5 Haziran 2021 Cumartesi

Fatih'in İstanbul'a ördüğü kültür ağı ve Bellini

"Gül hazîn, sümbül perîşan, bâğ-ı zârın şevki yok
Dertnâk olmuş hezârın nağmenkârın şevki yok.
"
- Recâizâde Mahmud Ekrem (Bayatî Şarkı)

Nurettin Topçu'nun Büyük Fetih kitabı, İstanbul'un fethini fizikî manada değil ruh boyutlarında değerlendiren bir büyük eserdir. Her devirde yeniden okunduğunda kıymeti daha iyi anlaşılan bu kitapta Topçu'nun konuyla ilgili seçilen makaleleri ve konferans konuşmaları bir aradadır. 1956'da yaptığı İki Fetih serlevhâlı konuşmasında Topçu, Fatih'in önce bize bir şehir hediye ettiğini, ardından o şehre kültür ve medeniyet elbisesi giydirdiğini, içine eklenen ruhla birlikte İstanbul'un Anadolu'nun beyni hâline geldiğini söyler. Bu muhteşem birikim çağdan çağa genişleyip kuvvetleneceğine, tam tersi bir istikamet çizerek kirlenmiş, paslanmış ve tozlanmıştır ona göre. Bunca kir neticesinde "Biz bu şehri zevksizlik, duygusuzluk âbidesi hâline getirdik. Bugün şehirciliğin katledildiği şehir İstanbul'dur." der ve şu çağrıyı yapar: "İtiraf edelim! Hiç olmazsa şu hakikati insanca söylemekten çekinmeyelim: Fatih'in zaferi aldatılmıştır! Fatih'in eseri ihmal edilmiş, istismar edilmiştir. Biz bugün İstanbul'da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz."

Nusret Polat'ın Fatih ve Bellini'sini okumaya başladığımda tarih 28 Mayıs 2021 idi. Ertesi gün, yani İstanbul'un fethinin yıldönümünde kitabı bitirdim. Kitabı okumam için bu tarihleri uygun gören kader, Topçu'nun Büyük Fetih'ini de yeniden okumama imkân sağladı. Böylece ortaya hazin bir sonuç çıktı. Biz hâlâ hamaset ipinin ucundan tutmuş gidiyoruz. Fatih'i seviyoruz ama Mehmed'i bilmiyoruz. Mehmed'in düşlerine, tutkularına ve onun sadece İstanbul'a değil bu toprakların düşünce haritasına neler çizdiğini önemsemiyoruz. İstanbul'un tahribatı, yaşanılmaz bir şehir hâline dönüşmesi işin görünen tarafı. Kaybedilen tarihin ne olduğuna hiç değilse biraz merak duymalıydı insanlar. İşte Nusret Polat'ın kitabı anlamda oldukça iştah açıcı. Fatih'ten evvel Mehmed'i görebilmeye imkân sunarken sanat tarihine meraklı okuyucuları da cezbedeceği açık. En son, Rachel Corbett'in Rainer Maria Rilke ve Auguste Rodin'in hikâyesini anlattığı Hayatını Değiştirmelisin adlı kitabı okurken bu kadar lezzet almıştım.

Nusret Polat, bu harika çalışmasında bir sanat âşığı Fatih ile onun en sevilen portresini yapan büyük sanatçı Gentile Bellini'yi bir araya getiriyor. Hatırlarsınız, bu iki isim yakın zamanda yine bir araya gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, National Gallery’nin “Daimi sergilenen sanat eserleri” arasında yer alan Fatih Sultan Mehmet’in orijinal bir portresini satın almıştı. Bellini'nin 1480'te resmettiği bu portre, Fatih’in başka bir kişi ile resmedilen tek portresi olma özelliğine sahip. Polat, kitabında bu diğer kişinin -büyük bir çoğunluk Cem Sultan olduğu konusunda hemfikir- kim olduğunu da sorguluyor, söylemeden geçmeyeyim: "Kendisini 'iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahirette Allah'ın gölgesi, iki ufukta Allah'ın gözdesi, yer ve su küresinin hükümdarı' diyerek 'kutsallaştıran' bir padişahın, oğlu Cem Sultan da dahil, hiç kimseyle bu resimde olduğu gibi kendisini eşit bir düzlemde konumlandırması düşünülemez. Öyleyse bu resmin Fatih'in şahsıyla doğrudan bir ilişkisinin olması pek mümkün değildir. Resmin sanatçısı, Fatih'in figürü ile karşısındaki meçhul kişi için hayali bir 'amicizia' (dostluk bağı) ortamı yaratmış gibi görünmektedir. Dolayısıyla resim İstanbul'da değil, İtalya'da yapılmış olmalıdır."

Kitabın ilk sayfalarında Fatih'in İstanbul’u fethetmesinin akabinde çevresine aldığı düşünce ve sanat insanları karşısında hayrete düşmemek mümkün değil. Birçok yabancı dile hakim olan Büyük Türk, hiç şüphe yok ki okumayı da çok seviyordu. Teoloji, felsefe, savaş tarihi kitaplarını özellikle çevirttiriyor, farklı düşünce ekollerini temsil eden kimseleri tartıştırıyor, esas fütuhatı kendi zihninde yapıyordu. Özellikle devlet yönetimine hakim olan Köprülüleri devre dışı bırakıp çoğu devşirme ve yabancı kökenli kimselerden kurduğu yönetim ağıyla, Roma İmparatoru olmasının da hakkını veriyordu. Ona bu unvanı yakıştıran batılılar ve Hıristiyanlığa davet eden Papa elbette haklıydı. Fatih klasik bir hükümdar değil, sıra dışı bir imparatordu. Daima geçmek istediği İskender'le birlikte dünya tarihinin en önemli insanlarından biri oldu. Elbette gurur duyacağız. Bu bizim hakkımız. Ama bu tip karakterlerin yeryüzüne belki bir defa geleceğini de bilip, kuru bir hamasetle meseleye yaklaşmayacağız.

Fatih; Hıristiyanlığa davet edilen, adına madalyonlar yaptırılan, figür ihtiva eden her tür sanata hayranlık duyan ve dolayısıyla tasvir yasağına uymayan, kütüphanesindeki kitaplara bakılacak olursa batı kültürüne ve antik Yunan'a ciddi ilgi duyan -elli eser bugüne intikal etmiş, kırk ikisi Yunanca-, çocukluk defterine bakılacak olursa resim sanatına merak duyan bir Osmanlı sultanı. İstanbul'u fethetmesiyle Müslüman Türklerin baş tacı. Peki, kitaptaki mühim soruyu buraya da taşırsak, Bellini'nin geldiği İstanbul, "Tam bir Türk-İslam" şehri miydi? Polat, bu cevaba ulaşmak için Turgut Cansever kapısına da uğrayıp İslam şehrinin temel vasıflarıyla o zamanki İstanbul'un arasında bir alaka arıyor haklı olarak. Cansever'in Türk-İslam şehri için Fatih devrini değil, II. Bayezid devrini milat aldığını da hatırlatıyor. Diğer yandan, içinde Müslümanların, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Slavların ve Latinlerin olduğu bir yapıyı, kültürü, Fatih isteseydi tamamen Müslüman nüfusla da donatabilirdi. Bunun yerine imparatorluğun yasal tebaası görülen ve fetihten sonra kırlara yerleşen Rumları yeniden şehre yerleştirmeye girişmesi de mühim bir mesele. Ayasofya'nın yanına bir minare eklenmesi, Fatih Camii'ni şehrin en yüksek tepesine inşa ettirmesi, Eyüp semtini kurması; ciddi birer İslamileşme hareketi. Halil İnalcık tam bu noktada şehre "İslambol" adını verenin de Fatih olduğunu hatırlatır. Polat'ın önerisi ise şöyle: "Kendisini emperyal bir güç ve kişilik olarak gören Fatih'in öncelikli amacı, elbette Türk ve İslami unsurların da dahil olduğu bir imparatorluk şehri yaratmaktı. Bu da kaçınılmaz olarak farklı kültürel unsurların bir araya getirilmesini gerektiriyordu. Eyüp semtinden bakınca İstanbul elbette bir İslam şehridir, ama Topkapı Sarayı'nın çok-kültürlü dünyasından, şehrin Ortodoks, Yahudi, Katolik vb. sakinlerinin penceresinden bakınca şehri tanımlarken başka kavramlara başvurmak gerekir."

Beşir Ayvazoğlu, "Fatih, Bellini ve Rönesans" adlı makalesinde bir meseleye dikkat çeker. Osmanlı kaynakları Bellini'den ve Fatih'in sarayında görevli olan diğer İtalyan ressamlardan, heykeltıraşlardan, bronz dökümcülerinden hiç söz etmez. Bunun ötesi, bu sanatçılar tarafından yapılmış hiçbir eser de İstanbul'da muhafaza edilmez. Bu durum, Fatih'e ulema ile beraber önemli bir kesimin duyduğu öfkedeki dereceyi de ortaya koyuyor. Fatih, Venedik'in prestij sahibi sanatçılarından biri olan Bellini'yi davet ederek aslında bir ateş yakmak istemişti. Bu ateş, elbette bir kültür ateşiydi. Beslenmediği ve II. Bayezid dönemiyle beraber söndürülmesi neticesinde ortada bir şey kalmadı. Polat'ın yorumunu okuyalım: "Suçu sadece Bayezid'e fatura etmek yanlıştır. Onun babasının tavrını sürdürmediği doğrudur, fakat kültürel biçimlerin kişilerin çabalarıyla değil, kolektif tutumlarla oluştuğunu unutmamak gerekir. Burada asıl belirleyici olan ulemanın zihniyet dünyasıdır, ki o da 16. yüzyılın başından itibaren daha da baskın hale gelen Sünni İslam'ın egemen olduğu bir toplumsal yapı üzerinde yükselir."

Fatih ve Bellini; bir sultanın entelektüel şahsiyetini, onun evvela kendi etrafında oluşturduğu sanatçı çevresi vasıtasıyla imparatorluğa yaymak istediği ruhu, pek lezzetli biçimde anlatıyor. O ruhun adı kültürdür ve bu tip cesur, sorgulayan çalışmalara epey ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Zira İstanbul'un hâli ortadadır. O hâlin adı da ruhsuzluktur.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder