29 Haziran 2021 Salı

Sevincini bulmak ama nasıl?

Mustafa Kutlu’nun son hikâyelerinden olan Sevincini Bulmak, esasında iki arkadaşı eksen alır. Onlar üzerinden geriye dönüş tekniği ile diğer karakterler tanıtılır. Hikâyemiz lisede kitaplar aracılığıyla tanışmış Suna ve Elif’in dostluklarını, hayal kırıklarını, acılarını, mutluluklarını ve iç yolculuklarını işler. Kitap iç içe geçmiş öyküleri bünyesinde barındırır. Kendi başlarına ele alındığında her karakter bir hikâyedir. Yazar ise, Suna dışında diğer karakterleri üstünkörü sunar okuyucuya. Farklı anlatım tarzlarını bünyesinde barındıran Sevincini Bulmak kesinlikle okuyucusundan entelektüel birikim ister. Edebiyattan ve yakın tarihi bilgiden yoksun olanların anlamakta zorlanacağı bir eserdir. Suna ve Elif üzerinden ilerleyen eserde geçmişe giderek aileleri tanıtılır.

Suna’nın dedesi Sefer ekonomik sıkıntılar sebebiyle köyden İstanbul’a göç eder. Askerlik arkadaşının yardımıyla maddi anlamda güçlenince eşini ve çocuklarını da getirtir. Fıstıkağacı’na yerleşirler. Yazar, Fıstıkağacı semti üzerinden Anadolu’dan gelen göçler ile büyük şehirlerin değişen çehresini sorgular ve değişimin kaçınılmaz olduğunu kabul ederken “hangi değişim” diyerek okuyucuyu düşündürür. Müteahhitlerin buldukları tüm ahşap evleri yıkıp yerine betonlar diktikleri değişim mi? Yoksa ilerleme ve ferahın olduğu değişim mi?

Kutlu, mahalle kültürünü “mahalle medeniyet ile kültürün, milletin asırlar içinde süzüp aldığı İlkelere, tecrübeye, acı ve sevince, ahlaka, mimari ve estetiğe, adalet ve merhamete, hizmet ve hürmete, devlet ile münasebete dayanan bağımsız bir birim idi.” diyerek açıklar. Bireyselliğin esas alındığı beton dünyasında mahalle kültürünün yerini AVM ve siteler, horozdan korkan çocuklar almıştır. Tüketim toplumunun sonucu doyumsuzluk ve onun da getirisi depresyondur der.

Harun, Sefer’in oğludur. Babasından kendisine kalan ahşap evde eşi Lamia ile yaşar. Harun’un vefatından sonra müteahhitlerin ısrarına dayanamayan Lamia, Harun apartmanın kurulmasına izin verir. Suna, tarih öğretmeni babası, edebiyat öğretmeni annesi, ninesi Kevser Hanım ve ablası Sevim ile bu apartmanda yaşar. Erken yaşta babası vefat eder. Dedesi Harun Efendi’nin adını alan Harun apartmanında dört kadın hayatlarına devam ederler.

Elif ise, küçük yaşta annesini kaybeder. Lisede Suna ile tanışırlar. Üniversitede Sanat Tarihi okur. 28 Şubat döneminde başörtülü kızların yanında yer alan Elif, Serdar ile evlenir. Serdar’ın iş hayatına atıldıktan sonraki değişimi sonucu boşanırlar. Elif kızı Nilüfer ile hayatına devam eder. Elif’in durumuna yazar fazla eğilmeden oldubitti şeklinde anlatır. Elif’in boşanma süreci, eşinin değişimi, kızı ile kuşak farkı başlı başına bir hikâyeyi bünyesinde barındırır esasen.

Suna, Yeni Türk edebiyatı alanında doçent olup Ahmet Hamdi Tanpınar hayranıdır. Tanpınar sempozyumunda tanıştığı Ali Balkan’la evlenir bu evlilik her ikisi içinde kendilerini arama sürecinin bir devamıdır. Ruhsal olarak boşlukta olan karakterlerimiz evlilikle beraber yoldaş olurlar. Bu yoldaşlık kendi doğal ortamından çıkmakta zorlanan Ali Balkan’ın Suna’dan ayrılması ile biter. Bu durum karşısında boşluğa düşen Suna üniversitenin yozlaşmış ortamında daha fazla barınamaz. Köye taşınır.

Hikâyedeki kadınlar erkekler tarafından yalnız bırakılmış ama güçlü kalmaya devam etmişlerdir. Suna, ablası Sevim, Elif ve Nilgün aldatılan ve yarı yolda bırakılmış kadınlardır. Yazar, Suna’nın ağzından ev kadını ve iş kadını olmayı sorgulatır. Ev kadınlığının küçümseniyor olması ve kamusal alanda var olmak için iş kadını vasfının alınmak zorunda olmasına üstü kapalı değinip geçer. Ev kadını olmak mı? İş kadını olmak mı? Kadının var olması için külfet altına mı girmesi gerek? Bu ve benzeri sorular hiç bitmeyecek. Belki de kadın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini fıtratını göz önünde bulundurarak, kendini ispatlama zorunluluğundan sıyrılıp bulmalıdır. İşte o zaman yükleneceği misyon kendini tamamlayacaktır.

Elif’in kızı Nilüfer’in durumu günümüz gençliğinin küçük bir yansımasıdır. Nilüfer her gün bir istekle annesine gelir. Bir gün hafız olacaktır diğer gün başka bir şey. “Kemençe ister ama caz dinler.” Ne istediğini bilmeyen, izlediği Kore filmlerinin etkisinde kalan, düşünmeyi külfet gören, üniversitede dahi bilgi seviyesi yerlerde olan neslin bir parçasıdır Nilüfer.

Kitabın bir diğer önemli yanı Tanpınar’ı tanımayanlara bir nebze olsun tanıtabilecek potansiyelde olması. Tanpınar’ın günlüklerinden (Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa) okuyucuya pasajlar sunarak kitaba ayrı bir hava katar. Tabi Tanpınar’ı anlatırken eleştirisini de esirgemez. Tanpınar iki arada bir derede kalmıştır. Mesela camiyi mükemmel tasvir eder ama camide iki rekât namaz kılmaya yanaşmaz. Araftadır Tanpınar, bu durum Tanzimat’tan beri inancını kaybeden aydınımızın genel dramıdır.

Kitapta dört zaman dilimi karşımıza çıkar. Bunlar: Köyden kentte göç, 28 Şubat ile ardından gelen 2000’ler ve günümüz.

Bir diğer karakterimiz Cemil Efendi’dir. Aslında ilk okunduğunda önemsiz görülecek bir karakterdir Cemil Efendi. Şehirli insana bir alternatif olarak karşımızdadır. Cemil Efendi köylüdür. Şehir ve köy arasında gidip gelir. Üniversitede çalışır. Suna’nın her şeyden vazgeçtiği sırada köyüne davet eder. Suna’nın hayat seyri tam olarak bu noktada değişir. Yazar kitap boyunca modern hayatı eleştirir. Köy, modern dünyanın zayıf ama karşıt gücüdür. Şehir hayatına karşı köy hayatını öne sürmüş olur. Yazar hikâyesinde kendini gizlemez. Açıkça “sevgili okuyucu buradayım” der. Bu durum roman ve hikâye için kusurlu bir durum olsa da sanırım Kutlu, tam olarak bunu yapmak istiyor. Kitabın öğretici yanını öne çıkarıp sanatsallığını arka planda bırakıyor.

Mustafa Kutlu’nun birçok öyküsünde karşımıza çıkan kentteki insanın yorgunluğu bu eserde daha geniş açılımlarla yeniden karşımızdadır. Buradaki anlatım tarzı, Müslüman saatini sorgulaması, günümüz sorunlarının tarihsel evrimini okuyucuya sunması kitabı ayrı bir noktaya getirir. Kitap okuyucuda tamamlanmış hissiyatı uyandırmaz. Huzur ve huzursuzluk arasında bir yerde bırakır. Eserin sonunda Suna’nın deyimiyle “sanat bizi hakikatin eşiğine taşır. Ondan sonrası dua yani din.” Velhasıl yazar sevinci buldurmaz, sevince gidecek yola ışık tutar.

Kitap, şehir hayatına, gençliğe, aydınımıza, akademik camiaya, kadınlara birçok eleştiri getirir. Hikâye boyunca okuduklarınız ufkunuzu genişletebilir, karamsarlığa da düşürebilir ya da böyle geldi böyle gidecek diyebilirsiniz. Öte yandan çözüm sunmadan eleştiri yapmak kolay diyebilirsiniz. Yazarımız ise sorduğu sorulara karşılık “Ne Yapmalı?” sorusuyla okuyucuya “Bu memlekette yaşanmaz abi, bir an önce yurt dışına çıkmalı deyip, tabanları yağlayarak kaçanlardan olmayacaksın. Bilakis burada kalıp doğru bildiğin yolda yürüyecek, o karanlık tabloyu aydınlatacaksın.” diyerek yol gösterir.

Göçlerle başlayan hikâye Suna’nın kendini bulmak amacıyla köye dönmesiyle biter. Suna’nın sonu ne oldu? Kendini tamamen buldu mu? Köyde yaşayabildi mi? Sevincini buldu mu? Yazar bunların cevabını vermez. Bizim hayal dünyamıza bırakır. Neredeyse her taraftan teknolojiyle kuşatılmış olan biz şehirli insanını, yazar yeniden doğaya çağırır. Modern dünyada yaşıyoruz. Çağdan kaçamayız ama bu durum bizi tabiattan koparmamalı. Doğa evimize aldığımız birkaç çiçekte değil. Temiz hava evimizin minnacık balkonundan süzülüp gelmeyecek. Sevincini bulmak mı istiyorsun? Doğaya, özüne dönmelisin.

Son olarak kapanışı Cemil Efendi ile yapalım: “Anlamıyorum Hocam. Köylümüz şehre kaçmak için kırk takla atıyor. Şehirli şehirden bıkmış köye göçmek istiyor. Bu nasıl iş?

Edibe Hanım
edibehanim95@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder