9 Kasım 2018 Cuma

Türk aydını ve edebiyat

“Neden Oryantalizm’e uzaktan veya yakından benzeyen bir kitabın altında bir Türk’ün imzası yok?" 
- Cemil Meriç 

Türkiye’yle ilgili herhangi bir mesele konuşulurken Tanzimat Dönemi’nin tam anlamıyla dikkate alınmadığını düşünüyorum. Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, eğitim ya da sanat ve edebiyat gibi spesifik alanların ötesinde insana dair paradigmal bir kırılmaya neden olmuştur Tanzimat. Toplumun hayat algısı ve yaşam biçimi ters yüz olmuş desek yeridir. Dolayısıyla Tanzimat bugün yaşadığımız seküler anlayışın çerçevesini çizen bir öneme sahiptir. Bu arada, ‘seküler’ olmayan Tanzimat öncesinin de esaslı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. En azından bir kesimin abarttığı düzeyde yüksek değerlere sahip bir medeniyet olmadığını ve geleceğe bir vizyon sunma açısından yetersiz kaldığının söylenmesi/bilinmesi lazım.

Türkiye’de aydın kavramı da Tanzimat ile şekillenmeye başlamıştır. Dönemin tabiatı gereği Batı ve/veya Batılılaşma ile ilişkilendirilerek seküler bir içeriğe sahip olmuştur. Batılılaşmayı savunan kesimin kendini sol olarak adladırması aydın sıfatını/vasfını mecburen sol ideolojinin kullanım alanına taşımıştır. Bu durumun bir kimlik bunalımı hâline getirildiğini görüyoruz. ‘Sol’a karşılık olarak kendini muhafazakâr ya da dindar olarak tanımlayanlar aydın yerine münevver ya da mütefekkir demeyi yeğlemiştir. Mesele entelektüel uğraşın ötesinde ideolojik bir zemin kazanmıştır.

Karşılaştırmalı metinleri okumak ayrı bir haz veriyor. Örneğin Doğu-Batı veya liberal-sosyalist ya da pragmatist-idealist vb. karşılaştırmalar mevzuya geniş perspektiften bakmayı sağladığından konunun anlaşılırlık potansiyelini yükseltiyor. Zoom Kitap tarafından basılan ve Orhan Koçak imzalı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung adlı kitapçık bu konsept üzere oluşturulmuş bir metin. “Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak” alt başlıklı eser 1995 yılında kolektif bir çalışma (Türk Aydını ve Kimlik) içinde yer alan bir denemenin müstakil olarak basılmasıyla meydana getirilmiş. Kitapçığın yetmiş sayfalık bir deneme olması yanıltmasın. Katılıp katılmamak bir yana, acayip derecede bilgi ve düşünce yoğun bir çalışma. Açıkça söylemek gerekirse entelektüel eşiği yüksek ve polemiğe açık bir metin.

Orhan Koçak, eğer konu Türk Edebiyatı ve Aydın olsaydı daha kolay zemin bulunabileceğini, fakat Türk Aydını ve Edebiyat başlığının iki ayrı söylemi barındırdığından zor bir konu olduğunu belirterek başlıyor yazısına. Ona göre Türkiye’de aydın-siyaset ilişkisi başlıbaşına bir temsil alanını doğururken edebiyat bir estetik kültürün oluştuğu yerdir. Buradan hareketle, “birbirinden ayrık duran bu iki alan arasında bağlantı kurulabilir mi ya da bu iki olgu birbirini aydınlatabilir mi veya açıklayabilir mi?” diye soruyor.

Öncelikle eserin isminde yer alan Caliban ve Bandung’a dair bir iki şey söylemek gerekiyor sanırım. Caliban, William Shakespeare’in (1564-1616) Fırtına isimli oyunundaki bir karakterdir. Fırtına’nın başkarakteri Prospero Milano düküdür. İktidarını kaybettiği kardeşi tarafından bir adaya sürülür: “Burada sihirbazlık gücünü geliştiren Prospero, adanın tek yerlisi Caliban ve orman perisi Ariel’i kendine bağlar. Caliban, şekilsiz bir vahşidir, bir ucube. Prospero ve kızının maddi ihtiyaçlarını karşılar, ama Prospero ancak büyünün zoruyla kontrol altında tutabiliyordur onu. Caliban’a konuşmayı da öğreten Prospero’dur; ama nankördür Caliban: ‘Dil öğrenmişin, ne olmuş, ne kârım oldu ki benim/Sövmeyi bellemekten başka!’ Caliban, fırtına sırasında adaya sığınmış iki sarhoşla birleşerek Prospero’ya karşı ayaklanır. Ama başarısız kalır bu ayaklanma. Sonunda Prospero eski gaspçıları da Caliban’ı da bağışlar. Herkes Prospero’nun yüceliğini kabul etmiştir.”. Orhan Koçak eserin Batı’nın sahip olduğu kolonyalist anlayışın bir yansıması olarak kabul ediyor. Bu önemli bir detay çünkü yapılan karşılaştırma ve tespitlerin temellendirildiği bir nokta bu değerlendirme. Bandung ise 1955 yılında Afrika ve Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan devletlerin bir araya geldiği konferansa ev sahipliği yapmış Endonezya şehridir. Soğuk Savaş’ın giderek tırmandığı bir dönemdir ve Türkiye, Hindistan başbakanı “Nehru’nun deyimiyle ‘Batı’nın avukatı’ olarak katılır.” konferansa. Orhan Koçak o dönem Türkiye’nin tutumunu tanımladığı “Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını vermiş olmakla övünen bir devlet, başka ülkelerin anti-emperyalist tasarılarını hiç umursamıyordur.” cümlesini dipnot olarak buraya iliştiriyorum.

Metin, farklı düşünsel zeminlerde bulunan Nurullah Ataç (1898-1957) ve Cemil Meriç’in (1916-1987) aynı esere yönelik çıkarımları üzerinden ele alınmış. Buradaki ‘aynı eser’ genel anlamda Batı düşüncesine irca edilebilir. Evvela belirtelim ki, Ataç-Meriç karşıtlığı gelenekçi-yenilikçi çatışması bağlamında birer sembol olarak seçilmiş. Nurullah Ataç ve Cemil Meriç Türkiye’deki iki farklı ‘entelektüel’ anlayışı temsil ediyor. Yazar bu çatışmayı “Batıcı Ataç, Doğucu Meriç” şeklinde formülüze ediyor. Yalnız, Orhan Koçak buradaki çatışmadan ziyade asıl üzerinde durduğu nokta, bu iki karşıt eğilimin Batı orijinli bir metni yorumlarken aynı tuzağa düşmüş olmalarıdır. Bu durumu “Bütün psikoloji ve ideoloji farklılığına karşın, Shakespeare’in Fırtına’sına bakarken iki yazarın da aynı noktada buluştuğu, aynı noktada körleştiği görülür: Caliban figürünün kaynağında, Avrupalı istilacılar tarafından köleleştirilen Yeni Dünya yerlisinin olabileceğini düşünmemişlerdir.” şeklinde açıklıyor. Orhan Koçak, Ataç ve Meriç’in Fırtına yorumunu şöyle özetliyor. “Prospero ile Caliban’ın ilişkisi, iki ayrı kültürün çatışması değil, tek bir evrensel kültürün kendi içindeki çekişmesidir onlara göre. Ataç için ayaktakımıyla aydınlar arasındaki, Meriç içinse burjuvaziyle soylular arasındaki karşıtlık. İkisi de Avrupa tarihinden türetilmiş bir evrenselci paradigmanın sınırları içindedir Caliban’a bakarken.

Farklı iki eğilim her ne kadar ayrı bağlam kullanmışsalar da olumsuz bir karakter olan Caliban’ı halkla özdeşleştirme noktasında uzlaşmaktadır. İlginçtir ki bu garip uzlaşı Avrupa’da yapılan oryantalist yorumlarla da örtüşmektedir. Orhan Koçak bu uzlaşıyı şöyle değerlendiriyor: “Ataç’la Meriç’e gelen Caliban, Renan’ın Caliban’ıydı: Mekânsızlaştırılmış, bağlamsızlaştırılmış ve Evrensel Kültürün ‘doğasına’ dönüştürülmüş Caliban.”. Bu durum bizdeki aydın anlayışını ve zihinsel arka planını açıkça gösteriyor: Yapay, Avrupa merkezli kronolojik bir sürecin takliti.

Orhan Koçak yapı-söküme uğrattığı Batı düşüncesinin bilinçaltında bulunan emperyalizmi açığa çıkarıyor. Ümit ve coşkuyla anlatılan keşiflerin aslında birer işgal olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ne Rönesans ne de Yeni Çağ ütopyacılığı insana bir fayda sağlamaya yöneliktir. Yazar sadece bir metin analizinde bile bu çelişkiyi ortaya koymayı başarıyor. Örneğin, Caliban karakteri oluşturulurken fonetik olarak da semantik olarak da ‘yamyam’ sözcüğünden esinlenme vardır ve bu tek bir örnek değildir. Dahası, işgal eden Avrupalı, yamyam olan işgale maruz kalanlardır. Buradaki çarpıklık varoluşsal bir gerçeklik olarak lanse edilmiştir. Batı kendi vahşiliği meşrulaştırmakla kalmamış idealleştirmiştir de.

Orhan Koçak, Türkiye’de genel olarak bir aydın sorunu olduğunu belirtiyor. Bu aydınların bir kısmı “emperyalistlerle iş tutan yapıyı” anti-emperyalist biçimde tevil etmeye çalışmaktadır. Arap karşıtlığı kendine Batı hayranlığını liman olarak seçmekte, Batılılaşmayı Türkleşmek olarak değerlendirmektedir. Kendisini sömürmek için gelenlerin Araplar değil Batılılar olduğunu unutan bu anlayış ulusal bilinci öne çıkarmak için öncelikle milli duyguları ve retoriği kullanmaktadır. Geliştirilen milli bilinç ‘tarihte Türk’e biçilen rol’ ve ‘Türk’e Türk’ten başka dostun olmadığı’ iç politikaya yönelik retoriktir. İlginç olan, Batı’ya karşı bir Batıcılıktır bu. Bir yandan anti-emperyalist olduğunu söyleyip bir yandan da sisteme dâhil olmak isteyen anlayışla mücadeleye emperyalist blok içinde devam edilmektedir. Aynı zamanda anti-emperyalizm adı altında bir ulusa bağımsızlığını bir başka ulusu tahakküm altına alarak kazandırmıştır.

Cemil Meriç’in hem reaksiyoner hem de paradoksal yorumlarına değiniyor Orhan Koçak. Meriç, toptancı yaklaşarak Batı’nın tüm değerlerini reddettikten sonra içinden kendisine güzel gelenleri olumlamaktan geri durmamaktadır. Kendisi gelenekçidir fakat “gelenek/çilik geri kavuşulamayacak yitirilmiş bir kayıptır”. Orhan Koçak’ın pozitivist-elitist olarak tanımladığı Ataç’a göre “gelenekçi olan çoğunluk hep gericidir ve ilerleme hep yeniliktedir.” Yenilik de Batı’ya doğru hareket etmekle mümkündür. Yazar buradaki her iki anlayışın temsilcisi oldukları eğilimlerin açmazlarını gözler önüne seriyor.

Ataç, Meriç, Caliban, Bandung ilk başta dağınık ve birbiriyle bağlamsız konuların toplamıymış gibi görünüyor fakat Orhan Koçak aradaki ilişkiyi ustaca kuruyor. Eser, Türk aydının paradoksal anlayışını gözler önüne sererken ‘neden evrensel ölçülerde eser üretemiyoruz’ sorusunun da cevabını veriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder