15 Mayıs 2024 Çarşamba

“Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır”

Zor zamanlarda aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu zinde tutmak için kadim mirastan yararlanmak bu coğrafyada yaşayan bizler için büyük nimet. Sadece zor zamanlarda değil elbette, gönül safası bulmak için de keza yine aynı mirasın sandıklarını açıyoruz, açmalıyız.

İnsanı bu yola çıkaranın muhabbet olduğuna inanıyoruz. Felsefeyi eğer derinleşmek olarak kabul edecekse, tasavvuf da bir din felsefesidir ve tasavvuf yolunun incelikleri tek başına öğrenilecek basitlikte değildir. Her ne kadar mütevazılığın, sadeliğin, zarafetin yayıldığı bir iklimden bahsediyorsak da insanız ve hata yapmak fırsatını Adem’den beri üzerimizde taşıyoruz. Düşe kalka yürüyoruz, bunu da kabul ediyoruz. Ancak bir el tutmak, bir ışığın ardında yürümek bambaşka bir zevk.

Eğer Türk tasavvuf tarihini bütün zenginliğiyle; yani musıkîsiyle, mimarisiyle, edebiyatıyla, hüsn-i hattıyla, yazılmış hatıralarıyla ve çekilmiş cefalarıyla öğrenmek istiyorsak bizler için bir büyük nimet de Mustafa Kara hocadır. Şahsi hikâyemi teferruatıyla dökmek istemem ama Şehremini Lisesi’nde okuduğum yıllarda, evimizin hemen çaprazında bulunan Seyyid Seyfullah’ın kabrini ziyaret etmek fakire hayatında bambaşka bir sayfa açmıştı. Kaybolmamak için nereden başlamalıyım diye düşünmeme gerek kalmadan, Mustafa Kara’nın Tekkeler ve Zaviyeler kitabını bulmuş ve böylece kendisinin “uzaktan öğrencisi” olmakla tabiri caizse safa bulmuştum. Hikâye bu kadar değil elbette ama şu kadarını söylemeliyim: Merkezinde muhabbetin olduğu bir iklimden bahsediyoruz tasavvuf diyerek. Yollar nasıl ki muhabbetle kurulmuş vaktiyle, muhabbetle de yürünmeli öyleyse. Bunun için de düşünceye, insana, kitaba, mekânlara, sanatlara olan inançtan, muhabbetten asla vazgeçmemek gerekiyor.

2023 yılının sonlarına doğru Mustafa Kara hocanın iki kitabı selamladı meraklıları. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, Dergâh Yayınları’nın neşrettiği kitapların ilkiydi. Kitabın isminin öyküsü şöyle:

Abdürrahîm Merzifonî (v.1446) Mısır’da tanıştığı Sühreverdiyye tarikatının Zeyniyye kolunun pîri Zeynüddin Hâfî’ye intisap eder ve seyr u sülûnu tamamlar. Daha sonra mürşidiyle birlikte Horasan’a gider ve burada birkaç yıl kalır. Hâfî, bu esaslı dervişini “Bir aşk kütüğü yaktık, Rûm üzerine attık” diyerek Anadolu’ya gönderir. Hazret böylece doğduğu Merzifon’a geri döner ve vefatına kadar burada halkı irşad eder. Şiirlerinde Rûmî mahlasını kullanır ve “Tövbe yâ rabbi hatâ râhına gittiklerime / Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime” beyti, 15. yüzyıldan bu yana pek çok levhada kendine yer bulur. Bir Aşk Kütüğü Yaktık, İstanbul’u ve İstanbullu gönül tabiplerini, Bursa’yı ve Bursalı gönül tabiplerini bir araya getiriyor. İstanbul’un Kocamustafapaşa’sında doğmuş bir Bursalı olarak sayfalar arasında ne kadar zevkle gezindiğimi keşke anlatabilsem. Hocanın peşi sıra çıkan ikinci kitabının adıysa Yedi İklim Dört Köşe idi. Dört bir yanda uyanmış gönül ocaklarını kucaklayan bu çalışma, hocanın “bugünkü dünyaya İslâm’ın sesi sadası daha çok onların yolunda olanların eserleri ile ulaşıyor” dediği İbn Arabî ve Mevlanâ Celâleddin Rumî nezdinde yeni pencereler açıyor. Hocanın da vurguladığı gibi bazı Müslüman yazarlar bu ‘ulaşma’nın önünü kesmek için ellerinden geleni yapsalar da bu tarih boyunca görülmüş hadiseden geriye her zaman diri olan muhabbet kalmıştır. Kitabın kadın dervişleri ele alan son bölümüne dair hocanın aktardığı hatıra pek güzel: “Yıllar önce Bursa’nın bir köyünde, İzmir’den gelen şeyh efendinin sohbetinde bulunmuştum. Dinleyenlerin bir kısmı da o köyün kadınları, kızları idi. Herkes pür dikkat dinliyordu. Soru cevap faslında bir dinleyici konuyu ısrarla başka alanlara çekmeye, kafasındaki çarpık/çağdaş sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Sohbet eden kişi de yumuşak üslubuyla muhatabını kırmadan tatmin etmeye dikkat ediyordu. İş uzayınca hanımlar arasında bulunan yaşlı bir teyzeden olgun ve doygun bir ses tonuyla cevap geldi: “Geç ak ile karadan”. Her şey anlaşıldı… İşte dedim içimden Râbiâtü’l-Adeviyye… İşte Bâcıyân-ı Rum…

Bu iki güzide kitabın ardından 2024’ün şubatında bir Mustafa Kara kitabı daha talib-i irfanın imdadına koştu. İsmini, Yahya Kemal’in Rindlerin Akşamı şiirindeki bir dizeden alıyor: Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm. Hoca, önsözünde bizi hüzünle karşılıyor. “Son yıllarda kaleme aldığım yazılar tek cilt halinde yayınlansaydı esere bu ismin verilmesini düşünüyordum. Çünkü ‘aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor’. Yarım yüzyılı geçen bir zamandan beri Osmanlı coğrafyasının tasavvuf ve tarikatlar tarihiyle ilgili yazı yazan bir kişinin artık bu ifadeyi kullanma hakkı vardır diye düşünüyorum.

Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm’ü, bir vefa kitabı olarak kabul etmek mümkün. Mehmed Âkif’e ithaf olunan, Nurettin Topçu ve dostlarının çevresinde açılan, cumhuriyet devrinde tasavvuf kültürüne, neşvesine katkı sunmuş muhterem zevatı tanıtan, tasavvufun son 100 yıllık seyri içinde nereden (ne olduğundan) nereye (ne olmadığına) geldiğini hatırlatan bu çalışmanın özü, belki de şu cümlede saklı: “Büyükleri anlamak kendimizi anlamaya doğru giden yolun ilk adımıdır.

Aralık 1925 tarihi itibariyle cismen kapatılan ama ruhen kapatılması mümkün olmayan tekkelerin işlevi bir yana; insanların gönül dünyasında asırlarca karşılık bulmuş bu zenginlik, şimdi yerini koca bir boşluğa mı bıraktı yoksa? Sorunun cevabı belki bu yazının başlığında, ama en çok da kitabının sayfaları arasında. Hatta belki de hocanın o şahit olduğumuz inceliğiyle, zarafetiyle seçtiği kitap ayracında…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Osmanlı’nın tarikat ve tekkelere yaklaşımı

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren devlet tarafından desteklenen tarikatların faaliyet alanı olan tekkeler devlete sosyal, kültürel, siyasî, dinî ve askerî birtakım katkılar sağlamışlardır. Osmanlı merkezi idaresi devletin kuruluş yıllarından XIX. yüzyıla dek tekke ve tarikatları belli bir serbestlik içerisinde gözlem altında tutmuş, onların gelişme ve büyümesine siyasi durumu ve gündemi doğrultusunda izin vermiştir. Modernleşmenin ve merkezileşmenin her alanda kendini gösterdiği XIX. yüzyıla gelindiğinde sosyal hayatın önemli unsurlarından biri olan tekke ve tarikatlara devletin bakışında bazı değişimler meydana gelmiştir.

Osmanlı’nın tarikat ve tekkelere yaklaşımı, Meclis-i Meşâyıh’ın (şeyhler meclisi) kuruluşu ve faaliyetleri ile II. Abdülhamid’in tarikat siyaseti Mine Durmuş’un kaleme aldığı ve Sufi Kitap’tan okurla buluşan Meclis-i Meşâyıh başlıklı eserde konu ediliyor. Yazarın yüksek lisans tezi olan çalışma Osmanlı arşiv belgeleri ve Meclis-i Meşâyıh defterleri ışığında kurumun yapısının yanı sıra tarikat ve tekkelere dair yapılan düzenlemeleri inceliyor.

XIX. yüzyılla birlikte değişen dünya şartları ve Osmanlı Devleti’nin yaşadığı siyasi hadiselerle, bu yeni durum ve şartlara entegre olma çabası içerisinde, tarikatlar ve onların faaliyet merkezleri olan tekkeler devlet tarafından sağlanan eski rahat ve bir bakıma özerk konumlarını büyük ölçüde kaybetmiştir. Devletin tekke ve tarikatlara yaklaşımındaki değişimin en büyük sebebi merkeziyetçilik politikası ile siyasal, sosyal, dinî ve kültürel anlamda devleti etkileyen her türlü oluşumu kendi bünyesinde kontrol etme isteğinden kaynaklanmaktadır. Sultan III. Selim döneminde tekkeler üzerinde görülen gözetim Sultan II. Mahmud döneminde çıkarılan fermanlarla daha da artmıştır. Tedrici olarak başlayan tekkeleri denetleme süreci müstakil anlamda bir meclisin kurulması düşüncesine dönüşmüştür.

Meclis-i Meşâyıh’ın kuruluşu, nizamnamesi, mevcut bürokratik yapı içerisindeki konumu ve faaliyetleri Osmanlı Devleti’nde devlet-tekke ilişkilerinin siyasi bir hüviyet kazandığının en somut örneği olarak kitapta karşımıza çıkıyor. Meclis-i Meşâyıh olarak isimlendirilen ve Şeyhülislamlık bünyesinde kurulan bu meclis, yürütme görevini Evkâf Nezâreti ile Şeyhülislamlık’a bağlı olarak yerine getirmiştir. Tekke ve zaviyelerin hususî işlerinden özellikle de şeyh atamalarından sorumlu olan Meclis-i Meşâyıh, tekkelerin denetlenmesi konusunda önemli bir merci olmuştur.

Meclis-i Meşâyıh maiyetiyle birlikte Şeyhülislamlık/Bab-ı Meşihat binası (günümüzde İstanbul Müftülüğü) içerisinde bulunan bir odada toplanmakta ve tekkelerle ilgili kararların burada alınmaktaydı. Tekke sakinlerinin her türlü nüfus işlemleri, tekkede ikamet edenlerin ve tekkeden ayrılanların kontrolü, tekkelerin teftişi, gelirleri ve imarı ile ilgili yapılan çalışmalar Meclis-i Meşâyıh’ın yetkisi altındaydı. Sultan Abdülaziz döneminde 1866’da kurulan Meclis-i Meşâyıh Sultan II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde alınan kararların kayıt altına alınmasıyla daha sistemli bir şekilde çalışmaya başlamıştır. Meclis-i Meşâyıh’ın aldığı kararlar öncelikle Şeyhülislamlık makamı ve onun da üzerinde padişahın fermanı ile uygulanmaktaydı.

Merkeziyetçi politikanın sonucu olarak tarikat ve tekkelerin idare edildiği Meclis-i Meşâyıh’ta kuruluşundan itibaren birçok tarikat şeyhi görev yapmıştır. Bu şeyhlerin bazıları reislik makamında bulunmuş bazıları ise aza olarak mecliste vazife ifa etmişlerdir. Bunların dışında belirli bir süre mecliste ilmiyeden bir nazır ve kararların kayıt altına alınması için başkâtip ile birkaç kâtip de görev almıştır.

Başkentte faaliyetlerini sürdüren Meclis-i Meşâyıh’ın yanı sıra Bursa, Edirne, Selanik, Şam, Girit ve Trabzon gibi bölgelerde de merkeze bağlı Meclis-i Meşâyıhlar tesis edilmiştir. Taşradaki meclisler tekke ve zaviyelerde şeriata, tekke usul ve erkanına uygun olmayan hareketleri merkezde bulunan meclise bildirmekteydi. Reis ve azaları bulundukları bölgeden seçilen bu meclisler aracılığıyla Osmanlı topraklarındaki tekkeler ve tarikatlar denetim altında tutulmaya çalışılmıştır.

Kitapta Meclis-i Meşâyıh’ın yapısı ve işleyişinin yanında Sultan II. Abdülhamid’in tekke ve tarikatlara yaklaşımı ayrıntılı olarak ele alınıyor. II. Abdülhamid saltanat yıllarında Kadiri, Rifaî, Şazelî, Nakşibendî ve Medenî gibi çeşitli tarikat ile yakından ilgilenmiştir. Tarikatlarla olan ilgisi tasavvufa olan yakınlığından ziyade tarikatlardan Hilafet ve İttihad-ı İslam anlayışı çerçevesinde siyasi anlamda ne gibi kazanımlar elde edeceği noktasında yoğunlaşmaktadır. Bu doğrultuda Anadolu ve Rumeli merkezli âsitânelere tahsisat ve tamirat noktasında yardımlarda bulunulmakla birlikte Sultan’ın otoritesini ve devletin nüfuzunu zedeleyecek tarikatların gelişmesine müsaade edilmemiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren etkinliğini koruyan tarikatların ve tekkelerin yüzyıllar içinde yaşadığı değişim, tekkelerle ilgili yapılan düzenlemelerle Meclis-i Meşayıh’ın tesisi ve mevcut bürokratik yapı içerisindeki konumunu merkeze alan kitap, devletin tekke ve tarikatlara bakışı ile merkez-tekke olgusunu aydınlatmayı amaçlıyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Enis Batur’un Kitap Tekerleği

Kişisel okuma serüvenimde Enis Batur (ya da onun deyimiyle EB) çok farklı bir noktada duruyor birkaç senedir. Batur’u okuyan Türkiye’de bir avuç kemik bir kitle var ve Enis Batur bu okurları için durmadan üretmeye devam ediyor. Ona en çok saygı duyduğum noktadır burası. Çünkü edebiyata ve yazmaya saygısı olan insanlara özel bir ilgim var. Örneğin, romancılığı ve düşünceleri çok eleştirilse de Orhan Pamuk’a veya Beşir Ayvazoğlu’na pek tabiî İsmail Kara hocama da çok saygı duyarım. Çünkü eserleri için onlar kadar çalışan çok az yazar vardır Türkiye’de. Bence bu çalışkanlık övgüyü hak ediyor ve bu çalışkanlık niteliği de zirvelere çıkarıyor.

Evet, Enis Batur elli küsur yıldır üretmeye devam ediyor. Yeri geliyor sadece 30 tane basılan bir kitap sürüyor piyasaya. Yeri geliyor adını ilk defa duyduğumuz yayınevleriyle çalışıyor ama bir şekilde yılda dört beş, bazen daha fazla kitap ortaya çıkarıyor. Elbette bu kitapların hepsi alınıp okunacak ve üzerine bir şeyler konuşulacak kitaplar değil, zaman zaman prestij kitap diyebileceğimiz ürünler de (özellikle son 2-3 yıldır) ortaya çıakrıyor ama en azından her sene güzel denemelerini görmeye devam ediyoruz. Bazı okur ve yazarlar hiç önem vermese de Enis Batur’un Türkiye’deki birkaç iyi deneme yazarından biri olduğunu yadsıyamayız. Çünkü Enis Batur gördüğünü ve düşündüğünü yazmaktan çekinmiyor. Yani ‘mahalle baskısı’nı çok da ciddiye alan biri değil. Bu yüzdendir ki iyi yazılar, denemeler ortaya çıkarıp hakkaniyetli kitapları önerebiliyor. Bunlara bir de, ilk okuyuşlarda okura farklı gelen ama alışıldığında okurun hoşuna giden kendine özgü üslûbu eklenince, EB’nin denemelerini okumak insana keyif ve okuma görgüsü veriyor. Öyle ki zaman zaman ‘biraz Enis Batur okumam lazım’ deyip elimdeki kitapları kenara ayırdığımı ve yeni bir Enis Batur kitabına başladığımı bilirim. Şükür ki Enis Batur’un sayısını kendisinin bile bildiğini düşünmediğim kadar kitabı var ve yenileri de gelmeye devam ediyor. Bu yeni kitaplardan sonuncusu ise Axis Litera Yayıncılık’tan geçtiğimiz aralık ayında neşredilen Kitap Tekerleği isimli kitabı.

Bu sıralarda sahaflık, kitaplar, okuma tarihi gibi konular hakkında yazılan kitapları toplayıp okumaya gayret ediyorum. Enis Batur’un da zaten hemen çoğu kitabında edebiyat ve sanat birinci konu. Bu kitabında da bu durumu bir yerinden yakalayıp kitaplar, okumalar hakkında bir kitap ortaya çıkarmış. Aslında Enis Batur’un bu minvalde ve farklı türlerde kitapları var. Örneğin Kitap Evi, Kütüphane, Yaz/Boz vs. Kitap Tekerleği de bu seriye eklenen değerli bir kitap olarak karşımızda duruyor. Bu kitapta aynı zamanda 2014’te yayımlanan Kitap Evi romanının arka planını da görebiliyoruz. Aslında Kitap Tekerleği daha 'sıkılgan’ okur için planlanmış gibi duruyor. Kısa kısa yazılar ve çok bölümlü bir kitapla okumak daha rahat oluyor ama içerik olarak, kolay okunmasına rağmen belirli bir seviyenin üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Uzun süredir yoğun kitaplar çıkarmıyor zaten EB. Bu da onlardan biri.

Kitap Tekerleği dört ana bölüm ve birçok alt bölümden oluşuyor: Minyatür Kitap Ansiklopedisi, Ayraçlar, İki Kütüphane Söyleşisi ve Kitap Evi kitabın ana bölümlerinin isimleri.

İlk bölüm Minyatür Kitap Ansiklopedisi kitabın güzel kısımlarından biri. A’dan Z’ye mini bir sözlük diyebiliriz bu bölüme. Ama ‘enisbaturca’ bir sözlük. Kitaplara, kütüphaneye, alfabeye, yazmaya, okumaya dair alakalı kendine göre önemli gördüğü kavramların anlamını veriyor Batur. Ama örnekler ilgi çekici. Kuru bir sözlükle karşı karşıya değiliz yani. Zaman zaman Enis Batur’un cümlelerinin aralara girdiğini gördüğümüz, bazı bilgilerin hemen her okur tarafından bilinen ama bazılarının ilk defa duyulan, en fazla bir sayfayı geçmeyen, bazen bir cümleden oluşan bir sözlük bu. Tabiî bu sözlüğü hoş yapan çizim, illüstrasyon eklemeleri var bir de, verilen terime uygun. Bu bölümde herkesçe bilinen kelimelerin anlamları verilmeyip daha az bilinen kelimelerin anlamları ‘daha enisbaturca’ yorumlansa nitelik yükselebilirdi ama bu haliyle de gayet keyifli bir bölüm. Özellikle bibliateli, biblioholism, bibliomania ve cinnet-i kütüb kelimelerinin farklarını yorumlaması ilgi çekici. Bir de ilginç magazinsel anekdotlar da sözlüğün arasına serpiştirmiş yazar, ki okurlar olarak edebiyatın magazinini sevmiyorum diyen muhtemelen yalan söylüyordur: “Madam Bovary benim, diyen Gustave Flaubert’e bakıp, kitap isimlerini yazarlarının koyduklarını sanmak yanıltıcı olur. İlahi Komedya’nın ‘İlahi’si sonradan, Dante’nin ölümünün ardından eklenmiştir başlığa. Varoluşçuluk akımının ilk ünlü kitapları arasında sayılan, Sartre’ın Bulantı romanının adını yayıncı Paulhan koymuştur, yazarın kitabı içim öngördüğü özgün başlık ‘Melankolya’ idi. Frankfurt Okulunun öncü filozofu Adorno, ne zaman bitirdiği ve başlığını seçtiği bir kitabını efsanevî yayıncısı Peter Suhrkamp’a teslim etse, bu deneyimli yöneticiden ‘Kuzum Adorno, nereden buluyorsunuz bu kötü isimleri?’ zılgıtını yer, önerilen yeni başlığı çaresiz benimsermiş.

Ayraçlar bölümü dokuz Enis Batur denemesinden oluşuyor. Bu denemeler için yazarın kişisel okuma deneyimi/serüveni diyebiliriz. Zaman zaman anılarla desteklenip, bazen yüzleşme bazen de fikir belirtme şeklinde ilerliyor bölüm. Kitabın benim açımdan en ilgi çekici kısmıydı. Çünkü EB sadece deneme yazmıyor, bu denemeler kitaplar veya okuma hakkında olduğu için biz okurlarını birçok yeni kitap ve yazara da yönlendiriyor. Bir de kendini anlatırken okuma tutkunlarının geçtiği veya geçebileceği evreleri de gösteriyor, tabiî kendisi üzerinden: “Okur, hele ki sıkı okur olmak zaman, emek, sabır işidir; yolda ilerlerken süreklilik kazanmaz, kesintilere sık uğrarsa çözülür o koşul. Bugün, dönüp geçmişe baktığımda, dünden bugüne paralel hayatlar yaşadığım insanların ‘kitap dünyası’nın sakinleri olduğunu görüyorum. Ötekilerle, sessizce yollarımız ayrılmış. Ne bir küskünlük, ne bir soğukluk gerekçesi yazılı ayrılış kayıtlarında: Kitaplar birileriyle buluşturmuş bizi, birilerinden koparmış. Bundandır, okuma tutkusunu ve kitapları yüceltenleri anlamakta güçlük çekerim: Kitap, bir yandan da ayırıcı, yalnızlaştırıcı, kişinin etrafına duvar örücü özellikler taşır.” Kitapta en çok katıldığım cümleler bunlar sanırım, özellikle kitabın yalnızlaştırması konusunda söyledikleri.

Son ve en kısa iki bölüm ise EB ile 2002 yılında yapılmış iki söyleşi ve Kitap Evi kitabının oluşum sürecinin bir kısmını anlatıyor. Söyleşileri daha önce farklı kitap veya dergide görmüştük ancak Kitap Evi’nin arka planını okumak güzel olabilir, özellikle kitabı okuyanlar için.

EB yazmaya devam ediyor. Bu konuda çok eleştirilse de (ki ne saçmadır bir yazarı ‘ne çok yazıyorsun’ diye eleştirmek) o bu konuya farklı kitaplarında birçok kez cevap verdi. Biz kemik okurları için bu güzel bir şey. Çünkü ben Enis Batur edebiyatının ya çok sevileceğini ya da hiç sevilmeyeceğini düşünüyorum. Kendim, çok sevilen tarafında durduğum için de bu üretkenlik bana ‘okur mutluluğu’ veriyor. Ne demek istediğimi sevdiği bir yazarın yeni kitabı çıktığında heyecanla kitapçıya koşanlar çok iyi anlayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

Son dönem Osmanlı aydınının fikrî dünyası

Osmanlı’da Siyasal Dilin İnşası, İbrahim Şirin editörlüğünde hazırlanmış bir derleme. Eserde toplam 6 makale yer almakta. Makalelerin ortak özelliği son dönem Osmanlı aydınının fikri dünyası, Cumhuriyet’e giden yolların nasıl döşendiğinin ortaya çıkışı.

Çöküş, gelmeden önce gelişini göstermişti. Tüm Osmanlı, çöküş tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun bilincindeydi. Ve karşılarında Avrupa vardı. Avrupa görünürde ilerideydi, Osmanlı geri kalmıştı. Avrupa emperyalistti, gözü Müslüman topraklarını işgal etmeye dikiliydi. Avrupa, ahlaki olarak çökmüş haldeydi. Yine de teknik anlamda, bilimsel anlamda ilerideydi. Osmanlı aydını hangi konumda ve ideolojide bulunursa bulunsun, bu düşüncenin gerçekliğini savunuyordu. Avrupa, Osmanlı için bir ötekiydi. Ama aynı zamanda bir tehditti de. Hindistan’ın Avrupalılarca ele geçirilmesi, Osmanlı aydınını endişeye sokmuştu. Endişeyi artıran ise Osmanlı aydını için, İslam dünyasının tehlikeden haberdar olmaması, gaflet içinde yaşıyor olmalarıydı. Bunun üzerine İslam alemini bilinçlendirmek için ilmi çalışmalara başladılar. Piri Reis, Katip Çelebi, Müteferrika; Avrupa’yı gözlemledi, ilmen takip etti ve bu doğrultuda eserler kaleme aldı.

İkinci dönem noktası ise Fransız İhtilali’dir. Fransız İhtilali Beyannamesi’nin bir sömürü aracına dönüşmesi, Napolyon’un Mısır’ı işgal girişimi; İslam topraklarının topyekün işgal edileceği korkusunu yarattı. Bu korku “beka” kavramını var kıldı. O andan itibaren aydınlar, “İmparatorluğun bekası” için fikir üretmeye, çare aramaya başladılar. Üretilen fikirler üç ana başlık altında incelendi: Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük. Abdullah Cevdet ve Ahmed Celaleddin Paşa tarafından 1904 yılında yayımlanan İctihad dergisi, Batılılaşma savunuculuğunu yapmıştır. Abdullah Cevdet’in “Biz Avrupa’ya gitmezsek Avrupa bize gelecek!” sözü, derginin ve kadronun ideolojisini açıklar mahiyettedir. İctihad dergisine göre din değil, bilim öncüdür. Avrupa her konuda örnek alınmalıdır. Yine Abdullah Cevdet’e göre Darwin’in teorisinin okutulmasının küfür sayıldığı ülkeler, Orta Çağ döneminde yaşıyordur. Özellikle dergiyi çıkaran Abdullah Cevdet, din kurumuna dair en yoğun eleştiriyi yapan isimlerden olmuştur. Öylesine Batıcıdır ki Abdullah Cevdet, “Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa medeniyetidir. Bunu gülüyle dikeniyle istisnac etmeye mecburuz” demiştir.

Sırat-ı Müstakim dergisi ise 1908’de yayın hayatına başlamış, Ebü’lulâ Zeynelabidin ve H. Eşref Edip tarafından kurulmuştur. Dergi İslamcı bir çizgi benimsemiştir ve Sebilürreşad olarak adını değiştirdiğinde “İslam’ın uyanması ve yükselmesi” için çalışılacağını dile getirmiştir. Dergiye göre Batı yararlanması zorunlu olan bir merkezdir fakat aynı zamanda dinsiz, mülhid ve sömürgecidir, neşr-i medeniyet bahaneleri ile yaldızlı sözler sarfederek işgalcilik sergileyen bir zümredir. Dünya siyasetinin mevcut gündemini İslam aleminin paylaşılması oluşturur. Müslümanların dikkat edeceği husus budur. Batı’dan istifade edilmeli ama Batı’nın sömürgeci, işgalci ve dinsiz olduğu unutulmamalı, dikkatli olunmalıdır.

Türk Yurdu dergisi ise 1911’de kurulmuştur. Mehmed Emin Yurdakul, Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp, Ahmed Hikmet Müftüoğlu gibi zengin yazar kadrosuna sahip dergi Türklüğü ön plana çıkarmıştır. Din savunulmuş, Batı teknik anlamda örnek alınmış ama her ikisinin de Türk insanına uyacak şekilde alınması yönünde görüşler öne sürülmüştür. Türkler kadim bir millettir, karakteri vardır, din de Batı da Türklerin karakterine uygun şekilde ele alınmalıdır. Üç ideolojinin de ortak yönü “yeni” kavramıdır. Hepsi yenileşmenin zaruri olduğu konusunda hemfikirdir. Ayrım, Batı’ya yaklaşım ve “yeni”nin nasıl neşet edeceği yönünde belirmiştir. Üç ideoloji için de örnek ülke Japonya’dır. Japonya, Batılı bir ülke olmamasına rağmen Batılı bir ülke gibi medenileşmiş, üstüne harp bile kazanmıştır.

Osmanlı’da Siyasal Dilin İnşası, alanında uzman hocalar tarafından yazılmış makaleler ile yukarıda özetin özetini geçtiğimiz süreci boşluksuz bir şekilde okuyucuya aktarıyor. Makaleleri okuduğumuzda aslında bir milletin fikri dünyasının uğradığı dönüşümü görmüş oluyoruz. Ve değişen, dönüşen fikri dünyanın; devlete ve topluma nasıl sirayet ettiği ortaya çıkmış oluyor. İbrahim Şirin’in Oksidentalizm Alaturka, Funda Selçuk Şirin’in 2. Meşrutiyet Paradigmaları Karşısında Yeni Kavramı, Burak Aslanmirza’nın Zihniyetten İdeolojiye Kavram Ve Siyaset: İttihat ve Terakki’nin İktidar İdeolojisi Olaral “Türkçülük”, Sinan Vardar’ın Geç Osmanlı Modernleşmesinde “Ferd” Kavramının Dönüşümü: Prens Sabahaddin, Baha Tevfik ve Doktor Hazık’ın Görüşlerinde Kavramlar, Yorumlar, Sorunlar, Özge Aslanmirza’nın Britanya İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu Ekseninde Politik Dil Üzerinden “Orta Doğu” ve “Yakın Doğu” Kavramlarını Yeniden Düşünmek ve Eyüp Murat Kurt’un Düşünce, Fikirler, Siyasi Düşünce Ve Kavramlar Tarihçiliğinde Dil ve Söylem Bibliyografyası makaleleri; ülkesini, geçmişini ve geleceğini, taşıdığı fikir dünyasının hangi aşamalardan geçtiğini, bir fikrin doğuş-evriliş-dönüşüm-yansıyış süreçlerinin nasıl işlediğini öğrenmek isteyen herkes için başyapıt niteliğinde.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

9 Mayıs 2024 Perşembe

Her kaybolan aklını yitirir mi?

“Harabat ehlini hor görme zâkir,
Defineye malik viraneler var”

İnsan kelimeleri kaybettiğinde suskunluğa sığınır, yakınlığı kaybettiğinde uzaklara, sevincini kaybettiğinde gözyaşına, dostluğu kaybettiğinde yalnızlığa. Peki aklını kaybettiğinde…?

Bir sabah uyandığınızda kendinizi akıl hastanesinde bulsanız ve etrafınızdakiler de bugüne kadarki “deli” algınıza uymasa aklınızı kaybetmediğinize kimi, nasıl inandırırdınız?

Gözlerini açıp kendine geldiğinde “evde” ve güvende olduğunu telkin eden bir ses, başında tonlarca yükün altında kalmış gibi bir uyuşuklukla akıl hastanesinde olduğunu idrak eden kahramanımızın sıkıldığını anlatmasıyla başlıyor roman.

“Bazı şeyleri anlayamayacağını anlamak insana iyi geliyor.”

Nasıl geçer akıl hastanesinde bir gün? Dünün kopyası yarınların içinde kaybolmak yalnız akıllılara mahsus bir nitelik değil. Üstelik bu aynılığın içinde sınırlı gökyüzü altındaki avluda atılan voltaların adım sayısı dahi sabit. Aklını hangi hikâyenin köşesinde bıraktığı meçhul bir bölük insan ve onların hikayesine aldırmadan yutturulan pembe mavi haplar.

“Bir delinin deliliğini nesine ya da neresine bakıp anlıyor bu doktorlar? Üzgün olduğu için evinde kendi kendine ağlayan biri normal sayılırken, çok üzgün olduğu için metroda ayaklarını yere vura vura ağlayan biri anormal sayılır mı mesela? Evinde kendi kendine gülen ya da konuşan biri için de aynı kurallar geçerli mi acaba?"

Burası bir akıl hastanesi ama adı “ev”, hastalar “misafir”, hemşireler “abla”, başhekimse “baba” olarak adlandırılmış. Katı kurallar sözde “misafirlerin” iyiliği için dense de işin aslı öyle değil. Ana karakter Esin misafir. Diğer kahramanımız ablalardan Rikkat. Biri neden evde olduğunu hatırlayamadığı bir maziye sahip. Diğeri, yarım kalmışlıklarla dolu bir mazinin atisinde, ölmüş annesinin aniden eve gelmesiyle başlayan yüzleşmeye… İki kadın. Biri yaşlı diğeri genç. Biri geçmişini kaybetmiş, diğeri onda kaybolmuş. Diğer hastaların hikayeleri de bu iki kadının hikayesinin içinde kendilerine bir yol bulmuş. Delilik bir kayboluşsa, kaybolanların yolları zaten hep bir yerde kesişir. Her kaybolan aklını yitirir mi?

Misafir; normalini yitirmiş, çokça incinmiş, bolca incitmiş bir dünyada, kırılmış hayallerin, ertelenmiş sevgilerin, hakkıyla yaşanamamış ömürlerin ortasında, kendine sığınacak yer arayanların romanı, şeklinde tanıtılmış kitap arkasında. Yazar Nermin Yıldırım, kurduğu bu dünyada realiteyi de ustaca eleştirmiş bence. Kurgunun; mizahı, eleştirisi, eksiği ve fazlasıyla, kelimeleri okurun karanlıkta kalan düşüncelerine bir kibrit çakan kullanımıyla, düşündüren, sorgulayan ve hissettiren bir roman olmuş. Birkaç alıntıyla bitirelim. Okuyacaklara tadımlık niyetine;

“O ki ara buyurmuş. Bulmanı istese bul buyururdu.”

“Birine kalbinizi açıp içinizi döktüğünüzde, giderken sadece kendini götürmüyor, sanki size ait bir sırrı da yanına alıyor. O zaman artık yalnız bile değil, eksik kalıyorsunuz. Sırf gideni değil, dökülüp kırılarak ortalığa saçılmamış eski halinizi de özlüyorsunuz. Acıklı bir seçim bu ama ne zaman birini gerçekten sevseniz, yapmak zorunda kalıyorsunuz.”

“Birinde anlam bulmak için önce ona yaklaşmak gerekiyor. Yoksa insan yersiz önyargılara, yontulmamış ezberlere, çok bilmiş klişelere kurban gidiveriyor.”

“İnsanın kendine içeriden attığı kesiği, başka kimse dışardan dikemiyor.”

“Bizden evvelkilerin tecrübelerini şıkır şıkır kuşanamıyoruz, herkes kendi ateşinde yanmak istiyor.”

“Beklediğini bilerek beklemek, beklediğinden bihaber beklemek, beklediğinden vazgeçerek ama gene de ve ille de hep beklemek.”

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Kurmacayla tanışmanın heyecanı

Kitaplarla kurulan bağın çocuklukta başladığını, bu bağın nasıl gelişirse öyle devam edeceğini sık sık duyuyoruz. Bu bilgiye hatalı bir bilgi diyemeyiz ama bilgide bir sabitlik var. Ben sabit duran şeyleri, değişmeyeni, çözümsüzlüğü sevmiyorum. Bu yüzden bu bilgiyi şöyle düzeltmek istiyorum: Evet, kitapla kurulan bağın yolu, yöntemi çok önemli. Dolayısıyla "nasıl başladığı" kısmına atfettiğimiz önem büyük ancak bu bağın korunabilmesi kadar onarılabilmesi de önemli. Kurulamayan bağ, asla geliştirilemez diyemeyiz bence. Daha pozitif bir yaklaşımla ilerlersek her çocuğun günün birinde kendisi için doğru kitapla karşılaşacağını ve işlerin tersine döneceğini söyleyebiliriz.

Yakın zamanda karşılaştığım Bu Kadar Tantana Yeter adlı kitap, kitaplarla ilgili birçok şeyi getirdi aklıma. Yukarıda anlattıklarımın daha fazlasıyla boğuştum zihnimde. Mert Arık'ın kaleme aldığı Timaş Çocuk etiketiyle okura sunulan Bu Kadar Tantana Yeter, aslında tercih ettiği kitap ismiyle şaşırttı beni. İçeriğin okumaya yeni başlayan çocuklar ve kitaplara dair olması ama isminde kitaplarla ilgili bir bilgi geçmemesi bana gizemli geldi. Okurken kitaplarla içli dışlı olmak kendi tantanamı yarattı, bu gizemliliği çok sevdim.

"Kitaplar benim de dostlarım olacak."

Bir kitabın içine girerek macerayı başlatan kitap kahramanımız Atlas, bir kitap kahramanı olan Dino ile konuşmaya başlıyor. Kitap içinde kitap! Bir çocuk bunu bir hayli eğlenceli bulacaktır. Yaş dönemini düşünürsek kitabın içinden fırlayan bir dinozora hiçbir çocuk kayıtsız kalamaz. Bir ebeveyn eşliğinde okunuyorsa bu kitap, bir sürü eğlenceli soruyla zenginleştirilebilir bu okuma yolculuğu. Sen bir kitap kahramanı olsaydın nasıl bir kahraman olmak isterdin, olağanüstü güçlerin olur muydu, bir kitap kahramanı olsaydın senin bulunduğun kitabı okuyan çocukla neler konuşurdun?.. Okunacak olan ilk kitabın heyecanını hisseden Dino, Atlas'a bu yolculukta arkadaş oluyor. Somut arkadaşlıklardan birden soyut arkadaşlıklara terfi eden Atlas, aslında bu ilk kitapla birlikte, istediği zaman istediği dünyaya yolculuk edebileceğini öğreniyor. Gerçekle hayal arasında nasıl bir fark var, hayaller gerçek olamıyor mu, ya hem gerçek hem hayal bir aradaysa?.. Okumaya yeni başlayan her çocuğun kafası biraz karışır. Ama bu kafa karışıklığı öğretir. Hele ki eğlendirerek öğreten bir kafa karışıklığıysa bu, illaki iz bırakacaktır. Zaten çocuğun merakına yanıt veren hikaye sadece öğretmez; onun hislerini önemser, onu önemser. Bu açıdan baktığımda, bir kitabın içinden fırlayan bir dinozorla merak duygusunun hakkını veriyor Bu Kadar Tantana Yeter.

Kitap okumaya yeni başlayan bir çocuğa "kurmaca" kavramını nasıl açıklarız? Bilgi edinmeyeceği, bambaşka dünyalarla karşılaşacağı, gerçekte olmayan kahramanlarla tanışacağı bir kitabı nasıl anlamlandırır çocuk? "Kurmaca-kurgu" kavramlarını çocuklarla çocukça konuşmak mümkün gerçekten. Kitabın başarısı tam da burada bence. Kanatlı bir dinozorun Atlas'a kurmacayı anlatması çok güzel değil mi? Kurmaca bir kahramanın kendinden örnek vererek ilerlemesi çocuğun merakını canlı tutuyor. Hem yazarın kurgusundaki Atlas'ın hem de Atlas'ın ilk kitap macerasını okuyan herhangi bir çocuğun. İlkokul çağındaki bir okur, kurgu içinde kurgunun detaylarına hakim olamasa da Atlas'ın aslında kendisi olduğunu anlayacaktır. Böylelikle özdeşlik kurmak daha kolay olacaktır elbette.

Dino'dan kurgu dünyasının inceliklerini, detaylarını öğrenen Atlas, öğrendiği her bilgi için şaşırmaya devam ediyor. Neyi, nasıl hayal ediyorsa öyle olabiliyor bu kurgu dünyası denen yerde. Nasıl büyük bir özgürlük alanı! Tam da burada okura "Neyi, nasıl hayal ediyorsun? Haydi konuşalım." diyerek hikayeyi kişiselleştirebiliriz okur için. Çocukların hayal gücünün sonsuzluğunda salınmak yetişkinler için de çok keyifli olacaktır.

"Demek ki hayal gücümüz gibi kitapların da bir sınırı yokmuş."

Her çocuğu yakalayan bir hikayenin gerçekten var olduğuna çok eminim. Yani bir yerlerde saklı duruyordur muhtemelen. Çocuk; kendi ilgilerini, meraklarını, heyecanlarını keşfettikçe o bir yerlerde saklı duran hikayeler de yavaş yavaş gün yüzüne çıkacaktır. İlk kitap heyecanından sonra çocuğa kulak vermek gerek. O zamana dek yönlendirme yaptıysak da o noktada sakin kalıp geri çekilmeliyiz. Çocukla temas kuran yetişkinler olarak deneyimlerimizi aktarma konusunda çok içten ama telaşlı olabiliyoruz bazen. Bu telaş, çocuğun okuma yolculuğunda istediğimiz son şey. Çocukların okurken yetişkin telaşlarına ihtiyacı yok. Bunu unutmamak çok kıymetli. Hayal gücü, merak, keşif, heyecan, eğlence diye arka arkaya sıraladığımız bunca güzelliğin önüne geçmemek için Atlas'ın bir kitapla kurduğu bu bağı hep hatırlayalım. Bu bağ, sadece Atlas'la Dino arasında. Kurduğu bu bağa isterse yeniden dönebilir, Dino'yu bulunduğu raftan indirip onunla bu kez başka şekillerde konuşmaya devam edebilir. Ben Bu Kadar Tantana Yeter isminin gizemini korumakla birlikte bu cümleyi, okuma konusunda müdahaleci yetişkinlere kurmak istiyorum: Bu Kadar Tantana Yeter, artık yetsin lütfen.

Evrim Sayın

6 Mayıs 2024 Pazartesi

İlâhî coşkunun pîri: Bayezid-i Bestamî

Ehl-i kalp, Padişahın huzurunda olduğunun her an farkındadır. Aksi, gaflette yaşamaktır. Avamla havas arasındaki en belirgin fark da budur: Her an Hakk’la beraber yaşadığını, tüm hareketlerinde Hakk’ın gözetimi altında bulunduğunu bilmek, bunu bilerek yaşamak, bu yaşayıştan asla vazgeçmemek. Ehl-i dünya ise bunu ancak ibadetlerinde, belki özel günlerde ve gecelerde, bayramlarda idrak edebilir. Bu idrakin bile ne kadar hakiki olduğu yine ehl-i kalbe göre şüphelidir. Âşıklar zümresi için uyku ya da uyanıklık hâli fark etmiyor. Onlar her an Hakk’ın huzurunda olduklarının bilincinde hareket ediyorlar. Giderek hareketleri, sözleri, davranışları ve hatta düşünceleri de Hakk’tan oluyor. “Bir gece vakti uyumak için yattım, ayaklarımı da uzattım. Birden ses işittim. “Ey Bâyezid! Pâdişahın huzûrunda da böyle ayak uzatabilir misin?” diye seslendiler. Derhâl ayaklarımı topladım.” diyor Bayezid-i Bestamî. İmanı bu noktaya erdirince “Sultânü’l-ârifîn” diye anılıyor olsa gerek insan. İşte dokuzuncu yüzyıldan beri sufiler arasında zirveyi temsil eden, menkıbeleriyle her zaman anılan, çağlar ötesinden feyz vermeyi sürdüren bir büyük mutasavvıf: Bayezid-i Bestamî.

O, ehl-i tarikin sohbet halkalarında hakkında en çok menkıbe anlatılan isimlerden biri. Bilhassa nefsiyle giriştiği çetin mücadelesi bütün salikler için geçmişten günümüze nice ibretler içeren bir disipline dönüşmüştür. Neredeyse hayatı boyunca enaniyet meselesiyle uğraşmış, benlik davası gütmemek için ‘kelle koltukta’ yaşamayı göze almış bir sufiden bahsediyoruz. Elbette bu yaşayış, onun ulaştığı mertebenin ciddiyetinin farkında olmayanlar için ürkütücü gelebilir, şaşırtıcı olabilir. Bir menkıbe şöyledir: Yaşamına oldukça fazla hac sığdırmış Bayezid-i Bestamî. Şeytan, bir gün onu yaşadığı yerin çarşısında yürürken bulmuş. “Kırk beş hac yaptın, artık nefsini terbiye etmişsindir” diyerek yanaşmış, bir nevi alay etmiş. Bayezid-i Bestamî hızla kalabalığa dönerek “Kırk beş haccımı bir ekmeğe kim değişir?” diye sormuş. Hemen bir garib gelmiş ve “Ben” deyip ekmeği uzatmış. Bayezid-i Bestamî aldığı ekmeği kenarda duran bir köpeğin önüne bırakmış. Buna herhalde, şeytana pabucunu ters giydirmek dense yeridir.

Yine onun nefs mücadelesine dair bir menkıbede, nefsini mağlup etmek için on iki sene uğraştığından bahsediyor büyük sufi. Akabinde beş sene de kalp aynasındaki pasları silmek ve orayı parlatmak için geçmiş. Sonra bir sene boyunca kalp aynasıyla nefsi arasına nazar etmiş. İkisi arasında bir zünnar görmüş. Zünnarı koparıp atmadan ilerlemenin mümkün olmadığını bilerek, beş sene de onunla uğraşmış. Nihayet mükâşefe (akıl ve duyular yoluyla ulaşılması mümkün olmayan ilâhî bilgileri kalp gözüyle keşfedip bilme) kapıları açılmış. Kapıdan içeri girdiğinde bütün beşeriyeti ölü olarak görmüş. “Bunun üzerine dört tekbîr getirdim” diyor Bayezid-i Bestamî. Bu menkıbede seyr ü sülukun en önemli bahisleri mevcut. Nefs terbiyesi, kalbi tasviye etmek, benlikten kurtulmak. Zünnar, işte o benliği, yani enaniyeti temsil ediyor. Niyâzî-i Mısrî’nin “Cânını terketmeden cânânı arzularsın / zünnârını kesmeden îmânı arzularsın” sözü hatırlanırsa şayet, benlik davasından vazgeçmenin ve enaniyeti yok etmenin ne kadar zor olduğu da anlaşılır muhakkak.

Bayezid-i Bestamî’nin bazı şathiyeleri üzerine de çokça yorum yapılmıştır. Bunlaran biri “Sübhâne nâ a'zamu şânî”dir. “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir” olarak bilinir. Şems-i Tebrizî, bir gün âşıklar sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye “Bayezid mi büyük Hz. Muhammed mi?” diye sormuş. “Böyle sual olur mu, elbette Peygamber Efendimiz büyüktür” cevabını alınca da “O hâlde neden Peygamberimiz 'Ey bütün mahlukat tarafından bilinen Rabb'im, seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık' derken Bayezid 'Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur' sözünü edebilmiştir" diye tekrar sormuş. Mevlânâ’mızın cevabı, şathiye meselesine nasıl bakmamız gerektiğine dair de çok kritik bir filtre içeriyor: “Bayezid, bir kap suyla ilahi bilgiye ulaştığını düşündü. Peygamberimiz ise her ulaştığı mertebede tövbe etti. Bunun sebebi, bir önceki mertebesinde öğrendiklerini büyük görmesiydi. Halbuki O’nun kabı sınırsız ve sonsuzdur. Bu sebeple her zaman 'Rabbim ilmimi artır' diye dua etmiştir.

Ebu’l-Hasan Harakânî’nin vefat tarihi olarak 11. yüzyılın başı belirtilir. Bayezid-i Bestamî’nin vefat tarihi ise 9. yüzyılın ortalarıdır. Kars’a gidip Harakânî’nin kabrini ziyaret ettiğimde, bu ulu sultanın bir başka ulu sultan olan Bayezid-i Bestamî’nin kabrini Harakan’dan Bestam’a yürüyüp, on iki sene boyunca ziyaret edişini düşünüp durmuştum. Daima ayakta durarak “Ya Rabbi, şu mübareğe verdiğin ilimden Ebu’l-Hasan’a da ihsan et” diye dua edermiş hazret. On iki senenin ardından bir ses işitmiş: “Ey Ebu’l-Hasan! Artık oturma vaktidir!” Buradaki oturma vakti sözünü mutasavvıflar Bayezid-i Bestamî’nin ruhaniyetiyle Ebu’l-Hasan Harakânî’yi terbiye edişine yorarlar. Bir kimsenin zâhiren görmediği bir kişiden mânevî eğitim alması, tasavvufta Veysel Karanî’den dolayı Üveysîlik olarak adlandırılır. Bu nedenle Bayezid-i Bestamî, Ebu’l-Hasan Harakânî’nin pîri olarak kabul edilir. Yaşadığı dönemde ve sonrasında onun tutkunu olan pek çok büyük sufi vardı: Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Yahyâ b. Muâz, Ebu’l-Hasan Harakânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Saʿîd-i Ebu’l-Hayr, Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrizî…

Prof. Dr. Nimet Yıldırım’ın hazırlayıp çevirdiği, Pinhan Yayınları tarafından neşredilen Bayezid-i Bestamî ve Göklere Yükselişi, tasavvuf tarihinin bu büyük sufisinin manevî yolculuğundaki önemli izleri ortaya koyuyor. Bu izlerden en sıra dışı olanı ise Bayezid-i Bestamî’nin ruhuyla Peygamber’in miracına benzer bir miraç gerçekleştirmesi hadisesi. Ona dair hiçbir kaynakta İslâm dışı herhangi bir hareketine rastlanmazken, bazı şathiyeleri gibi bu miraç meselesi de kimileri tarafından aşırı bulunmuş ve dolayısıyla hazret ithamlara maruz kalmıştır. Göklere yükseliş konusu, kitabın şu satırlarını idrak etmeyi de gerektiriyor: “Bayezîd’in metafizik evrende çıkmış olduğu ruhuyla gerçekleştirdiği seyahati, çağdaşları tarafından gereği gibi anlaşılamamış, olduğu gibi kavranamamış, onun Peygamber’in miracına benzer bir miraçtan söz ettiği, Peygamber gibi bir miraç gerçekleştirdiği iddiasında bulunduğu gerekçesiyle tekfirle suçlanmış ve Bestam’dan sürgün edilmiştir. Söz konusu suçlama onun ölümünden sonra da uzun yüzyıllar değişik kişiler ve çevreler tarafından tekrarlanmış, kendisine karşı birçok itiraz ve suçlamaların yöneltilmesine gerekçe olmuştur. Söz konusu itiraz ve ithamların yanı sıra Serrâc ve Hucvirî gibi tasavvuf uluları Bayezîd’in, Peygamber’in bedeni ve ruhuyla gerçekleştirmiş olduğu miracının aksine cezbe, sekr ve vecd halindeyken ruhuyla böyle bir seyahate çıkmış olduğunu ifade etmektedirler. Böylece Bayezîd’in miraç olayının, Peygamber’in miracının bir alternatifi olmadığı, bu yüzden de Bayezîd’in Peygamber’e karşı bir saygısızlıkta bulunmadığını ve sadece Allah’a yaklaşma ve ona erişmede ruhun metafizik evrenlere yapmış olduğu bir ruh ve gönül serüveni olduğunu ortaya koyarlar.

Kitabı okumaya başlayacaklar için Ebu’-Kâsım Ârif’in yaptığı ‘kemerleri bağlama’ ikazıyla yazımı bitirmek isterim: "A ulu ve güçlü Tanrı'ya yücelmek isteyen yolcular! Şunu iyi bilin ki; Bayezîd'in gaflet dolu yüreklerin anlayamayacağı, bilgisiz halk kesimlerinin dayanamayacağı olağanüstü halleri, makamları, Tanrıyla öyle özel sırları vardır ki; eğer bunlardan âşıkların haberleri olursa şaşırıp kalırlar."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Buluşmaların en kalbî olanı kalemdir

Kalem, bir nesne olarak birçok okuryazarın tutkusundan hatta bazılarının bağımlılıklarından biridir. Bilerek okuryazar dedim çünkü yazma eylemini gerçekleştirmeyen iyi okurlar için de kâğıtlara alınacak basit notların, alışveriş listelerinin bile önemi büyük. Hâl böyle olunca bu işlemi gerçekleştirecek nesne olarak kalem de çok önem kazanıyor. Tabii yüzlerce çeşidi olan bir nesneden bahsediyorum. Bu durumda insanın aklına “hangi kalem?” sorusu da geliyor. Kendimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Benim için kalem dolma kalemdir. (Bu kelimeyi her ne kadar birleşik yazmak istesem de TDK’ye uymak istiyorum) Ama sadece dolma kalem değil bir de kitaplara not alabilmek için kurşun kalem benim önceliğimdir. Versatil denilen, 0.5, 0.7 gibi uçlarla kullanılan kalemler değil de kalemtıraşla açılan klasik kurşun kalemden bahsediyorum. Evet, bu iki kalemin de teferruatı, işinin hatta ‘pisliğinin’ fazla olduğunu kabul ediyorum ancak bu iki kalem, kalem tutkunlarına uğraştan ziyade keyif veriyor. Hele ki dolma kalem.

Kabul edelim ki dolma kalem günümüz Türkiye’sinde bir lüks oldu artık. Üstelik altınlı pırlantalı özel seri kalemler değil, normal plastikten yapılan dolma kalemler bile oldukça yüksek fiyatlara satılıyor. Ama ben iyi bir okur ve yazarın en azından bir tane dolma kalem sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. (Bunu karşılayacak bazı markaların daha ekonomik kalemleri var) Tabii bu ilk dolma kalemden sonra durabilir misiniz orası ayrı bir durum. Ya çok sever ya da hiç sevmezsiniz dolma kalemi. Benim deneme amaçlı aldığım bir Parker’dan sonra dolma kalem tutkum maalesef(?) katlanarak devam etti ve ediyor. Bu satırları da bir Waterman Carene ile yazıyorum mesela. Üzgünüm ki kalem ve özellikle dolma kalem tutkusunun sonu yok. Tükenmez, keçeli vb. kalemleri pek dikkate almıyorum açıkçası. Bazı durumlarda kullanmıyor değilim ama sadece bazı durumlarda.

Kalem tutkunları, kalemle ilgili en ufak şeyleri bile okumak ister. Ki bu hele bir kitapsa. Üstelik tanınan bilinen yazarların kalemle ilişkilerini konu edinen bir kitap tadından yenmeyecek bir okuma sunar kalem tutkunlarına. Ben bu durumu Feridun Andaç’ın hazırladığı ve Varlık Yayınları’ndan 2014’te neşredilen Kalem Kitabı ile yaşadım. Ama bu kitap sadece bir baskı yaptı ve şu an piyasada yok. Aylar süren aramalarımın sonunda bir sahafta buldum ve aldım. Uzun süredir de başka çıkmıyor. Kalem tutkunlarına hitaben diyorum ki bu kitabı bulursanız üçe beşe bakmadan mutlaka alın. Beklentilerinizi yüzde yetmiş yüzde seksen karşılayacaktır.

Feridun Andaç genel bir giriş yazıyla bize kitabın amacını, kitapla ilgili yapmak istediklerini, yaptıklarını ve yapamadıklarını anlatıyor. Ayrıca kısa bir kalem tarihi de çiziyor önümüze. Sonra da 1923 doğumlu Hıfzı Topuz’la başlayıp 1974 doğumlu Faruk Duman’la biten ve arada birçok yazarın kalem hakkında yazdığı metinleri okuyoruz. Hemen yeri gelmişken söyleyeyim, kitapla, daha doğrusu kitapla değil ama bu 45 yazarla ilgili ilk hayal kırıklığım, kalem denince aklına dolma kalem gelen biri olarak çoğu yazarın dolma kaleme pek yüz sürmemesi, büyük çoğunluğun yazılarını eşantiyon/basit kalemlerle yazması hatta bazılarının nesne olarak kalemi sevmemesi. Edebiyatta yazılan şeyin niteliğinin ön planda olduğunu herkes gibi ben de kabul ediyorum ama kalem konusundaki estetik duygum çok şükür ki tükenmez kalemi dolma kaleme tercih edecek kadar körelmedi. Ama şu sevindirici; çoğu yazarın kurşun kalemle ünsiyeti devam ediyor. Sait Faik etkisi olabilir mi?

Ben, bir kalem müptelası olarak, bu kitapta yazarların metinlerini nasıl yazdığından ziyade kalemi bir nesne olarak algılayıp onunla ilişkisini anlatan hikâyeler görmek isterdim. İlk kalemin hikâyesi, yazarın neden kurşun kalem ya da dolma kalem seçtiği, kalemle ilgili yaşadıkları zorluklar, bir kalemin peşinden koşup onu elde etmesiyle ilgili hikâyeler vb. Kitapta bu yazdıklarımı tam olarak içeren birkaç yazı var. Büyük çoğunluk da yine buna benzer şeyler yazmaya çalışmış ancak bazı yazarlar neredeyse kalemi telaffuz etmeden, işi soyutlaştırarak ve bağlamından kopararak yazısını ‘yazma eylemi’ üzerine bir denemeye çevirmiş. Bazı yazarlar da kalemin hissettirdiklerini yazmış. (Örneğin Haydar Ergülen) Bu kitapta bunlar çok olmamalıydı bence. Mesela Yiğit Bener’in yazısı da kalemden çok bilgisayarla ilgili. ‘Bilgisayara Övgü’ gibi bir duruma dönüşmüş yazı. Hatice Meryem’in yazısı ise kaleme tam tersi bir bakışla yazılmış. Yazar neredeyse kalemden nefret ediyor. Kalem işte, der gibi. Elbette herkes kalem sevmeyebilir ancak bu tür yazıların, adına Kalem Kitabı denen bir kitapta yeri olmamalıydı. Çünkü biz ‘kalemseverler’ kalem hakkında konuşmayı ve okumayı severiz. Bir bilgisayar övgüsü okuyacak olsak tonla teknoloji dergisi var, onları okurduk. (Bazı yazarlar ise –aslında bir ya da iki tane- kalemden yazma eylemine geçip oradan politik mesaj vermeye çalışmış, bu mesaj verme kaygısı kitabın ruhuna hiç uygun değil açıkçası. Şu basit politik görüşler bir yere de girmeseydi iyiydi) Bu minvalde bakınca Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun yazısı kitaba en uygun yazılardan biri. Saçlıoğlu kalemle ilgili hem kişisel tecrübesini aktarmış hem dili çok başarılı kullanmış hem de anlatımında samimi bir yol tercih etmiş. Bir de diğer yazarların çok az yaptığı bir şekilde, marka ismi de vererek yazısını somutlaştırmış. Bir kalem bağımlısı Doğan Hızlan’ın da yazısı en güzel yazılardan. Bir dolma kalem tutkunu olarak Hızlan’ın tükenmez kalem yorumuna katılıyorum ayrıca. Günlük not almak dolma kalemle gerçekten zor. Bu yüzden de tükenmez kalemler de önemli bir yarar sağlıyor aslında. (Sadece pragmatik açıdan bakıyorum tükenmez kaleme)

Nilüfer Kuyaş, yazısında “Kâğıtla kalemin hayatı kolaylaştırmakla ilgisi yok. Hayatı anlamlı kılmakla ilgisi var. Eli kalem tutmuş herkes bilir bunu” diyor. Bilgisayarla yazmadığı için “paran mı yok?” şeklinde hafif bir alayla eleştirilen Enver Ercan ise elindeki dolma kalemi gösterip “bu en az iki bilgisayar eder” diyor. Gördüğü her teknolojiye balıklama atlayıp kalem kullananları ‘romantik’, ‘nostaljik’, ‘bu çağda ne gerek var’ gibi ithamlarla küçümsemeye çalışanlara dolma kalem fiyatlarını gösteriyorum. Gözlerinin açılmasını izlemek çok keyifli. Üstelik Kuyaş’ın dediği gibi, bu bir anlamlandırma meselesi. Ayrıca evet, bizim zevklerimiz eşantiyon kalemle veya bilgisayarla yazanlar nezdinde makul bir zemine oturmak zorunda da değil.

Yukarıdaki birkaç eleştirim dışında da eksikler var kitapta ancak Feridun Andaç bunların bazılarına giriş yazısında cevap vermiş ve bazı şeyleri tam olarak yapamadığını söylemiş. O yüzden bunları es geçiyorum.

Kalem tutkusu baş edilmesi zor bir tutku, her tutku gibi. Doğan Hızlan’ın binlerce kalemi olduğu söylenir. Hatta yurt dışından arkadaşlarına hediye kalem getirir ve onları bile vermeye kıyamaz. Bu böyledir. Bazen en sevdiğimiz kalemi sadece elimizde tutmak bile insana güven ve mutluluk verir. Artık bunun ruhsal yönünü psikoterapistler, psikolojik danışmanlar araştırsın. Ben güzel iki kitap önerisiyle yazıyı sonlandırayım. Bol kalemli, özellikle dolma kalemli günler dilerim.

Altıncı Parmak, Muhittin Şimşek
Dolma Kalem ve Ötesi, Gökçe Ünar


Mehmet Akif Öztürk