28 Şubat 2023 Salı

Rüyalar bize neler söyler?

İnsanın yeryüzündeki hayatının, tabir edilmesi güç bir rüya olduğunu idrak edenlerdendi Annemarie Schimmel. Dünya bir köprüydü ve köprüye ev yapılamazdı. Günün birinde herkes o köprüden geçecek, hakikat yüzünü gösterecekti. Buna derinden inanmış olmalı ki mezar taşına "İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” hadisinin yazılmasını istemişti. 2003 yılında dünya ömrünü tamamladı ve bilhassa bizim topraklarda Cemile Bacı ismiyle de gönüllere kazındı.

Schimmel, şarka ve İslam kültürüne olan merakıyla en çetrefilli konulara dalıp, hâlâ kaynak nisbetinde görülen eserlere imza attı. Sayılardan kedilere, sufilerden rüyalara kadar pek çok alanı derinlemesine sorguladı. Halifenin Rüyaları, İslam kültüründe rüya ve tabir konusunu irdeliyor. Bu kalın kitap Tûba Erkmen tarafından pek güzel çevrildi ve zevkle okunuyor. Herkesin aynı rüyayı görebileceği fakat herkes için farklı tabirler çıkabileceği unutulmadan okunmalı. Belki de en önemlisi rüyaları işin ehli, güvenilir ve hakkımızda daima iyi düşünecek insanlar dışında kimseye anlatmama konusu. Zira sufiler tarafından "Rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında takılı vaziyette duran mektuba benzer. Anlatılacak olursa mektup düşer, tabir edilirse mektup açılır" denir. Edebiyat eleştirmeni Roger Caillois de buna benzer şeyler söylüyor: "Rüyalar; gerçeği, meydana gelmesi gereken şekliyle kesinleştirirler. Gelecek; bilinmeyen, her an değişebilen, belirsiz bir şeydir; ama bir kez rüyada görüldü mü, değiştirilemez hâle gelir."

Jung, Rüyalar kitabında "Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz: Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır." diyor. Bazı rüyalarımızda böyledir. Ya gerçekleşmesini istediğimiz şeyleri görürüz ya da gerçekleşmesini istemediğimiz şeyler bir endişe, kaygı veya uyarı olarak dönüverir gece yürüyüşümüz olan rüyalarımızda. İnsan gördüğü rüyaya o anda müdahale edemeyeceği için ancak seyredebilir belki de. Uyandığında mutlaka gördüklerine bir anlam vermek isteyebilir, çoğu zaman da veremez. Bu yüzden geçmişten bu yana rüya tabiri hep çok ilgi görmüştür. İnsanlar gördüklerinin anlamsız olduğunu düşünmez, buna inanmak istemez. Bu yüzden de gördüğü simgenin ne anlama geldiğini merak eder. Ya kitaplara yönelir ya da bildiğine inandığı bir insana anlatır rüyasını. Schimmel, işte insanların bu anlama ve anlatma, onay ya da yorum ihtiyacını kitap boyunca hatırlatıyor. Bu bir siyasetçi için de bir sufi için de değişmiyor. Gördüğü rüyasının kimi zaman neşe kimi zaman da ıstırap veren yapısını insan çözmek istiyor. Rüyalar, hayatın düğümlerini çözmek, belki de kendini yeniden gözden geçirmek, hatta yargılamak için de bir imkân. Buna tarihimizden bilinen bir örneği verebiliriz:

Sultan I. Ahmed, bir "muhabbet-i Muhammediyye" gayretiyle Mısır'da, Sultan Kayıtbay Türbesi’nde bulunan kadem-i şerifi, yani Hz. Peygamber'in ayak izini İstanbul'a getirtir. Önce Eyüp Sultan Camii'ne, ardından inşası tamamlanan Sultan Ahmed Camii'ne naklettirir. Nakil işlerinin tamamlandığı gece I. Ahmed bir rüya görür. Âlimlerden ve ulemadan pek çok zatın bulunduğu, pâdişâhların da toplandığı yüce bir dîvan kurulmuştur. Divanda kadılık görevi Hz. Peygamber'dedir ve aynı zamanda I. Ahmed'den davacıdır. Sebebi, kadem-i şerifin nakledilmesidir. Dava sonucunda I. Ahmed suçlu bulunur ve kadei şerifin tekrar Mısır'a, yani esas yerine nakledilmesi gerektiği işaret edilir. Kan ter içinde, titreyerek uyanan padişah, rüyadan gereken mesajı alsa da işin ehline müracaat etmek ister ve padişahlara padişahlık etmiş gönül tabibi Aziz Mahmud Hüdâyî'ye gider. Hüdayi Hazretleri, emânetin derhâl yerine gönderilmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerine yapılacak şey bellidir fakat bir peygamber âşığı olan I. Ahmed'in gönlü yanmaktadır. Hemen kadem-i şerif şeklinde bir sorguç yaptırır ki bayramlarda sarığına takabilsin. Ayrıca yine kadem-i şerifin benzerini yaptırıp kenarlarına da bir şiirini nakşettirerek Hüdâyî dergahına gönderir. Buhurizâde Itri Efendi tarafından pençgah makamında ve tevşîh formunda bestelenmiş bu şiir şöyledir: "Nola tacım gibi başımda götürsem daim /  Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusûlün / Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir / Ahmedî durma yüzün sür Kademine o Gülün."

Schimmel, "rüya-ı sâdıka" olarak bilinen salih ve hayırlı rüyalara insanların çok önem verdiklerini anlatıyor. Kimileri rüyalarında gördüklerini hiç kimseye anlatmadan aynen uyguluyor, tatbik ediyor. Kimileri mutmain olmak için bir büyüğe danışıyor, ona göre istikamet belirliyor. Kitapta, rüyalarda karşılaşılan hayvanların, doğanın, eşyanın da hikmeti üzerine özellikle velilerin yorumlarına başvuruluyor. Mesela, rüyasında uçsuz bucaksız bir deniz ve ulu bir ağaç gören birine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, "O nihayetsiz deniz, Tanrı'nın azametidir; o ulu ağaç, Muhammed Mustafa'nın mübarek vücududur; o ağacın dalları, peygamberlerin dereceleri ve velilerin makamlarıdır. O büyük kuşlar da onların ruhlarıdır. Kuşların çıkardıkları muhtelif sesler ise, onların dilinin lugatı, sırları ve manalarıdır." yorumunu yapıyor. Burada elbette rüyayı görenin manevi makamı da önem arz ediyor. Şüphe yok ki rüyasında her deniz ve ağaç gören için aynı tabir çıkmıyor. "Rüya, görenindir" sözü burada önem kazanıyor. Tarihin köşelerine doğru gitmeye devam edersek, 11. yüzyıldan bir rüya örneği buluyoruz yine kitapta. Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi başta olmak üzere pek çok alanda fevkalade önemli eserler veren, Türk-İslâm ve dünya tarihinin en tanınmış ilim adamlarından Bîrûnî, 61. yaşını doldurduğu gece bir rüya görür. Rüyasında bir astronomi simgesiyle karşılaşıyor. Bu simge İslâm'daki ay takvimine göre her ayın başlangıcını gösteren yeni aya benziyor. Bîrûnî düşünmeye devam ederken bir ses işitiyor. Bu ses ona, "Yeni ayı bırak. Sen onun oğlusun, 191 kere." diyor. Bîrûnî uyanır uyanmaz bu rüyayı, hicri takvime göre daha 191 ay, yani on altı yıl daha yaşayacağı şeklinde yorumladı. Tam 190 ay bittikten sonra ise vefat etti. Burada peşinden gidilesi iki soru ortaya çıkıyor: Bîrûnî rüyasını bu şekilde yorumladığı için mi 'tam vaktinde' vefat etti? Eğer rüyasını hiç yorumlamasaydı bir şeyler değişebilir miydi? Schimmel burada 'kehanet' kavramına temas ediyor. Kişi kendi rüyasını yorumladığı an, rüya, silahtan çıkmaya hazır bir mermi konumuna geliyor. Eskilerin şüpheye düştüğünüz ya da korktuğunuz rüyaları suya anlatın ki aksın gitsin sözleri boşa olmasa gerek. Kişi rüyasını kendi de tabir edebilir, hissiyatıyla ilgilidir bu. Fakat herkese anlatma konusu her zaman tehlikelidir. Ola ki yanlış bir tabir bile rüyayı etkileyebilir, yönlendirebilir. Bu hususta Muzaffer Ozak Efendi'nin cümlelerini okuyalım: "Herkesin harcı değildir rüyâ tabir etmek. Çünkü rüyâlar herkese de söylenmez. Eğer herkese söylenecek olursa, bunların hep misâlleri var, hepsini birer birer veririz, herkese söylenecek olursa, öyle bir hâlolur ki, bazı zevâtın tabiri üzere, yanlış yapdığı tabir üzere rüyâ tecellî eder."

Rüyalarda 'pazarlık' bile söz konusu, ancak muhakkak bir bilenin nezdinde. Bu meseleye uygun düşen ve Muzaffer Efendi'nin anlattığı bir rüyayı, Schimmel de kitabına almış. Bir çingene, sık sık bir şeyhe uğrarmış. Şeyh ona genellikle ufak bir sadaka verip gönderirmiş. Bir gün bu çingene, şeyhe onu çok şaşırtan bir rüyasını anlatmış. Tam bu zamanlarda, yüksek mevkide bulunan bir memurun genç oğlu da şeyhe uğrarmış, şeyh ona haftalık bir harçlık verirmiş. Şeyh bir gün bu gence "Haftalık harçlığınla bir çingenenin rüyasını satın almak ister misin?" diye sormuş. Genç meseleyi idrak edemese de şeyhe olan güveninden ve sevgisinden dolayı kabul etmiş. Peki çingene rüyasında ne görmüş? Sadrazam olduğunu... Rüyayı şeyhin işaretiyle 'satın alan' genç, bir müddet sonra sadrazam olmuş. Bu genç, II. Abdülhamid’in meşhur sadrazamlarından Said Paşa’dır. 

Sâmiha Ayverdi, Mabette Bir Gece adlı kitabında "Nasıl ki rüyâ gören insan gözünü açmakla rüyâsı nihâyet bulursa, hayat rüyâsının tamam olması da gözlerini hayâta yummakla tamam olur. İnsana hayat verilmesi, hoş bir rüyâ görmesi içindir. Onu korkulu ve kâbuslu yapan, bu kısacık yolculuğu, hayâtın mânâsını bozup kirleten ihtiraslarla doldurmaktan ibârettir." der. Güzel ve hayırlı rüyalar görmenin bir yolu yok mu? Pek çok yolu var ancak bu yollardan ilki insanın önce ve daima kendi kapısının önünü süpürmesi. Başkalarıyla uğraşmamak, kimsenin ayıbını ve kusurunu ortaya sermemek, insana, hayvana, eşyaya, tabiata karşı merhametli olmak, elinin emeğiyle kazanmak ve bu kazandığından paylaşmak, gizlice gözyaşı silenlerden olmak...

Halifenin Rüyaları, İslâm kültüründe rüyalara, tabirlere ve bunların hayata yansıyan yönlerine dair Annemarie Schimmel'in meraklı kaleminden çıkmış bir başucu kitabı.

Yağız Gönüler

23 Şubat 2023 Perşembe

Gönül cerrahı Safer Efendi’nin sohbetleri

Türkiye bir muhabbet ülkesiydi. Asırlarca bu toprakların insanını, hayvanını, bitkisini, meyvesini, sebzesini, evini, barkını, müziğini, şiirini olgunlaştıran yegâne unsur muhabbetti. Gladstone’un “Türklerin elinden Kur’an’larını almadıkça onları mağlup edemeyiz” sözü 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe girdi, “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun” ile birlikte Türkiye muhabbetten koparıldı. Oysa muhabbet aşk idi. Aşksız kalan talip (talebe), hocasını da kaybetmiş ve bir öğrenci olmuş; öğretmeninin peşinden muhabbetsiz, estetiksiz, ritimsiz, kalpsiz ve dolayısıyla imansız kalma tehlikesiyle, ruhunu Allah’a emanet etti. Oysa Türkiye; şiiriyle ve musikisiyle kaynağını evvela tekkelerden alan, yolda yürürken ayağı taşa takılsa bir tekkenin kapısına düşen insanların ülkesiydi. Türkiye hakiki manada, eksiksiz bir şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketiydi. Muhabbet bitti; yerini gökdelenler, arabalar, beyaz eşya kampanyaları, her sokak başında zuhur eden bankalar, sosyal medya vızıltıları, birbirine yemek için sabırsızlıkla bekleyen kalem erbabları aldı. Şimdilerde bir gönül harekatına ihtiyacımız var. Tıpkı yüzyıllar önce olduğu gibi yeniden muhabbete, erler demine durmak için, hayırlara yakın şerlere uzak durmak için, adam (âdem) olmak için hû demeye ihtiyacımız var. Hayy’dan Hû’ya gideceğimizi bilerek, bildirerek muhabbete ihtiyacımız var.

Hicrî 1089/1678 senesinde İstanbul Cerrahpaşa’da dünyaya teşrif eden Hz. Pîr Nûreddîn Cerrahî ile birlikte 17. yüzyılın sonlarına doğru ülkemize köklerini salan tarikatın adıdır Cerrahîyye. Hz. Pîr’in silsile-i şerifi, pederi tarafından Hz. Ubeyde bin Cerrah’a (r.a)'a, validesi tarafından ise İmam-ı Hüseyin Efendimiz’e ulaşmaktadır. Kendisinin mürşidi olan Köstendilli Âli Alaeddin el-Halvetî’dir. Âli Alaeddin Efendi, hicrî 1133/1720 senesinde irtihal eden öğrencisi Hz. Pîr’in cenaze namazını kıldırmıştır. Kaynaklarda tekkenin kapısından Fatih Camii'ne kadar Hz. Pîr’in tabutunun elden ele taşındığı ve cenaze namazından sonra aynı şekilde tekkeye geri götürüldüğü yazmaktadır.

1925 yılına kadar İstanbul’da başta Karagümrük’teki asitane olmak üzere Eyüp, Üsküdar ve Edirnekapı dâhil birçok semtte Cerrahî tekkesi bulunmaktaydı. 20 Ağustos 1926 Cuma günü İstanbul Eğrikapı'da dünyaya teşrif eden Safer Dal Efendi, Cerrâhi tarikinin 20. postnişinidir. Safer Dal Efendi, 1984 yılında pirdaşı (İbrahim Fahreddîn Efendi) Muzaffer Ozak Efendi’nin irtihaliyle birlikte İstanbul Karagümrük Nûreddîn Cerrahî Asitanesi postnişinliğini devralmış ve 21 Şubat 1999 Pazar günü irtihaline kadar İslâm’a hizmet etmiştir. Bilhassa şiir ve musiki aşkı, hem dervişlerinin hem de sohbetinde bulunanların gönlünü yumuşatmış, göğsünü genişletmiştir. "Muhibbî" mahlasını kullanarak yazdığı şiirlerinden bir kısmı bestelenmiştir. Sami Savni Özer mürşidi Safer Dal için “Bugün dünyada tasavvuf musîkisinin sebeb-i hikmeti Sefer Dal hazretleridir” demiştir. Anılarından öğrendiğimize göre bir zamanların meşhur koca Grundig teypleriyle bestekârlardan kayıtlar yapıp arşiv hazırlamıştır, hem kendisi hem de ihvanından musikişinaslar bestelere imza atmıştır.

Safer Dal Efendi’nin sohbetlerinden, tıpkı pirdaşı Muzaffer Ozak Efendi gibi nüktedan, hoşsohbet bir mizaca sahip olduğunu okuyabiliyoruz. Dönemin şeyhlerinin ve dervişlerin uğrak yeri olan, Uşşaki dervişi Mehmet Efendi’nin kahvesinde daha sonra dervişi olacağı Fahreddîn Efendi’yi tanımış. İntisabını ise şöyle anlatıyor:

Gönül trafiğimiz karışık tabii, bir türlü karar veremiyoruz derken, bir gün, Fahreddin Efendim bizi davet etti. Biz aldırmadık önce. Sonra, Şeyh Raşid Efendi’nin babasının cenazesi münasebetiyle Sünbül Efendi’ye gitmiştik. Oradan, kabristandan dönerken ben Fahreddin Efendimin koluna girdim, yaşlı tabii: "Ben sizi davet ettim. Niye gelmediniz?" diye sordu. "Geliriz inşallah efendim!" dedim. "Öyle geliriz-melirizle olmaz! Bu Cuma gecesi boy abdesti al gel, arkadaşını da al gel!" dedi, gittik, intisab ettik, Kemal Baba ile birlikte. Sonradan, Fahreddin Efendimin evladlığı -manevi kızı- bana anlattı. Bizim, Fahreddin Efendimi tanıdığımız fakat henüz bağlanmadığımız günlerde Valide Sultan’a: "Yahu hatun Allah bize bir ikiz evlad verecek ama bakalım ne zaman?" der dururmuş. Sonra siz çıkageldiniz, Kemal Baba ile birlikte!" diye anlattı, Fahreddin Efendimin vefatından sonra.

Daha evvel Kaknüs Yayınları’ndan çıkan Muhibbî Dîvânı kitabını hazırlamış olan Adalet Çakır, bu kez de Dergâh Yayınları’ndan Geydim Hırkayı adıyla Safer Dal Efendi’nin ağırlıklı olarak 1996-1997 yılları arasındaki sohbetlerini bir araya getirmiş. Kitap evvela Safer Dal Efendi’nin hayatının kısa bir özetiyle açılıyor. Daha sonra mürşidi İbrâhim Fahreddin Efendi’nin irtihalinin sene-i devriyesi üzerine îrad ettikleri 1387/1967 tarihli konuşma okuyucuya sunuluyor. 1992 tarihli sohbetlerinde ise efendi hazretleri ülkemizin adeta şu günlerini özetliyor: “Allah cümleye iyilik versin bizlere de. Vatanımıza da milletimize de selâmet ihsân etsin. Türk’ün dostu yok, Allah dost olsun.

Aile hayatından dünyanın hâline, musikiden şiire çok kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu hemen anlaşılan Safer Dal Efendi’nin 1994 tarihli sohbetlerinde ise karı-koca ilişkilerine dair kısa ama çok tesirli bir tesbiti yer alıyor: “İnsan hanım köylü olmalı geçinmek için. Baktın evde hava bozuk, kaç. Kahveye kaç, bir arkadaşına kaç. Biraz soğut işi. Şeytan bakıyormuş böyle, işi düşman bir yastıkta nasıl yaşıyorlar, demiş. Şeytanın bile aklı ermiyor. Hanımlar buraya merakla geliyorlar, buyursunlar. Bazen böyle.

Okuyucunun bu kitabı hasetle okuması anlayışla karşılanmalıdır zira sohbetlerin her birinde ayrı bir irfan şelalesi akmaktadır. Fakir gibi henüz otuzlarına yeni gelmiş olan ve gönüllerinde böyle meclislerin aşkıyla kavrulanlar için okumak kafi gelmeyebilir. Bu sebeple kitapta ismi geçen büyük şahsiyetlerin hayatları öğrenilmeli, muhakkak kitapta okunan sayfalara fasıla verildikten sonra bir Fatiha okunmalı, yine kitapta geçen ilahi ve şiirler tatbik edilmelidir. Safer Efendi’nin sohbetlerinde tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji her şey var. Arayana, bulana, arayıp da bulamayana, bulup da hâlâ arayana. Mesela: “Turistler gelmişler Hazret-i Halid Câmii'ni ziyaret ediyorlar, yani turistik yerleri geziyorlar. Birkaç tane ihtiyar -câminin içine de girmişler- öğlenden sonra ikindi namazını bekliyorlar. Tesbih çekiyorlar, derviş galibâ. Şimdi sormuş öteki; "Ne yapıyor bunlar tık tık?". "Bunlar Türk milleti, ihtiyar olduğuna bakma, yarın bir muhârebe olursa [diye] egzersiz yapıyor" diyormuş, silah çekmek için. Egzersiz yapıyorlar parmağınla!

Kitabın sadece “İçindekiler” bölümündeki başlıkların peş peşe okunması dahi okuyucunun idrakini açacaktır, onu küçültecektir. Tıpkı Safer Dal Efendi’nin buyurmuş olduğu gibi: “Hiç kibirli olmayın, büyüklük taslamayın. İnsan küçüldükçe büyür. İnsanın kendini büyük görmesi şeytan fiilidir. Şeytana benzersin. Küçülürsen peygamber ahlâkı o, büyürsün.

Vakit iltica vakti. Rızâ-yı Bâri, şefaat-i Resûl, himmet-i Ricâl için. Kitaplar da işte böyle vakitlerde en güzel vesile, en güzel yardımcı. Düşünmek ve tutunmak gerek...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Süleyman Uludağ'ın tasavvuf dersleri notları

“Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeru.”
- Yûnus Emre

Ne olduğu kadar, ne olmadığı da önemlidir bazı şeylerin. Her yolun kendince yolcuları olduğu gibi yol kesicileri de vardır. Bu nedenle yolun ve yolcuların doğru tarif edilmesi gerekir ki yolda rastlanılan yol kesicilere aldanılmasın. Tasavvuf; insanın Allah’la ilişkisini düzenlemenin yanında insanlar arası sosyal ilişkileri de düzenleyen, toplumsal barışa katkı sağlayan, kişinin ruhsal huzura erdiren bir yol olması nedeniyle oldukça ilgi gören bir yoldur ve bu yolun da yol kesicileri elbette olmuştur. Pek çok kişi, kurum hatta devlet, bu yol aracılığıyla kötü emellerine masum insanları alet etmek istemişlerdir. Nasıl ki eşkıyaların kestiği yolu kaldırıp atmak yerine yoldaki eşkıyaları tepelemek gerekirse tasavvufu kendi çıkarlarına alet eden maneviyat eşkıyaları yüzünden bu yolu kapatmak yerine yolun ve yolcuların selameti için yol güvenliği alınmalı ve yol eşkıyalardan temizlenmelidir. Yolun temizlenebilmesi için de yolu bilenlerden istifade edilmelidir. Süleyman Uludağ, yolu bilenlerden olması itibariyle uzun yıllar üniversitelerde tasavvuf dersleri vermiş ve tasavvuf ve sufiler hakkında ilmî çalışmalar yapmış bir isim. Hocamızın Tasavvuf Dersleri adıyla yayımlanan kitabı da yine üniversitelerde okuttuğu ders notlarının toplamından müteşekkil kıymetli bilgiler içeriyor. Aynı alanın bir diğer kıymetli ismi Mustafa Kara’nın, Süleyman Uludağ’a dair söylediği şu sözler hocamızın çalışmasının kıymetini ifade etmesi açısından oldukça güze: “Süleyman Uludağ’ın yazdığı ve konuştuklarının temel özelliği bütün İslamî ilimlerden beslenen geniş bir ufuktur. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, İslam tarihi gibi ilimlerin verilerine vukufu sebebiyle meselelere daha geniş açıdan bakar…

Tasavvuf tarihinin konusunu şu şekilde açıklıyor hocamız: “… sufiyane hayatın menşeini, zuhurunu ve tekâmülünü tarihî seyri içinde incelemek, tasavvufun sistemli bir düşünüş şekli haline gelişini göstermek, büyük mutasavvıfları, bunların fikirlerini, tarikat kurucularını ve tesis ettikleri tarikatların özelliklerini tetkik etmektir.” Her şeyden önce tasavvufa, “eskinin masalları” gözüyle bakmanın ya da tasavvufu sırf menkıbe ve keramet eksenli düşünmenin yanlışlığını göstermesi açısından bu tarif mühim. Tasavvufun ne olduğuna dair ileri sürülen bir kavram da “İslamî felsefi” ifadesidir. Hocamız felsefe ve iman arasındaki şu farkı izah ederken aslında tasavvufla felsefe arasındaki farkı da göstermiş oluyor: “Dinde düşünmek imana, felsefede iman düşünceye tabidir. Dindar evvela inanır, sonra düşünür. Filozof evvela düşünür, sonra inanır.” Bu karşılaştırmadan farklı değerlendirmeler çıkarabiliyoruz. Mü’min için inanmak esas olmakla birlikte tahkik edilmemiş bir imanın da pek faydası yoktur. Mü’min inandığı şeylere dair tefekkür ederek ibadetlerinin gerisindeki hakikati idrak edebilir ve varlığının sırrına erebilir. Bu nedenle düşünmeyen Mü’min makul değildir. Öbür taraftan düşünmek kişiyi imana götürmüyorsa o düşünce de o düşünür de makbul değildir. Düşünme yoluyla inanma eylemi tümevarımdır; parçalardan bütüne, sebeplerden müsebbibe ulaşmaya çalışılır. Bütün parçalar bulunamazsa ya da bütün sebepler fark edilemezse bütün görülemez, müsebbip bulunamaz ya da yanlış bulunur. İnandıktan sonra düşünmekse tümdengelimdir. Hakikat zaten verilidir, şifre anahtarı kişinin elindedir. Ancak anahtar tek başına kişiyi odaya sokmaz, kilidi bulmalı ve kilidin adabını da bilmelidir. En nihayetinde her kilit her kapıyı açmayacağı gibi kilidin ağzına doğru yerleştirilmeyen anahtar da kilidi açmaz. Kapı size açılmış olsa da içeri girmenize izin verilmeyebilir, içeride olmanın da bir adabı vardır. İşte tasavvuf, içeride olmanın adaplarının sistematiğini verir kişiye. Süleyman Uludağ, diğer İslami ilimlerle tasavvufu kıyaslarken şöyle söylüyor: “Kelam ve fıkıhta dinin zahiri ahkâmının üstünlüğü, tasavvufta ise batıni ahkâmının üstünlüğü kabul edilmiştir. Tasavvuf, dini his, vicdan ve ahlak olarak ele almış; onun içtimai ve dünyevi yönü ile hiç meşgul olmamış veya pek az meşgul olmuştur.” Mutasavvıflar “Din güzel ahlaktır.” mealindeki hadisi referans almışlar; dünyaya meyletmemişler, mal mülk ve evlat sevgisine düşmemişler, makam, mevki ve şöhretten kaçmışlar, bulduklarını bölüşmüşler, bulmayınca sabretmişler, insanla beraber diğer canlılara da merhamet etmişler ve ibadetlerin zahiri yönüyle birlikte batıni boyutunu da öncelemişlerdir.

Tasavvufun halk eğitiminde de önemli bir işlevi vardır. “Tekke, asılardır Müslümanların ve özellikle her yaştaki Türklerin terbiye gördüğü yerdi. Halk tarafından ve halk için kurulmuş manevi ve ahlaki terbiye sahalarında faydalı hizmetler ifa etmişlerdi…” diyerek bu kurumların halkın eğitilmesinde taşıdığı rolü de gösteriyor Süleyman Uludağ. Tasavvufi hayatın mahiyetine dair bilgi almak isteyenler genellikle kitaplara başvurur ama kitaplarla öğrenilecek bir bilgi değildir bu. Ömründe hiç kar görmemiş bir Afrikalı çocuğa kardan adam yapmanın zevkini anlatamazsınız. Hocamız bu durumu şu sözlerle anlatıyor: “Tasavvuf bir yaşama şekli ve hayat tarzıdır. Bu öyle bir yaşama şeklidir ki dışarıdan bakmakla bilinemez ve dışarıda olanlara tanıtılamaz. Tasavvufi hayatı yaşayanlarla bu hayatın haricinde bulunan kimseler arasında kalın bir perde çekilmiştir. Bu perdenin tarifle ortadan kalkmasına imkân ve ihtimal yoktur.” Tasavvufun ne olduğuna dair yapılan tanımların birbirinden farklı olması tanımların mahiyetleriyle ilgilidir. Genellikle sufiler kendi kemal derecelerine göre tanımlar yaparken bazen de muhatabın sorusuna ve ihtiyacına yönelik tarifler de yapılmıştır. Her ne kadar giydikleri “suf” adı verilen yün giysilerden ötürü sufi olarak nitelendirilseler de bu kişiler tasavvufu şekilden ziyade gönül saflığı olarak tanımlamışlardır. Yûnus EmreDervişlik dedikleri hırka ile tac değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” bu durumu ifade etmiştir.

Tarikat ve şeriatın birbirine düşman olduğuna dair yanlış bir kanı bulunmasına rağmen bunlar birbirini besleyen unsurlar olarak İslam toplumunu teşkil etmişlerdir. Süleyman Uludağ “İslam toplumunun aklı kelam, kalbi ise tasavvuf olmuştur. Kelâmsız İslam cemiyeti akılsız, tasavvufsuz İslam cemiyeti kalpsiz ve ruhsuz fertlerden müteşekkil demektir.” diyerek bu durumu izah eder. Tasavvufun menşeine dair yapılan değerlendirmeleri de ele alan Uludağ, Hristiyanlık, Budizm ve Hint dinlerinin etkilerini tek tek ele aldıktan sonra tasavvufun bunların herhangi birinden etkilenmek suretiyle ortaya çıkmış olmaktan ziyade Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hadisleri ve Kur’an ayetlerinin yorumlanması suretiyle oluşturulan İslam ahlakının toplumsal hayattaki karşılığı şeklinde oluştuğunu belirtir. Uludağ, tasavvufun tanımı, menşei, tarihi gelişimi ve yansımalarını verdikten sonra zühd kavramına dair Hasan Basri ve Rabia el Adeviyye’den örnekler veriyor. Hasan Basri’deki zühtün Allah korkusuna, Rabia el Adeviyye’deki zühtün ise Allah sevgisine dayandığını ifade ediyor. Rabia el Adeviyye’nin şu duası Allah sevgisini ifade etmesi açısından ne güzel bir örnek: “İlâhî! Eğer ben sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemâlinden beni mahrum etme!

Allah insana akıl vermiş ve insan aklını kullanmak suretiyle Allah’a giden yolu bulabilir. Bu değerlendirmeden yola çıkılarak tasavvufa dair yapılan en mühim eleştiri insanın aklını bir başkasına ipotek ettiği yönündedir. Oysa Ebu Dekkak bu eleştiri şu şekilde cevaplıyor: “Bir kimse tarafından yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yaprak açar lakin meyve vermez. Tıpkı bunun gibi kendisinden edep ve terbiye öğrenilen bir üstada sahip olmayan bir müritten de hayır gelmez.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

20 Şubat 2023 Pazartesi

Çağdaş masallar sunan bir deha: Murakami

Japon Edebiyatı dendiğinde sıralamanın en başlarında saydığımız Haruki Murakami, gerçekçi dünyayı alıp hayal dünyasına karıştırarak bize çağdaş masallar sunan bir post-modern anlatı dehasıdır. İmkansızın Şarkısı, Zemberekkuşunun Güncesi, Yaban Koyununun İzinde, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Sahilde Kafka, Sputnik Sevgilim, 1Q84 dilimize çevrilmiş ve dünyaca ün yapmış romanları arasında sayılabilir.

Murakami, geleneğine bağlı yazmadığı ve hatta Japon geleneğini ‘çok sıkıcı ve yapışkan’ olarak betimlediği için, eleştirmenler tarafından sertçe eleştirilir ve ‘Japon yazar’ olarak kabul edilmez. "35 yıldır yazıyorum, hiç kuğu olamadım, beni çirkin ördek yavrusu olarak görüyorlar ve hâlâ sevmiyorlar" der. Dünya Edebiyatında kendine yer edinmiş olan Murakami gelecek nesillere büyük bir külliyat bırakmayı hedeflemektedir. On üç romanı, onlarca kısa hikâyesi, denemelerinin yanı sıra Salinger, Fitzgerald gibi yazarları Japoncaya çevirmesiyle de ünlüdür.

Murakami, Capote ve Vonnegut gibi çağdaş Amerikan Edebiyatı yazarlarının yanı sıra, bir Dostoyevski ve Charles Dickens hayranıdır. Tüm bu isimlere bakıldığında onlardan ne kadar az esinlendiği de gözden kaçmaz çünkü Murakami’nin kimselere benzemeyen bir yazım tarzı vardır. Hafızasında çok fazla anı topladığını ve roman yazmak istediğinde doğru çekmeceleri açtığını ve yorulmadan yazdığını itiraf eder. 1250 sayfalık 1Q84 yayımlandıktan sonra yorulduğunu ve bir süre sadece kısa öykü yazacağını söylemiş olmasına rağmen üç sene içinde Renksiz Tsukuru Tazaki ve Hac Yılları isimli romanını yayımlar. Murakami’nin bir hikâye cambazı olduğu su götürmez gerçektir.

Romanlarında zihninin en derin ve karanlık koridorlarına adeta bir kazı çalışması yaparak iner ve oralardan Freudiyen teoriler, Oedipal hikâyeler çıkarır atar önümüze. Onun karakterleri cinselliklerini en cüretkâr şekilde yaşar ve bu deneyimlerini korkusuzca anlatırlar. Tabu diyerek kendimize sakladığımız ne varsa çıkarıp yüzümüze vurur. Bunu yaparken ‘zihninizin derinine inmeniz için çok güçlü ve dayanıklı olmalısınız’ der.

Koşmasaydım Yazamazdım isimli kısa anlatısında yazma disiplininin sıkılığından bahseder, her sabah 4’te kalkıp, en az altı saat çalıştığını, ardından 10 km koşuya çıktığını anlatır. Roman yazmayı da yoğun bir ‘beyin antrenmanı’ olarak gören Murakami için her romanı yeni bir yarıştır. Her romanına yeni bir tema eklemeye çalıştığını ve bir önceki yapıyı bozmaya çalıştığını söyler. Buna rağmen onun hangi romanını okursanız okuyun size ‘işte Murakami stili bu’ dedirten şeyler çıkacaktır. Murakami’yi kısaca tarif etmek gerekirse; Alice Harikalar Diyarında kitabında her şeyin olağan gözüktüğü bahçede tavşan deliğini bulan Alice’tir o. Kendini tavşan deliğinden aşağı atar ve sonra okuruna mitolojiden tutun, Yunan tragedyalarına kadar, hayaller ve oyunlarla dolu, bol metaforlu romanlar sunar. Kendisi de bu durumu şöyle açıklar ‘ Ben gerçekçi ve normal bir insanım, sekiz sene jazz bar işletirken insanlara sandviçler hazırlayıp, kokteyller sunan biriydim ama yazarken garipleşiyorum hatta gittikçe daha da garipleşiyorum’ der. Şimdi isterseniz romanlarında kendinin bile gariplik atfettiği bu öğeleri tek tek inceleyelim.

9 maddede Murakami:

1. Arayış içerisindeki Karakterler ve gizemli kadınlar: Murakami karakterlerinin neredeyse tamamı kendi hikâyelerini bulmaya çalışan, içinde bulundukları ortama uyum sağlayamayan, kendini sürgün eden ama neden ettiğini de tam olarak bilmeyen bir yapıdadır. Çoğu çözemedikleri sırrın peşinden koşarlar, her birinin karanlık bir tarafı vardır. Bu karanlık taraf bazı romanlarda açıklanır, bazılarında bilinmez olarak kalır. Zemberekkuşunun Güncesi’nde karakter kendi benliğini bulmak için bir kuyunun en dibine iner, oturur, her çıkışında biraz daha güçlenmiştir. Tsukuru Tazaki, yıllar önce ona yapılan ihanetin sebebini aramak için yola çıkar. Romanlarının kilit noktalarında mutlaka bir kadın vardır. Kadınlar ise genelde cinsel anlamda çekici ve akıllıdır. Erkeklerin takıldığı yerde ilerlemelerini sağlarlar.

2. Müzik ve Caz: Murakami’nin olmazsa olmazıdır. Romanlarında hep bir melodiyi arar. Romanlarının isimlerinin çoğu sevdiği şarkılara atıftır. İmkansızın Şarkısı’nın orjinal ismi olan Norwegian Wood bir Beatles şarkısıdır. Sınırın Güneyinde ‘South of the Border’ bir Nat King Cole parçasıdır. Hac Yılları Listz’in parçasına atıftır. 1Q84, Sinfonietta’yla açılır. Murakami’nin binlerce plaktan oluşan bir Caz Müzik koleksiyonu vardır.

3. Hayal ve gerçeklik sınırı: Murakami’nin çoğu karakteri gerçeklikle hayalin sınırında yaşar. Hayal dünyasında sessiz ve akıllı; gerçek dünyada ise aktif ve komik karakterlerdir. Çoğu zaman bir kırılma anıyla birlikte zihinleri ikiye bölünür, iki farklı dünyada kalırlar, hangisini seçeceklerine karar veremezler. Sputnik Sevgilim’de gerçek olan Sumire, dönme dolap kabininde sıkışıp kalan mı yoksa karşı pencerede seyrettiği Sumire mi bilmeyiz. Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında’da yağmurlu sahnelerin hayal olduğunu anlarız, şemsiye açılınca ise gerçeğe döneriz. Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanı ise bilinçle bilinçaltı arasında bir yerlerde seyahat ederiz.

4. Kedi: Tüm Murakami romanlarında kediyle karşılaşmanız olasıdır. Esrarengiz bir şekilde ortaya çıkar yada Zemberekkuşunun Güncesi’nde olduğu gibi gizemli bir şekilde ortadan kaybolurlar. Sahilde Kafka romanında kediler konuşur, Nakata ise onlarla iletişim kurabilmektedir. Bir kedi sever olmasına rağmen Murakami’yi öldürülmüş, kesilmiş ve bağırsakları dışarı çıkmış bir kediyi tarif ederken de bulabiliriz.

5. Doğaüstü güçler/ Parallel dünyalar/ geçit taşları/ orman/ gizli geçitler/ Sırra kadem basan insanlar: 1Q84 , Aomame isimli kadının otoyoldan şehre geçmek için acil durum geçidini kullanmasıyla başlar. Sputnik Sevgilim’de eşikten atlayan Myu paralel evrene geçiş yapar. Sahilde Kafka’da ruhani dünyaya geçişini sağlayan giriş taşı vardır.

6. Metaforlar: Kuyu, Murakami’nin en bilindik metaforlarından biridir. Zihninin derinliklerini simgeler. Zemberekkuşu’nun Güncesi’ndeki en baskın metafordur. Kuyuya her iniş bir keşif, her çıkış ise öz benliğini bulmaya bir adım daha yaklaşmaktır. Sahilde Kafka’da gökyüzünden sülükler, sardalyeler yağar. İkinci Dünya Savaşında atılan atom bombasını ve Sarin gazı kullanımının Murakamileştirilmiş halidir bu. Hafıza ve zamanı da çoğu zaman metaforlaştırılarak kullanır.

Sahilde Kafka’da Kafka Tamura hafızayı; Nakata ise belleksizliği temsil eder. Orman, çoğu Murakami romanında hafızanın ta kendisidir. O yüzden derinlere ilerledikçe korkular zuhur eder.

7. Din, felsefe, Yunan Tragedyaları: Bir çok Murakami romanında Şintoizm dininden izler görülür. Giriş taşı maddi dünyadan manevi dünyaya geçişi sağlar. Murakami’nin karakterleri dağlara çıkar, doğayla bütünleşir ve manevi dünyaya geçiş yapar. Murakami bir süre Yunanistan’da yaşamış ve bu dönemde ceplerini bol bol mitolojik hikâyeyle doldurmuştur. Yunan Tragedyalarının en baskın konusu olan ve insanlık tarihinin en çok tanımlanmaya çalışılan kavramı olan ‘kader’ başta Sahilde Kafka olmak üzere bir çok romanında hakimdir. Kaderinden kaçmaya çalışan Kafka Tamura’nın Saeki Hanım’la karşılaşması bunun örneğidir. Ayrıca romanlarında karşınıza birden bir Orpheus veya Euredike çıkabilmektedir.

8. Otomobiller, giyim markaları, zincir restoranlar: Murakami’nin karakterleri McDonalds’da hamburger yer, tüm özellikleriyle tarif edilen BMW yada Toyota marka arabalara binerler, Jonny Walker ve Kentucky Fried Chicken’ın logosoundaki güleryüzlü amca karşınıza bir roman karakteri olarak çıkabilir. Markaların isimlerini vermekten asla çekinmez.

9. Edebiyat dünyasına atıflar: Sahilde Kafka’nın Kafka’sı hem Prag’lı ünlü yazara hem de Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar romanının Holden Caufield’ına atıftır. 1Q84, George Orwell’in ünlü romanı 1984’e atıftır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

16 Şubat 2023 Perşembe

Yeni muhafazakâr kültür ve zamanın nimetleri

Sosyo/ekonomik, sosyo/kültürel hızlı değişen, hızla değişen bir coğrafyada yaşıyoruz. Ve yaşadığımız toplumda değişime, dönüşüme direnmesi gereken ya da değişimi kuşkuyla karşılaması gereken toplumsal gruplar değişim ve dönüşüme öncülük ediyor. Dünyanın başka coğrafyalarında muhafazakârlar varolanın değişmesini çok da istemezler. Ekonomik, kültürel, sınai değişimlere ayak direrler. İçine doğdukları geleneksel yapının parçalanmasını endişe ile karşılarlar… İçinde bulundukları dünyanın değişmesi güvenlik alanlarının değişmesi demektir aynı zamanda. Geleneğin, kültürün geçmişten gelen sağlam bağlarının güç kaybına uğraması demek. Ülkemizde ise son yıllardaki hızlı değişimin dinamosu olarak muhafazakâr/dindar kesimler görünüyor. Bu aynı zamanda küresel sisteme, liberal piyasaya, kapitalist değerlere angaje olma anlamına da geliyor. Aslında burada zihnimize takılan bir soru var. Bu değişimler toplumsal bir talep sonucu mu oluyor, yoksa gerçekleşmesinde başka iradelerin bir etkisi var mı? Sürekli değişmek, dönüşmek, ilerlemek diyoruz da bu değişim ve dönüşüm bizatihi değişen ve dönüşenlerin inisiyatifinde mi? Gidilecek yer belli mi?

Türkiye’de ortalama bir zekânın fark edebileceği gibi ister legal olsun ister illegal olsun bütün siyasi, ekonomik, kültürel, sanatsal muhalefet ya da varolanı eleştirenler gerçek muhaliflerden oluşmaz. Eleştirilen her ne ise onu ele geçirememenin, ona sahip olamamanın sancısıyla muhalefet yapılır. Sahicilik yoktur. Her şey gücü, inisiyatifi ele geçirene kadardır. Diyelim ki bugün ekonomik ve kültürel iktidar muhafazakâr/dindar gruplarda. Buna muhalefet eden, eleştiren sol yada başka gruplar gidişatı düzeltmek, varolanı değiştirmek için hareket etmezler. Niçin dümende biz değiliz, niçin gidişata biz yön vermiyoruz yada iktidarın nimetlerinden biz niye faydalanamıyoruz diye bağırıp çağırırlar. Bu açıdan baktığımızda aslında değişen paradigma değil, paradigmanın etrafındakiler. Ayrıca ülkemizin küresel sistem içinde işgal ettiği yer konusunda fikirler berrak değil. Dünyayı adeta bir ağ gibi çeviren sistem kendinden habersiz kuş uçurtmaz. Hepimiz bilmediğimiz, görmediğimiz bir sistemle çevrilmiş durumdayız. Burada bütün hareketlerimiz kontrol altında. Yönlendirilmeye açık. İktidar her yerde yani… Buradan baktığımızda akademik alanda yapılan çalışmaların özellikle toplumsal değişme, dönüşme ve sosyolojik bağlamdakilerin iyice sorgulanması gerekir. Türkiye’de merkez tarafından bir dönem ötekileştirilen, kategorize edilen gruplar (dindarlar, Kürtler, aleviler, solcular…) başka bir dönemde baş tacı edilebiliyor. İşte burada bu durum acaba bu grupların kendi gayretleriyle ve çabalarıyla mı gerçekleşiyor yoksa sistem her dönem bir gruba ihtiyaç duyuyor da işine yarayan grubu mu yanına çekiyor?

Evet, bu kadar kelamdan sonra gelelim asıl mevzumuza. Geçtiğimiz yıllarda Aksu Akçaoğlu’na ait Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu adlı kitap yayınlandı. Kitap hepimizin gördüğü gibi siyaseten, iktisaden… daha görünür hale gelen muhafazakârların orta ve üst sınıfının Ankara Çukurambar’daki hayat tarzlarını, hal, hareket, düşünce, zevk ve beklentilerini inceliyor, irdeliyor. Dünün çekingen, sistem tarafından ezilmiş(!), öteki ilan edilmiş, merkez tarafından dışlanmış dindar çevrenin yükselişini, ekonomik güç haline gelişini ve bunun şehre yansımış yüzünü sosyolojik disiplinler açısından ele alıyor. Yukarıda değindiğim gibi bizi sosyolojik disiplinlerle anlamlandırmak çok zor bir iş. Bizim muhafazakârlarımız şimdilerin neoliberal beyleri. Osmanlı’nın yıkılıp cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte merkezde yer alanlar ya da Batıcılar bugün her türlü değişime, dönüşüme kuşkuyla yaklaşıyor. Muhafazakârlarımız ise zamanın nimetlerinden sonuna kadar faydalanma arzusunda. Muhafazakâr demokrasi zaman zaman zikzaklar çizmesine rağmen AB’ye katılma, neoliberal sürece eklenme hususunda çok hevesli.

Yıllar önce muhafazakârlar Batı hayranı, Batıcı düzen partilerinin İslam ahlakını, gelenekleri yıktıklarını, Batı taklitçiliğiyle faizi, Siyonist politikaları başımıza bela ettiklerini iddia ediyorlardı. Neredeyse bütün paradigma Batı düşmanlığı ve Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığı üzerine bina edilmişti. Milli Görüş dindarları seküler cendereye sokan bu vasattan Müslümanları kurtarma imkânı olarak görülüyordu. Adil Düzen programı tek kurtuluştu. Bugün baktığımızda ise bunlar nostaljik birer öğe gibi görünüyor. Rasyonelleşen Müslümanlar bu tip durumları ütopya olarak değerlendiriyor. Zarif ve Dinen Makbul kitabının 31. sayfasındaki şu cümleler: “Türkiye’de inşa edilen sadece binalar değil, aynı zamanda muhafazakâr iktidarın yeni Türkiye idealidir: Ekonomik kalkınmacılık, teknik modernleşme ve kültürel muhafazakârlık. Çukurambar bu muhafazakâr yeni Türkiye idealinin somutlaştığı küçük bir laboratuvarı andırıyor. Bu nedenle de, Türkiye’de mekânın ve toplumsal hayatın yukarda belirttiğim idealler doğrultusunda dönüşümü “Çukurambarlaşma” olarak tartışılıyor.

Aksu Akçaoğlu’nun kitabı aynı zamanda bir saha araştırması da. Pierre Bourdieu’nun geliştirdiği analitik yöntemi temel alan bir anlayışa sahip. Kitabın ilk bölümleri sosyolojik disiplinlerin ele alındığı teorik bir yöne sahip. Muhafazakârlık tanımları tartışılmış. “Muhafazakâr düşünce tarzı toplumsal dünyayla kurulan özgün bir zamansal ilişkinin neticesinde, sosyalizmin gelecek zaman merkeziliğine ve liberalizmin şimdiki zaman odaklılığına karşı geçmiş zaman demir atarak doğdu.” Akçaoğlu’nun bu cümleleri önemli.

Akçaoğlu Çukurambar mevzusunu kitabın 44. sayfasında. “Beğenideki bu dönüşüm ilk olarak, muhafazakâr orta sınıfların şehrin gözde muhitlerinde lüks sitelere yerleşmelerine ve fiziksel uzamın büründüğü yeni forma yansıdı. Muhafazakâr orta sınıf beğenisinin dönüşümünde sınırları belirleyen, Kur’an, sünnet ve hadisle uyumlu yaşamaya gösterilen hassasiyet oldu. Yine de bu sınırlar dâhilindeki yeniden inşa sürecinde, muhafazakâr orta sınıflar, mobilyalarına, kıyafetlerine ve bedenlerine alışık olmadıkları bir tarz verdiler. Bu yeni hayat tarzını toplumsal hayatta sunma konusunda eskiye nazaran daha rahat hissettiler ve böylelikle muhafazakâr çekimserlik ya da içe kapanıklık buharlaştı.” Evet, siyaseten ve madden rahatlamanın sonucunda Ankara’nın gecekondu olan, yolu, elektriği olmayan Çukurambar Semti bugün Muhafazakâr bir sosyete mekânı haline geldi. Milletvekili lojmanlarının boşaltılması bu semte siyasetçi akınını başlattı. Siyasetçiler yakın olmak isteyen ticaret adamları, girişimciler, inşaatçılar da buraya gelerek bir gecekondu semtini, erik, elma bahçeleriyle dolu bir yeri cazibe merkezi haline getirdiler.

Aksu Bey’in işaret ettiği gibi geçen zamanlarda Müslümanlar dinlerini iyi yaşayamadıklarını düşünerek toplumdan ayrılmaya, kendi sitelerini inşa etmeye, kendi içine kapanmaya dayanan bir sistem kurmuşlardı. Bundan önceki birçok kooperatif projeleri (Akevler Kooperatifi) daha İslami bir hayatı bir arada yaşamak amacı taşıyordu. Bugünse bunun yerini daha iyi yaşamak ve dünya nimetlerinden azami faydalanmak düşüncesi aldı. Dün kendilerine toplumun üstten baktığını söyleyenler bugün giyim kuşam, yaşam ve harcamalarıyla farklılıklarını gözlerimize sokuyor.

Çukurambar’ı besleyen sadece inşaat ya da evler değil. Yeni muhafazakâr kültürü yayan dergiler, gazeteler, televizyon dizileri var. Müslüman moda… Zarif ve Dinen Makbûl bir dünyada asansörlü seccadeler, kimsenin giyemediği kıyafetler, yurtiçi yurtdışı tatiller, özel okullar, sıkı güvenlikli, her dakika silinen konutlar var. Kısaca Müslümanları tüketim dünyasına sokan, onların cebindekini sonuna kadar boşaltmaya yemin etmiş abdestli bir piyasa var. Bu piyasanın sunduklarını kullanarak ayrıcalık kazanan bir de zengin dindarlar var.

Zarif ve Dinen Makbûl kitabı muhafazakâr yenidünyayı anlama açısından okunması gereken bir çalışma. Hem teori var hem de pratik… Saha çalışmasıyla daha bir önem arzediyor.

Muaz Ergü

1 Şubat 2023 Çarşamba

Marifet kaygısı ile geçen bir ömür: Aziz

Bir romanda olaylar değil düşünceler öne çıktığında ve üslup da kendisine özgü ruh halini dayattığında o kitapla ilgili yazmak riskli olmaya başlıyor ve zaten iyi bir edebiyat metni her türlü özetleme gayretinin elinden kayıp gidiyor. Bu tür tehlikeleri göze alıyorsak en azından kitabın yarattığı ruh haline yaklaşmalıyız. Yazarın aklına girmeyi kastetmiyoruz kuşkusuz. Bu mümkün olmadığı gibi gerekli de değil. Öbür yandan yazarların kahramanlarını neredeyse laboratuvar ortamında test ettiklerini, onların içine itildikleri koşullardaki hallerine yoğunlaşmaya çalıştıklarını da ekleyebilir, hatta belki biraz ileri giderek bu laboratuvarda kendilerini seyrettiklerini de söyleyebiliriz.

İradesizlik

Kıyamet Emeklisi’nin bende neden başka tasavvufi anlatıları değil de Terrence Malick’in A Hidden Life isimli filmini hatırlattığı üzerine düşündüm. Filmde orduya katıldığında kilisenin nasihatleri hilafına Hitler’e yemin etmemekte ısrar eden Franz Jägerstätter isimli, Avusturyalı, koyu Katolik bir köylünün hikâyesi anlatılıyor. Film Jägerstätter’in idam edilene dek cezaevinden eve gönderdiği mektupları eşliğinde yürüyor. Kişinin inancının ona hâkim olması da diyebiliriz buna. Belki filmle roman arasındaki benzerlik doğanın ve içselliğin birbirine karışmasında, Ayçukuru’ndaki yaşantıda yatıyordur. Buna karşın Kıyamet Emeklisi’nin kahramanı Aziz, Jägerstätter’in aksine hiçbir şekilde iradesiyle tutum alan, kendisini öne atan birisi değil. Nereye çekiştiriliyorsa oraya gidiyor, kimseyle doğrudan çekişmiyor, farklı olduğuna dair sezişle kendini gizlemeye çalışıyor.

Aziz kimse hakkında çok da iyi düşünceleri olmamasına ama menfi düşündüğünden de çok kolay vazgeçecek yapıda olmasına rağmen hep geçimli olmaya ve kendini de orta yolda göstermeye çalışırdı. İnsanların dikkatini çekmek en korktuğu şeydi. Her insandan ayrı ayrı dedektiflermiş gibi çekiniyor, en suya sabuna dokunmaz kimsenin bile suyuna gitmeye çalışıyordu. Bu yüzden takındığı bir ifadesi, konuşma şekli, hatta kelimeleri ve davranış kalıpları vardı. (...) Kendini belli etmek, en haklı ve ince olduğun konuda bile çekişme demekti.” (Cilt 1, s. 328)

Aziz’in farkında olduğu tek şey farklı olduğu bilgisi ve farklılığın gizlenmesi gerektiği, toplumun içinde kaybolmak gerektiği, göze batmamak gerektiği. Ama bu farklılık tanımlanmış bir şey de değil doğal olarak. Bir ruh durumu diyebiliriz belki. Tıpkı evliyaların iç dünyalarına dair bir şeyler yazmanın güçlüğü gibi, bu tür yaşantıların dile getirilemeyişi gibi burada da aynı duvarla karşılaşıyoruz. Hatta daha beteriyle; bir menakıb yazarı şeyhini anlatmak onun seyri sülukunu serdetmek istiyordur ama burada imkânsızlığın kendine özgü hikâyesi serdediliyor. Örtülü olan dillendiriliyor.

Kimsesizlik

Bu tamamen özel türdeki kişiliği anlatmak ancak neredeyse laboratuvar koşullarında büyümüş bir kişiyle mümkün. Şule Gürbüz aile, sosyal çevre gibi bağlantılardan arınmış bir kahraman yaratmayı tercih etmiş. Yani kimsesiz bir kişilik. Evden kaçmasıyla çocukluğundan itibaren başlayan ailesizlik, anne ve babasının ani ölümleriyle perçinleniyor. Önce Hilmi Baba’nın, ardından da gençlik yıllarında Kemaleddin Efendi’nin hamisi haline gelişleriyle Aziz’in ailesiyle bağları ortadan kalkıyor. Ailesizliğe, okulu bırakmaya, Hilmi Baba tekkesinde yaşamaya başlamasıyla birlikte toplumsal dışlanmışlık da ekleniyor ve giderek zamanın dışında bir kahramanla karşı karşıya kalıyoruz.

Kişiyi toplumla bağlayan her bir bağlantı özenle birer birer kopartıldığında dünya ve ülkede olan bitenler görüş ufkunun tamamen dışında kalıyor. Bu durumda da okulu yarıda bırakmasının ardından devletle gerçek tek karşılaşması gecikmiş de olsa askere gitmek ve orada da kendini saklamak, duruma uyuma sağlamaya çalışmak oluyor. Aziz ile aynı yıllarda doğduğunuzu fark ettiğinizde bu bağlardan arınmışlığın ne kadar şiddetli olduğunu idrak edebiliyorsunuz. Ülkede olanların bu derece dışında kalabilmek ancak böylesine özel bir durum sayesinde mümkün olabilirdi. Zaten yazar böyle birisinin içselliği ile ilgileniyor; toplumsal ilişkiler, toplumun veya ülkenin gidişatı metnin dışında kalıyor.

Aziz’in istençten yoksunluğu düşünüldüğünde kendisinden beklenmeyecek ölçüde becerikli, dayanıklı oluşunu da eklemeliyiz. Çekiştirildiği her yere gidiyor, “istemiyorum” veya “bunu istiyorum” diyemiyor ama ayı bakıcılığı dahil başına sarılan her işin üstesinden mükemmelen geliyor ve insanların kötülüğünden adeta başının üzerindeki bir hale sayesinde uzak kalmayı başarıyor. Hiçbir kötülük ona ulaşamıyor. Bu anlamda doğa ile, onun zorluklarıyla baş edebilen Aziz’in insanlardan çok doğaya yakın olduğunu söyleyebiliriz. Yakınmıyor, sızlanmıyor, insanlarla olanlar dışındaki her zorluğu aşabiliyor.

Aziz ağaçları ve taşları bile tedirgin ve müteyakkız görüyordu, yerin örtüsü bile tedirgin ve kaygandı, kedi bile kulağı ve kuyruğu ile tetikteydi, suların akışı bir gitme rahatlığıydı, nasıl olsa işte akıyor gidiyor, handiyse bitiyorum, varacağım yerin yolundayım, artık kimi neyi sularsam hükmünde iken insan, işte şu insan bütün bunların sahibi olduğu zannı ve muhkemliği ile dağa baksa dağa söylüyor, birbiri üstüne yığılı taş duvarların yanından onu ilk oraya koyan olarak geçiyor, hiçbir şeyin yapışmadığı kadar dünyaya zamklanıyordu. Dünya bu zamktan kurtulmak için her sabah, her akşam rüzgârlarla silkiniyor, yağmurlarla yıkanıyor, karla ovunuyor, titriyor, ilk hali ile yalnız, mağrur, sessiz olacağı zamanı bekliyordu.” (Cilt 1 s. 334)

Doğa ile ilgili ne yapabileceği daha çocukken iliklerine işlemiş ama insanlarla ilişkilerinde ise öyle değil. Orada daima bir rahatsızlık, bir sakillik, bir beceriksizlik mevcut. Aziz’deki yaşama becerisi ile istençsizlik bir arada bulunabiliyor. Neredeyse istençsizliği ile güçlüklerin arasından sızıp geçiyor. Duyarlılığı kendi içselliğine gömülme ve doğaya yaklaşma dışında bir şeye el vermiyor. Fakat metinde “doğal insan” da “dünyanın yerlisi” de hakikate uzak olup olmamanın terazisine vuruluyor.

İşte dünyanın yerlisi, oynanmamışı, oynanamayanı da geçiyor, işte o peygamberlerin sözünü geçiremediği adam kös kös evine gidiyor ama kös de değil, aslında doğal hali bu, kimse ona kızmasın, o da kimseye kızmıyor aslında bazen sadece düşündüğünden az bir kazanca yüzü asılıyor, o da uzun sürmüyor yüzü genelde öyle, sevindiğinde de sevinç ürküp yanına yanaşamıyor, kazancı bile ona uzaktan atıyor, o da tutup cebine koyuyor, yüzü daha az asık ama yine de ikna olmamış, hiçbir şeye ikna olmamış. Cuma namazında da aynı cenaze töreninde de, hastanede kollarını bacaklarını kestiklerinde de sesi değişmiyor. Dağ dedikleri bu mu yoksa? Öldüğünde de umursamayan belki kırışmış yüzü ile şöyle bir yukarı bakan ve olmuşu olacağı ne beğenen ne beğenmeyen, işte gerçek insan... Suçu bilmese de idamları en önde izleyen, dikkatini de asılana değil, cellada veren insan, doğal insan.” (Cilt 2, s. 253)

Örnekler çoğaltılabilir ama Aziz’in “dünyanın yerlisi” ile mesafesi de tıpkı diğer mesafeler gibi asli görünüyor. Yani başka arayış romanlarında “Anadolu insanı”na yakıştırılan sahihlik, hakikilik, vb. özellikler Aziz’in ufkunun dışında kalıyor. Buradan bakıldığında Anadolulu ya da büyük kentli olsun, herkes Aziz’in ruh dünyasının aynı kutbunda, “onlar” kutbunda toplanıyor.

Parantez

Dünyanın parantez içine alındığı böyle bir metinde herkes Aziz’in aşamalarının bir göstergesinden ve ona cevaplardan ibaret. Karısı ve çocukları da masivanın bir parçası. Her birinin kişilikleri Aziz’de olanın geçirimliliği nispetinde anlatılmaya değer. Dünyanın parantez içine alınışı, olanların da başka bir zamana ait oluşu gibi bir yanılsamaya yol açıyor. Bu durumda olanların hiçbiri belirleyiciliğin damgasını taşıyamıyor. Paranteze alınmış dünyada herhangi bir insanın kişiliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan cinsellik de parantez içinde. Bir çocuğun adım adım büyüdüğünü, ergenliğini, gençliğini, orta yaşlarını görüyoruz ama cinsellikle ilgili hiçbir unsurla, bedenin hiçbir ayartısı ile karşılaşmıyoruz. Böylece kitap tamamen Aziz’in marifet arayışına odaklı hale geliyor; öyle ki, evlilik gibi bir karar bile hayatın mecburi bir aşamasıymışçasına gerçekleşiyor. Kiminle evlenileceği de çok önemli değil, en nihayetinde Amiş Efendi’nin ünlü sözleriyle “olan olmuştur, olacak olan da olmuştur”.

Aziz’in çocukları da neredeyse onun gibi dünya tarafından ayartılmaktan uzaklar, arkadaşlarından ve çevrelerinden etkilenmiyorlar, büyük sorunlar çıkartmıyorlar, mevcut modaların hiçbirine kapılmıyorlar, önemli bir sapma göstermiyorlar. Aziz’in çevresinde dünya ile bir ilişkisi, dünya tarafından ayartılmaya, en azından komşularla ilişkilere açık olan tek kişi karısı Tevhide. O da elbette böyle bir kocayla yaşamaktan şikâyetçi ise de bu şikâyetler ve rahatsızlıklar Aziz için yok mesabesinde.

Tahmin ediyordu ki hikâye sahibi olmak acımasız olmak demektir. Vicdan, hikâyeye hemen bir son verir çünkü. Yolu parmağı ile gösterir ve hikâye biter. Zihinde başlayıp biter, yola bile çıkamaz, ayakkabısını bile giyemez.” (cilt 2, s. 199)

Dışarıda

Böylece dünyadan arındırılmış kişiliğin salt iç dünyasıyla karşı karşıyayız. Zamanımızın bir azizinin nasıl biri olacağı ile yani. Kişisel çıkardan da kendini gösterme telaşından da arınmış azizin istenç yoksunluğu neredeyse mutlak; Aziz’in tek istenci marifetin gerçekliğini açığa çıkartmak ve kendi marifet yatkınlığını gizlemek.

Toplumsallığın dışında, dışarıda kalış tasavvuf çevrelerine mesafede de kendisini gösteriyor. Sığındığı Hilmi Baba’nın tekkesinde de, oradan kopartıldığında yerleştirildiği Kemaleddin Efendi’nin tekkesinde de gerçek anlamda bir mürit olduğunu söylemek zor. Gerçekten bağlandığı, mürşit bellediği Hilmi Baba’nın manevi ağırlığı haricinde herhangi bir yapı ya da tarikatla, benzer bir organizmayla da gerçek bir ilişki kurmuyor Aziz.

Erzurum cildi”ne bakıldığında Hilmi Baba tekkesinde de, Kemaleddin Efendi çevresinde de onun tarikat organizması dışında kaldığını söylemek mümkün. Hilmi Baba ile ilişkisi tarikat organizması üzerinden değil, bireysel bir bağlantı ile yürüyorken, Kemaleddin Efendi’nin onu gönderdiği buhran tecrübesinde dahi tarikat içi tabiiyet diye bir şey gerçek anlamda söz konusu değil. Aziz her yerde kendi ruh haliyle, kendi ruhsal aşamalarıyla bir hayalet gibi yaşıyor. “İstanbul cildi”nde de tasavvuf çevrelerinin bütünüyle dışında olduğu gibi müesses dinî kurumlar dahi manzaranın dışında kalıyor.

... alim ve sofu el birliği ile tanrıyı görünmez bulunmaz dahası kendini sezdirmez yere koymuş ya da tümden kaldırmış ve bu heyulalar yüzünden ya yok sayılıyor ya varlığı artık varlık denemeyecek temas edilemez halde duruyordu. Aziz bu heyulaları kendine anlatılanlar, müesses dinin devletleşmiş binalarının arkasında görünmez olmuş yeşillik, sanki her şeyi söyleyip atlanan bir özne, sanatın ve şiirin arkasındaki mana kadar heyula buluyordu.” (cilt 2, s.317)

Yazar böyle bir kişiliğin herhangi bir tasavvufi çevrenin dışında içselliğini ve arayışını nasıl sürdürdüğünü aramak isterken, asıl olan doğuştan gelen, kişinin daha dünyaya geldiğinde kendisiyle birlikte bulduğu içselliğin hikâyesi oluyor. Ama tabii ki cevher işlenmek ve derinleştirilmek zorunda. Aksi halde farkına varılan cevherin bir başına bir anlamı yok.

Herkes aydınlığı ve cevheri kendi bulmak, bulmak da değil, bizzat oluşturmak zorunda, mürşit ya da her ne ise dışarıdan geleceğini umduğun her yardım aslında bunun böyle olamayacağını başına vura vura sana anlatıyor. Kendin oluşturursan kendin de, tevhit de, vahdet de her ne ise o olabiliyor, yoksa hiçbir şey.” (cilt 2, s.347)

Bir mürşide bağlı olmaksızın “marifet” gayretinin ne gibi ruhsal, hatta dinsel tehlikeler içerdiğini, böyle bir gayretin hiç de tavsiye edilmediğini hatırladığımızda Aziz’in bir başınalığını daha açık idrak edebiliyoruz. Yani olan biten ne kadar zaman dışı görünüyorsa arayışın biçimi de o kadar çağdaş. Nihayetinde Aziz’in arayışı ya da derdi tamamen tekil ve bireysel gelişiyor; hiçbir kanalla birleşmiyor, birleşip dönüşmüyor. Bu anlamda da geleneksel olmadığı gibi tam da modern bir zemine, hatta “zamanın ruhu”nun üzerine oturuyor.

Gayrisahih

Hilmi Baba ile ilgili hatıraların dışında Aziz’in akıl danıştığı hiç kimse yok. Tabii İstanbul’daki başlıca dayanağı Nuhu Bey hariç. İstanbul’da Aziz’e kol kanat geren, onu işe yerleştiren, hatta bir gelin adayı bulup evlendiren kitabın merkezî karakterlerinden Nuhu Bey’in konumu ise daha çok gayrisahih oluşun işareti gibi duruyor. Kitapta Aziz’den sonra geçmişi gayet ayrıntılı biçimde anlatılan tek kişi de Nuhu Bey zaten. Taşralı Nuhu’nun olmamışlığı ve zorlamalığı Aziz’in başkalığını öne çıkartmanın bir başka vesilesi gibi de görülebilir. Tabii Aziz de taşralı ama kitabın hatırı sayılır bir bölümüne yayılan Nuhu’nun asılsızlığı, hevesleri, İstanbul’daki kültür ortamlarında, hatta Bodrum’daki çevrelerde kendisine bir yer bulamayışı, oradan oraya atlayan ilgileri ve nihayet kendini bir mürşit kıvamında görmeye başlamasına taşralılığı reddi ama yine de ondan kurtulamayışı damga vuruyor. Buna karşın haliyle Aziz’in taşralı olmakla, İstanbul’da kendisini göstermekle ilgili meseleleri yok. Hilmi Baba sahihliğin, Nuhu gayrisahihliğin kutupları gibi görünürken gayrisahihliğin bu kadar “tipik” ve bu anlamda öngörülebilir oluşu asılsızlığın derinliğini gölgeliyor olabilir mi? Ya da başka bir deyişle gayrisahihlik bu kadar sahih olmak zorunda mıdır?

Nuhu birden değişmedi, yavaş yavaş da değişmedi, belki hiç değişmedi. Muhtemelen pek çok kimse gibi o da bir kılıf arıyordu kendine ve bunun güzel bir yılan derisi olduğunu düşünüyordu ama bir salyangoz kabuğu buldu ona girdi. Salyangoz mu değil mi bilemeden, sığdı mı sığmadı mı bilemeden hem de. Ama kabuğunu ömür boyu savundu, hem salyangozluğu övdü.” (cilt 2, s. 87)

Marifet

Marifetin ne olup olmadığı üzerine kalem oynatmak doğal olarak bu yazının haddi de değil, işi de değil ama kitabın merkezî kavramlarından birisine dair bir iki satır yazmadan olmayacak. Kuşeyrî’den, Serrâc’a kadar tasavvuf külliyatı bu kavramın niteliği ile ilgili tartışmalarla dolu. Kalp gözüyle, ilahi gerçekleri görmek, Allah’ı sıfatlarıyla tanıyabilmek, Tanrı’nın kalbe doğması, gönlün Tanrı ile geçirdiği zaman, hatta Tanrı’yı, Hakk’ı bilmek gibi pek çok tanımlama ve haliyle bu tanımlamalar çerçevesinde büyük bir tartışma mevcut. Sünni tasavvuf çevrelerinde tartışmadan çıkış genellikle marifetin Allah’ın bilinemeyeceği bilgisine ulaşmak demek olduğu vargısıyla nihayetleniyor. Romanda Kemaleddin Efendi’nin Aziz’in gayretlerine yanıtı meselenin diğer kutbunu gösteriyor: “Oğlum, arıyorsan bile bulup da n’apacaksın ha bulup da n’apacaksın?

Kemaleddin Efendi’den duyduğu insanın cüz’iliği ve önemsizliği, püf dense uçacaklığı ile Baba’nın insanı merkeze koyuşundaki, “O her şeydir” deyişindeki her’i kavrayamıyordu.” (cilt 1, s. 324)

Böylece Hilmi Baba’nın ve Kemaleddin Efendi’nin olmak üzere iki farklı tutumla, daha doğrusu birbirine tamamen zıt iki tasavvuf geleneği ile karşı karşıyayız. Kemaleddin Efendi’nin kapalı, soğuk, marifete de, cezbeye de alan açmayan Sünni çizgisi düşünüldüğünde bu iki tarzdan hangisinin daha çekici olabileceği gayet açık. Kemaleddin Efendi’nin tarzı Aziz’in zihin dünyasında epey gerilerde ve oldukça solgun kalıyor. Tabii Kemaleddin Efendi’nin tutumu gayrisahih falan değil, o tamamen başka ve aslında çoğunluk olan bakış açısını temsil ediyor. İnsan her ikisi de aynı tasavvufi gelenekten gelen ama meşrepleri farklı iki kişi arasında kalmanın nasıl olabileceğini veya ilham alınan kişinin Kemaleddin Efendi olması durumunda insanın önemsizliği bağlamında iç dünyanın veya kitaptaki tartışmanın nasıl şekilleneceğini düşünmeden edemiyor. Her neyse, sonuçta marifet Hilmi Baba’nın hatırası ile bağlantılı.

Hiçbir şeye tutkun değildi gerçi. İçinde bir tutkuya ait şey Baba’ya ve oradaki tüm yaşamına ait süre ve o sürenin yaşamına dahil ettiği marifet kokusuydu sadece.” (cilt 2, s. 466)

Nihayetinde marifet kaygısı ile geçen bir ömrün değeri tartılamaz, hesaba vurulamaz kalacaktır. Metin bu tartılamazlığın etrafında geziniyor. Aziz kendisine böyle bir görünün bahşedildiğine inancını sonunda kadar koruyor. “Marifet kokusu” kişisel çabadan çok zaten bahşedilmiş bir tohum.

Şimdi bunu o bilmese de Aziz onu içine almış, onunla devamdaydı. İçinde tutuşup duran bir marifet özlemi, marifet kokusunun özlemi vardı. Hayatını o kokuyu arayarak bazen bularak bazen kaybederek ama o koku ile onun etrafında geçirmek istiyordu.” (cilt 2, s. 171)

Bu gayrete eşlik eden iç söyleşinin sürdürdüğü aldatıcı benliklerle tartışma ta en sona kadar bitmiyor. Zaten marifet birbiri ardına sıralanan benlikleri aşarak onları susturarak mümkün oluyor. Mürşidin yokluğunda bütün iç muhasebe, tartışma ve hatta sohbet bu aldatıcı benliklerle yürüyor. Hatta belki de Aziz’in muhatapları sadece bu benlikler oluyor. Bu benliklerden en güçlüsü, en ayartıcısı “Kemal”, kişiyi hep yücelten ona mazeretler bulan, kişiyi pohpohlayan “Kemal”.

Kemal sık sık onun asılı tasvirini ona göstererek kendini beğenmesini sağlamaya çalışıyor, Aziz’in resmi bir tasvir olduysam bir yere asılmayı hak eden, ben neyimi nerede nasıl kaybettim de buna layık görüldüm, diye içi içini yiyor, Kemal şiddetle dünyada da hak ettiğini bulanların örnekleri ile kafasını şişiriyor, anlamadığı isimleri sayıp duruyordu. (...) İnsansın, kendinden daha ne umuyorsun, ihtiyar kadını yemedin doyurdun, bildiğin bütün azizler bundan fazlası asla değildir.” (cilt 1, s. 344)

Ayçukuru

Erzurum civarındaki Ayçukuru köyündeki halvet deneyimi bana kalırsa kitabın en önemli bölümlerinden birisi. Neredeyse terk edilmiş köyde kışı bir başına geçirmek, her ne kadar Kemaleddin Efendi’nin buyruğu ile gerçekleşiyorsa da yine bireysel bir doğa tecrübesi haline geliyor. Genelde halvete çekilme gibi uygulamalarda talibin sık sık denetlenmesi, neyi nasıl yaptığının takibe alınması geçerli olsa da Aziz’de bunların hiçbiri söz konusu değil. Bu durumda halvet zikirden, namazdan uzakta neredeyse hayatta kalmakla bağlantılı hale gelen bir doğa deneyimine dönüşüyor. Aziz çocukluğunda da çobanlık yapmış, yaylaya çıkmış birisi olarak buna yabancı değil, hatta doğada insanlar arasında olduğundan çok daha rahat hareket edebiliyor.

Aziz kışı kendine bir kavuk, bir destar gibi görüyordu. Havanın sertliği ve kıpırdatmazlığı ona teselli idi. Sakatmış da yürüyemiyormuş, dilsiz de konuşamıyormuş gibi bedeninde taşıdığı, başkasının merhamet ettiği bir alilliği o gizli bir lütuf gibi taşıyor ama merhamet eden gördü mü hemen merhamet görmeyi hak edenin çehre ve bedenine hatta sözlerine dökülüveriyordu. (...) Kıvamı cıvık olmayan, ağlayıp sızlamayan, derdin ve başkalığın aşırı sertleştirdiği ve kendi üstüne yazılanı başkasına ihale etmeye çalışmayan kabullenilmiş, yumuşak acının tahammüllü ve olgun bir nişanesi olmak daha doğrusu öyle görünmekti.” (cilt 1, s. 332)

Yine de bu deneyim romanın merkezi dönüştürücü ânı gibi görünmüyor. Hatta dönüşüm ânı fikri kitaba son derece uzak. Her şeyin damla damla birikmesi gerekiyor. Nasıl “İstanbul cildi”nin zirvesini kesin kararla halvete çekilmek oluşturuyorsa “Erzurum Cildi”nin zirvesini de Ayçukuru köyü oluşturuyor. Ayçukuru’ndaki buhran Aziz’in kendi kararı ve istemiyle gerçekleşmiyorken İstanbul’daki tamamen kendi kararı ve artık burada derin biçimde suskunlaşılıyor, marifete ulaşma gayretinin zorunlu eşlikçisi suskunluk oluyor.

O dünyaya, tabiat kanunlarına, mezarlıklara, servilere, her olana, olmuşa ve olacak olana başka bakanların bakışına karışmak istiyorum. Dünyaya küsenlerden ayrılmak istiyorum, her ezilene, ölene, yitene, düşene vah diyenlerden uzakta durmak, bunlara hatta tebessüm etmek istiyorum, anlar olmak istiyorum kısaca, sezerek de olsa, bilerek değil, işte anlayarak, aşina olarak, anlama içime doğsun aksın ve ben onunla bir olayım istiyorum.” (cilt 2, s. 247)

Doku

Açıkçası Şule Gürbüz’ün iki ciltlik yeni bir roman yazdığını öğrendiğimde önceki romanlarından bildiğimiz, hükmü okuyucuya bırakmayan, biraz üstten ve sıkı dokulu üslubuyla, bir okur olarak bu 925 sayfanın üstesinden nasıl geleceğimize dair endişelerim olmuştu. Tabiidir ki her gerçek edebiyat metni gibi Kıyamet Emeklisi’ni okumak da aceleye gelmiyor, arada bir soluklanmak gerekiyor, hatta bazen metinden uzaklaşmak, sonra yine dönmek gerekiyor. Hatta kitap nihayet bittiğinde düşünmeye devam etmek gerekiyor.

Yazı boyunca fazlasıyla alıntı yapmak zorunda kaldık, bu tür metinlerin kokusunu vermek ancak kendilerinden parçalarla mümkün. Her alıntı bağlam dışında kullanıldığında metne dair algımızın bozulması gibi bir tehlikeyi barındırıyorsa da iyi bir kitap gerçekte sıkı dokunmuştur; yani kitabın herhangi bir parçası bizi kitabın tamamının yarattığı ruh haline götürebildiği gibi herhangi bir parçasının ya da hatta hatırı sayılır bir bölümünün silinmesi de kitabın yaratacağı etkiyi değiştirmez, kitaptan bir şey eksiltmez. O zaman kitaptan son bir alıntıyla bitireyim.

Acaba sadece bulan değil de bulamayanın da yola çıkışından bir şey çıkmaz mı? Yokluğu seyrede seyrede bir varlığı seziş olamaz mı?” (cilt 2, s. 333)

Ömer F. Oyal
twitter.com/omerfoyal
* Bu yazı daha önce K24'te yayınlanmıştır.

Hayatımızdan eksilen insani hasletler

Sadık Yalsızuaçanlar’ın İki Semazen Bir Palyaço kitabı Sezai Karakoç’un bir dörtlüğü ile başlıyor: “Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere / Anne gitti ve sular buruştu testilerde / Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir / Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir."

Taha’nın Kitabı’nda yer alan bu şiir, İki Semazen ve Bir Palyoço'nun esbab-ı mucibesi gibi karşımıza çıkıyor. Söz konusu dört mısrada Karakoç; yitirilen sahiciliğe, sahihliğe duyulan özlemi anlatıyor ve bir anlamda da “neyi kaybettiğini hatırla” ihtarında bulunuyor.

Bir Şeylerin Acısıyla Anısıyla”, “Tekil Çığlık”, “Dil Yâresi”, “Kötülüğün Özü Üzerine”, “Acı Eşiği”, “Aldatmanın Özü Üzerine”... Rastgele seçilmemiş öykü isimleri bunlar. Kötülük, acı, yalnızlık gibi bu dünyaya ait travmatik kelimeler yüklü, çağrışımları hep varoluşun eğretiliği üstüne kurulmuş isimler. Eğretiliğin güzelliği “kritik” bir dönüm noktasını yakalamış olmasından kaynaklanıyor.

Otobiyografik diyebileceğimiz, kimi zaman da adı konmamış, tarihi yazılmamış bir günlükten pasajlar içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak pekala bu bölümleri de “anlattığım senin hikâyendir” ihtarı çerçevesinde okuyabiliriz. Zira anlatılanlar bir insanın kendi içinde yakaladığı derinliği her insanda yankısı hissedebilecek bir karşılığı bulunabilir ve hatta bulunabilirin ötesinde bulunmalı.

Kitabın temel temalarından biri de sokak hayvanları. Zulme uğrayan, aç biilaç köpeklerin hikayelerini anlatırken en hakiki hayat sahneleri, beşeri durumlara ilişkin sahiciliği yüksek ve etkileyici öyküler kaleme alıyor. Bir insanın ne denli zalim ve ne denli merhametli olabileceğini, merhametin melekliğin değil insan olduğunun da işareti olduğunu okuyoruz bu öykülerde. Geçmişten duyulan pişmanlıkla kendini sokak hayvanlarına hizmete adayan öykü karakterimiz, ne yaparsa yapsın kendini bir türlü affedemiyor. Duyduğu vicdan azabıyla adeta bir vakıf insana dönüşmüş olması bile onu ancak kısmen teselli edebiliyor. İsmini Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı nefis kitabının ilk cümlesinden alan “Ne Çok Acı Var”, tam da bu öykülerden biri. Konunun ve anlatımın dehşetengizliğini ifade edebilmek için bir bölüm alıntılamak isterim:

Sahil yolundan Arkum ilerlerken soldaki çöplükte bir köpek gördüm. Kulakları kesikti. Dayanılmaz, pis bir koku genzime çarptı. Köpek Haski’den daha zayıftı. Bir deri bir kemikti. Boynunda tasma vardı. Belki bugün veya dün kesilmiş bir koyunun derisini dişliyordu. Yiyemiyordu. Beni görünce ürktü. Deriyi alıp kaçmak istedi, taşıyamadı. Diğer salam geldi aklıma. Ürkmemesi için, “yavrum, kuzum, bak mama getirdim…” diyerek yavaş yavaş yaklaştım. Korkuyordu ama salamı fark ettiğinden kaçmıyordu. Birkaç metre uzağında durdu, salamı yere bölerek bıraktım. Geri çekildim. Hareketlendi. Arka bacakları kırık gibiydi, güçlükle yürüyordu. Beli makatına doğru düşüktü. Yaklaştı, deli gibi yemeğe başladı. Dikkatle bakınca fark ettim, makatı parçalanmıştı, kanıyordu. Memeleri büyükçeydi. Belli ki yavrularını hâlâ emziriyordu. Belli ki taciz edilmişti. Geçen ay kalp krizi geçirmiş, iki damarım stentle açılmıştı. Göğsüme ağrı çöktü, kolum uyuşmağa başladı. Asordili tanımda taşıyordum. Çıkarıp bir tane dilimin altına koydum. Göğe baktım. Gökte değildi, biliyordum. Her yerdeydi. Ama göğe baktım. Nolur dedim, bütün bunları anlamayabilmem için bana yardım et.

Kısa dinamik cümlelerle yazıyor Yalsızuçanlar. Kimi zaman bir liste gibi ilerlese de kurduğu atmosferle, kimi zaman da nükte veya kıssa tadında anlatıyla bir öykü dünyası inşa ediyor. Ne çok düş, rüya atıfı var İki Semazen Bir Palyaço'da. Uyanıkken geçen hikâyeler bile bir rüya atmosferine sahip. Büyük bir hikâyenin pasajlarını bir kaleydoskop gibi renkten renge şekilden şekilde, ahvalden ahvale dönüştürüyor İki Semazen Bir Palyaço.

Sadık Yalsızuçanlar’ın bazıları bir iki paragraf, bazıları bir kaç sayfadan ibaret olan kısa öykülerinde hayatımızdan eksilen insani hasletlere duyulan hasreti okuyoruz. Yalsızuçanlar, dokunduğu her şeyi bir öyküye dönüştürüyor adeta. Farklı okumalara açık bu öyküler, başka insanların gönüllerinde bambaşka boyutlara dönüşüyor, bambaşka hikâyelere kapılar açıyor.

İki Semazen Bir Palyaço ilham verici bir kitap.

Suavi Kemal Yazgıç
suaviy@gmail.com