27 Nisan 2021 Salı

İstanbul medeniyetinin itibarlı ve zarif zamanları

"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar,
Düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar."
- Behçet Kemâl Çağlar, Kalamış

İstanbul'u ne gezmeye ne okumaya doyum olmaz. Bu öyle bir hasrettir ve öyle bir sevgidir ki ruha sanki bezm-i elestte üflenmiş, o ruh da, yalnız İstanbul'u gezmekle ve İstanbul'u okumakla hasretini dindirmiş, sevgisini kuvvetlendirmiş. Uzun bir süredir pandemi sebebiyle İstanbullular şehirlerini gezemiyorlar, iklimi yaşayamıyorlar. Belki de bu süreç, bir şeylerin kıymetini yeniden idrak etmek için bir işarettir. "Arife bir işaret yeter" denmiş. Elbette tarifin hiç de gerek olmadığı arif, hâlden anlar. Ne yazık o arifler de kuytu köşelerinde, hüzünlü sessizlikleriyle izliyorlar İstanbul'u. Böylece İstanbullu, şehrinin tutkunu olan kimseler de yalnız, yapayalnız günler geçiriyor. Bir yol arıyor şehriyle bütünleşebilmek için yeniden.

Kitaplar olmadan şehir hasreti, şehir sevgisi, yani şuurlu yaşamak meselesi kendine konacak bir yer bulamıyor. İstanbul'a dair yazılmış o güzel sayfalar eşliğinde okunan eski zamanlar, mazideki yapraklar, şehrine vefalı kimselerin yüreğine su serpiyor. Kıyamete kadar da bu, böyle olacak gibi görünüyor çünkü şehirlere verdiğimiz zararı telafi edemeyeceğimiz zamanlardayız. Artık ulaştığımız yerin geri dönüşü yok. Asfalta ve betona verilen kıymet; eski eserlere ve doğaya verilmedi. Plazalara, sitelere, tek tip binalara gösterilen hürmet; tarihi mahallelere, sokaklara ve hatta çeşmelere, sebillere, tekkelere, türbelere, kısacası bize emanet edilen mirasa gösterilmedi. Bir şey oldu ve biz yaşadığımız şehirden koptuk, koparıldık. Bunu en çok da biz istedik. Daha rahat, konforlu, güvenli ve sağlıklı yaşayacağımızı zannettik ve böylece İstanbul'u kendi ellerimizle, tabiri caizse, mahvettik. Şimdilerde onu yeniden 'iyileştirme'nin yolları aranıyor. Bu mümkün görünmüyor. Birçok İstanbul âşığı da şifasını, çoğu zaman olduğu gibi, sokaklarda değil kitaplarda arıyor. Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları, Yahya Kemal'in Aziz İstanbul'u, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları gibi Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri de işte bu kitaplardan biri, belki de en nadidesi, en şifalısı. Tıpkı Ahmed Yüksel Özemre'nin, kitabın dördüncü baskısı için yazdığı "İstanbul Tiryâkiliği" serlevhalı takrîzinde buyurduğu gibi: "İstanbul, ehlini meczup kılan bir 'maraz'dır. Bu marazın ise kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta 'plasebo' ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul 'hasta'sını sadece ve sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur."

1952 yılında neşredilen İstanbul Geceleri, bir medeniyeti vücûda getirenlerin hikâyesi. Hikâye dediysem; öyle edebî anlamda bir roman ya da hikâye değil. Neşredildiği yılı göz önünde bulundurarak, ondan en az kırk sene evvelki İstanbul'un şahsiyeti, manevî hüviyeti, cemiyet hayatı, gelenek ve görenekleri, Türk sanatını zirveleştiren yapıları, zevkleri, meyilleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, faziletleri, görgüleri, noksanları, mûsıkî ahengi üzerine, Sâmiha Ayverdi'nin zuhurata tabi olarak istikamet çizdiği bir denemeler bütünü. Eski İstanbul'a bakışla başlayan eserde okuyucuları şöyle bir rota bekliyor: Şehzâdebaşı, Beyazıt, Süleymâniye, Sandıkburnu, Aksaray, Tavukpazarı, Çırpıcı, Çarşamba, Haliç, Beyoğlu, Boğaziçi, Adalar - Kadıköyü, Üsküdar - Salacak, Çamlıca. Ayverdi, rotayı önceden belirlememiş. Bazen bir semti, geçmişini ve insanları anlatırken yaşadığı duygularla, o semte uzak olan bir yerden de ilerleyebiliyor. Tarihin saklı hazinelerini birbirine zincir gibi bağlıyor. Bu zincir bizlere İstanbul'u sevmenin ne olduğunu hatırlatıyor: "İstanbul tiryakiliği... buna insaflı olup da İstanbul hastalığı desek de olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden bir İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanı afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divânesidir."

Ayverdi'ye göre İstanbul'a çarpan tokatlardan en sert olanı, önce aileye isabet etmiştir. Bu aile, hem İstanbul'u hem de onun temsil ettiği medeniyeti ayakta tutan yegane birlikken, önce parçalanmıştır, sonra da dağılıp yok olmuştur. Böylece evlerde başlayan hassasiyet kaybı, mahalleyi ve şehri içine alarak bir medeniyetin kendi gibi büyük bir deprem yaşamasına sebep olmuştur. "İmanına taassup, zevkine taklit, mertliğine kahpelik, doğruluğuna hile, efendiliğine dalkavukluk, gururuna sünepelik, kazancına bezirganlık, hasbîliğine menfaat, bir illet gibi bulaşmaya başlayıp, bu illeti şifalandırmak isteyenlerin de başlarını gene şahsi kaygılarla illetlenmiş korkunç bir menfaat endişesi kese kese İstanbul medeniyeti göçtü. Evet göçüp gitti." der Ayverdi. Bu durumda İstanbul sevdalılarının elinde ne sadece mazinin sayfalarının kaldığı söyler. Çünkü insanoğlu bugününe ne getirdiyse geçmişinden getirmiştir. O güzellikleri yeniden bulup ortaya çıkarmak, hiç değilse onlar hakkında bir çift kelam edip yazmak için "çöplükte eşinip artıklarla azıklanmak isteyen aç horozlar gibi, viranelere, tozlu ve unutulmuş sandık diplerine, yüzüne bakılmayan musandıralara, yük ve dolap köşelerine başvurmaktan başka çare bulamaz olmuşlardır" ona göre. Fuzûlî'nin aşk ile heyecanlarını, Nedîm’in saz ve söz bahçelerini, Şeyh Galib'in güneşin doğuşunu, Yahya Kemal'in zevk çerağını uyandırdığı İstanbul'da maddeden geriye bir şey kalmamıştır, manadan bahsetmek de zordur artık. Keza mana, herkesin önemsediği bir şey de değildir ne yazık ki: "İnsan oğluna manadan söz açmak, kışı yaza çevirmekten de zordur. Çünkü mana düğümü, bir yürek yanığı, bir derinden taşan iman, bir yatışmaz vecd olmadan çözülemez vesselam" sözleriyle Sâmiha Ayverdi, kendi düşünceki İstanbul sokaklarını, o sokaklarda gezinen insanların görünür ve görünmez hayatlarını anlatmaya başlar.

Şehri ve şehrin insanını anlatırken onun manevî âlemini dolduran, yani onu yaşatan değerlerden bahseder daha çok Sâmiha Ayverdi. Gözün bakmaya değil görmeye, gönlün cefayı da sefayı da çekmeye, kulakların hakikati işitmeye talip olduğu o zamanlarda Türk hayatı başkadır, bambaşka. Bir kere eski zamanlarda kendine mahsus bir ahenk vardır. O ahenk, dikkat ve emekle işlenmiştir. Böylece layık olduğu ilgiyi görür, korunur ve yaşatılır. O ahengin içini dolduran yegane mücevher, imandır, iman ışığı. Kimseyi rahatsız etmeyen fakat herkese nefes olan. Böylece "eskiler" denen o hiç eskimezler; avlulardan kaldırımlara, meydanlardan bahçelere, sandallardan tekkelere kadar insan olmaklığın temel gayesini sunar çevresine. Bu gaye, gayrettir. Sevmeye, paylaşmaya, yaşamaya dair bir gayret. Bugün geldiğimiz yer ise, o yerden çok uzakta olmaktan ziyade, bulunamaz ve görünemez durumdadır: "Ne yazık ki bu yoldaki zenginliğine cihanın erişemeyeceği biz, kapalı kaldığı altın hazinesinin içinde açlıktan kıvranan adam gibi, varlık içinde yokluğun ıztırabı ile inliyoruz."

Eski İstanbul'un insanını bugünden ayıran özelliklerin altını özellikle çizer Ayverdi. Çünkü o özellikler, bize neyi kaybettiğimize hatırlatır. Bunlardan biri de günümüzde yerinde yeller esen selamlaşmadır. "Aranızda selâmı yayın" öğüdü, hadlerin aşılması ve yerini kibre bırakmasıyla bir külfet gibi görülmeye başlanmıştır. "O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî muhabbet ve aşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen rastgele bir simaya cömert bir yakınlıkla bakar ve 'selamün aleyküm' derdi. Mimarisi ne basit, esası ve örgüsü ne sağlam bir köprü... topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement..." diye özetler Ayverdi, bu asırlık geleneği. "Bir sevgi sebebiyle dünyaya gelmiş olan insan" için en sıradan gibi görünen ama en sıra dışı dillerden biridir selamlaşma. "Gelin tannış olalım / işi kolay kılalım / sevelim sevilelim / dünya kimseye kalmaz" düşüncesinin, vücut bulmuş hâlidir. Zamanla otomatikleşen insan, selamı bir alışkanlık olarak bile devam ettirememiştir. Çünkü: "O zamanlar bir zamandı ki, ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlardan inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı."

Ayverdi, zamanın her şeyi yaşatmayacak olan zalimliğinin farkındadır. Maziyi olduğu gibi yaşamak elbette ki mümkün değildir. Cemiyetler, tabiatlar değişecektir, yenilenecektir, ölüp dirilme hep olacaktır. Ancak geçmiş zamana savaş açmak da akıl dışıdır. Geçmişle olan münasebet ve aşinalıklar insanı yaşatır. "Çünkü bugünkü gün, dünkü günün yuvarlana yuvarlana şu zamana gelişinin oldurduğu bir keyfiyettir" der ve "Biz geçmişimizin meyvesiyiz. Şu halde insan oğlunun çimene çiçeğe, dağa bayıra olan muhabbeti, nasıl anasırının ceddi olan tabiatla akrabalığına bir delil ise, mazi ile alış veriş, muhabbet ve alaka da aynı tecelliyi mana planında gösteren bir başka bağlantıdan gayrı ne olabilir?" diye sorar. Harikulade bir sorudur bu. Asırlık Türk zevkini oluşturan ve İstanbul'u kuran, kuşatan 'muhabbetli tenkit'in bir numunesidir.

Bugün belki de eksikliğini en çok hissettiğimiz şeyin kitabıdır İstanbul Geceleri. Eleştirinin de sevginin de muhabbetli olanına duyulan hasretin kitabı. Ama evvela, İstanbul'a ve onun insanına olan hasretin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder