinin gelmeyeceğini bildiği birisini beklemeye benzeten Aruoba, Felsefeci ve filozof ayrımına da net bir yorum getirir. Eski Yunan’daki sophos (bilge) ve philosophos (bilgeliği seven) ayrımını vurgular ve filozofun bilgeliğe ulaşmaya çalışan ama hiçbir zaman ulaşamayacağını bilen kişi olduğundan bahseder. Böylelikle yazılarında güçlü bir şekilde hissedilen özlem de ifadesini bulmuş olur.

29 Mayıs 1925’te Heidegger’in Hannah Arendt'e "M." olarak imzaladığı mektupta geçen; "Gerçek birleşme, diğerinin hayatına ait olmaktır." cümlesinden haberi var mıdır bilinmez ama ilişkilerin felsefesini yaptığı kitabı İle’de Heidegger’in cümlesindeki anlamla kucaklaşıyor Aruoba; "Sen ile ben, hiç ‘bir arada’ olmadan ‘birlikte’ olabiliriz. Ben tek başıma bir şey yaparken seni düşünerek yapıyorsam yaptığımı, sen de, tek başına bir şey yaparken beni düşünerek yapıyorsan yaptığını, birlikteyizdir. Bu bir avuntu mu?"

Oruç Aruoba'nın bu cümlelerinden ilham olan, dörtlü bir ayrımdan bahsedilebilir ilişkilerde: Bir Aradalık, Beraberlik, Birliktelik, Birlik. Bir Aradalık; arkadaşlık, flörte, Beraberlik; sevgililik, dostluğa, Birliktelik; evliliğe, Birlikse aşk’a tekabül ediyor sanki. İlk üçü bilinmez ama dördüncü raddeye varmak için bir arada, beraber, birlikte olmaya dahi gerek yok. İle’de geçen bu cümlelerden Oruç Aruobaca ilişki de tariflenebilir; “Senin ile benim, amaçlarımızı birleştirerek, tek kılarak, ikimizin de ötesindeki o ‘üçüncü’yü yaratmamız. Ben ve Sen'den bir ‘Biz’ doğacak. Onu Ben doğuracağım. Ben ve Seni birbirimize bağlayacak bu şey ve Beni - Seni çocuğumuz gibi Biz yaşatacak.

Fakat tüm bu güzellemelerin bir de bedeli var. Oruç Aruoba'nın "sana büyük acılar vereceğim çünkü senin büyük sevinçler yaşamanı istiyorum" sözü tersten bir okumayla da doğru. Bize en büyük sevinçleri getiren, sinemize en büyük acıları zerk edecek kişi olacak aynı zamanda.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Felsefenin Mısrası: Oruç Aruoba" ismiyle yayınlanmıştır.

Daha insani, yaşam dolu, güvenli, sağlıklı kentler

"İnsan insanın en büyük neşesidir."

Bu cümle, İzlanda’nın bin yıllık manzum destanı Hávamál’da geçiyor ve insan için diğer insanların ne denli vazgeçilmez, ilgi çekici bir neşe ve keyif kaynağı olduğu gerçeğini bin yıllık bir zaman tünelinden geçerek yankılanan bir sesle bize söylüyor. İnsan İçin Kentler’de (Koç Üniversitesi Yayınları) yazar Jan Gehl, buna bir cümle daha ekliyor ve insanlar için, “Hiçbir şey insandan daha önemli ya da merak uyandırıcı değildir.” diyor. Hayat eğer kendi haline bırakılır ve yapay tasarımlarla bozulmazsa keyif ve neşe kendiliğinden açığa çıkar felsefesi burada kendini gösteriyor.

İyi bir okuma, farklı türleri içinde barındırmalıdır diye düşünmüşümdür hep; insan, aynı türden yorulduğunda zihinsel olarak rahatlamak için tıpkı mekan değiştirmek gibi bir alan değişikliği yapmalı ve hiç bilmediği türlere açılmaktan korkmamalıdır. Benim için mekan üzerine yazılan kitaplar hep böyle olmuştur. Hiç uzmanı olmasam da mimarların mekanı tasarlarken neler düşündükleri, yapılarla sosyal ve fiziksel çevre arasında kurmaya çalıştıkları ilişki ve en önemlisi de anlamın mekânsal olarak üretimi hem çok rahatlatıcı hem de zihinsel bir mekan değişikliği gibi gelmiştir. İnsan İçin Kentler de biraz böyle oldu. Ayrıca belirtmek gerekir ki neşe ve keyif almak asla bir uzmanlık işi değildir!

Kitabın başlıca amacının, modernleşmenin insanı araçsallaştıran işlevselci bakış açısının yarattığı, daha fazla ürettikçe kendi kendini tüketen ve içindeki sayısız çelişkiden mutlu bir dünya kurmayı hayal eden sıkıcı kentleri, insani, yaşam dolu, güvenli, sürdürülebilir ve sağlıklı kentlere dönüştürmek olduğu söylenebilir. Ve bunu yapmanın çok basit bir sırrı vardır yazara göre: modernist paradigmanın tam zıttına bir biçimde yavaşlamak. İnsanları daha hızlı değil daha yavaş hareket etmeye zorlamak. Diğer bir ifadeyle, insanın en temel, en insani, en iyi bildiği ve en doğal yetisi olan yürümeye mecbur bırakmak, insanlık için çok büyük bir adım anlamına gelebilir. Çünkü insan ilk adımını atarak dünyayla kurduğu bağı sayısız hız aracıyla kaybetmiştir ve bunu yeniden kurması ancak ve sadece kendi ayakları üzerinde durarak ilerlemesiyle mümkün olacaktır.

Sadece yürüyerek, yürümeyi yeniden öğrenerek ve sistemi bunun üzerine yeniden inşa ederek her şeyi ve o her şeyi kirleten şehirleri bütünüyle dönüştürmek mümkün olabilir; “Yaşam dolu, güvenli, sürdürülebilir ve sağlıklı kentlerde, kent yaşamının önkoşulu iyi yürüyüş olanaklarıdır. Ancak, daha geniş bir açıdan bakıldığında, yaya yaşamını güçlendirdiğinizde çok sayıda değerli sosyal ve rekreasyonel olanak kendiliğinden ortaya çıkar.”. Yeri gelmişken, “rekreasyon” Türkçe açısından ne kötü bir kelimedir ve ne az şey ifade etmektedir. Oysa anlamı da bir o kadar çok şey söyler: hayatın canlandırılması ve yenilenmesi. İnsanın her adımda yeniden doğması da diyebiliriz buna.

Gehl’e göre, iyi bir şehir planlaması ve anlamlı bir tasarımla şehir insanlarının, her adımda yeniden doğmasalar bile daha canlı bir bakışa ve daha canlandırıcı duygulara kavuşması mümkündür. İnsan için bir yerden bir yere gitmek hiçbir zaman sadece hareket etmekten ibaret değildir: “Yolda giderken insanları ve olayları izler, durup daha yakından bakma hatta zaman geçirme ya da katılma isteği duyarız.”. Özellikle şehirli insan, hele bir de tek başınaysa sürekli kaybettiği bir şeyi arar gibi yürür. Gözler, yalnızlıkla etrafta süzülür. Kararlı adımlarla hızlı hızlı yürürken aslında nereye gittiğini bilse de başka bir şey bulmak istiyor gibidir. Bu esnada yanından geçilen, içinden gidilen, arkasından bakılan mekanlar ve o mekanlardaki insanlar yalnızca geçip gittiğimiz bir şey değil aynı zamanda tuttuğumuz yoldur.

Çünkü, insan insanın neşesidir. İnsanları izlemek, merak uyandırıcı bir keyif nedenidir: “Bebekler bile daha fazlasını görebilmek için beşiklerinden sarkar ya da olup bitenleri izleyebilmek için tüm evi emekleyerek dolaşırlar. Daha büyük çocuklar oyuncaklarını mutfağa ya da oturma odasına, hareketin olduğu yere taşırlar.”. Burada kastedilen hareket, insanın hareketidir ve yalnızca hareket eden insanlar izlenmeye değerdir. Buradan hareketle, şehir hem insanları hareket etmeye zorlamalı hem de daha fazla insanın aynı anda hareket edip bir arada birbirini görüp izleyebildiği, etkilenip keyiflendiği bir mekan tasarımı yapılmalıdır. “İnsanlar bir şeyler olup biten yerlerde toplanır ve içten gelen bir dürtüyle başka insanların varlığını ararlar.”. Tıpkı çocukların oyun alanlarını evin en canlı ve hareketli odalarına taşımalarında olduğu gibi bireysel işlerimizi şehrin en canlı yerlerinde güvenle yapabilir olmalıyızdır.

İnsan yürürken hiçbir zaman yalnız değildir. İlk adımı attığı anda kendisiyle ve dünyayla güçlü bir birliktelik ve bağlılık içerisindedir. Tam da bu nedenle, öteki insanlarla sessiz ve içten gelen bir iletişim halindedir. “Issız bir sokakta yürümek ile canlı bir sokakta yürümek arasında bir seçim yapması gerektiğinde, çoğu insan etkinlik ve yaşam dolu sokağı seçer. Yürüyüş daha ilgi çekici olacak ve güven verecektir.

Modernistler, geleneksel kentlerin kendiliğinden ve doğal akışı içerisindeki yapılaşmasını verimsiz bularak 1920’ler ve 30’larda geniş caddeli, hijyenik ve aydınlık yapılar inşa edip, geniş otoyollar arasında uzanan yüksek konutlar planlarken bir şeyi unutmuşlardı: insanın, belirli bir yüksekliğin, belirli bir hijyenin ve belirli bir aydınlığın ötesine geçtiğinde tersine bir etkiyle karşılaşacağını. Dolayısıyla, modernist kentler büyüktü, temizdi, aydınlık ve dışarıdan bakınca güzel görünüyordu ama “yürümüyordu”. Donuk bir resim gibi asılı kalıyordu yanından geçip giden insanların kafasında ve onlara geçmiyordu. Duygu geçirmiyordu. Soğuk ve iticiydi. İnsanların işleri yoksa dışarı çıkıp şehre karışmaları için neredeyse hiçbir neden bırakmıyordu, oysa anlam denilen şey tam da o anda başlıyordu. “Eğer herhangi bir zamanda plancılardan hayatı zorlaştıracak ve insanları dışarı çıkmaktan caydıracak kentler tasarlamaları istenseydi, bu 20. yüzyılda bu ideolojik temel üzerine kurulmuş tüm kentlerde olduğundan daha etkili bir biçimde yapılamazdı.

Gehl’in önerisi tam da yanından geçip giderken bize geçen, bizde kalan şehirler kurmaktır. Sadece bizim onlara bakmadığımız onlarından bize baktığı ve gülümsediği yapılar, bizi ilginç ve eğlenceli bulan insanlar ve en önemlisi her adımda yeni anlamlar bulduğumuz, hayat dolu, canlı yaşamlar… Buradaki canlılık sakinliğin zıttına bir şey değil, tam aksine ancak sakin bir huzurla elde edilebilen bir içsel hareketin şehirdeki uzantısıdır. Böylelikle bireysel alanla kamusal alan gerçek anlamda birleşir ve bu yaşanırken özgürlükler güvenliği belirleyici hale gelir. “İnsan toplumu, bireyleri tanımlayan ve onların mensubiyet ve güvenlik hissini güçlendiren farklı sosyal yapılar çevresinde zarif bir biçimde örgütlenmiştir.”. Güvenlik dediğimiz şey, yere güvenle basan insanların iyi deneyimleri ve sakin huzuruyla kendiliğinden gelen bir güven halidir ve her koşulda canlılıkla mümkündür. Başka bir deyişle, ancak kendini yenileyebilen, hayatını canlandırabilen insanlar güvenle yere basabilir ve güvenlik içerisinde bir toplum kurabilir. Görüldüğü gibi kent hayatı hayli önemlidir!

İnsanlar hayata dair sürekli sorular sorar ve anlam ararlar. Sorun şu ki bu soruların cevaplarına giden yol hemen her zaman başka insanların sessiz varlığının içinden sakince geçmeyi gerektirir. Bağırtılı şehirler bunun için uygun olmayabilir. Heyecan, sakince bekleyişin içinde kendiliğinden gizlidir tıpkı sakince huzurlu bir şekilde oturan kalabalık insanların güzel bir havadaki hallerinde olduğu gibi. “Etkinlik ve başka insanların varlığı kendiliğinden bizi çeker ve heyecanlandırırır. Çocuklar pencereden dışarı baktıklarında diğer çocukların oynadığını görünce onlara katılmak için yerlerinden fırlarlar.

Yine bir İskandinav atasözünde olduğu gibi, “İnsanlar insanların olduğu yere gelirler.” Çünkü diğer insanlar, yaklaşıp yakınlaştıkça bu dünyadaki yabancılığımızın azaldığını hissettirir ve daha anlamlı bir hayatın içinde olduğumuz hissi verirler. Kısacası kentler, araçlar, fabrikalar daha çok kazanmak için değil de insanın daha anlamlı bir hayat sürebilmesi için yeniden düşünüldüğünde bütün bunlar İskandinav mitolojisindeki efsaneler kadar mümkün hale gelir ve camdan baktığımızda kolaylıkla diğer çocukların oyun oynadıklarını görebiliriz.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

27 Nisan 2021 Salı

İstanbul medeniyetinin itibarlı ve zarif zamanları

"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar,
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar."
- Behçet Kemâl Çağlar, Kalamış

İstanbul'u ne gezmeye ne okumaya doyum olmaz. Bu öyle bir hasrettir ve öyle bir sevgidir ki ruha sanki bezm-i elestte üflenmiş, o ruh da, yalnız İstanbul'u gezmekle ve İstanbul'u okumakla hasretini dindirmiş, sevgisini kuvvetlendirmiş. Uzun bir süredir pandemi sebebiyle İstanbullular şehirlerini gezemiyorlar, iklimi yaşayamıyorlar. Belki de bu süreç, bir şeylerin kıymetini yeniden idrak etmek için bir işarettir. "Arife bir işaret yeter" denmiş. Elbette tarifin hiç de gerek olmadığı arif, hâlden anlar. Ne yazık o arifler de kuytu köşelerinde, hüzünlü sessizlikleriyle izliyorlar İstanbul'u. Böylece İstanbullu, şehrinin tutkunu olan kimseler de yalnız, yapayalnız günler geçiriyor. Bir yol arıyor şehriyle bütünleşebilmek için yeniden.

Kitaplar olmadan şehir hasreti, şehir sevgisi, yani şuurlu yaşamak meselesi kendine konacak bir yer bulamıyor. İstanbul'a dair yazılmış o güzel sayfalar eşliğinde okunan eski zamanlar, mazideki yapraklar, şehrine vefalı kimselerin yüreğine su serpiyor. Kıyamete kadar da bu, böyle olacak gibi görünüyor çünkü şehirlere verdiğimiz zararı telafi edemeyeceğimiz zamanlardayız. Artık ulaştığımız yerin geri dönüşü yok. Asfalta ve betona verilen kıymet; eski eserlere ve doğaya verilmedi. Plazalara, sitelere, tek tip binalara gösterilen hürmet; tarihi mahallelere, sokaklara ve hatta çeşmelere, sebillere, tekkelere, türbelere, kısacası bize emanet edilen mirasa gösterilmedi. Bir şey oldu ve biz yaşadığımız şehirden koptuk, koparıldık. Bunu en çok da biz istedik. Daha rahat, konforlu, güvenli ve sağlıklı yaşayacağımızı zannettik ve böylece İstanbul'u kendi ellerimizle, tabiri caizse, mahvettik. Şimdilerde onu yeniden 'iyileştirme'nin yolları aranıyor. Bu mümkün görünmüyor. Birçok İstanbul âşığı da şifasını, çoğu zaman olduğu gibi, sokaklarda değil kitaplarda arıyor. Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları, Yahya Kemal'in Aziz İstanbul'u, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları gibi Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri de işte bu kitaplardan biri, belki de en nadidesi, en şifalısı. Tıpkı Ahmed Yüksel Özemre'nin, kitabın dördüncü baskısı için yazdığı "İstanbul Tiryâkiliği" serlevhalı takrîzinde buyurduğu gibi: "İstanbul, ehlini meczup kılan bir 'maraz'dır. Bu marazın ise kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta 'plasebo' ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul 'hasta'sını sadece ve sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur."

1952 yılında neşredilen İstanbul Geceleri, bir medeniyeti vücûda getirenlerin hikâyesi. Hikâye dediysem; öyle edebî anlamda bir roman ya da hikâye değil. Neşredildiği yılı göz önünde bulundurarak, ondan en az kırk sene evvelki İstanbul'un şahsiyeti, manevî hüviyeti, cemiyet hayatı, gelenek ve görenekleri, Türk sanatını zirveleştiren yapıları, zevkleri, meyilleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, faziletleri, görgüleri, noksanları, mûsıkî ahengi üzerine, Sâmiha Ayverdi'nin zuhurata tabi olarak istikamet çizdiği bir denemeler bütünü. Eski İstanbul'a bakışla başlayan eserde okuyucuları şöyle bir rota bekliyor: Şehzâdebaşı, Beyazıt, Süleymâniye, Sandıkburnu, Aksaray, Tavukpazarı, Çırpıcı, Çarşamba, Haliç, Beyoğlu, Boğaziçi, Adalar - Kadıköyü, Üsküdar - Salacak, Çamlıca. Ayverdi, rotayı önceden belirlememiş. Bazen bir semti, geçmişini ve insanları anlatırken yaşadığı duygularla, o semte uzak olan bir yerden de ilerleyebiliyor. Tarihin saklı hazinelerini birbirine zincir gibi bağlıyor. Bu zincir bizlere İstanbul'u sevmenin ne olduğunu hatırlatıyor: "İstanbul tiryakiliği... buna insaflı olup da İstanbul hastalığı desek de olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden bir İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanı afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divânesidir."

Ayverdi'ye göre İstanbul'a çarpan tokatlardan en sert olanı, önce aileye isabet etmiştir. Bu aile, hem İstanbul'u hem de onun temsil ettiği medeniyeti ayakta tutan yegane birlikken, önce parçalanmıştır, sonra da dağılıp yok olmuştur. Böylece evlerde başlayan hassasiyet kaybı, mahalleyi ve şehri içine alarak bir medeniyetin kendi gibi büyük bir deprem yaşamasına sebep olmuştur. "İmanına taassup, zevkine taklit, mertliğine kahpelik, doğruluğuna hile, efendiliğine dalkavukluk, gururuna sünepelik, kazancına bezirganlık, hasbîliğine menfaat, bir illet gibi bulaşmaya başlayıp, bu illeti şifalandırmak isteyenlerin de başlarını gene şahsi kaygılarla illetlenmiş korkunç bir menfaat endişesi kese kese İstanbul medeniyeti göçtü. Evet göçüp gitti." der Ayverdi. Bu durumda İstanbul sevdalılarının elinde ne sadece mazinin sayfalarının kaldığı söyler. Çünkü insanoğlu bugününe ne getirdiyse geçmişinden getirmiştir. O güzellikleri yeniden bulup ortaya çıkarmak, hiç değilse onlar hakkında bir çift kelam edip yazmak için "çöplükte eşinip artıklarla azıklanmak isteyen aç horozlar gibi, viranelere, tozlu ve unutulmuş sandık diplerine, yüzüne bakılmayan musandıralara, yük ve dolap köşelerine başvurmaktan başka çare bulamaz olmuşlardır" ona göre. Fuzûlî'nin aşk ile heyecanlarını, Nedîm’in saz ve söz bahçelerini, Şeyh Galib'in güneşin doğuşunu, Yahya Kemal'in zevk çerağını uyandırdığı İstanbul'da maddeden geriye bir şey kalmamıştır, manadan bahsetmek de zordur artık. Keza mana, herkesin önemsediği bir şey de değildir ne yazık ki: "İnsan oğluna manadan söz açmak, kışı yaza çevirmekten de zordur. Çünkü mana düğümü, bir yürek yanığı, bir derinden taşan iman, bir yatışmaz vecd olmadan çözülemez vesselam" sözleriyle Sâmiha Ayverdi, kendi düşünceki İstanbul sokaklarını, o sokaklarda gezinen insanların görünür ve görünmez hayatlarını anlatmaya başlar.

Şehri ve şehrin insanını anlatırken onun manevî âlemini dolduran, yani onu yaşatan değerlerden bahseder daha çok Sâmiha Ayverdi. Gözün bakmaya değil görmeye, gönlün cefayı da sefayı da çekmeye, kulakların hakikati işitmeye talip olduğu o zamanlarda Türk hayatı başkadır, bambaşka. Bir kere eski zamanlarda kendine mahsus bir ahenk vardır. O ahenk, dikkat ve emekle işlenmiştir. Böylece layık olduğu ilgiyi görür, korunur ve yaşatılır. O ahengin içini dolduran yegane mücevher, imandır, iman ışığı. Kimseyi rahatsız etmeyen fakat herkese nefes olan. Böylece "eskiler" denen o hiç eskimezler; avlulardan kaldırımlara, meydanlardan bahçelere, sandallardan tekkelere kadar insan olmaklığın temel gayesini sunar çevresine. Bu gaye, gayrettir. Sevmeye, paylaşmaya, yaşamaya dair bir gayret. Bugün geldiğimiz yer ise, o yerden çok uzakta olmaktan ziyade, bulunamaz ve görünemez durumdadır: "Ne yazık ki bu yoldaki zenginliğine cihanın erişemeyeceği biz, kapalı kaldığı altın hazinesinin içinde açlıktan kıvranan adam gibi, varlık içinde yokluğun ıztırabı ile inliyoruz."

Eski İstanbul'un insanını bugünden ayıran özelliklerin altını özellikle çizer Ayverdi. Çünkü o özellikler, bize neyi kaybettiğimize hatırlatır. Bunlardan biri de günümüzde yerinde yeller esen selamlaşmadır. "Aranızda selâmı yayın" öğüdü, hadlerin aşılması ve yerini kibre bırakmasıyla bir külfet gibi görülmeye başlanmıştır. "O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî muhabbet ve aşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen rastgele bir simaya cömert bir yakınlıkla bakar ve 'selamün aleyküm' derdi. Mimarisi ne basit, esası ve örgüsü ne sağlam bir köprü... topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement..." diye özetler Ayverdi, bu asırlık geleneği. "Bir sevgi sebebiyle dünyaya gelmiş olan insan" için en sıradan gibi görünen ama en sıra dışı dillerden biridir selamlaşma. "Gelin tannış olalım / işi kolay kılalım / sevelim sevilelim / dünya kimseye kalmaz" düşüncesinin, vücut bulmuş hâlidir. Zamanla otomatikleşen insan, selamı bir alışkanlık olarak bile devam ettirememiştir. Çünkü: "O zamanlar bir zamandı ki, ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlardan inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı."

Ayverdi, zamanın her şeyi yaşatmayacak olan zalimliğinin farkındadır. Maziyi olduğu gibi yaşamak elbette ki mümkün değildir. Cemiyetler, tabiatlar değişecektir, yenilenecektir, ölüp dirilme hep olacaktır. Ancak geçmiş zamana savaş açmak da akıl dışıdır. Geçmişle olan münasebet ve aşinalıklar insanı yaşatır. "Çünkü bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişinin oldurduğu bir keyfiyettir" der ve "Biz geçmişimizin meyvesiyiz. Şu halde insan oğlunun çimene çiçeğe, dağa bayıra olan muhabbeti, nasıl anasırının ceddi olan tabiatla akrabalığına bir delil ise, mazi ile alış veriş, muhabbet ve alaka da aynı tecelliyi mana planında gösteren bir başka bağlantıdan gayrı ne olabilir?" diye sorar. Harikulade bir sorudur bu. Asırlık Türk zevkini oluşturan ve İstanbul'u kuran, kuşatan 'muhabbetli tenkit'in bir numunesidir.

Bugün belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeyin kitabıdır İstanbul Geceleri. Eleştirinin de sevginin de muhabbetli olanına duyulan hasretin kitabı. Ama evvela, İstanbul'a ve onun insanına olan hasretin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yeni bir paradigma mümkün mü?

Edward Said oryantalizm için ‘Batı’nın epistemolojik üstünlüğünü ontolojik üstünlüğe dönüştürebilme kabiliyeti’ der. Modernleşme sürecinde bilim ve teknolojide çığır açarak söz ve güç sahibi olan Batı, kendisinden olmayanları öteki olarak tanımlaması ve onların üzerinde tahakküm kurmasıdır bu kabiliyet. Diğer yandan oryantalizm her ne kadar belirli bir bölgeyi işaret etse de kurulan üstünlük bir bölgeye veya bir coğrafyaya teşmil edilemez. Bu alan kabaca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışındaki her yerdir ama elbette bazı bölgeler ve toplumlar direnç eşiğine göre daha fazla maruz kalmıştır.

Batı’ya bu hakkı ya da ayrıcalığı veren en önemli şey, Batı düşüncesini yenileyen ve dolayısıyla güçlü olmasını sağlayan eleştirellik özelliğidir. Bu sayede fikir daha ileriye gidebilme imkânı bulmuştur. Yalnız bu eleştirel tutumun özeleştiri olarak değil de iç-eleştiri şeklinde yapıldığını söyleyebiliriz. Aradaki fark, özeleştiri doğru olanı yapmak için yanlış yapılanla yüzleşmeyi gerektirirken, iç-eleştiride yapılanın yanlış ya da doğru olması önemli değildir; önemli olan güçlü olmanın sağlanmasıdır. Özeleştiri, sorunlu önceki yapıyı yıkarak yenisini inşa etmeyi amaçlarken, iç-eleştiri, yapıyı aynı bırakıp sorunlu kısmı yamayarak yoluna devam eder. Özeleştiri adaleti tesis etmeye, iç-eleştiri iktidarı kurmaya veya kurulu iktidarı devam ettirmeye yöneliktir. Bu bağlamda özeleştiri yaptığını söyleyen Batılı düşünürlerin büyük çoğunluğu aslında iç-eleştiri yapmaktadır. Sistemin sorunlu yanları yama yapılıp daha fena sonuçlara yol açılır. Modernleşme tarihi vaat ve sonuçları bakımından bunun kanıtıyla doludur.

Batı’da hâl böyleyken, Batılı olmayanlar yani ‘öteki’ler konunun neresindedir, meseleye nasıl yaklaşır ve ne şekilde hareket eder? Açıkçası Batı’ya öykünen taklitçi suni kültürün içinde yaşayan biri olarak pek iyimser olduğumu söyleyemem. Fakat nadir de olsa özgün çıkışlar, büyük gayret gerektiren çabalar görülebiliyor. Mısırlı entelektüel Abdülvehhab M. el-Messiri (1938-2008) o isimlerden biri. İlk defa Hamburger Medeniyeti’yle tanıdığım Messiri o eserinde keskin bir üslupla kapitalist-küresel tüketim kültürünü analiz ediyordu. Daha sonra Önyargı adlı eserinde muhteşem bir modernite eleştirisiyle karşılaşmıştım. Bakış açısı itibariyle benzer bir modernite eleştirisi henüz görmedim diyebilirim. Birkaç yıl önce farklı isimlerin makalelerinden oluşan Çağdaş İslam Düşüncesinin Sorunları’nda filolojik ve kavramsal analizleriyle uzmanlığını konuşturuyordu. Haccac Ali’nin karşılaştırmalı bir çalışması olan Seküler Aklın Haritası’nda ise onun moderniteye dair özgün fikirleri görülüyordu. Ve son olarak bu yılın başında Mahya Yayıncılık’tan çıkan Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu’nda ufuk açıcı tespit ve değerlendirmelerini okumanın heyecanını yaşadım. Seküler Emperyalist Epistemoloji alt başlığını taşıyan çalışma Hatice Nuriler tarafından tercüme edilmiş. Yüz altmış sayfalık kitapta Messiri’ye ait dört makale yer alıyor. Daha kısa olan ilk üç makalenin konu başlıkları sırasıyla Emperyalist Epistemolojik Tasavvur, Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu, Özgürlülük ve Zorunluluk Hikâyeleri: Yükselen Sekülerleşmeyi İki Farklı Edebi Eserde İzlemek şeklinde sıralanıyor. Dördüncü makale İctihad Kapısı: Epistemolojik Önyargı Araştırmasına Giriş başlığını taşıyor. Okumayı keyifli kılan boyutu ve baskı kalitesi bir yana sadece kapak görseli için bile okunmayı hak ediyor diye düşünüyorum.

Messiri makalelerde modernite ve sonuçlarını kavramsal ve teorik düzeyde ele alıyor. Modernitenin bir kriz birikimi olduğunu söyleyen yazar, kaynakları ve işleyiş şekli, moderniteyi sorunlu sonuna zorunlu kıldığını ifade ediyor. Modernitenin gelip gelebileceği yer zaten burasıdır. Messiri ilk makalesinde “emperyalist epistemolojik tasavvur” dediği şeyin ortaya çıkış ve gelişim aşamalarını analiz ediyor. Buna göre Rönesans, Reform ve Aydınlanma süreçlerinde dini/kutsalı/metafiziği yok ederek sekülerleşmeyi amaç edinen modern düşünce emperyalist epistemolojik tasavvuru ortaya çıkarmıştır. Aydınlanma’nın katı rasyonalist eğiliminin ortaya çıkardığı pozitivist-materyalist anlayış kendisini her şeyin ölçütü olarak kabul etmiştir. Batı’nın bilim ve teknolojideki kazanımları onu güçlü kılarken iletişim imkânlarının küreselleşmesi yayılım kazanmasını sağlamış, sınır tanımayan haz ve arzu odaklı kullan-at tüketim kültürü ise insanı cezbetmiştir. Tek değerin fayda olduğu kapitalist emperyalist tasavvur kök salmıştır. Sonuç itibariye bir yaşam biçimine dönüşen bu anlayışın emperyal özelliği diğer toplumlar üzerinde etkili olmasına ve uluslararası bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Bütün bu süreçleri destekleyen şey, epistemolojik temellendirmedir.

Kitaptaki ikinci makalede kutsaldan soyutlanan Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın ortaya çıkışı ele alınıyor. Doğanın aşkın bir güçten, ilahi olandan arındırılıp insan dâhil fiziki varlıkla eşitlenmesi bu anlayış için önemli bir aşamadır. Bu yöntemle ilahi bir güce ve dolayısıyla kaynağı ilahi olandan alan değerler dizgesine ihtiyaç kalmamıştır. Varlığı yaratan-yaratılan düalizminden soyutlayan bu anlayış varoluşu da rastgeleliğe veya bilinçli determinizme indirgemiştir. Bu indirgemenin diğer bir yansıması de varlığı maddeyle eşitleyen panteist görüşü ortaya çıkarmasıdır. Messiri, panteist düşüncedeki doğa-insan eşitlenmesiyle sufi yorum olan Vahdet-i Vücûd ve hulûl anlayışını karşılaştırarak her iki düşüncenin mantık dışı yanlarına dikkat çekiyor. Buna göre iyi-kötü, fayda-zarar gibi olgular tekçi bir alanda birleştiğinden anlamsızlaşmaktadır. Diğer yandan doğa-insan indirgemesi doğayı ve insanı fethedilen, üzerinde tahakküm kurulan veya kontrol edilebilen bir nesne olarak algılanmasına yol açmıştır. Messiri’ye göre ilahi olanı yok etmek aşkın olanı (metafiziği) yok etmeye sebep olduğundan, boşalan yere maddeye içkin olanı (materyalizmi) koymak zorunluluk hâline gelmiştir. Modernleşme tarihi bu aşamaların güç kazanarak evrensel bir boyut kazandığı ‘sekülerleşme’ sürecidir. Modern Batı düşüncesi ve hayatı da bu sürecin materyalist rasyonalizm sonuçlarıyla hayata geçirilmiştir fakat süreç tamamlanmamıştır. Postmodern dönemde materyalist rasyonalizm materyalist irrasyonalizme dönüşmüştür.

Messiri materyalist epistemolojik paradigmayı besleyen bu aşamaları açıklarken doğada güçlü olanın hayatta kaldığını işaret eden Darwin’in doğal seçilimi, Tanrı’yı ölü olarak tanımlayarak varoluşu ‘hiç’e indirgeyen Nietzsche’nin nihilizmi ve Freud’un insanı cinsellik üzerinden açıklayan psikanalizm teorisinin yanına Derrida’nın söz-yazı çözümleme yöntemi olarak tanımladığı yapısökümü koyuyor. Anlam için metafizik bir sabiteye ihtiyaç vardır ve yapısöküm bu ilişkiyi ortadan kaldırmaktadır. Messiri’ye göre yapısöküm Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın en önemli unsurlarından biridir çünkü yapısöküm yaratan-yaratılan ikiliğine işaret eden aşkınlık anlayışını (metafiziği) atomize ederek anlamsızlaştırmaktadır. Atomize edilen yapı yeniden yapılandırılmaya açık hâle gelmektedir ve yeniden yapılandırılırken kaynak Batılı materyalist epistemolojik paradigmadır. Bu bağlamda yapısökümün neden olduğu anlam ve değer kaybı varlığı maddeye indirgemede doğrudan etki yapmaktadır. Postmodern düşüncenin temelinde de bu anlam ve değer kaybı vardır. Süreç, Tanrı’nın ölümü, insanın ölümü ve doğanın ölümü şeklinde gelişmiştir.

Messiri kitaptaki üçüncü makalede bu süreci iki farkı zaman diliminde kaleme alınan iki edebi eser üzerinden karşılaştırarak ortaya koymayı deniyor. Yazar bu makalede yaptığı kavramsal çözümlemeler sonrasında modern insanın zihin haritasını ve yaşam biçimini gösteriyor diyebiliriz.

Kitabın yarısını oluşturan dördüncü makalede önyargı konusunu epistemolojik açıdan tartışan Messiri, Batılı materyalist epistemolojik paradigmanın oluşum sürecini Batı bağlamında ele almanın yanında, bu paradigmanın Batı dışı toplumlar üzerindeki etkisini de değerlendiriyor. Önyargının tanımı, oluşumu, kaçınılmazlığı, farkındalığı, etki kontrolü gibi konular makalenin içeriğini oluşturuyor.

Messiri bu makalede birçok kültürel fark örneği veriyor ve bunların farklı önyargı türleriyle ilişkilendirerek kategorize ediyor. Onun verdiği örneklerde Batı dünyasının kendisine vehmettiği üstünlük önyargılarının yanı sıra Müslümanların aşağılık kompleksine kapılarak yaptığı veya aşağılık kompleksini kapılmasına neden olan önyargıları olduğunu görmekteyiz. Bu önyargılar sonucunda Müslüman toplumlarda genel olarak gelişme veya ilerlemek için Batı’nın taklit edilmesi gerektiği düşüncesi hâkim olmuştur. Buna neden olan şey, Müslümanların hayatın her alanında materyalist epistemolojik paradigmaya maruz kalışıdır. Makalenin en önemli yanı, Müslümanların bu süreçten nasıl etkilendikleri ve çözüm yollarının neler olabileceği üzerinde durduğu kısımlar diyebiliriz. Messiri bu noktada alternatif bir paradigma önerisinde bulunarak yapılması gerekenler için bir rota belirlemeye çalışıyor. Sonuç itibariyle İslami bir paradigmanın mümkünlüğünü tartışıyor diyebiliriz.

Messiri, kitaptaki dört makalede de materyalist epistemolojik paradigmanın, ya da bir başka deyişle seküler emperyalist epistemolojik sistemin oluşum sürecindeki dönüm noktalarının neler olabileceğini saptamaya çalışıyor. Bu anlamda modernleşme düşüncesinin neden olduğu sekülarizmi ortaya çıkaran aşamaları sıralıyor. Metafiziği yok etmek her türlü anlamı materyalizme mecbur bırakmıştır. Bu durum aynı zamanda maddenin dışa açılımı olan aşkınlığı da ortadan kaldırarak değer ve anlamı maddenin kendisinde içkin olduğu düşüncesini doğurmuştur. Her şeyin aynı olduğu bir boyut olan bu aşama nihilizme yol açmaktadır. Messiri’nin bütün bu süreçleri Siyonizm ile ilişkilendirmesi ilginç bir detay olarak karşımıza çıkıyor.

Oldukça istifade ettiğim eserde şerh düştüğüm değerlendirmeler de bulunuyor. Bunların en önemlisi olarak gördüğüm ikisini belirtmek isterim. İlki, Messiri’nin modernite karşısına konumlandırdığı Müslümanları bir gözlemci olarak tanımlası. Bu konuda onun kadar iyimser olamadığımı söylemek isterim. Makalelerin kaleme alındığı 1990’lı yıllarda böyle bir durum olduğu savunulabilir fakat bugünün küreselleşmiş dünyasında Müslümanlar boğazlarına kadar modernitenin ve dolayısıyla Batı düşünce sistemi ve hayat tarzının içine batmış durumda olduğunu kabul etmek gerekiyor. Azgın bir sele dönüşen (post)modernitenin gelen her dalgasıyla artık bireyselleştirilmiş olan Müslüman tümüyle batıp batıp çıkmakta ve yakın gelecekte nefes alma için bile çıkacağı meçhul görünüyor.

Teknik bir durum olsa da şerh düşmem gereken ikinci konu, makalelerde laiklik kavramına yer verilmemiş olmasının doğurduğu mantıksal sorun diyebilirim. Kitapta, modernitenin izin verdiği ölçüde günlük yaşam içinde yer alan dini uygulamalar ‘kısmi sekülerlik’ olarak tanımlanıyor. Dinin tümüyle ortadan kaldırıldığı bir boyut olan sekülarizm içinde geleneksel anlamda dine bir alan açmanın oksimoron olduğunu düşünüyorum. Bu durum için literatürde var olan kısmi ve katı laiklik şeklindeki kavramsallaştırmalar kullanılabilirdi.

Kalemin Dansı Göstergenin Oyunu’nda başta Batı düşüncesi ve modernite olmak üzere Messiri’nin çalışma konularının tümünü görmek mümkün. Bunların arasında siyonizm, sekülarizm, postmodernizm, kapitalizm ve kültür ağırlıklı olarak yer alıyor. Genel anlamda çok güçlü bir paradigmal sorgulama içeren kitap sakin ve zinde bir zihinle okumayı gerektiriyor. Zira satır aralarında hem Batı’ya hem de İslam dünyasına dair can alıcı detaylar barındırıyor. Bu bağlamda Messiri’yi önemli ve söylemini değerli kılan şeyin, üzerine eğildiği meseleleri ele alırken durduğu yer diye düşünüyorum. Fikir beyan ettiği her konuya İslami bir perspektifle yaklaşmaya çalışan Messiri çok önemli bir misyonu yerine getiriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

25 Nisan 2021 Pazar

İnsan zamana düştükten sonra

“Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan diriltilip çıkarılacaksınız."
- A’râf Suresi, 25. Ayet

“Hayat karşısında yorgunum artık
Ve zindeyim ölümün mihrabında.”
- Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler

Cioran’ın ilk okuduğum kitabı Çürümenin Kitabı’ydı, daha sonra dilimize çevrilen hemen her kitabını okudum sanıyorum. Zamana Düşüş’ü okuyana kadar da en beğendiğim, okurken bir şeylerin beynimi zorladığını hissettiğim ve farklı bir filozofla (o kendini filozof olarak görmese de) karşı karşıya olduğumu düşündüğüm kitabı Çürümenin Kitabı oldu. Ancak Zamana Düşüş, kendi içinde barındırdığı konu bütünlüğüyle ve bölümlerin sadece deneme türünden ibaret olmamasıyla, yani felsefî açıdan da sağlam işlenmesiyle benim açımdan Çürümenin Kitabı’nın bir adım önüne geçti diyebilirim.

Cioran, bu kitabında elbette adından da görebildiğimiz gibi zaman konusunu işliyor ancak yazarın temel malzemesi insan, insanlık bazen de ‘uygarlık’. Bu insanı ve insanlığı ta en başından ele almayı seçiyor yazar: Hayat Ağacı bölümünde de (aynı zamanda kitabın ilk denemesi) gördüğümüz gibi insanın Cennet’ten kovulması, ya da zorla kendini kovdurmasından itibaren yani.

Bilme isteği, arzu, kibir, zafer arzusu ve bunun dehşeti gibi konular kitapta işlenen ve insanın özellikleri olarak gösterilen en temel kavramlar. Cioran okurları bu kavramlara, yazarın bunları insanın temel özellikleri gibi görmesine zaten alışık olmalılar. Ancak bunları birleştirdiği nokta insanın zamana düşmesi. Zamana girmesi değil, düşmesi. Ona göre bir kibre kapıldı insan, Tanrı’ya baş kaldırdı, bilme isteğini engelleyemedi ve zamana, yani dünyaya düştü. Burada bir doğru çizmiş yazar: Bilme isteği, kovuluş, Tanrı’dan kopma, O’na bağlı olma gereğinin ortadan kalkması, İnsan’ın kibirli yüzü. Tanrı’ya olan bağlılığın sonunun nasıl geldiğinin gözlemi ve insanın içindeki kötülüğü çok iyi sistematikleştirmiş: “Ne kadar ‘olursak’, o kadar ‘isteriz’. Bizi fiiliyata iten, içimizdeki varlık-olmayandır.” İşin ilginç yanı, Cioran’ı kitabın özellikle ilk denemelerinde bazen bir nihilist bazen de bir sufi gibi görüyoruz. Nihilist’lik tamam ama bir sufi gibi davranması, onu tanımayanlara ilk başlarda garip gelebilir.

Birbirinden bağımsız gibi dursa da hemen her bölüm birbiriyle bir yerinden buluşuyor. Buna kitapla ilgisi en az gibi görünen Kuşkucu ile Barbar bölümü de dâhil. Anlaşılma ve üslûp açısından kitabın en zor bölümlerinden olan bu bölüm biraz ‘kuşkucuya ve kuşkuculuğa övgü’ tadında olmuş. Fakat ters köşe yapıp kuşkuculuğa yüklenmediği yerler de yok değil (kendisinin de bir kuşkucu olduğunu unutmamak lazım). Yalnız bu bölümü kitabın diğer bölümleriyle tutturduğu nokta ‘kuşkucunun kesinliklerle derdi’nin olması. Kesinlik, eylemlilik, fiiliyat, arzu duymak, istemek Cioran’a göre insanın doğal olmayan halleridir. Şimdi hatırlayamadığım bir başka kitabında dediği gibi, “istediğimiz an Şeytan’ın tahakkümü altına gireriz.” Bu minvalde baktığı için köşeli fikirlere de hep mesafeli duruyor ve keskin fikirlerin insanı insanlıktan çıkardığına karar veriyor. Cennetten dünyaya, yani zamana düşmesi bile bu tür bir zaaftan: Bilme isteğinden. Çünkü bilme isteği bir kesinliği ve içinde kibri ihtiva eder ona göre.

Cioran’ın elinde mermileri kelimelerden oluşan bir tüfek var ve ateş ediyor insana, insanlığa, uygarlığa. Uygarlaşmışın Portresi kitabın en ilgi çekici ve en sert bölümlerinden ilki belki de. Bahsettiği uygarlığın bir tarafı, açıkça yazmasa da kapitalist hayat sistemini temsil ediyor. Bütün insanlığı sisteme dâhil etmeye çalışan, amazonların balta girmemiş ormanlarından Afrika’nın çöllerine kadar girilmedik yer bırakmayan kapitalizmi insan, Cioran’ın o her zaman savunduğu şeyle yenmelidir: Eylemsizlik. Cioran’ın dervişane üslûbunu en çok bu bölümde görüyoruz diyebilirim. Birtakım psikolojik tahlillere de giriyor tezini açıklarken. İnsanın süflilik boyutuna inerken hangi adımlardan geçtiğine, ‘uygardan daha uygar olma arzusu’na işaret ediyor. Metnin başında incelemesini temel aldığı insanlıktan insan tekine geçmesini, kendi içine dönmeye çalışmasına bağlıyorum. Sonuçta kapitalist sistem, kitleleri avucuna alsa da son tahlilde ‘kandırdığı’ insan teki. Çünkü arzu, isteme güdüsü bireysel bir histir ve Cioran’ın değindiği ilk nokta da buraya değiyor. Eylemsizlik, sükûnet, istememe hâli ile sisteme tekil olarak direnerek uygarlığı saf dışı bırakabiliriz yazara göre. Peki, bu 2021 dünyasında ne kadar mümkün? Bu bölümde anlatılan şeylerin çoğunu, sistem eleştirisi yapan birçok yazarda görebiliriz ancak Cioran’ı farklı kılan onun sivri, kendine has üslûbu. Bu üslûpla uygarlığın röntgenini çekmiş yazar. Birçok şeyde de haklı gerekçelerle:

Her ihtiyaç, bizi hayatın yüzeyine yönelterek derinliklerinden kaçırır; değeri olmayana, olamayacak olana değer atfeder. Bütün tertibatıyla uygarlık, bizim gerçekdışına ve yararsıza meylimiz üzerine kuruludur. İhtiyaçlarımızı azaltmaya, sadece elzem olanı karşılamaya razı olsak, hemen o anda çökerdi. Bu yüzden, sürmek için, bize daima yeni ihtiyaçlar yaratmaya, bunları aralıksız çoğaltmaya zorlar kendini; zira acıya ve kıvanca ilgisizlik uygulamasının umumileşmesi, bir topyekûn yok etme savaşından çok daha vahim sonuçlara yol açabilir onun için.

…hangimiz, metropollere taşındıktan sonra, orada sükûnetini muhafaza edecek karakteri gösterebilir?

Saatlere bağımlı varlık, insani bir varlık mıdır hâlâ?

İnsanın zafer kazanma arzusunu, kibrini hem dünya sistemi açısından hem de insanın bireysel özellikleri bakımından sağlam bir şekilde ele almış yazar. Buna ilginç kavramları da katıyor. Örneğin hastalığı. Ona göre sadece ‘deliler normaldir’: “Deliler hariç tutulursa, övülmeye ya da kınanmaya kayıtsız kalan hiç kimse yoktur.” Ve ‘mutlak normallik saplantısı’ndan insanın nasıl kurtulacağını sorgular. Durum yine, yığınların normal olarak hayatlarını devam ettirmelerini sorgulamaya gelir ve gerçekten ufuk açıcı fikirlerini sıralar ardı ardına. Tabiî bunu sorgularken biraz da Hıristiyan keşişlerin çile ritüellerine bir selam çakmadığını fark etmemek olmaz. Her ne kadar birçok yerde dinleri ve özellikle Hıristiyanlığı topa tutsa da.

Kitabın nerdeyse her cümlesine uzun uzun bir şeyler söylenebilir. Biraz dağınık anlattığımın farkındayım. Birçok şey söylemek istemenin getirdiği bir dağınıklık bu ancak en azından Cioran’ın neyi işlediğini anlatabildiğimi sanıyorum. Bu kitap zor bir kitap. Yazarın aforizma tarzında yazdığı kitaplara göre çok daha zor fakat ben Cioran’ın en iyi kitaplarının da aforizma tarzı yazdıkları değil bu tür daha uzun bölümler halinde yazdıkları olduğunu düşünüyorum. Son bölüm olan Zamandan Düşmek bölümü aforizma tarzını anımsatsa da.

Ona göre önce zamana düştük, orada tutunamadık ve bir de zamandan düştük. İşte orası tarih bile değil. Dip nokta. Cioran da bu dip noktadan mı seslenmiş bize, yoksa en azından zamandan mı seslenmiş. Bu durum zaman zaman muğlâklaşsa da okur bunu ayırt edecektir. Keskin ve orijinal bir zekânın en önemli kitabını okuyarak tabiî ki.

Kısa bir paragraf da çeviri için: Hakkını vermek lâzım, Haldun Bayrı inanılmaz çeviriler yapıyor Cioran’dan. Bu kitabı ve yazarın diğer kitaplarını bu kadar temiz çevirebilmek ancak işinde çok iyi olmakla gerçekleştirilebilecek bir şey. Diğer mütercimlere bir şey demiyorum fakat Bayrı’nın çevirileri kendini olumlu anlamda fark ettiriyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

24 Nisan 2021 Cumartesi

Mezarın ötesinden gelen intikam

2018’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Olga Tokarczuk, Peter Handke’e etik körlük neticesinde verilen ödülün ve akademideki taciz söylemlerinin gölgesinde kaldı. Nobel’e ve akademiye karşı itirazlar yükselirken güvensizlik; bir ipliğin inceldikçe incelen gövdesine büyük ve keskin bir ağırlık gibi oturdu.

Akademide bu hususlara dair tartışmalar sürerken William Blake şiirinden alıntılanan, "sür pulluğunu ölülerin kemikleri üzerinde" dizesi, Polonyalı yazar Olga Takarczuk romanına isim olarak Türkçeye kazandırıldı. Çeviri kokmayan, ustalıkla dilimize tercüme edilen bu romanın arka fonunda, hayatını sanrılarla geçiren İngiliz mistik şairi Blake’in sesini duyuyor ve sanki doğaüstü hayallerin görüntülerini resmeden çizgileriyle karşılaşıyoruz. Metinlerarasılıktan beslenen Takarzcuk, Blake çevirileri yapan baş karakteri Janina’nın yardımıyla Blake’e uzun soluklu bir methiye diziyor. Şiirin müzikal perspektifi romana dahil olduğundan ve şiirin imkânlarından fazlaca yararlanıldığından; şiire açılan bir romanın, kabuğunu kırarak nasıl yol aldığına şahit oluyorsunuz.

Klodzko Vadisi’nin el değmemiş coğrafyasının eteğinde, sonsuz bir boşluğun doldurduğu köyde yaşayan Janina isimli karakterle başlayan hikâye, başta bir polisiye gibi görünse de kara mizahtan ve yer yer masaldan beslenen yanıyla türler arasında gidip gelen rahatsız edici bir roman. İşlenen tuhaf ve faili meçhul cinayetler, kelimelerle resmedilen işkenceler romanın rahatsız ediciliğini bir üst seviyeye taşıyor. Avlandığı geyiğin kemiğiyle boğulan bir köylüyle, ufak tefek onlarca geyik izinin yanında ölü bulunan birkaç köylü, akıllara şu soruyu getiriyor: Hayvanlar, kendilerini avlayan ve işkence eden insanlardan intikam mı alıyor?

Bu soru aslında kitabın esas meselesine girişin de bir ilk basamağı. Bununla birlikte hayvanların günlük hayatta neye karşılık geldiğini, onlara nasıl muamele edildiğini, av kulübelerinin etrafında oluşan korkutucu hayvan ölümlerinin yasallığındaki ironiyi, bir böceğin ve bir insanın ölümündeki anlaşılmaz farklılığı üzerine düşünmeye başlıyor ve felsefik bir sorgulamaya sürükleniyorsunuz. Bir süre sonra soranın siz mi, yazar mı, yoksa kaçık baş karakter mi olduğunu bilmeden sorgulama zincirinin kalın ve kopmaz bir halkası olarak buluyorsunuz kendinizi. Ve içinizden sesler yükseliyor: İnsan neden yerin kabuğunda kibir ve hükmedicilikle yürüyor? Nasıl oluyor da birilerinin yaşam ve ölüm hakkını elinde tutabiliyor? Bir ruha sahip olanın yalnızca kendisi olduğunu nasıl düşünebiliyor? Neden gazeteler, entelektüeller ve aydınlar bir kaplan hayvanat bahçesinden kaçmadıkça hayvanlarla ilgilenmiyor?

Böylelikle okur; romanın, hayvan hakları savunucusu, ekoloji uzmanı ve vejetaryen olan Olga Takarzcuk’un dert edindiği meseleleri dile getirmek için yazara imkân verdiğine tanık oluyor. Yazar bir nevi hayvanların sözcülüğünü üstlenerek insanların kanıksanan düzenine itiraz ediyor. Bir böceğin ölümüyle bir insanın ölümünün eşit olduğunu ve aslında hareket eden her şeye hürmet edilmesi gerektiğini hemen her fırsatta vurguluyor.

Bütün bunlar, iyi bir kurgu, şaşırtıcı bir son ve soğuk ironiyle harmanlayarak yapıldığından; yani merak, okurun yakasına bir yaka çiçeği gibi takıldığı ve onu bu duygunun ardından götürdüğünden romanın tezine takılmak yerine içinizde kıpırdanan soru işaretlerinin peşinden gidiyorsunuz. Ve sanki tam da o an Blake’in itiraz eden sesi yükseliyor, “Öyle sinsice oturan sorgucu, bilmez ki cevabın ne olduğunu!

23 Nisan 2021 Cuma

Esaretin insanda açtığı yaralar

Samipaşazade Sezai, Tanzimat sonrası Türk edebiyatının ikinci nesline mensup hikaye ve roman yazarıdır. Babası Abdurrahman Sâmi Paşa, annesi Gülârâyiş Hanım’dır.

Sergüzeşt romanı ilk olarak 1888 yılında Mahmut Bey Matbaası tarafından basılır. Türkçe romanın ilk dönemine ait olmasından klasikler arasında sayılmaktadır. “Romanda realizime geçişin işaretleri görülmesi eserde bulunan en önemli özelliklerinden biridir.” Sami Paşazade Sezai çağının ruhunu resmetmek amacıyla roman yazmıştır. Bu sebeple romanın kahramanlarından realist tablolar yapan ressam Celal Bey’le arasında benzerlik vardır. Eserini sansür nedeniyle Bir Esirin Sergüzeşti olan başlığını Sergüzeşt olarak değiştirmiştir. Fakat yine de esaret ve hürriyet fikrini savunmuştur.

Kitabın konusuna değinecek olursam: Romanın esas kahramanı Kafkasyalı esir bir genç kız olan Dilber’dir. Bütün olaylar Dilber’in etrafında gerçekleşir. Romanın ilk kısmında Hacı Ömer daha Dilber küçücük bir kız çocuğuyken onu Harput Sabık Mal Müdürü Mustafa Efendi’nin karısına halayık olarak satar. Zamanın geçmesiyle de Dilber evde çalışmaya ve ağır işler yapmaya başlar. Özellikle evde çalışan Arap uyruklu Taravet tarafından işkenceler görür ve bir gece vakti Çerkez paltosunu ve kalpağını giyinerek evden kaçar.

Gecenin bir vaktinde kendini sokakta bulan Dilber çok korkar, bayılarak arkası üstüne düşer. Daha sonra kendini bilmediği bir evde bulur. Kendine geldiğinde karşısında ihtiyar bir kadını görür. İhtiyar kadın onun kim olduğunu sorar. Dilber ona halayık olduğunu söyler ve yaşadıklarını anlatır. Bunun üzerine ihtiyar kadın duyduklarına daha fazla dayanamaz Mustafa Efendi’nin evine gider. Onlardan “beş kese akçe” karşılığında Dilber’i ister ama onlar Dilber’i vermezler. İhtiyar kadın mecburen Dilber’i onlara geri teslim eder. Dilber de evde yine işkenceler görmeye başlar. Gece, gündüz hep ağlar. Aradan zaman geçmesiyle Mustafa Efendi tekrardan devlet kurumunda çalışmaya başlar ve başka şehre kaymakam olarak atanır. Dilber ise altmış beş liraya satılır.

Romanın asıl konusu bu kısımdan itibaren başlıyor diyebiliriz. Çünkü bu kısımda dönemin zengin, yoksul, asiller ve köleler ayrımını daha net bir şekilde okuyup öğrenebiliyoruz.

Asaf Paşa yalısına halayık olarak gelen Dilber evin yirmi üç yaşındaki Celal Bey’ine aşık olur. Celal Bey ise Paris’te resim eğitimi almıştır. Ressam olarak vatanına geri dönmüştür. Son derece zenginlik içinde yaşamış olan Celal Bey şımarık birisidir. Maddi zenginlikten ziyade gönül zenginliğine önem verir. Bir gün Celal Bey Dilber’i taşlığa götürerek eski yırtık bir dilenci elbisesini giydirmek ister. Dilber giymek istemeyince: “Rica ederim Kleopatr” diye yalvararak onu bu elbiseyi giymeye ikna eder. Elbisenin içinde vücudunun bazı yerleri gözükünce çok utanıp ağlamaya başlar ve bu durumda bile olsa ayrı bir güzelleşmeye başlar. Celal Bey Dilber’in bu güzelliğini görüp fark edince ona aşık olur. Daha fazla onu utandırmak istemeyip, özür dileyerek serbest bırakır. Bir gece vakti Dilber’in odasına girerek Dilber’in uyurken avucunda kendi fotoğrafını görür o an Dilber’i uyandırıp aşkını itiraf etmek istese de onu uyandırmaya kıyamaz ve gözyaşlarıyla odasına kapanır. Birkaç zaman geçmesiyle Celal Bey ve Dilber birbirlerine olan aşklarını itiraf ederler. Celal Bey’in annesi Zehra Hanım bu durumu anlayınca asla oğlunun halayık olan Dilber’le evlenmesini istemez.

Sami Paşazade Sezai işte bu kısımda köle olan bir insanın zengin ve asil bir insana aşık olsa bile kavuşamayacağını vurgular. Çünkü dönemin şartlarında burjuva sisteminde olduğu gibi ancak zenginlerin zenginlerle olabileceği düşüncesi vardır. Bu düşüncenin aksi düşünülemezdi.

Zehra Hanım oğlunun bu durumunu eşine anlatır ve birlikte bir karara varıp Dilber’i satmak isterler. Ve Dilber’i Celal Bey’den habersiz satılır. Uzun süre Dilber’i göremeyen Celal Bey ise bu durumdan şüphelenir ve Çaresaz’dan Dilber’e ne olduğunu öğrenir. Dilber’i bulma arayışına girer fakat uzun arayışlardan sonra bulamayınca şiddetli bir hastalığa tutulur. Zehra Hanım oğlunu böyle gördükçe Dilber’i sattığına pişman olur ama ne fayda ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Dilber ise Mısır’a gönderilmiş ve orada bulunan bir evde halayıklık yapar. Her günü Celal Bey’e olan aşkı ve hasretiyle geçer. Ve günden güne hali perişan olur. Mısır’da harem ağası olan Cevher, Dilber’in bu durumunu fark eder ve onun için çok üzülür. Başından neler geçtiyse ona anlatmasını ister. Kısa bir zamanda Dilberle sırdaş ve arkadaş olur. Cevher'in bu arkadaşlığı daha sonra Dilber’e aşık olmakla değişir. Ama ne var ki Cevher, hadım edilmiş bir harem ağası olduğu için Dilberle olamayacağını ve onunla evlenme saadetine kavuşamayacağını da acı bir şekilde bilir. Bir yandan da Dilber'in huysuzluğundan dolayı ev halkı onu bir odaya hapseder. Bu durumu duyunca çok üzülen Cevher ağa Dilber’i bir gece vakti kurtarmak ister.

Odaya dayadığı merdivenden demir parmaklıkları kırar ama Cevher ağa kan içinde kalır. Merdiven Cevher ağanın üzerine düşünce artık son nefesini vermeye başlar. Bu durumu görünce Dilber çok üzülür. Cevher Ağanın ölümüne sebep olduğunu düşünür. Bunun üzerine “Ben sana ne yaptım ki benim yolumda hayatını feda ettin?” diye sorar. Cevher ağa ise son sözlerine karşılık “Çünkü seni seviyordum. Zararı yok. İlk gördüğüm zaman senin gözlerin kalbimde ölümcül yaralar açmıştı. Zaten yaşamazdım.” dedikten sonra ona “Yarın... İstanbul’a... Vapur... Var... Biletim cebimde” der.

Bileti eline alan Dilber çaresizlikle yollara düşer. Geri dönmeyi düşünse de gururuna yenilenemez. Kötülüklere de uğramaktan bir o kadar da korkar. Sonunda kendini Nil nehrinin yanında bulur. Derdini hiç kimseye anlatamaz ve bu çıkmazın içinden kurtulmak için kendini nehrin sularına bırakır. Hürriyetine ölümle kavuşur...

Okuduğumuz bu romanda özgürlüğün bir kez daha önemini kavrarken, köleliğin, esaretin, insanları zengin, fakir, asil, köle diye ayırmanın ne kadar kötü olduğunu acı bir hüzünle tekrar anlamış oluyoruz. Edebiyatımızın değerli eserlerinden biri olan Sergüzeşt'i okumanızı tavsiye ediyorum.

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

18 Nisan 2021 Pazar

Modern insanın hakikat ve anlam krizinde irfanın yeri

"Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmektedir."
- Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı

İnsanoğlu yeryüzündeki hayatını anlamlandırma bahsinde bir çıkmaza girmiştir. Zira anlam, çoğu zaman 'görünen'de kendine bir yer bulabilmiştir. Bu durumda 'görüneni bilmek'ten ötesine geçmeyen bir anlam krizi söz konusudur. Görünenden ötesini bilmek için aklın, metafizik boyutta kullanıma sokulması gerekir. İnsana verilen akıl, iki şekilde kullanılır. İlki maddeye, eşyaya, görünene yöneliktir. 'Aşağı alem'e doğru çalışan akla, akl-ı cüzi denir. Esmada kalan, müsemmaya geçmeyen aklı temsil eder. İkinci kullanım, 'yukarı alem'e doğrudur. İnsan, akl-ı cüziden sıyrılıp yahut vazgeçip, metafizikle temas kurarak, varlığın birliğine yönelik bir anlayış ve kavrayış üzerine çabaladığında, akl-ı külli ile buluşur. Burada dikkat edilmesi gereken şudu: Akl-ı cüzi de akl-ı külli de aynı akıldır. Aralarındaki tek fark, ilkinin metafizik kavrayıştan uzak olup madde âleminde patinaj çekmesidir. Anlamı ve hakikati, manaya doğru giderek kavrayabileceğini düşünen insan, halihazırda sahip olduğu akl-ı cüzi'nin kirini, pasını silmiş, tabiri caizse cilalamış, belli bir seviyeye taşımıştır. Bu taşıma işleminde akıl, kalple birlikte hareket eder. A'raf suresinin 179. ayetinde geçen "lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ", yani "Onların kalbleri vardır fakat anlamazlar" ifadesi çok açık biçimde aklın kalple ortaklığını vurgular. 

Akletmek, kalple mümkündür. Bu farkındalığa ulaşmak için geleneksel ekol devreye girer. Sahih bir silsileye bağlı olan tasavvuf yoluna kişinin talip olmasıyla başlayan bir süreçtir. Sürecin gidişatı ve nihayeti kişiden kişiye değişir zira yaradılıştan gelen istidatla alakalıdır. Bunun yanı sıra kişinin gösterdiği mücadele ve metafizikle olan irtibatı, yolun bereketini yaşamasını, yani zevk etmesini sağlar. Burada İbn Arabî'nin belirttiği gibi arzunun sahih olması önemlidir, arzusu sahih olana çareler gösterilir. Bu aynı zamanda gelecek olan bilginin kaynağına yapışmak, oradan gelecek olan bilginin her an gelebilecek oluşuna inanmakla ilgilidir: "O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır." (Rahmân, 29)

Geleneksel ekol, batıda birçok önemli düşünürün ilgisini çekmiş, bu yöndeki çalışmaları neticesinde hayatlarında önemli değişimler yaşamışlardır. Martin Lings (Ebûbekir Sirâceddin) ve onun mürşidi Frithjof Schuon (Îsâ Nûreddin) Türk okurlar tarafından çok sık sık atıfta bulunulan isimlerdir. Her ikisi de Şâzeliyye'nin Derkāviyye koluna bağlı Aleviyye yolunun kurucusu olan Ahmed el-Alevî'den bereketlenmiştir. Birbirilerini etkileme noktasında bu isimler geniş bir halkaya tesir etmiştir. Gai Eaton (Hasan Abdülhakîm), Titus Burckhardt (İbrâhim İzzeddin), John Gustaf Agueli (Abdülhâdî) bu halkadandır. Yine, Gariplerin Kitabı'ndaki arayış hikâyesiyle okurları etkilemiş Ian Dallas'ın (Abdülkadir Es-Sufi) ve bilhassa batıya tasavvufu sevdirmesinin yanı sıra bu coğrafyanın insanı tarafından da kitapları ilgiyle takip edilen William Chittick'in isimlerini de zikretmek gerekir.

İşte bu geniş halkayla beraber kendisini okuyanları, izleyenleri ciddi biçimde etkilemiş en önemli isimlerden biri olan Rene Guenon, özellikle modern insanın bunalımını oldukça etkili biçimde anlatmıştır. Modern Dünyanın Bunalımıİslam Maneviyatı ve Taoculuğa ToplubakışKadim Bilimler ve Bazı Modern YanılgıcılarYatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi isimleriyle İnsan Yayınları tarafından özenle neşredilmiş kitapları, konuyla ilgilenenlerin başucu eserlerindendir. 1886’da Fransa’nın Blois şehrinde doğan Guenon'un gençliği, tam manasıyla bir arayış gençliği biçiminde geçmiştir. Yeni-Spiritüalizm akımından etkilenmiş, bir arkadaşının vesilesiyle bâtın ilimlerle uğraşan okültist bir cemiyete gidip gelmiş ve akabinde mason locasına dahi girmiştir. Arayışlarını bitmez bir şevkle sürdüren Guenon, 1912 yılında bir Şâzeli şeyhi olan Abdurrahman İlîş el-Kebîr’in halifesi Abdülhâdî (John Gustaf Aguéli) vesilesiyle hem Müslüman hem de bi Şâzeli dervişi olur, Abdülvâhid Yahyâ adını alır. Özellikle Müslüman olduktan sonra yaşadığı yerlerin kültürünü benimseme, bir yaşam üslubu olan edebe riayet ve basit yaşam konusunda kendisini ziyarete gelen birçok batılı-doğulu kimseyi etkilemiştir. 1940'lı yıllarda onu ziyaret eden diplomat ve fikir adamı Necmeddin Bammat, Rene Guenon'a dair hatıratında ekmeği bölerken ve yemeğe tuz katarken bile hareketlerine ibadet kıymeti verdiğini yazmıştır. Bir önemli hatırlatmayı da Mahmud Erol Kılıç hoca yapmıştır: Guenon, Müslüman olmadan çok önce sufizmle tanışmıştır. Bir nevi, kendisini İslâm'a sufizmle hazırlamıştır. Bu belki de onun hem tesirinin hem de aldığı 'bereket'in yüksek olmasında önemli bir etken olabilir.

Mona A. Tufan, Rene Guenon'u merkeze alarak modern insanın anlam problemini masaya yatırdığı kitabı İnsan, Hakikat ve Anlam'da, evvela modern insanın kim olduğu sorusuna bir cevap arıyor. Bireyci, ilerlemeci, yararcı ve yabancı olan modern insanın; ontolojik, epistemolojik ahlakî problemlerini masaya yatırıyor. Gelenekten, irfandan ve dolayısıyla metafizikten uzağa düşmüş, özüyle arasını açmış olan modern insan, Guenon için "bilimselcilikle rasyonel aklın kalıpları içine girmekte, ahlakçılıkla duygu dünyasını tatmin etmeye çabalamakta"dır. Bu durumda anlamı ve hakikati maddi dünyada aramaktadır. "Gelenek insana hem ilk düşüşle kaybedilen asli mükemmelliğe dönüş imkânı hem de hakikat ve anlamı içinde bulunduran irfanı temin eder. Anlam ve hakikat katmanlıdır. Bu katmanlar insanın melekeleri kuvveden fiile çıktıkça anlaşılır hâle gelir" diyen Mona Tufan, Guenon'un kurucusu olduğu geleneksel ekolün nihai amacını ortaya koyarken, bir şeylere sahip olarak ancak yatay bir biçimde ilerleyen modern insanın, dikey bir biçimde ilerlemesi, yükselmesi için 'olma' konusuna eğilmesi gerektiğini işaret ediyor. İşte, hocasız, mürşitsiz, rehbersiz; tek başına çıkılması mümkün olmayan dikey yolculuk için Guenon'un çözüm olarak sunduğu ve tasavvufta 'intisap' olarak adlandırılmış kavram, 'inisiyasyon'dur: "Guenon düşüncesinde inisiyasyon, Gelenek'in zahirî kısmında değil bâtıni kısmında yer alır ve insanın bilkuvveden bilfiile geçmesini ve kendini gerçekleştirmesini hedefler. Bu hedef iki aşamalıdır. İlk aşama yatay düzlemde Kadim İnsan'ın gerçekleştirilmesini, ikinci aşama ise dikey düzlemde Kâmil İnsan'ın gerçekleştirilmesini içerir. İnsan iki doğumla temsil edilen iki aşamayı gerçekleştirebilmek için ilk olarak zahirî, dinî bir Gelenek'e bağlanmak ve onun gereklerine riayet etmek, ardından bâtıni, inisiyatik bir Gelenek'e bağlanmak ve bu Gelenek'in kendisine sunduğu yol ve yöntemi takip etmekle mümkün olur."

Guenon'a göre bu takibin neticesinde kişinin anlam ve hakikat problemi kalmamaktadır. Bu insan artık kemalat yolunda öze ulaşmış, varlığın anlamını bilip kavramış, "göğün ilhamlarına açık, yeryüzünde tüm varoluş durumlarını anlamlandırma becerisine sahip" bir hâle gelmiş, tasavvufta "en ileri derecede bulunan doğru bilgi" olan hakka’l-yakîn'e ulaşmıştır. Meselenin kritik noktası metafizik arayıştır: "Sahih bir metafizik arayışın olmadığı çabalar, psikolojik düzeyde bazı iyileştirmelere vesile olsa bile, insanın hakikat ve anlam problemi karşısında çözümsüz kalmaya mahkûmdur. Zira problemin temeli olan anlam meselesi bir öz meselesidir ve öze dair bilgi de fenomenal alanı aşkın bir metafiziğe dayanmak zorundadır. Metafizik bilginin oluşla ilgisi yoktur; o, 'varlık'la, ilkeyle ilgilidir."

Mona Tufan, insanın anlam ve hakikat krizini, Rene Guenon'un düşünceleri eşliğinde değerlendiriyor. Gelenekçi ekolün tavrını önceliyor: zihni olabildiğince derine daldırmak, kökten bir değişim sağlamak için özü ortaya çıkarmak ve merkeze Tanrı'yı koymak. İnsan, Hakikat ve Anlam'ı, insanı kendine dair yeniden düşünmeye ve Rene Guenon'un çözümleri eşliğinde irfanî olanla yeniden buluşmaya bir davet olarak okumak mümkün.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

15 Nisan 2021 Perşembe

Kaçacak bir söğüt gölgesi

Oldukça karışık günler geçirdiğimiz bu hararetli dönemimizde, kaçacak bir söğüt gölgesi arıyoruz. Ben de gündemden uzaklaşmak, ama gündemden uzaklaşırken dünyanın acı-tatlı gerçeklerine gözlerimizi yummamak istiyorum. Hem dinlenmek, dinlenirken bir taraftan kendimi doldurmak, kendimi dünyadan tecrit etmemek. Bir taşla birkaç kuş vurmak. Vizelerimi soluksuz beklediğim, raflarımda okunmayı bekleyen tuğla gibi ders kitaplarımın bana göz kırpıp vicdanıma oynadığı şu günlerimde, muhterem Yağız Gönüler beyefendinin vesilesiyle elime aldım Düğümlere Bitişik’i. Şifa oldu benim için.

Çok yeni bir kitap olan Düğümlere Bitişik, bir öykü kitabı efendim. İçinde 15 öykü mevcut bu güzel kitabın. Ve başından sonuna her öykü, okurken yüreğinizin teline vuruyor. Hem bireysel, hem toplumsal pek çok mesaj alıyoruz Düğümlere Bitişik’ten. Kitaptaki özellikle ilk birkaç öyküde, balkan Türklerine özgü ağız hususiyetleri dikkat çekiyor. Bu da öykülere ayrı bir tat, hoş bir rayiha ve çeşni katıyor.

Saldin ayvanları teslim etsin gitti abe kızcagzim, te burdan almazmişler epiciğini.

Te büle ağlanmak ne kaa fenadır! Orada zulüm yoktur bre. Hürriyet vardır.

Merve Sevde Selvi, bazı öykülerde savaşın toplum ve özellikle bireyin hayatı üzerindeki etkisini çok etkileyici bir şekilde işlemiş. Şehit düşen bir askerin eşine yazdığı mektubu okuyorsunuz mesela bir öyküde. Savaşa giden, kurşunlara sadrını açan binlerce askerden birisi. Arkasında bıraktıklarıyla empati kuruyorsunuz. Ve o askerle.

Öykülerin bir kısmında, anne-kadın ve çocuk karakterleri var. Örneğin Üzüm Buğusu adlı öyküde, bebeğini kaybeden, dertlerini dillendiremeyen, acılarla doldurduğu yüreğini boşaltamayan bir anne karakteri yaratılmış. Ben Buralı Değilim adlı öyküde, annesinin ölüsünü gasleden, kendisine sahip çıkmayan bir kocaya verilen bir genç kız karakteri yaratılmış. Bazı öykülerde ise, bireyin tek başına kalmasını, kabuğuna çekilip kendiyle ve hayatındaki insanlarla hesaplaşmalarını okuyoruz. Her öykünün bir karakterinde mutlaka, silik ya da belirgin, kendime ait bir şeyler bulabildiğimi söylemeliyim. Özellikle Şizodüş adlı öyküde, anlatıcı karakterle kendi aramda adeta duygusal bir bağ kurdum.

Öykülerde dikkat çeken çok önemli bir ayrıntı ise şu; bazı öykülerin ikişer ikişer, bir karakterin kurduğu cümleyle ya da daha fazlasıyla birbirine bağlanması. Örneğin, Yol ve Yoldan Gelen öyküleri birbirine bağlantılı olaylardan oluşuyor. Düğümlere Bitişik ve Dağların Çağrısı keza öyle. Üzüm Buğusu ve Bağ Bozumu adlı öykülerin ise, özellikle aynı cümleyi ve bir ismi ihtiva etmekle birbirine bağlanıyor. Yani, özellikle bağlantı cümlesine geldiğinizde, “Evet bu bir önceki öykünün başka bir gözden tekrarıdır,” kararına varıyorsunuz. Bir başka deyişle, yazar öykülerini yazarken karakterler oluşturuyor, ve aynı öyküyü okura farklı bir karakterin gözünden sunuyor, bir karakterin gözünden okuduğunuz öyküyü, bir başka karakterin gözünden okuduğunuzda ufak çaplı bir şok yaşıyorsunuz, bakış açılarına göre iyiyle kötü yer değiştiriyor adeta. Bu konuda Türk edebiyatından bazı örnekler de geldi aklıma, Tomris Uyar Otuzların Kadını’nda art arda öyküleri neşretmiştir, ancak öykü kitabı olarak yayınlanan bu kitap adeta bir roman gibidir, müstakil okunabilecekleri gibi, birbirleriyle ve sıralamalarıyla anlam kazanırlar. Ya da günümüz öykücülerinden Behçet Çelik’te de bunun örneklerini inceden görebiliriz. Düğümlere Bitişik’te bu edebî oyun, adeta somutlaşıyor ve okurken çok hoşa gidecek bir atmosfer yaratıyor.

Tüm kitapta beni en çok vuran öykü olan Bir Yaşam Taslağı'na değinmeden edemeyeceğim, bu öyküde Alzheimer hastası olduğu anlaşılan bir kadının not defterini okuyorsunuz, bence öyküyü vurucu yapan temel şey ise, öykünün gerçek bir not defterinden, gerçek bir el yazısıyla basılmış olması. Hasta her gününü, o gün aldığı ilaçları, yaptıklarını not ediyor, bazen unutup fark etmiyor, günler geçtikçe, yazılar itidalini kaybediyor, derste en arkada oturup kendi kendine sırayı karalayan bir ortaokul talebesinin sıraya karaladığı tabloya benziyor defterin sayfaları, ve son sayfada bir ölüm belgesiyle karşılaşıyorsunuz, yüksek miktarda demans ilacı kullanımından kaynaklı bir ölüm belgesi. Anlaşılan o ki, kadın unutup, ilaçlarını fazla kullanmış ve bu ölümle sonuçlanmış. Tüm kitapta haline en çok üzüldüğüm karakter oldu bu hasta. Sakinleşmek isteyen, bir ilham arayan herkesin, birkaç saatliğine kabuğuna çekilip bir solukta okuyabileceği bir kitap Düğümlere Bitişik. Her satırının ruhunuza dokunmasını ümit ediyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Bir vazgeçiş sanatı: Bartleby sendromu

"Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’ cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.
- Albert Camus

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı sanatçı kılan sanatından vazgeçmesi, sanat olamaz mı peki? “Bartleby Sendromu” diyorlar. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatına. Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dâhi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi haline. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Vazgeçiş; mağlubiyet, bırakış, uzanamayış değildir. Vazgeçebilmek, tıpkı seçmek gibi kudret gerektirir. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer peki?

İnsan yazmaktan, yaratmaktan neden vazgeçer sorusu “insan neden yazar?” sorusuna götürüyor aklı. Yaşamı nükseden bir hastalık gibi geçirenler çok defa yaşamanın tesellisini yazmanın şifasında bulurlar. Sait Faik’in meşhur “Yazmasam deli olacaktım”, Slavoj Zizek’in “Yazmak hayatımı kurtardı” gibi bazı yazma gerekçeleri yazmanın şifacı etkisini gösteriyor. Zizek’te yazmak, intihar erteleyici bir karakteristik de taşır. Bir röportajında şöyle ifade eder: “İntihar edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. Önce onu bitireyim, sonra kendimi öldürürüm. Sonra başka bir yazı sonra başka bir tane. Ve işte hâlâ buradayım.” Bu şifacı etki Cioran’da zirveye çıkar. Ezeli Mağlup’ta “Yazmak olağanüstü bir tesellidir. Daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım, katil olabilirdim. İfade etmek bir kurtuluştur.William Faulkner, yazmak ve yaşam arasındaki gelgitli ilişkiye daha başka bir perspektifle bakar: “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar.” Faulkner bu sözüyle, Oscar Wilde’ın yaşamla yazı münasebetini de izah etmiş olur. Çünkü Wilde dehasını hayatına; yeteneğini yapıtlarına harcadığından bahseder. Andre Gide, Wilde için “Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.” derdi.

Yazmak gerekçeleri ise, yazarların mizacı, üslupları miktarınca çeşitleniyor, başkalaşıyor. Onlardan diğer ikisi Virginia Woolf’u “şimdiki an” hissinden alıp, onu iyileştiren akıntısına sürükleyen, zamanlar arası yolculuk edebilen bir sandal işlevi gören yazısı; diğeri ise tıpkı yapıtlarına benzeyen bir gerekçeyle George Orwell’un yazısı. Orwell, yazarı yazmaya sürükleyen nedenleri dörde ayırıp yazma gerekçelerini şöyle söylüyor: “egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.” Bu bambaşka yazma gerekçeleri arasında ben, yazmak gerekçemi bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras olarak yahut düşlerin yaşamdan intikamı olarak izah ederdim.

Yazma gerekçelerinin varlığı kadar yazarları bekleyen başka tehlikeler de var. Bartleby Sendromu’nun ne kadar tetikleyici olduğu bilinmez ama her iyi yazar “etkilenme endişesi”ne sahip değil midir? Ruhun gücünün alâmeti budur belki: Tesir kudreti. Birinin ruhuna sinmek, öyle bir ruh taşımak ki, muhatabın ruhuna nüfuz etmek. Mevlâna neye talipsen o’sun” der. Katılıyor ve artırıyorum: Neyin tesirinde isen, o’sun. Tesirinde kaldığımız şey kadar ruhumuzu ifşa eden ne var? Tam bu noktada devreye taklidin talihsizliği girer. Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek değil midir? Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o derece trajik olur üstelik.

Tezle değil antitezle başlayan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil “o yazıyorsa/o yapıyorsa/ben de yazarım/ yaparım” diyedir. Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşarlar bu yüzden. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Belki de bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekâyı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor. Napolyontaklit edilemez tek şey” der cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan, cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Özgünlüğünü bir cesaret gibi ortaya koyanlar için de geçerli bu, özgünlük cesareti taklit edilemiyor.

Konuşmak ve susmak arasındaki münasebet, yazmak ve okumak ilişkisine de münasip düşüyor. Boş konuşmak gibi yersiz düşüyor bazen yazmak ve bilge bir susuşa benziyor okumak. Okumanın pasif, yazmanın aktif bir hâl sanılması büyük bir yanılgı. İyi okumayı vasat yazmaya yeğleyen bir eşik vardır; orası yazmak, var olmak, yazarak var olmak hevesine galip gelir. İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor. İyi ve eski bir kitap; vasat olan yenisini, fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçebiliyor. Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi. Yapamıyorsa neden var olsun ki? Neden yazılsın ki?

Moby Dick’ten de tanıdığımız Herman Melville’in kitabı Kâtip Bartleby; “yapmamayı tercih eden”, eylememeyi eylemi edinen kahramanından alır adını. Bartleby’in pasif direnişi, altında çalıştığı “efendisine” tabi olmayacak kadar minnet etmeyişi de beraberinde getirir. Bu yüzden kitaptaki Bartleby’in işvereni olan anlatıcı ses, bu pasif direniş karşısında iktidarını sorgular ve çok defa mağlup olur. Fakat Kâtip Bartleby’in hayır deme cüreti bir zafer meydana getirmez. Kahramanımızın “solgunca, derli toplu, acınacak ölçüde saygıdeğer, iflah olmaz derecede hüzünlü” mizacına benzer yaşamı da. Eylememeyi eylem edinen Bartleby’in varlığı da yokluk görünümünde olur. Ölümünden sonra hakkında ulaşılan tek cümlelik biyografisi dahi şaibelidir: “Bir zamanlar Washington’da Ölü Mektupları Dairesinde çalışan yardımcı bir kâtip.” Otuzlu yaşlarında yazmayı bırakan Melville, kalan ömrünü New York’ta büro işleri yaparak geçirir. Belki de Kâtip Bartleby ondan başkası değildir.

Yirmili yaşlarda ilk romanını yazdığında keşfedilmeyen, yarım asır sonra ancak fark edilen, tanındığı için sonsuza dek unutulmak isteyen Henry Roth; sanatın aptallık olduğunu iddia eden, ardından yaşamın da öyle olduğunu düşünmüş olacak ki intihar etmiş Jacques Vache; artık kitap yazılamayacağına inanan, tüm kitapların ciltlere dönüşene değin şişirilen dipnotlardan başka bir şey olmadığını savunan Bobi Bazlen; 1956’da Nobel Edebiyat ödülünü almasına rağmen en iyi yapıtını, yapıtlarından pişman olması olarak tanımlayan Juan Ramon Jimenez; artık yazmak istemeyen, son isteği yazılarının yakılması olan ve onu tanıyışımızı dostunun (Max Brod) sözünde durmayışına borçlu olduğumuz Franz Kafka; otuzuna varmadan yazmayı bırakan, eserlerini beğenmeyip kendini yazmaya değil, yaşamaya adayıp dünyayı keşfeden Arthur Rimbaud; diğer kitaplardan, felsefe kitaplarından bambaşka bir kitap yazmaya tutkusu olan, tutkusu yaşamına sığmayan Ludwig Wittgenstein ve Goethe’nin şiirlerinin “Züleyha” sesi Marianne Jung.

Vazgeçişleri sınanma kaygısı, mağlubiyet korkusuna yoracak belki bazıları. Bu listenin gerçek halini asla bilemeyecek, sonunu ise asla kestiremeyeceğiz. Ve muhteşem bir tezatla, yok olmak istedikçe onlar, onları daha çok var edeceğiz. Dünya, tarihe adını “en iyi” olarak geçirenlerin gerçekten en iyi olanlar olduğunu asla ispat edemeyecek. İddia edecek sadece. Sıfatların gerçek sahiplerini asla bilemeyeceğiz. Fakat sıfatların gerçek sahiplerinin duyduğumuz isimler olmadığı bilgisini, onlar sayesinde bileceğiz.

Zeynep Merdan
twitter.com/kesfsever
* Bu yazı daha önce Sabit Fikir dergisinde "Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu" ismiyle yayınlanmıştır.

14 Nisan 2021 Çarşamba

Anadolu'nun kurgulanmamış tarihi: Neşet Ertaş

"Sana tarif eder özün'
İyiyi kötüyü görür gözün
Bu Garib'in acı sözün'
Sıradan bir söz sayma sakın."
- Neşet Ertaş, Aldanıp Şeytan Sözüne

Bize bırakılan miras içinde her an parıldamaya hazır ama çoğu zaman üzeri tozla kaplı duran bir hazine var: müziğimiz. O hazineye ulaşıp bir kez olsun üzerindeki tozu temizleyip kapağını açtığımızda, özümüzle karşılaşacağımız kesindir. Müziğimiz bizi yanıltmaz, bizi bekletmez, oyalamaz, zaman çalmaz, bizi bizden uzaklaştırmaz. Bu coğrafyada var oluşumuzun en otantik hâlidir seslerimiz, sözlerimiz. Gücünü kimi zaman şiirden alır, kimi zaman topraktan. Ruhunu insandan almıştır. İnsanın ruhunu Hakk'tan aldığı düşünülürse, müziğimiz metafizik bağlamda incelenmesi gerekir. Söylenen değil yakılan bir şey olan türkülerimize işte tam da bu nedenle hikmet nazarından bakılması gerekir. Bu gereklilikleri vurgulamak, çağın yaşayanlarına göstermek düşünen kimselerin üzerinde bir vazifedir. Türkünün Ötesi: Neşet Ertaş'ta Dursun Çiçek, tıpkı daha önce dağlara baktığı gibi, Neşet Ertaş'ın sürdüğü geleneğin izini takip ederek; müziğimize, sazımıza, sözümüze, türkülerimize de felsefî bir gözle bakıyor. Bu bakış oldukça cesur ve yürekli bir bakış. 

Dursun Çiçek, kitabın peşrev "Türküler neyi çığırır?" diye soruyor. Bu oldukça önemli olan soru, coğrafyamızın psikolojisinden sanatına, inancından sosyolojisine, kısacası hikâyesine temas ediyor. Bizim hikâyemizi bize ancak, bizden çıkmış olan şeyler söylüyor. Türküler, bu coğrafyanın hikâyesidir, özüdür, sözüdür. Türkülere uzak durarak insanımızı, insanımızın eşyayla olan irtibatını, gelenek ve görenek dünyasını, varoluş çabasını kavrayamayız. Türkülere ne kadar yakınlaşırsak, hikâyemizi daha esaslı biçimde anlarız. Türküler bir düşünme, yazma, anlatma neticesinde ortaya çıkmıştır. Derdi bitmediği gibi hikâyesi de bitmez. Esas olan yolculuktur türkülerde ve bu yolculuk, bir yerden bir yere gidilerek yapılandan çok daha ötesidir. Bir ruh yolculuğudur. Derdiyle, neşesiyle, kederiyle, gamıyla, elemiyle, yâriyle, anasıyla, babasıyla, evladıyla, hüznüyle, coşkusuyla, tebessümüyle, tefekkürüyle...

Tutuşarak söylenir, yakılarak anlatılır, yanarak anlaşılır türkülerimiz. Büyük yürekler, büyük sesler, büyük sözler, türküleri bir vasıta edinerek fani hayatlarını anlamlandırır, baki olan hayata geçmeden evvel nice gönülleri tutuştururlar. Bir gönül bir defa tutuştu mu artık sırrın lezzetini tadar. Bu öyle bir lezzettir ki hakikat bağının bülbülleriyle haşr-neşr cilveleri yaşanır. Neşet Ertaş, hakikat bağının bir bülbülüdür. Gönül kelimesini en doğru, en güzel biçimde telaffuz edişi, hakikat bağından tattığı sırla ilgilidir. Gönül deyip geçmemelidir. Onun kendi gönlünü keşfediş öyküsünde birçok mihenk taşı var. O taşları Dursun Çiçek anlatıyor, okuyucu sık sık nefeslenme ihtiyacı duyuyor. Kah durarak, kah not alarak, kah bir tütün sararak yahut türkü çığırarak. Derviş, demir leblebi yutmaya talip olandır. Neşet Ertaş'ı tanımak da bu anlamda kolay değildir. Çiçek, Neşet Baba'yı tanımak için mutlaka Muharrem Usta durağına da uğranılması gerektiğini söylüyor. O Muharrem Usta ki oğlunun sazına, sözüne, tavrına yön veren, ona ad veren bir baba: "Neşet Ertaş türküler vermeye başladığı dönemde, türkülerini fark eden babası 'Adını türkülerde diyor musun?' diye sorduğunda Neşet sorar 'Ne diyeyim?' diye. Muharrem Usta da 'Garip de oğlum, bize garip derler' der."

Gariplik kolay mı? Biz garip denince sadece mağdur, mazlum birini düşlüyoruz. Halbuki sadece o kadar mı? Neşet Ertaş, anacığını çocuk yaşta kaybediyor. Onca çocuk, babanın etrafında döne döne anasını yakarıyor. Ana aranmaz mı? Cüceloğullarından Doğan'ın -ki o da bir gönül eridir- "Annen yok, kimsen yok" sözü unutulmamalı. Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin garibi, hiç kolay olmayan bir ömür yolculuğu yaşadığı için varlıkla bir yakınlık kurmuyor asla. Onun gönlü hep gariplerle tutuşuyor, kalbi hep garip olanlarla atıyor. Eline her geçeni paylaşması bundan, kul hakkına düşkünlüğü bundan, insanı yüce görmesi bundan. Mahsuni Şerif'in bir hatırasıdır: Konser organizatörü Mahsuni'nin parasını vermez, Neşet'in parasını verip kaçar. Bunun üzerine Neşet, kendisine verilen paranın yarısını Mahsuni'ye verir, geriye kalan yarısını da diğerleriyle bölüşür. "Bizzat ben Almanya'da kazandığı paraların önemli bir kısmını, akrabası bile olmayan kimi insanlara nasıl gönderdiğini çok yakından biliyorum" diyor Çiçek. Dolayısıyla onun türkü yakması, tam manasıyla bir gönül işi, alışveriş değil. Bu sebeple düğün çalmayı hep çok severmiş. Orada, insanların en mutlu gününde, onların coşkusuna ortak olmak, her şeyden öte Neşet Ertaş için. Çünkü kainatın sebebi muhabbet, insana en kutlu emanet muhabbet, varlığın bereketi muhabbet: "Muhabbettir yerin göğün direği / aşkı olmayanın yanmaz yüreği / muhabbetinen yakın eder ırağı / Hak muhabbettendir muhabbet Hak'tan."

Neşet Ertaş hiç isteyenlerden olmamış. Yaşamı boyunca istemeyi bilememiş, öğrenmemiş. Kendisine geleni de dağıtıp paylaşmış. Bir bedel karşılığında saz çalmayı benimsememiş. Sevgi ve aşk var ise, saz da varmış söz de. Gönlü yanana su, başı düşene omuz. "Perdeyi kaldıran sevgidir sevgi" demesi bundan. Mutluluk, onun ömründe erişilecek bir makam, konaklanacak bir yer değil. Halkla beraberse mesele yok. Çünkü gönlünde hiç sönmeyen bir ateş var. Ananın hasreti var, yârin hasreti var. En uzaktakiyle bütünleşme, en yakındakiyle halleşme arasındaki derdi bizim kavramamız çok zor. Böyle bir insanın halkla arasına girmek şüphe yok ki büyük vebal. Bayram Bilge Tokel, işte bu vebali önlemek için çabalamış bir gönül. Giderek küskünleşen, kendini bir kenara çeken, memleket hasretine boyanan Neşet'i yeniden ayağa kaldırıyor. Neşet'in en büyük derdinin halkla arasındaki mesafe olduğunu biliyor. Dursun Çiçek anlatıyor: "Garibe mutlu musun diye sorulmaz ama 'Ustam mutlu musun, muradını almadın biliyorum ama nasılsın?' dedim. 'Bize düşen şükürdür. Garipliğimin en yangın olduğu zamanda bile hep şükrettim. Benim bazen türkülerime yansıyan sitemlerim, karşı çıkışlarım insanadır niye Hakk'a olsun. Hak âdil yaratır âdil verir ama insan açgözlüdür, bozar, yıkar. Dünyada var mı ki muradın alan? İnsan dünyada mutlu olamaz. Bunun için gelmedi zaten dünyaya. İnsan Hak'tan geldiğinden beri hep hüzünlüdür, ağlar sızlar zaten. Bizimki de öyle işte... Lakin Hak'tan ayrı olmanın hüznüne bir de bizi halktan ayıranların hüznü eklenince çekilmiyor dünya. Hak'tan ayrılığın acısı insan çeker, tahammül gösterir lakin halktan ayrılığın acısı çok zor."

Her saz çalan 'datlı' çalamaz Neşet Baba'ya göre. Yâr aşkının yürekte nâr olması gerekir evvela. Kelam kıymetlidir, kıymetli olduğu kadar da tehlikelidir. "Dilin Farsçadaki karşılığı zebândır. Cehennemin bekçilerine zebânî denmesi tesadüf değildir çünkü dil, bilmeyenlerin elinde keskin bir kılıç gibidir. Şifa bulmaz yaralar açabilir." der Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu'nda. Kelam gönülden dile, dilden kulağa... Kulak, çok önemli bir müşteridir bu anlamda. Neye talip olduğunu bilecek, hislerine güvenecek, her duyduğuna düzel demeyecek, iyi süzecek, bir filtre sistemi olacak. İşte burada filtre, tevhiddir, birliktir. Cümle yaratılmışı bir düşünmektir. Neşet Ertaş'ın sazıyla, sözüyle yaptığı budur. Dursun Çiçek'in tasavvufun ne olduğunu özetlediği harikulade ifadesiyle  "Her şey O'ndandır, her şey O'dur ama hiçbir şey O değildir" sırrına kavuşanlar, durmaz yanarlar. Hakk'tan söylerler, Hakk'ı söylerler. Muhabbet onların yakıtıdır. O yakıtın bitmesi mümkün mü? Saz da söz de birer araçtır işin sonunda. Kitaptaki şu ifadelere dikkat buyurun: "Âşık mâşukuna kavuşamadığı zaman gönlünü çöl yapar ve Mecnun olur. Ya da gönül dağını delmeye çalışan Ferhat olur. Kimi zaman da yüreğinin alevinde yanan Kerem olur... Bir süre sonra Mecnun çölde Leyla'nın aslını bulur, Ferhat dağlanır, Kerem yanan bir ateş olur. Biri çölün, biri dağın, öbürü de ateşin hakikatine ulaşır. Bakarlar ki Leyla, Şirin, Aslı birer vasıtadır hakikate ulaşmak için. Her şey aynılaşır burada artık. Çünkü varlık yekpareleşir ve Bir'in aşkına çırpınan bir hâl çıkar ortaya..."

Kendini bilme yolculuğunun garibiydi Neşet Ertaş. O garipliğini sazıyla sözüyle yaptı, gönüllerden gönüllere bozlak olup yağdı, nice sırları türkülerine taşıdı ve öylece gitti. "Bana öldü demeyin, yoruldu gitti deyin" sözü, "insan ölür ama ruhu ölmez" sözünün şerhi gibidir. Âşıklar ölmez, mekân değiştirirler. Neşet Ertaş'ın hâlâ aramızda olmasının başka bir açıklaması var mı? Ne zaman başımız sıkışsa, yanı başımızda. Bizimle ağlıyor, bizimle gülüyor, bizi dinleyip bize söylüyor, hâlâ... 

Neşet Ertaş'ı anlamadan türkülerini anlamak mümkün değil. Dursun Çiçek bu gayretle ortaya koymuş kitabını. Türkülerimize felsefî bir bakış atarak oldukça önemli bir eksikliği tamam etmiş. Bir garibin gönlünden, bin duyguya anlam vermiş...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Nisan 2021 Pazartesi

Zor zamanlarda farklı pencerelerden nefes almak

İnsan iz sürmek için dünyadadır. Ruhuna üflenen hakikatin ardı sıra günlerini tüketmek için buradadır ve neyin peşinde ise sonunda ona dönüşecek olandır. Peki, senin peşinde olduğun gerçeklik nedir? Dünya sürgününde hangi kömürün kahrını çekip sonunda hangi elmasa kavuşmayı arzuluyorsun? Ve kavuştuğun elmas sahiden de çektiğin çileye, harcadın günlere karşılık gelecek mi?

Gökhan Ergür, İnsaniyet Namına adlı kitabında hayallerden çok gerçeklere dokunarak insanların yalnızlıklarını, çocukluklarını, sokakları, kenarda kalmış hayatları anlatıyor. Bir ayna gibi bizlere kendi duygularımızı yansıtıyor. Öyle ki okunan her yazıda kendi hikayemizi bulduğumuz bir kitap oluyor İnsaniyet Namına. Özellikle yazarın samimi dili bunu en derinden hissetmemize vesile oluyorken “bak işte evet ben de böyle yaşamıştım”, “ben de böyle hissetmiştim” dememizi sağlıyor.

Kitap ilk olarak “Neden Âşık Olmalıyız?” yazısı ile başlıyor ve “Terzi Baba”, “Annesiz Evler”, “Galip’tir Bu Yolda Mağlup” yazılarıyla devam ediyor. Tabii birinci bölümde yani “Yara” olan kısımda sadece bahsettiğim bu yazılar yok. Yazar daha birçok konunun üzerinde durmuş. İnsanların kırgınlıklarını, hüzünlerini, buruk tebessümlerini çeşitli mısralarla yazıya dökmüş... Fakat benim sizinle paylaşmak istediğim Galip’tir Bu Yolda Mağlup yazısı: “Kalıba vursan en az üç adam eder Galip, gözlerine baksanız gözlerinin siyahına şaşırır, kalbini açsanız bu kadar acıyla hâlâ nasıl yaşadığını anlayamazsınız.". "Ana baba sesi duymadım ömrü hayatım boyunca," der sürekli, henüz iki yaşında bir trafik kazasında kaybeder anne, baba ve bir de ağabeyini ama kendisi sağ çıkar araçtan, daha görecek çok günü vardır belli ki.

Gel zaman git zaman Galip, bir gece vakti evine dönerken sarhoş bir sürücünün kurbanı olur. Öldü, ölecek derken yeniden gözlerini açar dünyaya ama artık üzerinde duracağı iki bacağı yoktur. Demin de söyledik ya, dünyada görecek günü çoktur.

Yağmurlu bir nisan gecesi Galip eve döndüğünde okuldan dönmüş kızlarını çekyat üzerinde uyuyakalmış buluyor, evi arayıp tarıyor fakat eşi yok, telefonu da kapalı. Aynanın önünde bir mektup gözüne ilişiyor, beş kelimelik: "Beni sakın arama Galip, bitti." Sonraları karşı komşudan öğreniyoruz ki Sevda Abla çocuklarına "yarım saate" dönerim deyip elinde bavuluyla Edirne plakalı kırmızı bir arabaya binip gitmiş. Gidiş o gidiş. Galip'i üzgün gördüğümüz zamanlar birkaç kere, "Hadi ağabey, gidelim Edirne'ye bulalım Sevda Abla'yı, bir canımız var zaten," dedik birkaç kere ama her seferinde, "Biraz gururlu olun," diyerek tersledi bizi.

Zor zamanlarda nefsin değil izzetinefsin kalesine sığınmalı insan. Yokluk, zorluk elbet geçer; unutulur. Fakat o günlerde takındığımız tavır ömür boyu bizimle anılır.

Derken kahvenin kapısı hızla açıldı ve Bitirim Halil hemen siyah beyaz beresini çıkartıp Galip'in yanına koştu: "Galip Abi, Sevda Abla geldi, sizi sordu, ben de koştum buraya geldim, sana haber vermeye. Galip'in gözleri ışıldadı ve "tura" diye bağırdı birden. Evet, Galip, tura, hep kara yazı değil ya, biraz da tura...

Galip’in hayatı o kadar ibret vericiydi ki... İster istemez “insan nasıl olur da bunca ağır imtihandan sonra ayakta durabilir?” sorusunu aklıma getirdi. Tabii bu sorunun tek bir cevabı vardı o da “inanç”...

İnsanın inancı olmadığı zaman, değil en büyük imtihana, en küçük imtihana bile dayanamazdı. Şayet bir kum tanesi gibi dağılırdı. Fakat Galip, gönlündeki inancıyla ve gösterdiği sabırla Rabbinden gelen bir lütuf ile hikayesini mesut bir sonla bitirmiş ve hayatın ona borçlu olduğu mutlu bir ana sonunda kucak açarak kavuşmuş.

Kitabın diğer kısmı yani “Şifa” olan bölümde ise günümüze dair problemlerin çözümleri üzerinde durulmuş. Örneğin şu yazıda olduğu gibi: Ruhumuz dijital bir çöplükte can çekişiyor: “Toplum olarak hepimiz durması, yavaşlaması ve sakinleşmesi gerekiyor. Sürekli hareket halindeyiz ve sabitliği olumsuz bir şey olarak nitelendirmekteyiz. Anlık tatmin tutkumuz sebebiyle bekleme yetimizi ne yazık ki kaybettik. Oysa beklemek kabul ediştir, başına gelecek olanı sevmek ve razı gelmektir.

Yazar, psikolojiye hakim olarak insanların çocukluk ve yetişkinlik dönemine dair hayat yolculuğunda yön gösterirken ruhumuza da şifa oluyor. Dünyaya farklı pencerelerden bakmamıza ve zor zamanlarda nefes almamıza vesile oluyor. Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

"Utanmanın ayıp ve garip sayıldığı bir çağdayız. “Kendine güvenmelisin” sloganlarıyla çevrildiğimiz bu zamanda, kendine güvenmek yerine Rabbine güvenmeyi seçen taraftayız."

"Yeter ki sevmeyi bilin, ruhunuzun pencerelerini haftalık da olsa açıp havalandırın, baharın temiz rüyaları içinizde dolaşsın, serçe seslerine kulak verin, bulutların o çocuksu telaşına gülümseyin ve mutsuzluklara karşı zoraki de olsa tebessümler biriktirin ve umut edin."

"Çiçeğin olduğu yerde kötülük olmaz, birilerine çiçek hediye eden ya da saksıda çiçek büyüten insanlar kötülük bilmez."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_