Süleyman Uludağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Süleyman Uludağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2023 Perşembe

Süleyman Uludağ'ın tasavvuf dersleri notları

“Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeru.”
- Yûnus Emre

Ne olduğu kadar, ne olmadığı da önemlidir bazı şeylerin. Her yolun kendince yolcuları olduğu gibi yol kesicileri de vardır. Bu nedenle yolun ve yolcuların doğru tarif edilmesi gerekir ki yolda rastlanılan yol kesicilere aldanılmasın. Tasavvuf; insanın Allah’la ilişkisini düzenlemenin yanında insanlar arası sosyal ilişkileri de düzenleyen, toplumsal barışa katkı sağlayan, kişinin ruhsal huzura erdiren bir yol olması nedeniyle oldukça ilgi gören bir yoldur ve bu yolun da yol kesicileri elbette olmuştur. Pek çok kişi, kurum hatta devlet, bu yol aracılığıyla kötü emellerine masum insanları alet etmek istemişlerdir. Nasıl ki eşkıyaların kestiği yolu kaldırıp atmak yerine yoldaki eşkıyaları tepelemek gerekirse tasavvufu kendi çıkarlarına alet eden maneviyat eşkıyaları yüzünden bu yolu kapatmak yerine yolun ve yolcuların selameti için yol güvenliği alınmalı ve yol eşkıyalardan temizlenmelidir. Yolun temizlenebilmesi için de yolu bilenlerden istifade edilmelidir. Süleyman Uludağ, yolu bilenlerden olması itibariyle uzun yıllar üniversitelerde tasavvuf dersleri vermiş ve tasavvuf ve sufiler hakkında ilmî çalışmalar yapmış bir isim. Hocamızın Tasavvuf Dersleri adıyla yayımlanan kitabı da yine üniversitelerde okuttuğu ders notlarının toplamından müteşekkil kıymetli bilgiler içeriyor. Aynı alanın bir diğer kıymetli ismi Mustafa Kara’nın, Süleyman Uludağ’a dair söylediği şu sözler hocamızın çalışmasının kıymetini ifade etmesi açısından oldukça güze: “Süleyman Uludağ’ın yazdığı ve konuştuklarının temel özelliği bütün İslamî ilimlerden beslenen geniş bir ufuktur. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, İslam tarihi gibi ilimlerin verilerine vukufu sebebiyle meselelere daha geniş açıdan bakar…

Tasavvuf tarihinin konusunu şu şekilde açıklıyor hocamız: “… sufiyane hayatın menşeini, zuhurunu ve tekâmülünü tarihî seyri içinde incelemek, tasavvufun sistemli bir düşünüş şekli haline gelişini göstermek, büyük mutasavvıfları, bunların fikirlerini, tarikat kurucularını ve tesis ettikleri tarikatların özelliklerini tetkik etmektir.” Her şeyden önce tasavvufa, “eskinin masalları” gözüyle bakmanın ya da tasavvufu sırf menkıbe ve keramet eksenli düşünmenin yanlışlığını göstermesi açısından bu tarif mühim. Tasavvufun ne olduğuna dair ileri sürülen bir kavram da “İslamî felsefi” ifadesidir. Hocamız felsefe ve iman arasındaki şu farkı izah ederken aslında tasavvufla felsefe arasındaki farkı da göstermiş oluyor: “Dinde düşünmek imana, felsefede iman düşünceye tabidir. Dindar evvela inanır, sonra düşünür. Filozof evvela düşünür, sonra inanır.” Bu karşılaştırmadan farklı değerlendirmeler çıkarabiliyoruz. Mü’min için inanmak esas olmakla birlikte tahkik edilmemiş bir imanın da pek faydası yoktur. Mü’min inandığı şeylere dair tefekkür ederek ibadetlerinin gerisindeki hakikati idrak edebilir ve varlığının sırrına erebilir. Bu nedenle düşünmeyen Mü’min makul değildir. Öbür taraftan düşünmek kişiyi imana götürmüyorsa o düşünce de o düşünür de makbul değildir. Düşünme yoluyla inanma eylemi tümevarımdır; parçalardan bütüne, sebeplerden müsebbibe ulaşmaya çalışılır. Bütün parçalar bulunamazsa ya da bütün sebepler fark edilemezse bütün görülemez, müsebbip bulunamaz ya da yanlış bulunur. İnandıktan sonra düşünmekse tümdengelimdir. Hakikat zaten verilidir, şifre anahtarı kişinin elindedir. Ancak anahtar tek başına kişiyi odaya sokmaz, kilidi bulmalı ve kilidin adabını da bilmelidir. En nihayetinde her kilit her kapıyı açmayacağı gibi kilidin ağzına doğru yerleştirilmeyen anahtar da kilidi açmaz. Kapı size açılmış olsa da içeri girmenize izin verilmeyebilir, içeride olmanın da bir adabı vardır. İşte tasavvuf, içeride olmanın adaplarının sistematiğini verir kişiye. Süleyman Uludağ, diğer İslami ilimlerle tasavvufu kıyaslarken şöyle söylüyor: “Kelam ve fıkıhta dinin zahiri ahkâmının üstünlüğü, tasavvufta ise batıni ahkâmının üstünlüğü kabul edilmiştir. Tasavvuf, dini his, vicdan ve ahlak olarak ele almış; onun içtimai ve dünyevi yönü ile hiç meşgul olmamış veya pek az meşgul olmuştur.” Mutasavvıflar “Din güzel ahlaktır.” mealindeki hadisi referans almışlar; dünyaya meyletmemişler, mal mülk ve evlat sevgisine düşmemişler, makam, mevki ve şöhretten kaçmışlar, bulduklarını bölüşmüşler, bulmayınca sabretmişler, insanla beraber diğer canlılara da merhamet etmişler ve ibadetlerin zahiri yönüyle birlikte batıni boyutunu da öncelemişlerdir.

Tasavvufun halk eğitiminde de önemli bir işlevi vardır. “Tekke, asılardır Müslümanların ve özellikle her yaştaki Türklerin terbiye gördüğü yerdi. Halk tarafından ve halk için kurulmuş manevi ve ahlaki terbiye sahalarında faydalı hizmetler ifa etmişlerdi…” diyerek bu kurumların halkın eğitilmesinde taşıdığı rolü de gösteriyor Süleyman Uludağ. Tasavvufi hayatın mahiyetine dair bilgi almak isteyenler genellikle kitaplara başvurur ama kitaplarla öğrenilecek bir bilgi değildir bu. Ömründe hiç kar görmemiş bir Afrikalı çocuğa kardan adam yapmanın zevkini anlatamazsınız. Hocamız bu durumu şu sözlerle anlatıyor: “Tasavvuf bir yaşama şekli ve hayat tarzıdır. Bu öyle bir yaşama şeklidir ki dışarıdan bakmakla bilinemez ve dışarıda olanlara tanıtılamaz. Tasavvufi hayatı yaşayanlarla bu hayatın haricinde bulunan kimseler arasında kalın bir perde çekilmiştir. Bu perdenin tarifle ortadan kalkmasına imkân ve ihtimal yoktur.” Tasavvufun ne olduğuna dair yapılan tanımların birbirinden farklı olması tanımların mahiyetleriyle ilgilidir. Genellikle sufiler kendi kemal derecelerine göre tanımlar yaparken bazen de muhatabın sorusuna ve ihtiyacına yönelik tarifler de yapılmıştır. Her ne kadar giydikleri “suf” adı verilen yün giysilerden ötürü sufi olarak nitelendirilseler de bu kişiler tasavvufu şekilden ziyade gönül saflığı olarak tanımlamışlardır. Yûnus EmreDervişlik dedikleri hırka ile tac değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” bu durumu ifade etmiştir.

Tarikat ve şeriatın birbirine düşman olduğuna dair yanlış bir kanı bulunmasına rağmen bunlar birbirini besleyen unsurlar olarak İslam toplumunu teşkil etmişlerdir. Süleyman Uludağ “İslam toplumunun aklı kelam, kalbi ise tasavvuf olmuştur. Kelâmsız İslam cemiyeti akılsız, tasavvufsuz İslam cemiyeti kalpsiz ve ruhsuz fertlerden müteşekkil demektir.” diyerek bu durumu izah eder. Tasavvufun menşeine dair yapılan değerlendirmeleri de ele alan Uludağ, Hristiyanlık, Budizm ve Hint dinlerinin etkilerini tek tek ele aldıktan sonra tasavvufun bunların herhangi birinden etkilenmek suretiyle ortaya çıkmış olmaktan ziyade Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hadisleri ve Kur’an ayetlerinin yorumlanması suretiyle oluşturulan İslam ahlakının toplumsal hayattaki karşılığı şeklinde oluştuğunu belirtir. Uludağ, tasavvufun tanımı, menşei, tarihi gelişimi ve yansımalarını verdikten sonra zühd kavramına dair Hasan Basri ve Rabia el Adeviyye’den örnekler veriyor. Hasan Basri’deki zühtün Allah korkusuna, Rabia el Adeviyye’deki zühtün ise Allah sevgisine dayandığını ifade ediyor. Rabia el Adeviyye’nin şu duası Allah sevgisini ifade etmesi açısından ne güzel bir örnek: “İlâhî! Eğer ben sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemâlinden beni mahrum etme!

Allah insana akıl vermiş ve insan aklını kullanmak suretiyle Allah’a giden yolu bulabilir. Bu değerlendirmeden yola çıkılarak tasavvufa dair yapılan en mühim eleştiri insanın aklını bir başkasına ipotek ettiği yönündedir. Oysa Ebu Dekkak bu eleştiri şu şekilde cevaplıyor: “Bir kimse tarafından yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yaprak açar lakin meyve vermez. Tıpkı bunun gibi kendisinden edep ve terbiye öğrenilen bir üstada sahip olmayan bir müritten de hayır gelmez.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

19 Kasım 2021 Cuma

Hayatı tasavvufî hassasiyetlerle yaşamak

"Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl
Anma ferdâ gussasın ferdâya sal."
- Niyâzî-i Mısrî

İnsanın kadim meselelerinden biri de hayatı anlamlandırmaktır. Hayatı anlamlandırmak, varlığı anlamlandırmak demektir. Bu sayede kendi varlığına anlam bulmayı hedefleyen insan, bu anlam çerçevesinde kendi varlık gerçeğini bulacak ve kendini gerçekleştirecektir. Din, felsefe ve fikir akımları yoluyla esas amaçlanan budur. Bu arayış sürecinde insanın kendinden yola çıkması bir zaruret olmakla birlikte kendini esas kabul etmesi insanı bir çıkmazın içine sürükler. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” hükmünce insanın varlığını bilmeye, anlamaya ve anlamlandırmaya kendinden başlaması doğaldır. “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen” diyen Şeyh Galip, insanın içinde âlemin bir numunesini taşıdığını ifade etmiştir. Bu noktada sorulması gereken bir soru daha çıkar karşımıza: İnsan kendini, kendi kendine bilebilir mi? Bilginin insan tarafından keşfedilen bir şey olduğunu kabul edersek varlığın sırlarının bilinmesi noktasında kendimizi insan aklıyla sınırlamış oluruz. Oysa esas bilginin ilham yoluyla insana bahşedildiğini kabul etmek varlığın bütün sırlarıyla bilinmesini mümkün kılar.

İslam dini, tek başına dünya ya da ahiret dini değildir. Dünya hayatını adalet ve merhamet duyguları ekseninde şekillendirirken ahiret yurdundaki ebedî saadete kavuşmak için uyulması gereken kuralları da ortaya koyar. Bu nedenle bir Müslüman hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyayı, her an ölecekmiş gibi öbür dünyayı düşünür. Toplumsal ilişkilerin belirlenmesinde, ibadetlere gösterilen hassasiyette, insan dışındaki canlılarla münasebette ve gündelik hayatın içinde Kur’an ve sünnete uygun bir tavır geliştirebilmek bir Müslüman’ın hem dünya hem ahiret saadeti için titizlikle uyduğu bir hassasiyettir. Özellikle tasavvuf geleneği içinde bu hassasiyet kendine çok daha geniş bir yer bulmuştur. Hz. Ebu Bekir’in: “Ya Rab! Benim vücudumu öyle büyüt ki cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın.” sözünde zirve noktasına erişen özgecilik anlayışı, sûfîlerin hayata bakış açılarını da şekillendirmiştir. Yunus Emre’nin: “Yaratılanı hoş gördük Yaratandan ötürü” dizelerinde ifadesini bulduğu gibi bütün yaratılmışlara engin bir hoşgörüyle bakmışlardır. Her vaktin bir hükmü olduğuna ve insanın vaktin hükmüne göre hareket etmesi gerektiğine inanmışlar ve “ibn-i vakt olmak” düsturunu benimsemişlerdir. Böylece Hakk’ın hükmüne boyun eğmişler ve zamanın hükmünden kurtulmuşlardır.

Süleyman Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak adlı kitabında tasavvufun hayatı hangi hassasiyetlerle okuduğunu irdeliyor. Hayatın her alanında olduğu gibi tasavvufta da sahtekârlar kendi çıkarları için halkın maneviyatını kötüye kullanmışlar. Süleyman Uludağ, hayata tasavvufî bir gözle bakarken samimi sûfîlerin tavırlarını esas alıyor: “Sûfîler halkın ruhsatlara ve cevaz hâline göre hareketlerini hoş görür ama bir sûfînin azimet yolunu bırakıp ruhsat yolunu tutmasını hiç hoş görmez, hatta bunu onun talihsizliğine bağlar, yoldan çıkmanın bir işareti sayarlar.” Süleyman Uludağ, halkın fetva ehli; sûfîlerin ise takva ehli olduğunu vurguluyor. İbadetlerin kabul edilmesi için şer’i hükümlere göre şekil itibariyle belirli şartları taşıması yeterli iken sûfîler ibadetlerin manevi boyutunu da hesaba katarak namaz, oruç, zekât, hac ve diğer ibadetleri ayetler ve hadislerin ışığında ve samimiyet ekseninde değerlendirmişlerdir. Bütün bu değerlendirmelerin esasında “kendine varlık payesi vermemek ve dünyadan geçmek” ilkesi yatar.

Namazla ilgili bölümde şu örnekleri veriyor Uludağ: “Zeynelabidin namaz kılacağı zaman rengi değişir, kızarır, bozarırmış. Bunun sebebi sorulunca, ‘Kimin huzuruna çıktığımı biliyor musunuz?’ dermiş.Cüneyd Bağdadî demiştir ki: “Namaz dünya ile ilgili bağlarını koparmak, dikkati bir noktada yoğunlaştırmak ve Allah’ın huzurunda bulunmaktır.İbn Sâlim şöyle demiştir: “Niyet Allah ile Allah için ve Allah’tandır. Namazdaki kusurlar ise düşman olan şeytandandır. Bu tür noksanlıklar çok bile olsa Allah ile Allah için ve Allah’tan olan niyetin yanında hafif kalır.” Sûfîler, “Namaz, dinin direğidir.” düsturunca bir ömür kendilerini namazda kabul ederek yaşamışlardır zira insanın Allah’ın huzurunda bulunmadığı bir an yoktur. Bu durumu beyan edercesine Süleyman Uludağ, “Elif kıyamdır, dâl rükûdur, mim de secde. Üç harf bir araya geldi mi ADM آدمolur. Elif gençlik, dâl ihtiyarlık, mim ise fenadır, fani olmaktır.” diyor. Bu ifadelerden de namazı teslim olmuş bir hayat sürmek olarak anlamak gerekir. Mülk suresinde, “Sizin için O, arzı zelil (ayak basılan ve çiğnenen bir mekân) kılmıştır.” buyruluyor. Süleyman Uludağ bu ayete dair şunları söylüyor: “Yani zelil insanın yeryüzüne basmasıyla arz zelil olmuştur. İşte bundan dolayı bu durumu tamir etmek için en şerefli organ olan yüzü yere koyup secde etmekle emrolunmuştur insan. Ve yine bundan dolayı, insan secde halinde iken Allah’a en yakın bir vaziyette bulunur. Çünkü o, bu halde aynı zamanda üzerine bastığı yeryüzünün de gönlünü almaya çalışmaktadır. Namaz, cemi-i ibadettir, yani bütün ibâdetleri kapsar. Namazda yeme içme olmadığı için oruca benzer, duayı ve zikri de içerir.

Zekât, toplumsal dayanışmanın sağlanması için oldukça mühim bir ibadettir. Her ne kadar kırkta bir olarak belirlenmiş ise de sûfîler bilir ki bu ölçü avam için geçerlidir. Onlar, dünyalık varlıklarını ahirette çok kârlı bir alışveriş için satmayı tercih etmişlerdir. Allah’ın verdiğini diğer insanlarla paylaşıp vermediğinde şükretmeyi şiar edinmişler, zekâtı, toprağın altına gömülen bir tohum gibi görmüşlerdir. Süleyman Uludağ bu konuda Mevlana’dan referansla şunları söylüyor: “Mevlana’nın dediği gibi eğer iyiyi verirsen iyiyi, altın verirsen mücevheratı alırsın. İyi ürün almak istiyorsan iyi tohum ek, kaliteli fidan dik. Ey kardeş! Cömertliğin en mükemmel mertebesi nefsin karanlıklarından kurtulmaktır, bedensel hazları ve zevkleri terk etmektir. Hz. Mevlana, imsak (eli sıkı olmak) küfr-i tarikattır, demektedir. Eğer bu yolda ekmeği, ilmi, irfanı, bedeni, canı cömertçe harcayamaz ve cimrilik yaparsan bunları elde tutar, kimseye bir şey vermezsen küfr-i tarikat, bud-i hakikat olur.” İnsanın bütün varlığı, Hakk'ın emanetidir. İnsan verirse kendinden vermez ancak kendine emanet edilen Allah’ın malından verir. Sûfîler bu düşünceyle ellerinde bir şey bulundurmayı tercih etmemişlerdir.

Oruç; belirlenmiş vakitlerde yeme, içme ve cinsi münasebette bulunmamaktır. Cenab-ı Hakk orucun, önceki ümmetlere de farz olduğu gibi bizlere de farz olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimizin (sav) oruç ibadetine ehemmiyet verdiğini ve bir gün oruç tutup bir gün yemek yediğini biliyoruz. Elbette oruç tutmakta müminler için pek çok rahmetler var. Sûfîlerin pek çoğu midenin aç bırakılmasının hikmete ulaşmada önemli olduğunu belirtmişlerdir. Sehl bin Abdullah Tusterî’nin şu sözleri kendisinden sonraki sûfîlerce de benimsenmiştir: “Abdalı abdal mertebesine çıkaran kıllet-i taam (az yemek) , kıllet-i menam (az uyku), kıllet-i kelâm (az konuşma) ve inzivadır.” Bu ifadeden orucun sadece mideye ya da cinsel organlara değil, göze, kulağa, dile ve bütün bir bedene tutturulması gerektiğini anlıyoruz. İnsan, ruh ve bedenden müteşekkildir. Bedeni doyanın ruhu aç kalır ve insan bedenin arzularına mahkûm olur. Bedeni aç kalanın ise ruhu hikmet pınarlarıyla doyurulur. Ruhu doyanın bedene ihtiyacı kalmaz, artık bedene wyalnızca ruhun elbisesi olarak değer verir. Zünnûn-ı Mısrî, “Hikmet dolu midede bulunmaz.” diyerek aynı hakikâti işaret eder. Süleyman Uludağ, açlıkla ilgili de şunları söylüyor: “Açlık Hakk’ın yemeğidir. Aç olan kişi Allah’ın misafiridir; ona O yedirir, içirir. Manevi rızıktan bol bol ye. Ne kadar yersen ye temiz kalırsın, tüy gibi hafif olursun. Bu gıda ne yel yapar, ne mide ekşitir, ne de geğirtir. Maddi gıda öyle mi? Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen miden bozulur.

Maddi imkânı el veren her Müslüman’ın ömründe bir defa Hacca gitmesi farzdır ancak hacca gitmek gösterişten uzak ve Allah rızası için olmalıdır. Sezai Karakoç, kendisini hacca davet eden diyanet yetkilisine, “Bana hac henüz farz olmadı. Farz olduğu zaman giderim inşallah.” cevabını vermiş; “Efendim, Diyanet olarak sizi biz hacca götürmek istiyoruz” deyince, “Ben milletin parasıyla hacca gitmem” yanıtını vermiş. “Üstadım! Bu ümmeti bir Arafat manifestosundan niçin mahrum ediyorsunuz?” çıkışıma karşılık sûfîyane bir tavırla şu cevabı vermiş: “Hoca! Arafat’a manifesto yazmaya gidilmez, Vakfe’ye durmaya gidilir.” Sufiler hac ibadetini oldukça önemsemiş, yürüyerek dahi olsa hacca gitmişlerdir. Bununla beraber esas beytullah’ın mü’minin gönlü olduğunu savunmuşlar ve gönül yıkmayı Kâbe’yi yıkmak gibi görmüşlerdir. Şeyh Sa’di: “Arkadaş! Bu yolla Kâbe’ye varamazsın. Zira bu yol Çin’e gider.” Süleyman Uludağ, “Demek ki Kâbe’yi ziyaret etmekten maksat; ahlâkı düzeltmek, nefsi terbiye etmek, ruhu kötü duygulardan arındırmak, iyi ve erdemli bir insan olmak ve böylece Allah’ın yakınlığını kazanmaktır.” diyerek hac ibadetinin özünü ifade ediyor.

Sûfîlerin ibadetlere dair titizliklerinin yanı sıra bütün davranışlarında samimiyet ve Allah rızası hâkimdir. Bayezid Bistamî: “Bir kimse su üstünde yürüse veya havada uçsa onun bu durumuna bakıp aldanmayınız, bundan önce onun dinî emirler ve yasaklar karşısındaki durumuna bakınız.” derken tasavvufta esas olanın keramet göstermek değil istikamet üzere olmak olduğunu işaret eder. Sûfîler, rızkın Allah’tan olduğunu bilir ve kahrın da lütfun da O’ndan gelen nimetler olduğunu kabul eder. “Dede himmet, oğlum hizmet” prensibi, kişiye çalıştığının dışında bir şey olmadığını beyan eder. Bütün bunlarla beraber sûfiler kendilerini kurtulmuş olarak görmez, daima havf ve reca arasında bulunurlar.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc