30 Kasım 2018 Cuma

Rasyonalizmin beş atlısı

Bir süre önce raflara göz atmak için girdiğim kitapçıda gördüğüm bir kitabın ismi tanıdık geldi. Dört Adalı. Merakla elime alıp göz gezdirdiğim kitabın içeriğinde önemli bir değişik yapılmış. Önceki baskılarında dört filozof bulunan eserin bu baskısına beşinci bir filozof eklenmiş. İngiltere’de birbirine yakın tarihlerde yaşamış bu dört filozof sırasıyla Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704), George Berkeley (1685-1753) ve David Hume’dur (1711-1776). Eklenen beşinci filozof René Descartes (1596-1650) diğer dört filozoftan önce ve İngiltere dışındandır. Buradan hareketle yeni baskı Dört Adalı Bir Kıtalı olarak isimlendirilmiş. Öteki Yayınları tarafından neşredilen yüz altmış sayfalık eser Solmaz Zelyüt imzasını taşıyor.

Dört adalı filozof da akılcı ve bireycidir; bireyi her şeyin önünde tutmaktadırlar. Onlara göre insan problemlerini akıl ile çözebilir. Takıldıkları en önemli nokta soyut olanın, tözün, özellikle de din ve Tanrı konularının akıl ile nasıl anlaşılabileceğidir. Aralarında bunun mümkün olduğunu söyleyen de mümkün olamayacağını söyleyen de vardır. Tanrı’nın varlığına pek ihtimal vermeyen Hobbes ve varlığının kanıtlanabileceğini düşünen Locke bu konuda biraz daha çekimser durmaktadır. Bir din adamı olan Berkeley din ve Tanrı’nın kesinlikle akıl ile anlaşılabileceğini söylerken katı empirist (deneyci) olan Hume bunun kesinlikle imkânsız olduğunu iddia eder. Onlardan önce yaşamış olan Descartes akılcı olmakla birlikte dini konulara saygılı bir şüpheciliği benimsemiştir.

İngiltereli dört filozofun bilgi (felsefesi), varlık, töz, ahlak, Tanrı (inancı), doğa, yasa, siyaset, devlet, özgürlük ve mülkiyet gibi konularda görüşlerine yer veriliyor. Bu kadar ağır konuların ders kitabı gibi anlatılmamış olması okumayı keyifli hale getirmiş. Oldukça toparlayıcı ve net olarak ele alınmış görüşler, felsefi konulara ilgi duymayanlar için zorluk teşkil edebilir fakat az da olsa felsefeye aşina olanlar kitaptan hoşnut kalacaktır. Dört adalı filozof İngiltere'de yaşamış olmaları ve felsefelerinin benzeşmesinin yanı sıra René Descartes’tan da etkilenmiş olmaları ortak yönlerinden bir diğeridir. Solmaz Zelyüt bu ayrıntıyı adalı olmamasına karşın Descartes’ı kitabın yeni baskısına eklemesinin nedeni olarak belirtiyor ve kronolojik sıralamaya göre Descartes’ı en başa alması gerektiğini fakat kitabın ilk hâlini bozmamak adına sona eklediğini söylüyor.

Modern düşüncenin köşe taşları diyebileceğimiz bu düşünürler bir anlamda liberalizmin temellerini atmış, insanı ve bireyi önceleyen görüşlerinde akla önem vererek özgürlük ve mülkiyeti (klasik) liberal çizgide tanımlamışlardır. Sonraki düşünür, filozof ve siyasetçiler bu temellerin üzerine inşa ederek günümüz liberal düşüncenin ve dolayısıyla kapitalizmin acımasız duvarlarını örmüşlerdir. Aralarındaki düşünce ayrılığı detaylarda gizlidir ama dikkatle bakıldığında önemli detaylardır bunlar. Bunların en önemlisi aklın önderliğindeki bireyci bilgi felsefesidir kuşkusuz. Ortaya çıkan ‘nereye kadar akıl ve birey’ sorusu bugün hâlâ net olarak cevaplanmış değil.

Thomas Hobbes’un, yeniçağın materyalizminin, kritisizminin ve pozitivizminin habercisi olduğuna değinen Solmaz Zelyüt, Hobbes’un düşüncesinin ontolojik, etimolojik ve psikolojik yanlarının bunun nedeni olduğunu belirtiyor. Daha net bir söyleyişle, Aydınlanma’nın omurgasını oluşturan düşünce onun felsefesiyle birebir örtüşüyor. Hobbes felsefesinin en belirgin özelliğinin korku-güven ilişkisine bağlayan Zelyüt, bunun sebebini, onun yaşadığı dönemde İngiltere’nin içinde oluğu siyasi ve toplumsal karışıklıklar olabileceğini belirtiyor. Bu dönemde Hobbes felsefi görüşleri yüzünden iki defa İngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştır. “Felsefe doğru bir şekilde akıl yürüterek, sonuçlardan nedenlerin ve nedenlerden sonuçların çıkarsanmasıdır” diyen Hobbes’a göre felsefe doğa bilimleriyle özdeştir ve bu matematik gibi bir hesaplama işidir. Felsefenin bir ölçütü de hareket edebilirliktir. Zira var olabilen hareket edebilir. Hareket edebilenin maddi ve cisimsel boyutu bulunmaktadır. Dolayısıyla maddi ve cisimsel olmayan şeyler felsefenin konusuna girmez. Maddi ve cisimsel olan şeyler birleştirilebilir, ayrıştırılabilir ve hesaplanabilir. Bu yüzden örneğin Tanrı felsefenin konusu değildir. Hobbes’a göre töz var olan demek olduğundan maddi/cisimsel olana aittir. Maddi olmayan töz bir oksimorondur, kendisiyle çelişir. O, Aristo fiziğinin teolojik/ereksel mantığını ortadan kaldırarak Galileo fiziğindeki nedensellik mantığını kabul eder. Her şeyin bir nedeni vardır der ve nedenleri zamansal öncelik, sonralık durumuna indirger. Katı determinizmi kabul eden Hobbes’un mantığına göre insan iradesinin önemi kalmamaktadır.

Hobbes’ta bilgi felsefesi empirist, nominalist, materyalist ve biraz da sensualist özellikler taşır. Duyular bilgi edinmede ilk hareket noktasıdır. Bu sensualist bir giriştir. Duyumun nedeni dışsal cisim veya nesnedir diyerek materyalizme geçer. Hobbes’a göre iki tür bilgi vardır. Bunların ilki, dış dünyadan duyular yoluyla elde edilen empirik, deneysel bilgi olan ‘olgu’ bilgisidir. İkincisi ise empirik, deneysel olarak elde edilen olgu bilgisinin zihinde işlenmesi sonucu elde edilen ‘yargı’ bilgisidir. Nominalist olarak ele alınabilecek görüşünde Hobbes, “insanın nesnelere verdiği adlarla oluşturduğu hakikatten başka bir şey yoktur” der. Bu bakış açısına göre yanlışlıklar adların yanlış kullanımından ya da doğru anlaşılmamasından kaynaklanır. Hobbes’un politika felsefesi analitik-sentetik, ayırma-birleştirme yöntemidir. İnsanda iki ilkel duyum vardır; duygular ve tutkular ile arzu ve nefret bu iki temel duyumdan türer. İnsanın yaşama arzusu ve ölüm korkusu da buradan ortaya çıkar. Ona göre insan toplumsal bir varlık değildir, bencildir ve her zaman haz peşinde koşar. Hayatta kalmak için zarar vermek de dâhil her şeyi göze alır. Zaten bu insanın doğasında vardır. Diğer taraftan insanın tüm bu özellikleri devlet mekanizmasının kurulmasının da nedenidir. Çünkü güven içinde yaşama arzusu ve ölüm korkusu insanı buna iter. Dolayısıyla insanı savaştıran etkenler aynı zamanda insanı barışa götüren etkenlerdir de. Ama aynı zamanda bu mantıkla insanın savaşması ve öldürmesi doğallaşmakta hatta meşrulaşmaktadır. Yaygın olarak bilinen Hobbes’un, “insan, insanın kurdudur” sözü bu mantığı anlatmak için birebirdir. Ünlü Leviathan eserini bu mantık üzerine inşa eder Hobbes ve der ki, “bizi birbirimize bırakırsak hemen gırtlak gırtlağa geliriz.” Bunu engellemenin yolu olarak da insanı bir gücün/erkin kontrolü altına vermek olarak açıklar. Devlet bu mekanizmadır. Özgürlük ve ekonomik faaliyet konularında insanın serbest bırakılması gerektiğini söyleyen Hobbes, birçok düşünür tarafından ekonomik liberalizmin kurucu ismi sayılmaktadır.

John Locke, empirisittir ve ona göre bilgimizin alanı deneyimlerimizle sınırlıdır. Doğru yöntem kullanılırsa aklın çözemeyeceği hiç bir problem yoktur. Locke, “zihinsel güçlerimizi üzerine araştırmaya gitmemek bizi dogmatizme ya da skeptizme götürür” der. O, idelerin, orijinin deneyimi olduğunu düşünür. Deneyim ise duyum ve düşünüm olarak ikiye ayrılır. Duyum, deneyim yoluyla elde edilen bilgidir. Düşünüm ise duyumların zihindeki faaliyetleri sonucunda elde edilen bilgidir. İlk başta zihin ‘tabula rasa’ yani boş levhadır ve deneyim yoluyla kazanılan duyum ve düşünüm üzerinden elde edilen bilgiler bu levha üzerine yazılır. Mülkiyet konusuna özel bir alan açan Lock, ilk mülkiyet teorisyeni olarak kabul edilir. Zenginlik, mal ve özgürlük olarak tanımladığı mülkiyeti emekle ilişkilendirerek bireycilik ve aklı ön planda tutar. Aklın kaynağını ise ilahi olarak tanımlar. Ona göre vahiy bir bilgi kaynağıdır. Devlet mekanizmasını Hobbes’un “herkes herkesle savaşır” düşüncesinin aksine insanların “aklı kullanarak bir arada yaşamasıdır” diye açıklar. Locke’un liberal ve muhafazakâr görüşlerinin izlerini ve etkilerini özellikle Amerikan Anayasası’nda görmek mümkündür. Locke’a göre liberalizm insanlığın gelişim aşamalarından biri olarak ele alınabilir.

George Berkeley bir teolog filozoftur. Maddenin varlığını inkâra kalkışmakla itham edilmiştir oysa o diğer düşünürlerin -özellikle Locke’un- düşüncelerinin ne anlama geleceğini açıklamaya çalışmaktadır. “Var olmayı dışımızdaki şeylerin algılanmasına/duyumsanmasına indirgersek algılamadığımız/duyumsamadığımız şey yoktur anlamına gelir” demektedir. Berkeley bu çıkışıyla aslında bilgiyi maddeye indirgeyen empirist anlayışı eleştirmektedir ve bu maddeci anlayışın getirisi olan “Tanrı’yı inkâr etmeden bilim yapmanın bir yolu yok mudur” diye sorar. Filozofların maddi töz veya cisimsel töz dedikleri şeyi yadsıdığını söyleyen Berkeley, bu şekil hareket etmenin insanlığa zarar vermeyeceğini söyler. Fizikçileri eleştiren Berkeley, fizikçilerin fiziksel karşılığı olmayan metafizik kavramları fiziğe dâhil ederek bilimi kararttıklarını ileri sürer. Onu rahatsız eden şey, fiziksel olmayan soyut şeylerin sanki doğada bulunan maddi bir töze veya fiziksel bir gerçekliğe tekabül ediyormuş gibi kullanılmasıdır. Tanrı'yı ve varoluşu, deneyim, duyum ve düşünüm yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Dışsal şeylerin biz onları algılamadığımızda nasıl var olduklarını kısaca şöyle açıklar: “Duyumsanmayan şeyler zihinde yadsındığında, yadsımadan bağımsız deneyimlenerek bulunabilmektedir. Bu durumda insanın algılamasının zaman aralıklarında o şeyin orada var olmasını sağlayan bir zihin bulunması gerekir. Bu zihin varoluşun nedeni olan Tanrı’dır. Şeyler algılanmadığında o şeylerin devam eden sürekli varlığı veya varolmaklığı Tanrı’nın onları sürekli algılamasıyla açıklanır”. Berkeley, “hayali ideler sonlu zihin tarafından üretilirken, algılanan ideler sonsuz Zihin tarafından oluşturulur; bu idelerin bizdeki varlığının nedeni, bu Zihin’dir” demektedir.

David Hume, Hobbes, Locke ve Berkeley’in empirik öğelerini benimserken bu filozofların düşüncelerindeki can çekişen metafizik öğeleri reddeder. Empirizmin en katı ve açık yorumunu verir. Hume ilk başta akla aşırı güven duymakta ve doğa yasalarının akılla anlaşılabileceğine inanmaktadır. Daha sonra insan düşüncesinin sınırlarının kısıtlılığını fark eden Hume skeptisizmi benimsemiştir. O, “eğer tüm idelerimiz deneyimlerimizden gelir öncülünü ciddiye alırsak bu ideler açıklamasının bizi mecbur ettiği şekilde bilgiye ilişkin sınırları kabul etmek zorunda kalırız” demiştir. Ona göre hiçbir şey insan düşüncesinden daha sınırsız değildir fakat insanın düşüncesinin ölçütünü belirleyen insan zihni çok sınırlıdır. İzlenimler ve ideler zihnin içeriğini oluşturur ve ideler izlenimlerin kopyasından ibarettir. Aralarındaki fark ise canlılık farkıdır. Şöyle ki, üzüldüğümüz ya da sevindiğimizde izlenimlerimiz faaldir. Bu izlenimleri düşündüğümüzde ya da akıl yürüttüğümüzde ise ideler faal hale gelirler ve hatırlamamızı sağlarlar. Acıyı hissetmek izlenim, duyumun hatırası idedir. Hume’un, idelerimiz izlenimlerimizin kopyasıdır ilkesinden hareket edersek bildiklerimizin tamamı izlenimlerimizdir mantığını kabul etmiş oluruz. Bu içsel bir durumdur ve dışsal olanı nasıl açıklayabiliriz? Hume bu soruyu sebat ve tutarlılık kavramlarıyla açıklamaya çalışmış ve izlenimlerimiz sayesinde şeyler hakkında sebat ve tutarlılık sahibi olduklarını kavrarız şeklinde cevaplamıştır soruyu. Self, töz ve Tanrı düşüncelerini kendi yöntemine tabi tutan Hume, her üç kavram için de var olmayacağı sonucuna ulaşır.

Solmaz Zelyüt, önceki baskılarda bulunmayan beşinci bölümde düşünmenin basitliğinin ve herkes tarafından yapılabilirliğinin insanı cezbettiğini söylüyor. Bunun ayrıca iyileştirici bir etkisi vardır. Felsefenin tarih boyunca belirli bir gidişatı vardır lakin rasyonalizmin ortaya çıkışı ile bu gidişat farklı bir boyut kazanmıştır. Bu değişimin kurucu düşünürü René Descartes’tir. Dolayısıyla Descartes, Rönesans sonrasından günümüze kadar gelen akılcı (modern) felsefenin başlatıcısıdır denilebilir. Solmaz Zelyüt, Descartes’ı anlatırken öncesine de değinerek akılcılığın oluşmasına olanak sağlayan filozofları ve düşünceleri de hatırlatıyor. Bilimin çözüm için yegane uğraşı olduğunu düşünen hatırı sayılır bir grup vardır. Temel kanı, akılcılık ile bütünleştirilmiş fiziki dünya görüşünün geleceğin belirleyicisi olduğu yönündedir. Şüpheciliğin revaçta olduğu bir dönemdir ve Descartes’ın da içinde olduğu düşünsel akım doğanın işleyişinin mekanik olarak açıklanabileceğini savunmaktadır. Dolayısıyla canlılığın determinist bir yapısı vardır. Descartes bu açılımla modern felsefenin temelini attığı ‘Kartezyen Felsefesi’ni geliştirmiştir. “Felsefeyi metafiziğe kök salmış bir ağaca benzeten” Descartes’a göre “gövdeyi fizik, dalları da mekanik, tıp ve ahlâk” oluşturmaktadır. Onun bir başka özelliği de din, ahlâk ve politika üzerine akılcı bakış açısının başlamasına ön ayak oluşudur. Solmaz Zelyüt, Descartes’ın felsefe, din, ahlâk, bilim gibi başlıkların yanı sıra bilinç, metot, entelektüel kesinlik, ‘cogito’, zihin ve beden ilişkisi gibi konulardaki düşüncelerine değiniyor. Descartes kendinden sonra galen rasyonalist düşünürlerin önünü açarak büyük bir iş yapmıştır.

Dönemsel bir felsefe kitabı olan Dört Adalı Bir Kıtalı’da rasyonalist modern düşüncenin doğuşunda yer almış beş önemli filozofun felsefi görüşlerini anlatılıyor. Yazar aktardığı felsefi konulara filozofların hayat öykülerini yedirmiş. Bu durum okumayı hem kolaylaştırmış hem de keyifli hâle getirmiş diyebilirim. Ayrıca yeni baskıya Descartes’ın eklenmesi eseri çok daha zenginleştirmiş. Dört Adalı Bir Kıtalı günümüz dünyasını şekillendiren Kartezyen Felsefesi ve bir ideolojiye dönen akılcılığı anlamak adına oldukça faydalı bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

29 Kasım 2018 Perşembe

Dünyada misafir olduğunu bilen kuşları tedirgin etmez

"Cevap soruya göre değil, sorana göre verilir."
- Ahmed Zerrûk el-Fâsî

Kitaplarına, şiirlerine koyduğu isimlerle düşünce dünyasını, ya da şöyle diyelim, dünyaya nereden baktığını hassaten göstermiş bir kalem Ahmet Murat. Onu bir unvanın kıyısına yanaştırmak bu anlamda güç. Çünkü yazarlığı belirli bir alana dair değil. Kimi kafayı bütünüyle romanla 'bozar' kimi de şiirle yahut başka şeylerle. Ahmet Murat, yaşadığımız zamanların 'metafizik kaybı'na işaret eden yazılar yazıyor. Gerçek Hayat'ta ve Nihayet'te gündem ne olursa olsun, o kendi gündemini koruyor. Sıkmadan, bunaltmadan, cetvel veya sopa göstermeden kendi gündemine davet ediyor.

Kuşlarla Sohbetin Şartları, işte bu anlamda bir davet kitabı. "Büyüsü bozulmuş bir dünya" diyor yaşadığımız zamanlara Ahmet Murat. Neydi bu büyü, eskiler bu büyüyü nasıl koruyup kollardı? Bağın nerede ve nasıl koptuğundan çok, yani tarihçilerin yaklaşımı olan neden-sonuç ilişkisinin getireceği polemik üslubundan kaçınarak, daha çok insan odaklı yazılardan oluşuyor kitap. İnsan odaklı denince meselenin küçüldüğü zamanlardayız. Kişisel gelişimciler kişisel algılamasın ama bu mesele pek de kişisel değil. Bu mesele biraz da babaları ve dedeleri tasavvuf bahçelerinden demet demet çiçek toplamış geniş bir iklimi ilgilendiriyor. O iklimin insanı çok. Süreceği iz belki az ama muhabbet bazen birinin peşine takılmakla da başlayabiliyor. Bir gözün nazarı, bir sözün şifası, bir şarkının daveti. Evet bu paragraf da davetle bitti.

Ahmet Murat eskilerin izini sürerken yenilerin 'zamane'liğini sorgulamaktan da sıkılmıyor. Bu sorgu ne kişilere ne de kurumlara yönelik. Yazarın okuyucuyu bir solukta kitabı bitirmeye 'mecbur' eden tarafı da bu aslında. Ortada bir gerilim var ve bu gerilim yüzünden biz ne geçmişin izini sürebiliyoruz lezzetiyle, ne de geçmişle gelecek arasındaki 'köprü insanlar'ın hâlini merak ediyoruz. Bu durumda söz, 'meleklere iman' konusundaki düşüşümüze kadar iniyor.

Tedirgin edici metinler var Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda. Zaten şart kelimesiyle karşılaşınca tedirginlik yaşamamak pek de mümkün değil. "Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer" diyor yazar. Kıyametin kopmasına ramak kala elindeki fidanla baş başa kalmış birinin tedirginliğini düşünelim önce, sonra da şu satırları okuyalım beraberce: "Sokrates'in, kendisini öldürecek olan baldıran zehri hazırlanırken flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı söylenir. "Ne işe yarayacak ki bu?" diye ümitsizce sorarlar. "Yeni bir ezgi öğrenmeye" der filozof."

Maç farklı bir mağlubiyetle devam ederken bile, tüm o ümitsizlikte bir futbolsever kesinlikle 90. dakikayı görmek ister. Ardından uzatmaları. Neticede netice her an değişebilir. Değişmezse de izleyeni teskin edecek bir gerilim, yorum gelebilir maç sonu demeçlerinde, programlarında. Onları da izler futbolsever. Hep bir umut. O gerilmiş yayın bir şekilde harekete geçmesi gerek. Buna kişisel gelişimciler 'enerjiyi boşaltmak' diyor galiba. Filozoflar ve ruh hekimleri için 'kendini meşgul etmek' oluyor yani. Bize öğüt verilen de elindeki fidanı her ne olacaksa olsun dikmektir. İster tufan kopsun, ister kıyamet. Nasılsa insan ziyandadır ve son dakikadan sonra bile ümit vardır.

Karşılaştırmalı bir okuma fırsatı var konular içinde. Her yandan saldıran 'mutlu ol' baskısına göğüs geremeyen, mutlu olmak için bütçesini ve çehresini yetiştiremeyen insan mutsuz olmayı ölümle bir tutuyor. Farkında olmadan kendini uyuşturmanın girdabına katılıyor. Kurguda bir hata var gibi sanki. Üstelik bu kurguyu basbayağı biz inşa ettik. Hakikatle, güzelle irtibatı kopardık. Dolayısıyla kurgu, yeni model bir arabanın test sürüşü çekimlerini hatırlatıyor. Evet kaza olacak ama sekiz hava yastığıyla kurtuluşa erebiliriz. Sahiden mi? Oysa velilerden birinin şu sözleri çok daha gerçekçi: "Sen günahını gözünde büyüttükçe o Hak katında küçülür; sen ibadetini gözünde küçülttükçe o Hak katında büyür."

Şehrimizde bulunmayan boşluklardan şeyhe duyulan ihtiyaca, matematik odaklı dinî telkinlerle gelen manevi yorgunluk hallerinden sahte sufi çeşitlerine kadar irfan yoluyla hayatın gerçekliğini ve acımasızlığını buluşturan metinler içinde çok kısa bir cümle haykırıp duruyor doğru olmayanın ne olduğunu: "Bugün her bütçeye uygun sema icrası var: Turistler için ayrı, çiğköfteci açılışı için ayrı tarifeler mevcut."

Yeterli. Bazen şuncacık bir cümle kafi. Uzatmaya, kapışmaya, sesi yükseltmeye bile gerek yok. Bu anlamda dil terazisini sıklıkla kaybeden 'yolcu'lar için 'ders içinde ders' çıkarılabilecek bir imkân aslında Kuşlarla Sohbetin Şartları. Üstelik hiç de öyle 'özün özü' haddine varmadan. Gayet sakin, gayet misafirce. Hepimizin misafir olduğunun bilinciyle. Dahası: "Arifler, "Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun" demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu."

Her kitap bir arayışın neticesinde okunuyor şüphesiz. Daha doğrusu, bunu bilinçli bir şekilde yapıyor 'hakiki okuyucu'lar. Kitap almayı bir alışveriş olarak görmeden, iştahı kendine mahsus, okunuşu ve özümsenişi kendine has bir tavır bu hayata karşı. İşte bazen, kitabı okurken aradığımızı unutur gibi oluruz da son anda, son sayfalarda geliverir aradığımız karşımıza. Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda bunu yaşadım. "el-Kahhâr" idi konu. Sebebini burada açıklayamayacağım farklı bir bakış açısına, bir yoruma, çarpıcı bir aktarıma ihtiyacım vardı. Bunca zamandır istediğimi bulamamışken, hiç beklemediğim bir anda paragrafları okurken yaşadım heyecanımı. Belki başkasını da heyecanlandırır diye düşünerek, bir kısmını da buraya almak isterim:

"el-Kahhâr" ism-i şerifi kalpte kahredici, yıkıcı, imha edici bazı etkinliklerde bulunan; kalbe, sahibini dönüştüren bilgi bırakan bir isimdir. Fiziki dünyada var olan her şeyin manevi dünyada bir tür arketipe sahip olduğunu kabul eden sufiler, dış dünyadaki düşmanların içerdeki büyük düşmanın görüntüsü ve eşi, dış dünyadaki azgın kavimlerin ya da onların aralarından çıkmış olan peygamberlerin ve kitapların iç dünyada da benzerinin olduğunu söylemeleri sebebiyle, "el-Kahhâr" ismini de çift taraflı bir balta gibi dışa ve içe doğru kullanırlar. "el-Kahhâr" zahirde ve batında eskin bir isimdir. Zahiri tahtlar ve zalimler onunla sarsılırken; kanat açmayı önleyen ön kabuller, eşya hakkındaki duygusal yargılar, iç kargaşadan beslenen bilgi gibi batıni tahtlar da onunla sarsılır ve rabbani bilgiye yer açacak temizlik yapılır."

Kuşlarla sohbet etmek, yani onları kaçırmamak, için-dışın birbirini temizlemesiyle mümkün. Geçmişle gelecek arasında, 'şimdi ve burada' yani hakiki ve faal bir köprü kurmakla mümkün. Bu mümkünlerin kıyısına yanaşmak adına güzel olan kapıları, konuları yoklamak ilk şart sanki...

Evet, dünyada misafir olduğunu bilen kuşları kaçırmaz. Tedirgin olan, tedirgin etmez belki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Kasım 2018 Çarşamba

Ürkmeye ve kendinden uzaklaşmaya davet

"Ah, umut olmasa 
insan en küçük şeylere dahi cesaret edebilir mi? 
Şu açık çayı içebilir mi mesela?"

Düş Düşe Uğultular, geçtiğimiz günlerde İz Yayıncılık'tan çıkan bir ilk kitap. Eserin yazarı İbrahim Aslaner'i Dergah, Aşkar, Tahrir başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerden tanıyoruz.

Eser, 'Düş Düşe' ve 'Uğultular' olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Reis lakabıyla anılan Fikret Temizsöz kurgunun merkezinde yer alırken 'Uğultular' bölümünde Fikret Temizsöz'ün oğlu üzerinden kurgu devam ettirilip eser sona erdiriliyor.

Fikret, üçüncü romanını yazmaktadır, şehirde arkadaşlarıyla bir edebiyat dergisi çıkarır. Ve aynı zamanda bu derginin öykü editörlüğünü de üstlenir. Bir gün Fikret'in mail kutusuna bir öykünün düşmesiyle birlikte, okurun ilgisi kurguda yoğunlaşmaya başlar. Fikret öykü üzerinde değişiklik tavsiye ederek öykünün yazarı Şeyda'ya dönüş yapar.

Yer yer felsefi-düşünsel sorgulamalarla karşılaşıyoruz. Mesela Fikret'e "Duygular yalnızca şiirle anlatılmaz, hem anlatılan her şey basitlik kuyusuna düşmüştür artık." dedirten yazar, salt estetik kaygılarla bu eseri ortaya koymadığını göstermiş oluyor aslında.

İyi bir roman okuru, roman kişisinin melankolik-karamsar tavrı ve bu tavrın post-modern roman anlayışı içindeki yerini kolaylıkla fark edecektir. Fikret, Şeyda'ya olan saplantılı aşkı nedeniyle bohem bir hayata sürüklenir. Bu açıdan bakıldığında, Fikret'in, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay gibi yazarların karakterleriyle bir ruh kardeşliği içinde olduğunu söyleyebiliriz.

"Kimseler görmüyordu. Görmesin. Kimseler duymuyordu bu kıpırtıyı. Duymasın. Kimseler üzülmüyordu bu kimsesiz adama. Üzülmesin. Tek gerçek vardı. Gün akşama devriliyor, yağmur devam ediyor ve ben doya doya ıslanıyordum." (sf. 47)

Yalnızca kurguda değil dilin kullanımında da Oğuz Atay romanlarını anıştıran kadim tamlama ve kavramlara eser içinde yer veriliyor.

"Uzun etme İÇ SES dediğin az konuşur. Seni tenzil-i rütbe eyledim." (sf. 53)

Aslaner mizah unsurunu fırsat buldukça kullanarak bir bakıma okurun diri kalmasını sağlamış. İç sesin Fikret'le olan diyalogları üzerinden okuru tebessüm ettirmiştir.

Kurgunun merkezinde bir editörün, roman yazarının olması ve onun üzerinden yazma eylemini sorgulaması oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır.

"Biz yazarların elinden en fazla bu geliyor belki de. Bir çiçek ve yazmak. Yazmak, aklına ne gelirse yazmak ve karşıdakinin inanmasını beklemek. Dünyanın en omurgasız, cesaretsiz eylemi belki de budur. Yazmak ve medet ummak şu kahrolası harflerden." (sf. 93)

Eserin ikinci bölümü olan Uğultular'da ise olayların seyri bir başka karakterin penceresinden devam ediyor. Bu bölümde kendisinden uzun zamandır haber alınamayan baba Fikret'in, oğul Tolgay tarafından izinin sürülmesi anlatılıyor. Tolgay, Fikret ve Şeyda'nın mail aracılığıyla kurduğu ve kitaplar üzerinden sürdürdüğü ilişkiyi bilgisayardaki Word dosyası sayesinde öğrenir ve yıllardır görmediği babasını bulmak için doğduğu şehir olan Amasya'ya doğru yola koyulur. Kayıp baba Fikret, adeta gizemli bir süje haline geliyor eserin bu bölümünde.

141. sayfaya kadar bazı okurlar kuru bireyciliğin eseri esir aldığı yanılgısına düşebilir. Fakat yanıldığını bu sayfadan sonra fark edecektir.

Eser kişisi olan Fikret'ten, onun siyasi tavrına ilişkin kısa bir tarife de yer verilerek bahsedilir çünkü.

"Babama reis, diyor; teşkilattan arkadaşı büyük ihtimalle. Annemin hiç de hayırla yad etmediği şu milliyetçilerin teşkilatı işte." (sf. 141)

"Film konuşur, kitap, dergi ve gazete konuşur, bazı oyunlara gidip oyunlar anlatırdı bana ve masadaki birkaç yakın ahbabına. Şehir ona küsmüştü bir bakıma, reis davaya ihanet etmişti. Ona sorduğumuzda ortada bir davanın olmadığını söyleyip gülümserdi." (sf. 146)

Tolgay'ın, babasının izine ulaşmaya başlamasıyla aslında eser yepyeni bir çehre kazanıyor. Okurun zihnindeki soru işaretleri teker teker gideriliyor, kurgunun gizemini yazar bile isteye çözmeye başlıyor.

"... bir insanın, bir geçmişin bütün çıplaklığıyla bir diğer insana sunulması ürkütücüydü, ürkütücü ve bir o kadar da kendinden uzaklaştıran bir şeydi bu." diyor yazar ve hiç beklemediğimiz bir sonla eseri sonlandırıyor.

Nasıl bir sonla mı? Bilmem.

'Ürkmeye ve bir o kadar da kendinden uzaklaşmaya' davet ediyor yazar bizi. Kendinden uzaklaşmaya ve dolayısıyla kendine gelmeye var mısın?

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

26 Kasım 2018 Pazartesi

Gündelik hayattaki tefekkürün kaybı yahut zaman krizi

Byung-Chul Han’ın kitaplarının ülkemizde yayımlanmaya başlaması Türk okurlar için oldukça önemli bir şey. 2015’te dilimize çevrilen ilk kitabından sonraki her yıl birer kitabı daha dilimize kazandırıldı bu değerli yazarın. Bu kitapların en tazesi ‘yeni çıkan’ Zamanın Kokusu.

Metis Yayınları’ndan neşredilen kitap “Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme” alt başlığına sahip.

Bir önsöz ve on iki bölümden oluşan kitap notlarıyla beraber 132 sayfayı içeriyor. Önsözler her kitap için önemlidir fakat Han’ın kitapları için daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Han önsözde, kitabıyla ilgili özet halinde ne yaptığından ve nasıl yaptığından bahsediyor. Bu kitapta da durum değişmemiş. Önsözde kitabın yazılış amacını belirten yazar kitap için bir de özet geçmiş:

Günümüz zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activa’nın, eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılması. Bu mutlaklaştırma, insanı bir animal laborans, ‘çalışan hayvan’ derekesine indiren bir çalışma buyruğuna yol açıyor. Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor. … Zaman krizi, vita activa kendi krizinin tam ortasında vita contemplativa’yla tekrar birleştiğinde aşılabilir ancak.

Yazar bu paragraftaki hemen her cümlesiyle bölümlerini özetlemiş ve okura da kitapta ne ile karşılaşacağı konusunda bir ön okuma sunmuş.

Kitapla ilgili önde gördüğüm birkaç bölüme dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan biri kitabın ilk denemesi olan “Uygunsuz Zaman”. Bu bölümde ideal zamanla beraber ideal yaşama ulaşmanın açıklaması üzerinde duran yazar, konuyu kavramlarla irdeliyor. Üzerinde durduğu iki filozof ise Nietzsche ve Heidegger. Bu iki filozofun, Nietzsche’nin ‘son insan’ıyla Heidegger’in ‘herkes’ini kendine yakın görür Han. Böyle olmasının sebebi ise ona göre yerleşmiş yaygın ve yanlış bir düşüncedir: Zamanın hızlanması düşüncesi. Biz uzun süredir hız çağından bahsediyoruz. Fakat Han, önsözde de ilk bölümde de bahsettiği gibi, hız yerine ‘zamanın yayılması’ kavramından bahsediyor. Zamanın dağılması anlamında da kullanıyor bu kavramı ve zamansal kopukluklara değiniyor. Şimdiyle, geçmişi ve geleceği bağlayamayan modern insanın şimdiki zamanı bir ‘sürem’den ziyade bir noktaya indirgediği yazarın en önemli eleştirilerinden. Ona göre, şimdiki zaman güncelin içinde boğulabilecek bir şey değil. Şimdiki zamanı gelecek zamana bağlayamamanın en büyük sebebi ise vaatsiz bir yaşam. (Burada da Heidegger’in ve Nietzsche’nin ‘miras ve gelenek’ kavramlarına başvurmuş yazar.)

Nietzsche’ye göre hedonist olan ‘son insan’ın; modern zaman insanının ölümünü ve bu kavrama karşı duruşunu da zamanın dağılmış olmasıyla ilişkilendirir Han. ‘Bitim’i olmayan bir hayatta ölmenin bile zor olduğu, Han’ın ilk denemesinde üzerinde durduğu şey. Ölmenin zorluğu kavramını, günümüz kent insanının telaşıyla birlikte ele almamız gerekecektir burada. Sonu olmayan, dairesel bir hayatta, farklı tünellere girip çıkarak varoluşsal bir anlama kavuşamadan telef olmaya gitmek diyebiliriz zamansız ölüme. Han, hızlanan değil de dağılan zaman kavramını bu tür insan için kullanıyor. İnsan hızlanmadı, dağıldı ona göre ve toplanması da imkânsız.

Burada aslında açıkça olmasa da yazar, ‘yavaş hayat’ sürmenin önemine değiniyor. Bunu ‘seküler hayatın sahip olma azgınlığı’nın karşıtı olarak da görebiliriz. ‘Ne kadar imkân o kadar anlamlı hayat ve zamanlı ölüm’ değildir mesele. Az ama öz hayat da ideal bir hayattır, sonunda ideal bir ölüme götürebilir insanı. Hedonist insanın uygunsuz zamanda yok olup gitmesiyle ölmesi arasındaki farkı şu paradoksla anlayabiliriz:

… Uzun, sağlıklı ama olaysız bir yaşamı nihayetinde dayanılmaz bulur. Böylece uyuşturucu kullanmaya başlar ve uyuşturucudan ölür. ‘Ara sıra biraz zehir: güzel rüyalar gördürür. Ve nihayetinde, rahat bir ölüm için çok zehir.’ Katı bir sağlık politikası güderek sonsuza dek uzatmaya çalıştığı yaşamı, paradoksal biçimde, zamanından önce sonlanır. Ölmek yerine uygunsuz zamanda yok olup gider.

Han, hemen her bölümde zamanla ilgili gördüğü bir problemi irdeliyor. İkinci bölüm olan “Kokusuz Zaman”da tarih öncesi devirlerle tarihsel zamanı baz alıyor. Bu dönemler üzerinden zaman kavramını inceliyor. Han’ın tarih öncesi diyerek bahsettiği dönem ise mitolojik dönemler. Kısaca; mitolojik dönemlerdeki düzenin sahibinin Tanrı olduğundan, tarihsel dönemde bu kavramın ortadan kalktığından ve kaos oluştuğundan bahsediyor. Ona göre tarihsel dünya döngüsel değil doğrusal bir zamana sahiptir. Zaman, kendi kendini bu konuma getirmiştir. Buradaki kritik dönem ise ‘Aydınlanma Dönemi’dir. Yani bu dönemde, eskatolojik zamandan ziyade ucu açık bir zaman baskındır. İlk bölümde bahsettiği ‘bitim’sizliğin yerini, tarihsel dönemde hiçbir sabit unsurun olmayışı almıştır.

Her şeyin düzenleyicisi Tanrı, Aydınlanma Dönemi’nde artık yoktur, zaman dağılmıştır fakat yokuş aşağı da gitmeye devam eder. İnsan sonsuz özgürdür. Belli bir daire içinde hareket etmek zorunda değildir artık yazara göre: “İnsanın zamanla ilişkisini belirleyen şey özgürlüktür artık. İnsan ne zamanın sonuna fırlatılmıştır ne de şeylerin doğal döngüsüne. Tarihi canlandıran şey özgürlük fikridir, ‘insan aklının ilerlemesi’ fikridir. Zamanın öznesi artık düzen veren bir Tanrı değil kendini geleceğe yönelerek tasarlayan insandır.” Ve akıl kutsanır. Han, bu durumun bir süre sonra yanlış olduğunun düşünüldüğünü ise Hıristiyan teolojisinden örnekle, ‘Danton’un Ölümü’ndeki Camille’nin seslenmesiyle açıklar: “Akıl sağlığı denen şu sıradan sabit fikirlerin hepsi dayanılmaz derece can sıkıcı. Baba, Oğul, Kutsal Ruh olduğunu hayal edebilen kişi yeryüzündeki en mutlu insandı.

Hem mitolojik hem de tarihsel zamanın kısa bir karşılaştırmasını yaparak bölümü tamamlar Han. Zamanın kopukluğundan oluşan sorunlardır aslında genelde anlatmak istediği. Bu bağsızlık ise zamanda kokuyu, belki de çeşniyi yok eder:

Mitolojik zamanın da tarihsel zamanın da anlatısal bir gerilimi vardır. Zaman olayları özgül bir şekilde birbiriyle bağlantılandırır. Anlatı zamana bir koku verir. Nokta-zaman ise kokusu olmayan zamandır. Zaman, sürem kazandığında, bir anlatı gerilimi veya bir derinlik gerilimi elde ettiğinde, derinlik ve enginlik, yani bir uzam kazandığında bir koku yaymaya başlar. Zaman bütün derin yapısından veya anlamından koparıldığında, atomlaştığında, düzleştiğinde, cılızlaştığında veya kısaldığında kokusunu kaybeder.

Byung-Chul Han, önemli filozofların ve yazarların düşüncelerini kitabında bol bol inceliyor. Fakat bunu bir kompleks göstererek yapmıyor. Ele aldığı görüşlere zıt görüşlerinin yanında filozoflara katıldığı noktaları da belirtiyor. Karşı çıkışlarını ise kendi fikirlerine göre temellendiriyor. Bauman’ın özgürlük kavramına yaptığı tanımda da olduğu gibi. Özgürlük kavramının bağlı olmamak, bağlarından kopmak olarak algılandığına karşı çıkan Han, özgürlüğün bağlarından kopmak değil, ‘iliştirilmek’ ve ‘içerilmek’ olduğunu söylüyor. Kelimenin kökeninden yola çıkan yazar, bu kavramın ‘sevmek’ anlamına geldiğini ve özgürlüğün esas anlamının ‘arkadaşlara veya seçilen insanlara bağlı olmak’ olduğunu belirtiyor. Burada aklıma İsmet Özel’in özgürlük tanımı geldi. Elbette Han’ın görüşünden farklı fakat Özel’in de Han’la aynı noktadan kavrama baktığını söyleyebiliriz. Özel, Taşları Yemek Yasak kitabında şöyle der: “Özgürlük, insan olarak aslımızda, bizim halis cevherimizde, fıtratımızda bulunan şeyin fışkırması, serpilip hayat bulmasıdır” der ve bunun da Allah’a bağlılık olduğunu vurgular. Han’ın dayanağı arkadaşlar veya sevilen kişilerken, Özel’in dayanağı ise Allah oluyor bu kavramda.

Han, zaman kavramını incelerken konuyu olabildiğince geniş ele alıyor. Hatta okur bazen ‘bunun konuyla ne alakası var’ diye düşünebilir ama yazar bir şekilde ana konuyu ele aldığı bölümle bağlıyor, “Şimdiki zamanın Paradoksu” bölümünde olduğu gibi.

Han, ‘Yolda Olmak’ kavramını, zıttı olan ‘şimdi ve burada’ kavramıyla ele alıyor. Bu, aslında Han’ın ilk bölümde bahsettiği zamanın güncelliği ile de bağlanabilir. ‘Şimdi’nin tamamen sıkıştırılmış bir an’a dönüşmesini ve günümüze etkisini inceliyor yazar. Sürekli ‘şimdi’de yaşamanın hem enformasyon hem teknolojik hem de ‘orada’ olmayla ilgili ilişkisine değiniyor. Mutlaklaştırılan bir ‘şimdi ve burada’ insanı çevreleyen her şeyi olumsuza çeviriyor. Hızlı yaşam, burada yaşam, şimdi hemen yaşam için Cioran’dan mülhem ‘çürümenin yaşamı’ diyebiliriz. Ne koku kalmıştır ne anlam:

Olayların, bilginin ve imgelerin sıkıştırılması bulunmayı imkânsızlaştırır. İmgelerin dur durak tanımadan art arda gelmesi bulunan bir düşünmeye izin vermez. Retinaya sadece bir anlığına temas eden imgeler dikkati sürekli üzerinde tutamaz. Görsel uyaranlarını hızla boca ettikten sonra sönüp giderler. Vurgulu anlatımıyla bilgi ve deneyimden farklı olarak, enformasyon ve yaşantılar kalıcı veya derin bir etki bırakmaz. Hakikat ve bilgi mefhumları arkaik bir tını edinmiştir artık. Süremi temel alırlar. Hakikatin kalıcı olması zorunludur. Oysa giderek daha da kısalan bir şimdide silinip giderler.

Kitabın son bölümü, yazarın en geniş incelediği bölüm olmuş. Bunu ve daha birçok bölümü okurlara bırakmak daha doğru olacaktır ama ilk bölüm ve son bölümlerin özellikle dikkatli okunması, kitabı anlamlandırmada kritik öneme sahiptir bana göre.

Byung-Chul Han, her kitabıyla okuyana bir bakış açısı sunuyor. Bu kitapta da bunu fazlasıyla gerçekleştirmiş. Fakat Han’ın özelliğinin kısa ve sade yazmasında olduğunu düşünüyorum. Bazı bölümler normalden uzun tutulmuş. Aynı ifadelerle uzatılan konudan ziyade konular daha kısa incelenseydi, daha öz bir konu ortaya çıkardı. Dil açısından ise baktığımızda Han’ın diğer kitapları gibi olduğunu söylemek mümkün. Bazı felsefi kavramları araştırmak gerekiyor kitabı okurken. Fakat yoğun olsa da ağır bir dile sahip diyemeyiz her bölüm için. Yine de 60. ve 90. sayfalar arası kitabın ağır dille yazılmış bölümlerini oluşturuyor.

Kitabı eline alanlar için bir de müjde var ilk sayfalarda. Metis Yayınları’nın yayım planında önümüzdeki yıl yayımlanacak iki tane daha Byung-Chul Han kitabı bulunuyor. Sanırım yazarın on altı kitabı var. Hızlı bir şekilde diğer kitapların da çevrilmesi felsefe okumalarımıza oldukça katkı sağlayacaktır.

Şeyda Öztürk’ün iyi bir çevirisiyle okunabilen Zamanın Kokusu felsefeyle ilgilenmek için önemli bir kitap. Han’ın diğer kitapları gibi…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

İslami söylemin yapısökümü

Kültürün şekillendiricisi olan bilgiyi evrensel bir değer olarak tanımlamak mümkün müdür? Bilginin baskın ya da baskılayıcı bir kimliği var mıdır? Bilgi ne kadar masumdur ya da bilgiyle sadece bilim mi yapılır? Daha açıklayıcı sormak gerekirse, bilgi nötr bir fenomen midir yoksa içinde üretildiği paradigmanın kodlarının taşıyıcısı mıdır? Bu bağlamda bilgi teknik olarak bir medeniyetin (başka medeniyetler üzerinde) hegemonyasını sağlayan ve/veya pekiştiren bir araç olarak kullanılabilir mi? Çağdaş İslami düşünce ya da çağdaş İslami hareketler hakkında okuduğum metinler, sonrasında farklı alanlara kaysa da ayrışmadan hemen önce bu soruların işaret ettiği noktada kesişiyor. Aynı durumla Batı dışı toplumların Batı’ya karşı verdiği mücadelede de karşılaşıyoruz. Fakat sunulan çözüm önerileri çözüm olmaktan çok yeni sorunlar çıkarıyor ve/veya mevcut sorunları büyütüyor diyebiliriz. En başa dönüp buradaki metodolojik problemi halletmeden herhangi bir sorunun çözüleceğini düşünmek ham hayalden başka bir şey değil. ‘Bilginin İslamileştirilmesi Projesi’nin en başa dönerek buradaki problemi hâlletmeye çalışmasını değerli ve önemli bir çaba olarak görüyorum. Kanımca, İslam dünyasında gereken ilgiyi görmüyor. Dolayısıyla gereken desteği de bulamıyor ve istenen etkiyi sağlayamıyor. Her proje gibi bu projenin de eksiklerinin olduğu muhakkak ve fakat nasıl ki eksiklerini gidermek için üzerinde çalışmak gerekiyorsa başarılı olup olamayacağını görmek için de denemek/uygulamak gerekiyor. Bu zor süreç için bile zihni bir hazırlık aşaması kesinlikle şart. Öncelikle kökü klasik İslam düşüncesi dönemine uzanan bazı taşları oynatmak ve süreç içerisinde vahiy dışı oluşumların getirdiği tortuları temizlemek gerekiyor. Bunun içinse esaslı bir metodoloji oluşturulması hayati önem taşıyor.

Geleneksel dini anlayışa göre ‘avamın’ ilmi meselelerle iştigal etmesi sakıncalı görülmüş’ meseleye dair çaplı bir literatür bile oluşmuştur. Bu bir yana, bana daha ilginç gelen başka bir şey var. Yirminci yüzyılın ‘aykırı’ ve ‘sorgulayıcı’ ismi olarak bildiğimiz Ali Şeriati’nin (1933-1977) mevzuya bakışı oldukça manidar. Bu konuda geleneksel anlayışı benimseyen Şeriati’ye göre “toplumlar için tehlikeli şeylerden birisi de bilginin/bilimin avamileşmesi” meselesidir. Ali Şeriati bazı eserlerinde (örneğin Marksizm) bu durumu neden tehlikeli bulduğunu tarihsel perspektifle açıklamaya çalışıyor. Başlıca gerekçeler; hem ‘herkesin her şeyi bilmesi mümkün değildir’ hem de ‘herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği bir ortamda sağlıklı değerlendirmeler yapılamaz’dır. Zaten bilginin avamileşmesi modernizmin telkin ettiği bir şeydir. Görüş kendi içinde tutarlı olabilir lakin İslam tarihi açısından başlıbaşına problemler üreten bir yapı meydana getirdiğini düşünüyorum: Bir yanda Müslüman toplumların ‘ruhban sınıfı’ olarak tanımlayabileceğimiz ‘din adamı’ anlayışını doğururken bir yandan da Müslümanların hem bireysel hem de toplumsal eylemlerinde pasifleşmesine zemin sağladığı görülüyor. Hemen arkasından fanatikleşerek hizipleşmeler, mezhepleşmeler, cemaatleşmeler, tarikatlaşmalar vesaire… İslam’ı bir din olarak kabul eden herkes ‘alim’ olsun diyemeyiz elbette fakat eğer Müslümanlar alternatif bir sistem, hakikatli bir ‘yaşam nizamı’ önerecekse asgari İslami düşünce standartını yakalaması bir zorunluluktur. Görünürde başka yol da yoktur.

Mahya Yayınları’nın yayın listesinin ekserisi bilgiye İslami bir form kazandırma ve Müslümanca düşünme odaklı eserlerden oluşuyor. Iraklı fıkıh profesörü Taha Cabir Alvani’nin (1935-2016) Yenilenme isimli çalışması da onlardan birisi. “İslam Düşüncesinde Çağdaş Söylem” alt başlığını taşıyan eserin çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Yüz doksan iki sayfalık çalışma, bilginin neden İslamileştirilmesi gerektiğine yönelik tartışmanın yapıldığı Giriş ve içerikteki tespit ile önerilerin şekilsel olarak formülüze edildiği Ek dışında altı bölümden oluşuyor. Bölümlerde sırasıyla çağdaş İslami söylemin analizi, kriz zihniyetinin yaygınlaşma süreci, temeli entelektüel eksiklik olan krizin çözümü, İslam düşüncesinde yenilenme ve bilginin İslamileştirilmesi projelerinin analizi, eserin muhataplarına yönelik tartışma ve çözüme yönelik engeller ile hatalar ele alınıyor.

Taha Cabir Alvani, eserinde iki ana başlık belirliyor. Bunlardan birisi çağdaş İslami söylemin yenilenmesi diğeri ise bilginin İslamileştirilmesi projesi. Müellife göre birbirinden bağımsız değerlendirilemeyecek bu iki konu hem birbirini desteklemekte hem de tamamlamaktadır. Günümüz Müslümanlarının en önemli sorunu, mevcut krizin de temelini oluşturan entelektüel eksikliktir. Çağdaş İslami söylemin yenilenmesi ve bilginin İslamileştirilmesi konuları söz konusu eksikliğin giderilmesinde temel iki parametredir. Yazar, buradaki iki belirleyici fenomenin neden ve nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği, izlenmesi gereken yöntem, önündeki engeller, tarihsel açıdan ne anlama geldiği ve gerçekleştirilebilirse neler sağlayacağı gibi konularda kapsamlı değerlendirmeler yapıyor. Sorun çözmeye yönelik çalışma bir zorunluluk olarak görülüyor. Bu sadece Müslümanları bağlayan değil, tüm insanlığa yönelik bir zorunluluktur. Dolayısıyla insanlığın faydası açısından hayati öneme sahip bir sorumluluk barındırmaktadır.

Taha Cabir Alvani, sunduğu çözüm önerisinde olduğu gibi Müslümanları da ‘Gelenekçiler’ ve ‘Batıcılar’ olarak temelde iki gruba ayırıyor. Her iki grubun hareket mantığı fanatik bir taklitçilik üzerine oluşturulmuştur. Gelenekçiler asırlar evvel oluşturulmuş değişime kesinlikle kapalı dini epistemolojiyi, Batıcılar ise modernizmin ürünü pozitivist veya materyalist epistemolojiyi taklit etme eğilimindedir. Batılılaşma insanlığın geleceği için tehlike barındıran, gelenekçilik ise yetersizlik içeren süreçlerdir. Ona göre Müslümanlar kavramları, metodolojiyi, hedefi Kur’an eksenli oluşturarak bir yandan geçmişle yüzleşmeli bir yandan da şimdinin Batıcı anlayışını sorgulamalıdır. Bu anlamda İslami olduğundan şüphe olmayan kadim bilgi yeniden yorumlanmalı, modern bilgi ise İslam ile uyumlu hâle getirilmelidir.

Bir paradigma değişimi öneren Taha Cabir Alvani, Batı’nın pozitivist ve materyalist epistemolojisi karşısında kainatı ve Vahyi birlikte okuyup yorumlayacak İslami epistemolojinin oluşturulması gerektiğini savunuyor. Oluşturulacak bu epistemoloji ile üretilen bilgi ideal İslam medeniyetinin gerçekleşmesini sağlayacaktır. İnsanı yaratıcısına ve yaratılışına yabancılaştıran modern paradigma kötü gidişin sebebidir. Kurulacak İslam medeniyeti akıntıyı tersine çevirecek ve tüm insanlığa fayda sağlayacaktır. Müellif, bilginin İslamileştirilmesi konusuna etraflıca değinerek ne olduğunu, neyi amaçladığını ve nasıl gerçekleştirileceğini açıklamaya çalışıyor. Sık sık yöneltilen eleştirileri cevaplıyor. En sert tepki geleneksel dindarlıktan gelmektedir. Bilginin İslamileştirilmesi ve çağdaş İslami söylemde yenilenme önerisi aşırı entelektüel bir uğraş olarak görüldüğü için halktan kopuk ve gerçeklerden uzak olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca bu çalışmalara yönelik hayalci, reformist haraket, Batılı paradigmanın imitasyonu şeklinde eleştiriler de yapılmaktadır. Taha Cabir Alvani bir yandan irdelediği konulara dair açılım getirirken bir yandan da eleştirilere cevap veriyor. Yenilenme, entelektüel açıdan doyurucu ve ufuk açıcı boyutlarıyla sadece İslami düşünceye ilgi duyanlar için değil sosyal bilimlerle ilgilenenler için de atlanmaması gereken bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Kasım 2018 Cuma

Yarım duygular, yarım hayatlar, yarım kalanlar

"Şimdi, geçmiş olduğu zaman nereye gidiyor 
ve geçmiş nerede?"
- Ludwig Wittgenstein

Mayıs 2013'te hem içeriğiyle hem de müelliflerinin farklı görüşlere ve tavırlara sahip olmasıyla daha önceki örneklerinden sıyrılan bir kitapla tanışmıştım. Kâzım Özdoğan ve Derviş Aydın Akkoç tarafından derlenen "Sol İlahiyat: Dini Soldan Okumak" adlı bu kitap, İletişim Yayınları'nın Birikim Kitapları koleksiyonuna aitti. O zamandan bu zamana içindeki bazı isimler hakkında bir sürü yargılarda bulunuldu. Doğrusuyla yanlışıyla türlü türlü yorumlara dahil edildi bu isimler. İçlerinde romancılar da vardı, siyasiler de. Yazar kadrosundan bir isim, üslubuyla ve konuya bakış açısıyla ilgimi özel olarak çekmişti: Burhan Sönmez.

Kitaba "Ütopya: Sol İlahiyat!" ve hemen peşinden gelen "Kötülük ve Aşk Arasında Sol İlahiyat!" başlıklı yazılarıyla katkıda bulunan Sönmez'in bilhassa ikinci yazısı çok kıymetliydi. Yazıyı edebiyatın irfan damarından da beslenmiş bir ismin yazdığı besbelliydi. Birçok satırını çizmek için metrobüste epey uğraştığımı ve kitap bittikten sonra bu yazıyı yeniden okuduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Böylece, daha önce hiçbir romanını okumadığım Burhan Sönmez için artık özel bir okuma yapmam gerektiği de ortaya çıkmıştı. Biraz tembellik biraz da okunacak -gerçekten de!- çok kitap olduğundan bu gerekliliği unutmuştum. Öyle ki şimdi bahsedeceğim Labirent, Eylül 2018'te çıkmıştı ve ben ancak kasım ayının ortasında okuyabilmiştim.

Çok açık bir şeydir ki her kitap ismiyle, kapağıyla, arkasındaki tanıtım metniyle etkilemez. Bunların birçoğu, hele ki günümüzde, bir an önce o kitabın alınması için planlanmış bir takım işlerdir. Belirli stratejilere dayanır yani. Ama Sönmez'in metinleriyle daha önce bambaşka bir kitapla tanışmış biri olarak tam da burada sarsılmıştım: İsim, kapak ve tanıtım metni çok iyiydi. Özellikle tanıtım metninin üzerinde yer alan kitaptan bir paragraf, Twitter'da en çok sevilen paylaşımlardan biri olmuştu bile.

Boğaz köprüsünde yoğun trafik sebebiyle duran bir taksiden inip intihar etmek isteyen bir müzisyen: Boratin... Uyandığında kendini hastanede buluyor ve hiçbir şey hatırlamıyor. Sadece geceyi değil, geçmişine dair hiçbir şeyi. Arkadaşlarını, ablasını, şarkılarını, zevklerini, kederlerini. Koskoca bir boşlukta yalpalamasına karşı koyan ise en yakın arkadaşı Bek. Elbette diğer arkadaşları da ona destek oluyor. Ama onun dünyası bambaşka bir noktada kuruluyor: varoluşunu sorgulamak. Tüm bu sorguyu yaparken de geçmişin gölgelerinde kaybolmamak. Bu durumda bazı rolleri de üstlenmesi gerekiyor. Onu tanıyanlara ve sevenlere 'her şey yolundaymış gibi' görünmek, ablasıyla yaptığı telefon görüşmelerinde özellikle geçmişle ilgili konuşmalarda sırıtmamak...

Boratin'in öyküsü iki konu üzerinde insanı düşündürüyor. Bunlardan ilki, geçmişin bir insanın hayatında, özellikle de geleceğinde ne kadar sert bir zemin inşa etmiş olmasıyla ilgili. O zeminin hiçbir düşüşü kabul etmeyişi. O zemin üzerinde düşünce olduğu gibi kalmak, belki de yuvarlanmak. Geçmiş, tıpkı gerçek gibi, ezici. İkinci konuysa yarım olan şeylerin bütün karşısındaki mahcupluğu, masumluğu, madurluğu. İnsan yarım duygularla ne kadar sağlıklı bir ömür yaşayabilir? Evini, işini, dostluklarını nasıl yürütebilir? Eğer 'iz bırakmaya yönelik' bir yaşamı varsa onu nasıl koruyabilir?

"İstanbul'un birkaç gündür değişmediğini, sonsuz bir anda takılıp kaldığını söylesem inanmaz. Yalan ile gerçek artık tek. Doğru ile yanlış aynı. Taştan yapılmış camiler ile çelikten yapılmış gökdelenler yaşıt görünüyor. İstanbul durdu, ben durdum. Eski ile yeni arasındaki zaman geçidinde kayboldum. İnanacak bir söz arıyorum. Ölüleri diri sanıyorum, belki pek çok diriyi de ölü biliyorum. Zihnim, ölülerle dirilerin koyun koyuna yattığı bir mezarlık."

İşte burada belki de kabullenme önemli bir yer tutuyor. Olanı kabullenmek ve o kabulle hayata devam etmek, edebilmek. Böylece geçmişin esaretinde türlü türlü acılar çekmemek. Hiç değilse bu acıları göğüsleyebilecek gücü bulabilmek. İnsan hayatı için en değerli şey belki de: kabullenme. Bu bir sorgu getirecekse peşinden, nasıl'ı değil neden'i sorgulamalı. Nasıl intihar ettim değil, neden intihar ettim. Nasıl hayatta kaldım değil, neden hayatta kaldım.

"Geçmiş beni bıraktıysa ben de geçmişi bırakabilirmişim, ta ki o kendisi geri gelene dek. Bunları düşünmek istemiyorum. Suya atlamak anne rahmine dönme arzusunu, yüksekten atlamak ise yaratma isteğini gösteriyorsa göstersin. Aklım başka yerde."

Sorgular yumağı. O yumaktan çıkmak için oyunu bilmek gerekiyor, yani hayatı. Oyuna katılmak gerekiyor, yani hayata. Oyundan çıkmamak gerekiyor, yani hayattan. Boratin'in öyküsünde hayat, bir noktadan sonra her yönüyle gerçek bir oyuna dönüşüyor.

"Neden benim annemle babam trafik kazasında öldüler? Boğaz Köprüsü'nde bir kaza nedeniyle trafik durmuş. Uykudan uyanıp taksinin camından dışarı bakmışım. Annemle babamın ilerideki kazada can verdiğini düşünmüşüm. Aradaki yılların ve mesafelerin önemi yok. Ölüler her zaman, her yerde yeniden ölebilir. Ben de yeniden doğabilirim (doğabilir miyim?). Hastanede gözümü açtığımda bana başka biri, anne babası sağ biri olduğumu söyleyebilirdiniz. Beni öksüz bir çocukluktan kurtarabilirdiniz. Kelimeler, kelimeler. Gözlerimin önünde harfler, sayılar, en çok da soru işaretleri uçuşuyor. "Evet" sözcüğünün ardına bile soru işareti koymak istiyorum. Evet? Hayatım böyle geçecek."

İnsan yol arayışında yorulur. Yolun gereği de budur. Her yorulduğunda yeniden yola koyulmak. Dikkat edilirse, yola koyulmak yoldan çıkmak ya da yolculuktan vazgeçmek değildir. Arada bir yolda duran, soluklanan, yeniden yola koyulur. Çıkmaz yolundan, yollarından. Varacağı yeri önemsemez. Zaten hakiki yolcuya kapı da yoktur. Her kapı gibi gördüğü şeyin ardından yeni yollar açılır. O yoldan başka yollara, bir kapıdan başka kapılara. Buranın mucizevi anı insanın kendisiyle konuşmasını da unutmamasıdır, konuşmalıdır kendisiyle insan daima.

"İnsanın dışarıyla konuştuğu dil başka, kendisiyle konuştuğu dil başkadır. Kendisine karşı şefkatli olan dil, başkasına hırçın olabilir. Kendisine merhamet eden dil, başkasına insafsızlık edebilir. Gözlerimi bir hastanede açtım. Bir eve geldim. Birkaç kişiyle görüştüm. Bu kadar. Kendimi anlayabileceğim dili göremedim."

Şimdiden sonra en iyisi yetinebilmek mi acaba? Bu da kabullenişin bir faydası değil mi? Yetinmek. Kendinle, hayatınla, yolunla, labiretinle, acılarınla, sevinçlerinle. Öyle veya böyle her şeyle yetinmek. Hayatı ve kendini olduğu gibi kabul etmek. Bunu yapamayınca, her şey çok gelir. İnsanın sadece kendine değil, aynadaki görünümüne bile tahammülü kalmaz. Boratin'de olduğu gibi.

"Bir, iki, üç, çok. Eski bir kabilede, insanlar üçe kadar sayar, sonrasına çok derlermiş. Bana her şey çok görünüyor."

İnsan kendini ne zaman yarım hisseder ve insanın geçmişi, hatıraları bu yarımı tamamlar mı? Labirent, bunun romanı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Kasım 2018 Salı

İnsanın iç değerlerine ulaşacağı yollar kazımak

Carl Gustav Jung’un Dört Arketip kitabı 1976 basım ve 463 sayfadır. Orijinal adı “Die Archetypen und das kollektive Unbewusstle” olan kitabın elimizdeki çevirisi makaleler seçkisidir. Hatta daha manaya uygun betimlenirse; “uzak bir cennetteki arketip”inden yansıyanıdır!

Sözlükteki karşılığı; ilk örnek, asıl numune, özgün model olan kitaba adını veren Dört Arketip sırasıyla; “anne”, “yeniden doğuş”, “ruh” ve “hilebaz”dır. Ve 143 sayfanın her paragrafı okuyucunun biriktirdikleri boyunca derine doğru katmanlıdır. İstersen yüzlerce yeni doğurabilirsin içinden. Sayısız makale, eleştiri… Söylenmemiş yüzlerce dinlence…

Metnin ilk kısmı yeniden doğuşun çeşitli biçimlerini kısaca anlatır. “Anne” arketipi üzerinden insanın yansıttığı misyonlara değinir. “Şöyle ki; literatürde tasvir edildiği üzere, çocuk psikesi üzerindeki bütün o etkilerin tek kaynağı kişisel anne değil, anneye yansıtılan arketiptir; bu anneye mitolojik bir arka plan vererek ona otorite, hatta tanrısallık katar” der.

İkinci kısımda bunların farklı psikolojik yönlerini ele alıyor Jung. İnsan diyor, varoluş serüveni boyunca sürekli bundan bahsetti ve böyle bir kavram var ise bununla tanımlanan psişik deneyimler olduğu anlamına geldiğinden yola çıkılmalı! Bu hadisenin metafizik ve felsefi önemlerinden bağımsız olarak sadece psikolojik açıdan incelmesi anlamına geliyor. Yine buram buram “tutar” tütüyor!

Üçüncü bölümün başlığı “Masallarda Ruhun Fenomenolojisi Üzerine”. Geits sözcüğünü irdeledikten sonra ruhun düşlerde kendini göstermesini irdeliyor. Başlığa adını veren esas bölüme geldiğinde ise çeşitli kültürlerin masallarından misaller veriyor. “Mitoloji çoğul düşlerdir” diyor. Aynı şekilde masallar da mitler gibi ortak fantezilerdir ve düşlerde ortaya çıkan kolektif bilinçdışının imgelerini içerirler.

Çok önemli bir detay; bilinçaltı yoktur bilinçdışı vardır! Çünkü bilinçdışı yalnızca bilincin altında değil üstündedir ona göre. Çünkü Jung, dünyayı ideolojilerin koltuklarında değil, insanın “bilge” sıfatında oturup izleyenlerdendir. Hayran kalmaktan alıkoyamazsınız kendinizi; o “ama” dedikçe değişir ve gelişirsiniz.

Son bölüm “Hilebaz”, ortak gölge figürüdür, bireyin düşük karakter özelliklerinin bir toplamıdır. Bu arketipi mitlerden masallardan tarihteki karnaval ve şölenlerden günümüze kadar dönüşümünü ve gölgenin “anima” ve “animus” ile ilişkisini anlatıyor. Jung’un kuramında önemli bir yer tutan anima erkeğin içindeki kadın imgesidir, animus ise kadının içindeki erkek imgesi…

Kitap bittiğinde kritik olan noktanın üzerinde düşünür bulursunuz kendinizi. “Arketiplerin varlık ya da yokluklarını tartışabiliriz ama psikolojik ihtiyaçları mutlaktır” demeye çalışan bir üst akıl oluverirsiniz. Yapay gündemleriniz düşer gerçeğe dirilirsiniz.

Çünkü Jung;

Arketiplerin var olduğuna dair her tür kanıttan yoksun olsaydık, tüm akıllı insanlar böyle bir şeyin olamayacağı konusunda bizi ikna etseydiler bile, en yüce ve doğal değerlerimizin bilinçdışına gömülmemesi için arketipleri icat etmemiz gerekirdi. Zira bunlar bilinçdışında kaybolduğunda, ilk deneyimlerin tüm gücü de yok olur.” der.

Hemen arkasında aklınızda düşen Voltaire; ”Eğer Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi” der.

Jung ise cevap verir; evet, “Bir insanın elinden tanrılarını alırsanız, karşılığında ona yeni tanrılar vermek zorunda kalırsınız.

Daha anlaşılır şekilde, arketip; su birikintisinde yansımanı gördüğünde, aslın olan yanındır, orijinaldir. Dünyadaki insan, cennet/sonsuzluk gibi bir arketipin yansımasıdır. Platon'un mağara duvarına vuran gölgelerle alıp veremediği hikayeye benzer ki “arketip” kavramını literatürde ilk kez kullanan da Platon’dur. Jung psikolojide ilk kez kullanmıştır.

Pozitivistler için ise daha ziyade geçmişten günümüze taşınan alışkanlık ve kültür mirası sağlayan zihinsel görüntülerdir der Jung arketipe.

Bir nevi “Genetik hafıza”…

Anlaşılan o ki; gnostik fikirlerle yoğrulmuş Jung’un Tanrısı cennetteki uzak bir Tanrı’dan daha çok kendi içselindeki Tanrı’dır. Ve Kuran’daki karşılığı; “… sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır”. (Secde/9)

Çünkü maddeden öteyi, maneviyatı, içsel muhtevayı, sembolik anlamları, ruhun soyut değerlerini temsil ediyor Jung.

Teoloji’ye yukarıdan bakarak anlaşılabilecek bu öğreti, Kuran’ın manasına varan İslam alimlerinin de farklı cümleler ile ağızlarındadır.

Hatta Anadolu ozanlarına kadar, bu toprakların tadıdır.

Ölen hayvan imiş” diyen Yunus’un tasasıdır!

Jung’un felsefesi, derdi, gayesi; insanın, bu iç değere dönmesine yönelmiş yollar kazımaktır!

Güncel yaşama dönersek; filmlerin, en önemli ilhamıdır arketipler. Hz. İsa mesela. E.T. yukarıdan gelir, amacı vardır, farklıdır, özel yeteneklidir, tektir, insanla barışıktır, yardımseverdir, kötülerce öldürülecektir ki mucizevi bir sonla göğe yükselir. Matrix’te Neo da "İsa" arketipidir. Morpheus ise baba.

"Sonsuzlukta yaşayan ve insanların anlama yeteneği ve iradesi açısından örnek oluşturan egemen tip"tir!

Arada aşağıya çekip, kullanılıp, göğe iade edilen ilhamdır!

İnsan deneyimleri kadar çok arketip vardır” der Jung! Ve kutsal kitaplardaki arketip kavramının kendine ve mümkün olabilme durumuna göre yorumlamayışı yüzünden bilim ile din birbirinden ayrı düştüğünü iddia eder.

Bu sosyolojik olarak karşılığı olan bir iddiadır; manada değil fiilde kaybolan, mucizeler bekleyen cehalet medeniyetleri gökten indiremedikleri el umudu ile telef olup gidiyorlar zira!

Yazık ki; İsa’nın yükselmesine yüklenen anlama yükselemeyen, ellerinden tahta haclara çakılı nice şizofren sadece kan kaybından öldü!

Ve ebabiller gelmeyecek!

Ebabiller kuş bile değil belki!

O kitaplar yazılırken kulunu seven Tanrı ölmedi ise ebabiller hiç gelmedi!

Ve dünyadaki mevcut zulmün sebebi, Tanrı’nın panteizme terfi etmesi değil; inanç, başkasına yüklediğin güçte değil kendine vardığında edindiklerinde başlar, deme şeklidir!

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

16 Kasım 2018 Cuma

Ercan Kesal'ın anılarındaki Metin Erksan

"Anılar çok değerlidir. Bu yüzden olsa gerek,
insan her zaman onları şiirsel renklerle süsler."
- Andrey Tarkovski, Ayna (Zerkalo), 1975 

Bugün bir yandan dizi-sinema diğer yandan edebiyat üzerine eserler veren isimlerden bahsederken, en önce Ercan Kesal'dan bahsetmemiz gerekiyor. Peri Gazozu, Nasipse Adayız, Cin Aynası, Bozkırda Bir Gece Yarısı, "Aslında...", Evvel Zaman gibi roman, anı, günce, söyleşi kitapları yayınlanan Kesal şimdi de "Tanıdığım Metin Erksan" alt başlığıyla Kendi Işığında Yanan Adam'ını anlatıyor. Erksan için "abim, dostum, yad ellerde babam, arkadaşım, şahidim, hastam, hocam ve ustamdı" diyen Kesal, anlatım ustalığını bir kez daha konuştururken özellikle genç kuşak sinema tutkunları için peşinden gidilecek, izi sürülecek bir karakteri en insanî yönleriyle ortaya seriyor.

Thorsten Botz-Bornstein, Filmler ve Rüyalar'da "Kameranın bir kalem olarak kullanılması, gerçekleştirmenin ve soyutlamanın etkileşimiyle, başka bir deyişle üsluplaştırmanın etkileşimiyle ilintilidir. Yani yazan kamera bir üslup üretir." der. Şiirde, düzyazıda olduğu gibi sinemada da üslup sahibi olmak kişiyi kendine has bir alana koyar, kısacası unutulmaz olur. Sevmek Zamanı (1965) bu yüzden unutulmazdır. Çok farklı, bambaşka bir üslubu vardır. Erksan, filmlerinde ne yaptığını çok sonraları gayet yalın, bir çırpıda ifade etse de gerçekliği ve gerçekdışılığı toplayan bir bakışın sahibi olması sebebiyle anlaşılması güç fakat anlaşılması gereken bir isim olmuştur. Sevmek Zamanı'yla beraber Susuz Yaz (1964) ve Kuyu (1968) izlendiğinde, Tarkovski'nin "Bazen gerçekliği ifade etmenin en iyi yolu, gerçekdışıdır" sözü yeniden anlam bulur. Oysa Erksan, kendi filmlerini Kesal'a şu kadar 'kolay' ifade etmiştir: "Hikâye hep aynı aslında doktor. Fakir oğlan, kızı sever. Kavuşamaz. Çaresiz terk eder, ayrılır oradan. Kız başkasıyla evlenir. Oğlan döndüğünde zengin ve güçlüdür. İntikamı korkunç olur. Dünyada tüm filmler hâlâ aynı konuyla çekiliyor. Benim ‘Acı Hayat’ da böyle değil midir Allah aşkına?"

Kurtuluş Kayalı'nın şimdilerde çok zor bulunan "Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek" adlı kitabında gelenekle teması olan bir Erksan görürüz. Bu gelenekle temasında sürekli sansüre uğramış, dolayısıyla sinemacılığında gerilim hiç eksik olmamıştır Erksan'ın. Ercan Kesal bu sansür meselelerini ilk ağızdan anlatırken, gerek konuşmaları gerekse gördüğü 'manzaralar' sebebiyle bize Erksan'ın pek bilinmeyen bir tarafını gösteriyor. Arabasında yabancı müzik dinleyen bir doktora Türk hekimlerinin Türk müziği dinlemesi gerektiğini öğütleyen, oturma odasına kocaman bir Türk bayrağı asan, katıldığı söyleşilerde 'sol' görüşlü bazı yazar-şair-oyunculara çıkışan taraflarıyla, halis muhlis milliyetçi bir Erksan görmemiz mümkün kitapta. Yine Kayalı, bir röportajında Erksan'ın önemli bir yönünü ortaya koyuyordu: "Atıf Yılmaz, Halit Refiğ gibi yönetmenler çok daha fazla film çekmişlerdir, çünkü onlar piyasaya uygun filmleri yönetmişlerdir. 1960’lı yıllarda 60 ihtilalinin de rüzgarı ile sol ağırlıklı filmler çekilmiştir. Metin Erksan sinemada hep kendine özgü bir sinemasal anlayışın peşinde olmuştur. 1960 yılında çektiği, "Gecelerin Ötesi" tarihsel sorunları sosyolojik olarak ele alan ilk toplumsal gerçekçi filmimizdir. Metin Erksan, döneminin diğer yönetmenleri Halit Refiğ, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz gibi dönemin siyasi yapısına uygun filmler çekmemiştir. Erksan, 60’lı yıllardan önce gerçekçi filmler çekti, politik değildir Metin Erksan’ın sineması."

Erksan ani kararlar vermeyen, ince eleyip sık dokuyan biriymiş belli ki. Bu sebeple ömrünün son otuz senesinde film çekmemiş. Ortama, oyuna katılmak istememiş besbelli. Onun düşünce ve bakış dünyası her zaman diğerlerinden farklı olmuş. Elbette bunun zorluklarını da çekmiş. Ancak yaşamı, kendi acıları ve neşeleriyle kabul etmiş, gerçek bir tutkuyla filmlerini çekmiş, dolayısıyla hayatı tam manasıyla, adım adım yaşamış bir isim beliriyor karşımızda. Ercan Kesal, Metin Erksan'ın nasıl iyi bir gözlemci olduğunu, Türk edebiyatını ne kadar iyi bildiğini çok güzel bir anısıyla aktarıyor: "Ara sıra oturduğu koltuğun yan tarafındaki sehpada dıran dürbünü alarak, bir fener bekçisi ciddiyetiyle Boğaz'dan geçen gemilere, aşağıdan akıp giden araç ve insan kalabalığına, çevredeki evlere falan bakıyordu. "Peki, tekrar film çekmeye karar verseydin, neyi çekmek isterdin Abi?" diye sordum aniden. Bi an durdu. Kütüphaneye doğru baktı sonra. "Sait Faik'i" dedi ve gitti kitaplıktan bir kitap çekti, çıakrdı. Her zamanki şefkatiyle karıştırdığı kitabın içinden bir hikâyeyi bularak önüme koydu. "Al işte, film yapılacak hikâye bu, çek bunu." Hikâyenin başlığına baktım, "Projektörcü." Hikâyede anlatılan, bir ada vapurundaki projektörcünün, gece projektörüyle denizin üzerini tararken birden ışığını sahile, evlere, insanlara, onların mahremiyetine tutuvermesi, oradan çıkardığı hikâyeleri de evde onu uyumadan bekleyen oğluna ballandırarak anlatmasıydı. Gözüm Metin Abi'nin oturduğu koltuğa takıldı. Koltuğun hemen yanındaki dürbüne de tabii ki. Tıpkı Sait Faik'in projektörcüsü gibiydi Metin Abi."

Metin Erksan, Ercan Kesal'ın nikah şahidi. Böyle olunca anıların derinliği, şekli de değişiyor şüphesiz. Mesela nikah kıyıldıktan sonra Erksan, Kesal'a fısıldıyor. "Aferin oğlum" diyor, "ben beceremedim sen becerdin evlilik işini, akıllı adamsın" diye hem övüyor hem de efkarlanıyor şüphesiz. Bir de düğün var tabii. Düğünde Kesal etrafı neşelendirmek için çırpınıyor. Sürekli hareket hâlinde. Bir ara dinlenmek için çöküyor Erksan'ın yanına. Akabinde hemen Erksan'dan güzel bir öğüt çıkıveriyor. "Oğlum sen insanları değil insanlar seni eğlendirmeli. Bugün senin düğün günün." diyor. Bu bana, oğlumun doğduğu günü hatırlattı. O gün ziyarete ve tebriğe gelen herkes elbette doğan bebeği görmek, hayır duası etmek, anneyle sohbet etmek için oradaydı. Gelenler için bebeğin ve annenin sağlığı, durumu önemliydi. Dolayısıyla baba, tıpkı psikolojinin söylediği gibi 'öteki'ydi (ve bu bir süre daha devam edecek özel bir süreçti) aslında. Kimsenin beni sorduğu, düşündüğü yoktu. Esasen böyle bir beklentim de yoktu ama yine de insan baba olarak, orada olduğunu göstermek de istiyordu şüphesiz. Telefon çaldı, arayan amcamdı. Henüz ikinci cümlesinde "kimse sormaz oğlum, sen nasılsın?" dedi. Hayatımda böyle bir soru için gözlerimin sulanacağını söyleselerdi inanmazdım. Eh, sular telefonun akabinde taştı da.

Metin Erksan'ın 'kendine sakladığı' senaryo fikirleri varmış Kesal'dan öğrendiğimize göre. Ara ara bunlardan bahsedermiş de. Sait Faik'ten birkaç hikâye, Sabahattin Ali'den "Ses" hikâyesi, Refik Halit'ten "Hülle" hikâyesi gibi. Bir de Medine Müdafaası varmış fikirleri arasında. Bir günün sohbetinde ayağa kalkıp anlatmış Erksan. Gerçekten insan zihninde canlandırdığında olağanüstü bir etkiye kapılıyor: "Çöl... Sabahın erken saatleri. Bir demiryolunun kenarında konuşlanmış küçük bir Osmanlı müfrezesi. Müezzin görevi üstlenmiş askerlerden biri, sabah ezanını okumak için su tankının üzerine çıkar ve ellerini kulaklarına götürür: 'Allahüekber.' Aynı anda, ilerdeki bir kum tepesini kendine siper etmiş Arap asker, İngiliz yapımı tüfeğiyle askere nişan almış, uygun ânı kollamaktadır. Osmanlı askerinin 'Allahüekber' nidasıyla aynı anda tetiğe basar Arap ve aynı kelimeler dökülür ağzından: 'Allahüekber'..."

Kehanet bu ya, hepimizin hatırladığı bir ajans görüntüsünü hatırlatıyor Ercan Kesal. Suriyeli muhalifler Esad güçlerinin bir helikopterini düşürüyorlar. Erksan'ın yıllar önce anlattığı senaryonun açılış hikâyesine götürüyor sonra bizleri Ercan Kesal: "Füzeyi fırlatan muhalif Suriyeli, 'Allahüekber' nidasıyla işine başlarken, ihtimal ki, aynı yakarış, helikopteri aşağıya düşmekte olan diğer Suriyelinin de dudaklarından çaresizce ve acıyla dökülüyordu: Allahüekber."

Güzel yemek yenecek yerleri bilmesiyle, ödül aldığı bir akşamda onun filminde oynamış insanların sahneye çıkmasından sonra onları 'tanımama'sıyla, ağır hastalandığı bir dönemde Kesal'ın hızlı desteği neticesinde toparlanıp "sen benim tabutumun kapağını parçaladın, beni mezardan dışarı çıkardın!" demesiyle, Çanakkale valisinin "şehrimize neler yapabiliriz?" sorusuna bereket tanrısı Priapus ile Ece Ayhan'ın şiirlerinde sıkça geçen Çanakkaleli Melahat'in karşılıklı kaidelerinin dikilmesini önermesiyle, yoğun bakımda Ercan Kesal'ın "kimim ben söyle bakalım?" sorusuna önce "Ercan", sonra da "Ercan Arıklı!" diye cevap vermesiyle, "Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" sözünün sahibi olmasıyla, çok ilginç bir Metin Erksan tablosu çıkıyor ortaya. Kitabın sonunda, 2010 yılında Kesal ile Erksan'ın yaptığı bir mülakat da var. Ancak bu mülakat, Erksan'ın hastalığı sebebiyle zor ilerliyor, okunurken bu duygu yoğun biçimde hissedilebiliyor.

Metin Erksan'ın bilinmeyen yönlerine ışık tutan bir kitap Kendi Işığında Yanan Adam. Bir abi-kardeş ilişkisiyle büyüyen dostluğun, bir ömür süren muhabbete dönüşmesinin hikâyesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İki farklı mezara konuk olmak

İnsanoğlunun kadim meselelerinden biridir ölüm. Varılmak istenmeyen korkutucu bir ‘sondur’. İnsan akılcı ve realist de olsa hayalperest ve romantik de olsa aynıdır; yaşamak ister, hayatı ‘ölesiye’ severken ölümden irkilir, korkar, kaçar.

Arkaik dönemlerden beri ölüme çare aramıştır insan. Pagan ve mitolojik dönemlerde sihir ve efsanelere yüklenen görev modern dönemde bilime irca edilmiştir. Asırlar boyu iksir hazırlayan, büyü yapan, ab-ı hayat arayan, ölümsüzlük otu peşinden koşan insan hastalıkları ortadan kaldırmaya, insan ömrünü uzatmaya ve nihayet ölümsüzlüğü ‘icat’ etmeye bel bağlamıştır. Bu macerada ölümden korkan ve kaçan insanın bulduğu en özgün ve başarılı çözümün sanat olduğu aşikâr. Sanat, insandaki ölümsüzlük duygusunun/arzusunun yansıması/dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu ‘masum’ dürtü, ölümü gerçek olarak kanıksayan ‘kısıtlı’ insanın bir iz bırakarak yaşamaya devam etme çabasını doğurmuştur. Realiteye baktığımızda insanın bu açıdan oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Sanatın diğer dalları gibi edebiyat da o iz bırakma yöntemlerinden biridir. Edebi sahada ölüm üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır şüphesiz. Fakat Alighieri Dante’nin (1265-1321) İlahi Komedya’sı gibi bazı eserler vardır ki, alışılmışın dışında bir bakış sergiler. İnsanlık için ölümün kendisi kadar sonrası da büyük bir merak konusu olmuştur ve fakat asıl risk mevzuya yaşayanlar açısından değil de ölen tarafından bakmaktır. Dante’nin yaptığı da budur. Ahirete yolculuğun anlatıldığı Cehennem, Araf ve Cennet isimli bölümlerden oluşan İlahi Komedya’da ‘öteki dünya’dan sahneler vardır. İlahi Komedya aykırı, fantastik, ezoterik bir eserdir. Fakat bu sıradışılığa rağmen anlatılanlar ‘gerçeklik’ içeren inanç(lar) üzerine inşa edilmiştir. Kanonik metinlerden yapılan alıntılar apokrif metinlerle desteklenmiş ve geriye kalan boşluklar hayal gücüyle tamamlanmıştır. Öteki dünya hakkında yazdıklarını sadece Hıristiyanlık ile sınırlamayan Dante, Yahudilik ve İslam’a da göndermelerde bulunur. Diğer yandan İlahi Komedya salt edebi bir metin değildir. Kutsalın ve lanetin, ödül ve cezanın harmanlandığı eleştirel bir eserdir.

Ölünce her şey biter mi veya sonrasında ölen açısından neler olabilir? Eldeki veriler bu soruları yeterince aydınlatmıyor fakat insan yine bilmediğinin peşine düşmekten geri durmuyor. Ölüm gizemli bir konu ve insan yaşamı sevdiği kadar gizeme de meyilli. İçerik olarak İlahi Komedya gibi fantastik ve ezoterik olmasa da hayata ölen kişinin gözüyle bakan Mezarımdan Yazıyorum ve Ölü Bir Yazarın Anlattıkları adlı iki eser ilk bakışta benzerlik gösteriyor. Açıkçası her iki kitabı eşzamanlı okuma sebebim buradaki benzerlikti. Birçok açıdan farklılık taşıyan iki yazarın konuya nasıl baktığını görmek iyi bir okuma deneyimi olacaktır diye düşünmüştüm. Fakat sonunda birbiriyle hiç benzemeyen iki metinle karşılaştım.

Jaguar Kitap tarafından neşredilen Mezarımdan Yazıyorum’u Brezilyalı yazar Machado de Assis (1839-1908) kaleme almış. İki yüz yetmiş sayfalık eserin çevirisi Ertuğ Altınay’a ait. Eserde ölen kişinin ağzından otobiyografik bir kurgu oluşturulmuş diyebiliriz. Bir anlamla kendisiyle yüzleşen ve geçmiş muhasebesi yapan başkarakterin ölmeden önce yaşadıkları çocukluğundan başlayarak anlatılıyor. Roman mutlu sonlanmamış bir aşk hikâyesi etrafında şekilleniyor. Brezilya’da geçen hikâye zaman olarak on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına tekabül ediyor. Bu açıdan metin klasisizm ve romantizm özelliklerini taşıyor. Olay hikâyeciliği yöntemiyle ele alınan eserde dönemin toplumsal anlayışlarını görmek mümkün. Varlıklı, üst sınıftan, eğitimli biri olan başkarakter ve çevresindeki insanlar üzerinden sosyolojik tahlil yapılabilir. Özellikle faal olarak devam köle ticareti, burjuvanın sınıfsal üstünlüğü, çıkar odaklı politik ilişkiler ve toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma dair çok fazla detay bulunuyor. Her ne kadar ölmüş biri anlatsa da dünyaya dönük bir metin olduğundan kurgusu göze batmıyor.

İz Yayınları etiketi taşıyan yüz altmış sayfalık Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nın yazarı Ömer Faruk Dönmez. Eserde ölen bir yazarın hayata dair değerlendirmeleri bulunuyor. İslam dini özelinde yapılan bu değerlendirmelerde (anlatıcıya göre) Müslümanların hataları dillendiriliyor. Ölen kişinin üst perdeden sert ikazlarıyla karşı karşıya kalıyor okuyucu. Baştan sona didaktik bir üslupla yazılan eserde İslam’ın geleneksel anlayışının tasavvufi yorumundan yararlanılmış. Tasavvuf hoşgörü, anlayış ve uyumun yansıması olarak kabul edilir fakat literal yorumlar kadar baskın bir yapıya sahiptir. Esasında son derece katıdır ve çizgileri serttir. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda da bunu açıkça görebiliyoruz. Romanda işlenen konulara baktığımızda yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşanan olaylardan esinlenildiği görülüyor. Çok tanınmayan bir yazar olan başkarakter farklı siyasi ve etnik gruplar arasındaki arbedenin olduğu bir yerde tesadüfen bulunmaktadır. Hiç bir dahli olmayan bir olayda öldürülen ‘yazar’ öteki dünyada kayıtların tutulduğu bölümde görevlendiriyor. Eserde olaydan ziyade durum hikâyeciliği söz konusu. Zira belli belirsiz aktarılan olaylar durumu betimlemeye çalışırken yararlanılan atıflardan ibaret. Kurgu olarak çok başarılı bulmadığımı söyleyebilirim. Özellikle ölen kişiye ahirette ofis işinde görevlendirilmiş hissi veren kısımlar ‘komik’ duruyor. Gülünç anlamında değil, basit anlamında komik. Farklı bir boyut olduğundan şüphe bulunmayan ahireti, dünyadaki hayatı algılama ve yaşama seviyesine indirgeyerek aktarmak basit kalmış. Başkarakterin okuyucuya yaptığı sığ espriler de cabası. Açıkça söylemek gerekirse, bir kurgu metni olmaktan çok deneme-roman arası bir yazın diyebiliriz.

‘Ben’ anlatım tekniği kullanılan her iki metinde de yazarlar ölmüş kişileri yaşıyormuşçasına konuşturuyor. Dolayısıyla hikâyeler monolog şeklinde ilerliyor. İkisinde de evvela anlatıcı kişi (başkarakter) hakkında bilgi veriliyor ve nasıl öldüğü anlatılıyor. Hemen arkasından okuyucunun aklına takıldığı düşünülen ‘ölen birinin nasıl olup da yaşayanların dünyasında kitap yazacağı ve yayınlatacağı’ meselesi açıklanmaya çalışılıyor. İki eser arasında zaten az olan benzerliğe ek olarak okurla konuşmayı da ekleyebiliriz.

Konu ölüm olunca ister istemez dini bir boyut oluşuyor. Yalnız, Mezarımdan Yazıyorum bu konuda oldukça soyutlanmış diyebiliriz. Ölmüş birinin yazmış olması dışında tamamen yaşanılan dünyaya odaklanılmış. Nadiren dinsel motif bulunuyor. Onlar da çok etkili değil. Roman aile ilişkileri, aşk, politika, ekonomik durum gibi konular etrafında oluşturulmuş. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda ise konu ölüm sonrasıyla bağdaştırılmaya çalışılmış. Bilinmeyenle arasındaki perde kalkan başkarakter ‘hakikati’ bilen bir üslupla yaşayanlara (okura) üstü örtülü ‘ayar çekiyor’. Buradaki bilinmeyen kelimenin tam anlamıyla ‘gayb’dır. Ölüm ve sonrası konusundaki İslami literatürün genel çerçevesini vahiy çizmiştir diyebiliriz belki ama ne yazık ki içeriği ve Müslüman zihnindeki anlamsal karşılığı açısından aynı rahatlıkta konuşamayız. Dini literatürün vahiy dışındaki bilgi kaynaklarının konuyu mecrasından çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle ölüm sonrasıyla ilgili malumatın büyük oranda İsrailiyyat’ın tesiri altında geliştiği su götürmez bir gerçek. Ölüm sonrası gayb ile ilgili meselelerden biridir ve İslam’ın gayb hakkındaki tutumu son derece nettir. Buna rağmen süreç içerisinde muazzam bir literatür oluşmuştur. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları bu açıdan oldukça zengin bir metin. Rivayetlerin yanında bol bol kaynak verilmeyen ‘hadis’ kullanılmış. Bununla yetinmeyen yazar, rivayet ve hadisleri destekleyecek şekilde tevil edilen ayetlere yer vermiş. Başkarakter üzerinden İslami hassasiyet kasan yazarın gaybi bir konuda bu denli ‘pervasız’ hareket etmesi oldukça şaşırtıcı. Ara ara dinin gereklerini yerine getirmeyerek ölen kişilere ahirette nasıl davranıldığını ima ederek adeta aba altından sopa gösteriyor yazar. Başkarakterin paradoksal tutumu eser boyunca devam ediyor.

Mezarımdan Yazıyorum edebi açıdan oldukça doyurucu bir metin. Yazarın nitelikli dilinin yanında alıntı ve atıflarla zenginleştirilmiş bir romanla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sanatsal bir kaygı taşıdığı görülüyor. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda başkarakter mevcut sanat anlayışının Batı tarafından oluşturulduğunu ve İslami olmadığını belirtiyor. Bu ön kabulü reddettiğini ve dolayısıyla yazdığı metinde ‘sanatsal’ bir kaygı taşımadığını söylüyor. Eğer yapılacaksa sanatın sadece didaktik olabileceğini iddia ederek dini deliller getirmeye çalışıyor. Edebiyata özel bir alan açarak dil, yöntem ve üslubun Kur’an temelli oluşturulabileceğini peygamber kıssalarından ve ayetlerden örneklerle açıklamaya çalışıyor. Yazarın çabasının önemli olduğunu ve fakat metnin aşırı reaksiyoner özelliğinin amacı gölgelediğini düşünüyorum. Toptancı yaklaşımlar her ne kadar kısmi rahatlamalar oluştursa da gerçekçi ve esaslı çözümler sunmaktan beridir. Başkaraktere göre Batı’nın her şeyi kötüdür ve atılması gerekir. Çözüm, klasik İslami anlayışın dokunulmamış hâliyle koşulsuz kabulüdür. Bunun için de reformistlere azami dikkat edilmeli ve her şeyin ölçütü olan ‘büyüklerin sözünden’ çıkılmamalıdır. Tarikat ve tasavvuf metinlerinde yer alan ve gizli bir konsey gibi çalışan ‘büyükler’ tabirinin belirsizliği bir yana bu kişilerin kimler tarafından seçildiği, belirlendiği ya da atandığı ayrı bir muamma. Hakikat tekelindeymiş gibi hareket eden bu tavır lokal bir düşünceyi genele dayattığından kapsayıcılık açısından yetersiz kalıyor ve ideal çözümü sunamıyor.

Her iki eseri farklı kılan sadece yazılış amaçları değil şüphesiz. Coğrafya, zaman, din ve kültür farklılığı yaşamı da ölümü de farklı okumaya imkân tanıyor. Kurgusal olarak ‘ölen birinin yazdığı kitap’ olmak dışında ortak noktaları yok. Eşzamanlı okunduğunda aradaki fark çok daha net anlaşılıyor. Ayrıca eserlerdeki sanatsal kaygı ya da ikaz düşüncesi kendini açıkça belli ediyor. Mezarımdan Yazıyorum Batı edebiyatı içinde bir yere otururken, Batı’nın edebiyat anlayışını yeren Ölü Bir Yazarın Anlattıkları için alternatif bir sanat anlayışı öneriyor diyemeyiz. Zaten alt metin ‘ben roman değilim, kutsal bir görevi yerine getiriyorum’ diye bağırıyor. Sonuç olarak iki farklı mezara konuk olan okuyucu, eseri farklı kılan fikirdeki özgünlüğü bulamıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

15 Kasım 2018 Perşembe

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

Sedat Simavi Edebiyat Ödülü kazanmış bir Bilge Karasu eseridir Ne Kitapsız Ne Kedisiz. En çok da ayağına sevgi sürtünen bir kedi ile kitap okuyanları çeker kendine. Ve dokunmayı atlayarak çıkılan kulelerde, sisli, puslu, eksik kalınacak bir adam tarafından yazılmıştır.

Yazın, hırka girdiren; kışın, parmaklarını, sayfa çevirmekten aciz bırakan soğuk kramplarla üşüten; eskinin imarethanesi, taş bir kütüphanede tanıştık 16 yaşında Karasu ile.

Klasikler bitince ne okuyacağını bilemeyen bir çocuğun eline geçen küçücük bir kitaptı. Uzunca vaktini aldı. Zorlanıyordu, direniyordu anlamlandırmaya. O yıl, Karasu ve “Tragedyanın Doğuşu” üzerine olan ısrarı, felsefeye düşüp kalacağının erken teşhisi gibiydi.

Böyle bakıştık uzun yıllar, aşk ile. Türkçeyi, “ve” bağlacını kullanmamasına rağmen bu kadar sade, bu kadar kaliteli kullanan on isim bulamazsın. Ya ağdalıdır, Türk toplumunun mevcuduna uzak konuşan bir komediden ses verirler; ya “bozulma” öyle aşındırırmıştır ki dili, tuttuğun yerden sökülmeye başlayan kıvamda can çekişir. Karasu, benim en sevdiğim ölçü de, ortadadır; nam-ı diğer “ifrat-tefrit” düsturunda.

Ve ancak yeterince yukarıdan bakan biri tüm uçları bu kadar net görebilir, keskin köşeleri yumuşatabilir, sağduyulu bir kıvamın lezzetini böylesi keşfedebilirdi.

Kitapta, “roman”ı, “imge” üretiminde birinci sırada gören Karasu; “Nasıl özenmem Virginia Woolf’un haline her yazı ulaşılması güç bir karşı yaka gibi görünür bana,” diyor tam da siz kendisi için aynı şeyleri düşündüğünüz anlarda. Bir anahtar koymak ister gibidir paspasın altına. O evde yokken gidin, mutfağına girin bir çay demleyin, kanasıya için ister gibidir.

Kitap okumayı, benim gibi, çoğunuz, yazarla aranızdaki alışveriş olarak yorumluyorsanız; Ne Kitapsız Ne Kedisiz sona erdiğinde, alışverişinizin, sadece kendinizle olabileceğine inanmış bir hal ile biriktirdiklerinizin değeri üzerine derince bir düşünceye dalabilirsiniz. “Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın “imge” üretme gücü ölçüsünde(…) Okuma yaşantısı diyebileceğimiz bir süreçtir bu.”. Yani bir kitap sana her ne anlatırsa anlatsın, isterse okyanus sızdırsın mürekkep izleri arasından içine, sizdeki çukurun derinliğince doldurabilirsiniz bu hazineden, diye bir kavrama yaşatır.

Çünkü bu adam; “Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi?" dediği kitabı yazmıştır.

Ne kitaplı ne kitapsız
İmge üretiminde roman hala ilk sırada
İletişim güçlükleri üzerine yerli yersiz sözler
“Yeni” dediğimiz üzerine
Cinayetin azı çoğu
Bir hayvanla yaşamak
“Dostlarım üzerine” diye söze girişerek

Bilge Karasu adlı birinin 50. yaşı üzerine metin taslağı, başlıkları ile bağımsız görünen ama örgüsü tamamlandığında aynı kazağın kolu, sırtı, önü olduğunu fark ettiğiniz bölümlere ayırmış kitabı.

Ortak bir “dil” ister Karasu. O dili kurabileceğimize inanır. Kedinin “anne” demesi gerekmediği gibi kedi ile o dilin kurulabilmesi için... Ortak ahlak! Kediyi sevmek ya da kuduz olmuş hayvanları topluca fırınlarda canlı kanlı yakarak öldürmemek için insan olmamız yeterlidir çünkü.

Vicdan sorunu ancak can denen şeye saygı duyulmasıyla ortaya çıkabilir. Elbette kendi canımızdan değil, başkalarının canından söz ediyoruz burada. Sevgi ise ısmarlama olmaz, yaşayarak öğretilecek/öğrenilecek bir şeydir sevgi.” Aksi halde “günah” olmaması üzerine yazılı metin olmaması her türlü çirkinlik için yeterli olacaktır!

Oysa “mubah” olanın kalbe makbul gelmemesi gerekir!

Mubah olan üzerinden detaylarında kaybettiğimiz şey, bize, binlerce kuduz köpeği, kediyi, fırınlara doldurup insan sağlığı için yaktırırken verilen “vahşet” iznidir. Aynı binlerce köpeği, lezzetli birer parça zehirli et vererek de imha edebilecek olan “merhamet”, “mubah”ın altında kalmıştır.

Çünkü “imge”yi unuttuk; ortak anlam ve doğrular kovalarken, birbirimizin kuyruğunu ısırıyoruz!

Oysa insan, “eşrefi mahlukattır” Karasu’nun karasularında açıldıkça!
Ve “Cinayetleri çoğu zaman kavramlar işlettirir!
Cinayetler hep, “kavramlar” adına savunulur
Halk otobüsünü “cihat” bombalar mesela; soykırımı “milliyet” yapar!

Siz de yorgunsanız bunları anlamak ve anlatmaktan; bir kitap es verin; istemsizce de olsa, kavramların sığlığından “imge”nin değerine yola çıkmış olacaksınız son sayfada.

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu anı geçmişe yansıtıp yaşamak, ulaştığımız bu anın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, yanlış bir iş,(…) Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri –gerektiğinde- bitirebiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı… Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek… Bu hesaplar yararsız.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

13 Kasım 2018 Salı

Etkilenme endişesi, Yahya Kemal ve Türk şiiri

"Karşısında hepimiz, hayranlıktan ağzımız bir karış açık, elpençe divan duruyor, öksürdüğü zaman ‘Ne musiki!’, lütfedip kendi şiirlerinden bir mısra okursa, ‘Ne harika!' diye iki yana baş sallıyorduk."
- Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor

Bilhassa genç şairler, seleflerinden mutlaka etkilenir. Ama öyle, ama böyle. Kimi şairlere göre şiire zaten etkilenerek başlanır. Bu etkiden sıyrıldıkça özgün bir şiir çıkar ortaya. Tam manasıyla sıyrılmak ne kadar güçse de bunu başarabilen şairler seçkin bir yerde dururlar. O yer, her genç şairin hayali olsa da o yere varan yol hem zor hem de ciddi savaşlar verilmesi gereken bir yoldur. Bu yolda birçok şair şiirden vazgeçse de şiir onlardan vazgeçmez, böylece savaş bitmez. Her yara, özgün olmak adına yeni kapılar aralar şaire. O kapılardan çıkabildikçe kendi sesini daha berrak bir biçimde koyar ortaya. Etki şüphesiz devam eder ama şair kendi diliyle ve hâliyle de karşımızdadır.

Harold Bloom, şiirde etkilenme meselesini ciddi biçimde incelemiş bir isim. Etkilenme Endişesi: Bir Şiir Teorisi bu anlamda çok özel bir kitap. Bloom, her ne kadar zorlu ve yıkıcı bir süreç olduğunu söylese de etkilenmenin 'genç bir şairin başarılı olabilmesinin şartı' olarak görür. Yani etkilenmek aslında bir imkândır ona göre. etkilenmenin bu özelliklerini anlatabilmek için sel metaforunu kullanır. Ancak sel, karşısına çıkan her şeyi alıp götürmesiyle bilindiğinde genellikle yoğun etki altında kalan genç şairlerin bir türlü özgünleşemediğini vurgulamış olur. Gökhan Tunç ise Rüzgâra Karşı Duran Şair diyerek, etkilenme endişesinin üstesinden gelen şairin rüzgârı karşısına almak yerine arkasına almayı becererek, etkilenme endişesini bir imkân olarak kullandığını söyler. Bu anlamda verilecek en önemli isim şüphe yok ki Yahya Kemal'dir. Diğer yandan rüzgâr metaforunun ikinci çağrışımı ise onun, Eski Şiirin Rüzgârıyle adlı eserine yöneliktir. Burada, Sadettin Ökten hocamızın Yahya Kemal'in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar kitabını da anmalı...

Böylece kitap iki alt başlığı da beraberinde sunuyor: Etkilenme Endişesi Kavramı ve Yahya Kemal’in Türk Şiirine Etkisi. Gökhan Tunç, Harold Bloom’un 'etkilenme endişesi' kavramı merkeze alarak Yahya Kemal’den etkilenen, özgür bir şiir ve poetika geliştirme uğraşında bu etkiyi endişe olarak taşıyan şairlerin süreçlerini bir sorunsal olarak değerlendiriyor. Kitabın önemli bir bölümü işte bu şairlerin süreçlerinin anlatımından oluşuyor: Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nâzım Hikmet, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Veli. Devam eden bölümlerde Türk edebiyatındaki Yahya Kemal algısı hem İkinci Yeni şairlerinin gözüyle hem de anket ve mülakatlar çerçevesinden tartışılıyor. Kitap, oldukça akıcı. Sık alıntı kullanımı hem meseleye 'tarihi bir belge' sunmak hem de başka okumalar yaparak etkilenme endişesini 'ilk ağızlardan' okumak anlamında kolaylık sağlıyor.

Bloom'un "Unutulan her selef tahayyülde bir deve dönüşür" sözünün aksine Yahya Kemal hiçbir zaman unutulmamıştır. Onun şöhreti, henüz şiirleri yayınlanmadan evvel dahi, yani Paris'teyken bile bu topraklarda bilinmiştir. Bazı kaynaklara göre o zamanlar dizeleri konuşulurmuş şiir meclislerinde. Paris'ten döndükten sonra ise tabiri caizse şairlik makamının saltanat tahtına geçivermiş. En büyük 'rakibi' ise Ahmet Haşim olmuş. Birbirlerinden övgüyle bahsettikleri de bir gerçek fakat her iki ismin de birbirlerinden etkilenmemek için büyük çaba sarf ettiği bir gerçek. Kierkegaard, "çalışmak isteyen biri kendi babasını doğurur" der. Her iki şairin de zaman zaman bazı dizeleri ve düşünüşleri arasındaki yakınlık, etkilenme endişesi bağlamında düşünülebilir. Burada her şairin farklı bir kurtuluş stratejisi vardır. Kimi, etkileneceğini düşündüğü şairi okumaz. Kimi istemeyerek de olsa yanlış okur, yanlış anlar. Kimi de şiirlerindeki esas temayı belirgin kılar. Ahmet Haşim bu anlamda daha insan duygularına odaklı bir şairdir; yalnızlık, anne-babasızlık, hasret, kavuşma... Yahya Kemal ne zaman ki Haşim'le arasında benzerlikler fark eder, o an duygu dünyasını topluma döndürür. Bireysel olanı toplumsal olana yayma denebilir buna. Gökhan Tunç'un önemli yorumları ve keşifleri var iki şairin etkilenme endişesi üzerine. Ancak bir yer var ki orada durup düşünmek gerekiyor belki de. O da Ahmet Haşim'in mektubu: "Biliyorum, hayatında beni bir dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tamamen vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mesut olmayacaksın, tıpkı benim gibi."

Yahya Kemal'in "Sedd-i Çin" olarak gören Tanpınar, hocasından en çok etkilenmiş şairlerin başında gelse de kendi şiirini oluşturabilmek için büyük gayret sarf etmiş. Gökhan Tunç birçok kaynaktan yararlanarak Tanpınar'la Yahya Kemal arasındaki etkilenme endişesini değerlendirirken, Tanpınar'ın Yahya Kemal'i öldürmeyi başaramadığını ve 'şair baba'sı Yahya Kemal'e karşı diklenemediğini söyler. Ne zaman ki Yahya Kemal ölür, Tanpınar bir nebze özgürlüğünü kazanır. Mehmet Kaplan'dan aktarılan çok önemli bir not da var: "Kaplan, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal'in mukallidi' yahut 'muakkibi' olarak görülmeyi istemediğini, hatta bu yüzden çok rağbet görmesine rağmen "Bursa'da Zaman" adlı şiirinin Yahya Kemal'i hatırlatması nedeniyle, bu şiiri kitabına almamayı bile düşündüğünü dile getirir."

Nazım Hikmet'le Yahya Kemal arasındaki ilişki Türk toplumundaki klasik baba-oğul ilişkisi gibidir. Burada Freud'un 'ödipal kompleks'i güçlü bir okuma sağlıyor. Öyle ki Yahya Kemal, Nazım Hikmet'in annesine aşık. Celile Hanım'la yaşanan aşk Nazım Hikmet'in şiir serüvenini enine boyuna etkiliyor. Orhan Koçak'a göre Nazım Hikmet yeni bir poetika bulma konusunda ne zaman ki Mayakovski'nin sesini duyuyor, o zaman özgürleşiyor. Tıpkı Tanpınar'ın Valery'de durduğu gibi. Gökhan Tunç, Sermet Sami Uysal'ın Yahya Kemal'le Sohbetler kitabından yararlanarak 'nihai sonucu' Yahya Kemal'in 'Milli Mücadele Destanı' yazma isteği üzerinden belirler: "Vaktiyle öğrencisi olan ve 'Ben ritmi Yahya Kemal'den öğrendim' diyen; XX. yy. Türk şiirinin 'Hayal Şehir' şairinden sonra, en büyük ikinci 'ses'i Nazım Hikmet; Türkçe'yi en yalın, en duru biçimiyle şiirleştirerek Kuvâyı Milliye'si ile 'Millî Mücadele'yi destanlaştırınca, Yahya Kemal bu konuda 'çırağın ustayı geçtiğini' görerek, bu hevesinden vazgeçer!.."

Kitabın devamında Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Veli ile Yahya Kemal arasındaki etkilenme endişesi aktarılırken, İkinci Yeni kuşağının genel Yahya Kemal yorumu, anketler ve mülakatlar neticesindeki Yahya Kemal algısı değerlendiriliyor. Bir şiir okuru elbette Yahya Kemal'i tanır, bilir, şiirlerini sever-sevmez ancak Rüzgâra Karşı Duran Şair'le birlikte şunu görecektir ki Yahya Kemal'in etki alanı ünlü olmazdan evvel başlamış, ölümünden sonra da hiç durmadan genişlemiştir.  Gökhan Tunç'un manzarayı daha berrak kılma adına yaptığı 'son yorum'u şöyle: "Görüldüğü gibi Yahya Kemal'in halefleri üzerindeki etkisi çok yönlü bir niteliğe sahiptir. Yahya Kemal'in şiir dili, şiirin ritmine verdiği önem, tarihe bakışı, eski şiire dair düşünceleri, şiirlerinde ele aldığı konular, mekân algısı, konuşmasındaki etkileyicilik ve karizmatik kişiliği, birbirinden çok farklı poetikalara ve dünya görüşlerine sahip şairlerin onu selef olarak konumlandırıp ondan etkilenme endişesi duymalarına neden olmuştur. Türk şiirinde çok önemli bir yer kazanan birçok şairin özgün şiir oluşturma sürecinde Yahya Kemal'le etkilenme endişesi çerçevesinde mücadeleye girmesi dikkat çekicidir. Son olarak Yahya Kemal'in Türk şiirindeki etkisi göz önünde bulundurulmadan Türk şiirini ve bu şiirin gelişim çizgisini doğru anlamlandırıp değerlendirmenin mümkün olmadığı söylenmelidir."

Rüzgâra Karşı Duran Şair, Yahya Kemal'in etki dairesindeki Türk şairlerinden bahsederken aynı zamanda Türk şiirinin poetik gelişimini de yeniden tartışmaya açan bir kitap. Gönlüne 'sahiden' şiir değmiş herkesin bundan sonraki okumalarını farklı bir gözle-bilinçle yapmasına imkân sağlayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf