Ömer Faruk Dönmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ömer Faruk Dönmez etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2020 Cuma

Hem güldüren hem de düşündüren bir günlük

"Edep kelimesinin müzelik olduğu bir ortamda edebiyat da müzeliktir."

Bir Yobazın Günlüğü; Ömer Faruk Dönmez’in kaleme alıp İz Yayıncılık’ın neşrettiği, 438 sayfadan müteşekkil, güldürürken düşündüren bir kitap. Yer yer çok ciddi eleştiriler ve tespitler ihtiva ediyor. Ama bunu yaparken okuyucuyu kesinlikle sıkmıyor. Kitapta bir de Gregor diye bir karakter var. Yazarın ifadesiyle; “Gregor beynimde yaşar. Arada sırada lafa karışır. Bana asist yapar. Ceza sahası içinde tehlikeli pozisyonlar yaratır. Bazen karambolde gol bile atar. Fakat attığı kimi gollerin, FİFA kokartlı hakemler tarafından iptal edildiği olmuştur. Bazen fazla ileri gider ve rakip takımın en son savunma oyuncusunun bile arkasında kalır, ofsayda düşer. O benim canımdır yahu, çok severim ben onu. Kısaca şöyle söyleyeyim; Gregor, Olric’in yakın bir akrabasıdır. Olric de kim, diyor musunuz? Güle güle bayın, lütfen bir daha görüşmeyelim.

Kitabı okurken altını çizdiğim noktalara geçmeden önce alıntılarımın sayısının biraz(cık) fazla olması dolayısıyla yazımın az da olsa uzayacağından endişeliyim. Bunun için şimdiden affınıza sığınıyorum ve sizden özür diliyorum.

Yaz kızım fermanımdır: bizden olmayanların bizdenmiş gibi davranmaları yasaklanmıştır. Bundan böyle, bizden olmadıkları halde bizdenmiş gibi davrananlar, yakalandıkları yerde yüzlerine vurulmak suretiyle cezalandırılacaklardır! Yüze vurulması hoş görülmemiştir efendimiz, biliyorsunuz. Ulan Gregor, bizden olmadıklarını vuracağız yüzlerine: çok ayıp, beni nasıl yanlış anlarsın?”. Kitap “gırgır şamata” yaparken hakikate temas etmeyi de ihmal etmiyor. “Sizden biriniz kardeşi ile kavga ettiği zaman yüze vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah Adem’i kendi suretinde yaratmıştır.” (Müslim) hadisi dolayısıyla âlimler yüze vurmayı mekruh kabul etmiştir.

Bizim en büyük meselemiz samimiyet meselesidir. Maalesef içimizde, bizdenmiş gibi davranan; fakat bizden olmayan, samimiyetsiz ve kaba adamlar var. Ama işi dar çerçevede ele almayalım şimdi: sol fraksiyonların da en büyük meselesi budur; samimiyet. Sağcıların da en büyük meselesi budur: samimiyet. İnsanın en büyük meselesi budur aslında; samimiyet, içtenlik, dürüstlük. Geçenlerde bir iş arkadaşımı müthiş bozdum. İyi de ettim. Hiç pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Oruç ayının son günleriydi, sanırım cumaydı, okulda, öğretmenler odasında oturuyoruz. Takıldım arkadaşlara, “Şurada orucun bitmesine üç gün kaldı, önümüz de cumartesi-pazar, başından beri tutuyoruz canım, son iki günü tutmasak olmaz mı?” dedim. Şaka tabi. Ulan herif aldı eline: “Olur mu hocam!” dedi, “Bir ay denmiş, bir ay tutulacak! Biz yaz aylarında, temmuzun sıcağında, harman başlarında ne oruçlar tuttuk!” Haydaaa! “Cumartesi pazarı mı olur bu işin?” diye gürledi, “Zor geliyorsa tutmayacaksın!” İyi mi? İyi. Sırf dini konulardaki hassasiyeti sebebiyle bu tepkiyi vermiş olsa, hatamı kabul eder, susardım; ama iş başka, biliyorum. Zaten adamın ceza sahası içinde ilk faulü değil bu. “Hocam” dedim, “Yazın sıcak ve uzun günlerinde o oruçları nasıl tuttunuz gerçekten, hiç zor gelmedi mi?” Hemen havalandı tabi keklik gibi: “Ne zor gelecek!” dedi, “Üstelik bütün gün güneşin altında çalışırdık.” Şu pozisyonu. Şut. “Valla” dedim, “Hayranlık duyuyorum size. Bu nasıl bir takva düzeyi hocam, nasıl ulaştınız bu mertebeye, biz aciz kulları da irşad etseniz!” Ve top ağlarda.Anladı tabi. Kıvırdı ondan sonra da. Yazın sıcağında harman başlarında ne oruçlar tutmuşmuş.”. Bu satırlar çevrenizden birisini size hatırlattı mı?

Yazarın modernizme dair görüşü ise şu şekilde: “Modernizm bir işgal biçimidir. Meşgul ederek işgal eder insanı. Her taraftan kuşatır. Sabah kalktığı saatten gece uyuyana kadar her dakikasını parseller: Yakalayın insanı, kendine gelemesin: kendini kaybetsin!”. “Bu sistem (yani emperyalizm, yani kapitalizm, yani modernizm) insanı aptal yerine koyan bir sistemdir. İnsanın, konulduğu bu aptal yerden memnuniyet duyması ise, bu sistemin en büyük hüneridir.”. “Lisedeyken ‘sistem’ denilince, ülkemde iktidarı elinde bulunduranları ve onların memleketi yönetme biçimlerini anlardım. Zamanla, dünyada işleyen daha derin bir ‘sistem’den söz etmek gerektiğini ve bunun da emperyalizm (kapitalizm/modernizm) olduğunu fark ettim.

Çocuklarımızı büyütmeye çalışırken bir yönüyle onları aslında mutsuzluğa hazırladığımızın farkında mısınız? Dilerseniz yazara kulak verelim: “Yorgunluktan uykunuz geliyorsa, ne mutlu size, hâlâ çocuksunuz; fakat uykunuzu kaçırıyorsa yorgunluğunuz, üzgünüm bayım, büyüdünüz ve hapı yuttunuz! Hani, alışılmadık bir isteğimiz olur da, onu dile getirdiğimizde “Çocuk olma!” derler ya bize; aslında “Mutlu olma!” diyorlar. Çocuk olma! Yani? Büyü. Adam ol. Hayatı ciddiye al. Yarın için kaygı duy. Zamanı saatlere böl ve sürekli bir yerlere geç kaldığını düşün. Acele et. Yemeklerini iyi ye, yatmadan sütünü iç, dişlerini fırçala, büyü ve mutsuz ol.

Sevgilinizde bulunmasını arzu ettiğiniz özellikler?” sorusuna (soruda geçen sevgiliden kastın kız arkadaş-erkek arkadaş olmadığı bağlamdan belli) yazarın verdiği cevap modernistleri çıldırtacak cinsten: “Sevgili olmalı. Anne olmalı. Kız kardeş olmalı. Eş olmalı. Göğsüne başımı yasladığımda huzur duymalıyım. Dizlerine yattığımda, şefkatle saçlarımı okşamalı. Evimiz cennet bahçelerinden bir bahçe olmalı. Benim bir padişah olduğumu bilmeli: gözdem olmalı, cariyem olmalı, sultanım ve kölem olmalı. Bana hizmet etmekten zevk almalı. Bunu bir ibadet olarak görmeli. Eğer bir insana secde etmeye izin verilseydi, bana secde etmesi gerektiğini bilmeli. İyi kalpli olmalı. Temiz olmalı. Güler yüzlü, tatlı dilli olmalı.”. Bu satırlarda yine bir (sahih) hadise gönderme olduğunu görüyoruz: “Şayet bir kimsenin başka bir kimseye secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.” (et-Tirmizî, “Radâ’”, 11)

Kitabı okurken yazarın okuru türlü duygular içerisine sokup çıkardığını farkediyorsunuz. Kimi zaman düşündürüyor, kimi zaman sorduğu tuhaf sorularla sorgulatıyor, kimi zaman da şöyle güldürüyor: “Arkadaşlarımın suçlarını yüklenirdim. Bir keresinde, mahallede maç ederken, berberin camı kırılmıştı. Çocuklar bir anda kaçıp kaybolmuşlardı. Artık ben de neyime güveniyorsam, sakin sakin durup gülümsemiştim. Şerefsiz berber gelip beni tokatlamıştı. Oysa ben kaçmayınca masum olduğumu anlar sanmıştım. Anlamadı gerizekalı. Tıpkı Türk filmlerindeki gibi.

Karşımıza tasavvufî ögelerin çıktığı da oluyor: “Sordum şeyhime şeyhim efendim dedi ki insanları ikna etmek çok mesai harcamak ve çok laf söylemek midir? Fakat bir türlü hale yola gelmezler neden? Neden? Çünkü evladım, insanoğlu ahmak ve kibirli bir mahluktur. Seni kendine denk sayarsa, mucize göstersen itibar etmez. Lakin seni muhterem sayarsa; öksürsen keramettir der.

Yazar kendisini neden “yobaz” olarak tanımladığını şu şekilde gerekçelendiriyor: “Gerçek bir mümin, ibadetlerini sadece Allah için yapar. İnsanlar görsün ya da bilsin diye ibadet etmek riyâdır, sahtekârlıktır, alçaklıktır. O halde, kişi, ibadetlerinden ulu orta söz etmemelidir öyle mi? Normalde evet. Gerçi ibadetin farz veya nafile oluşu ‘görünürlüğü’ açısından farklı bir durum arz eder ama ben, bir de ‘yükselen değerler’ açısından bakmak istiyorum meseleye: Benim ülkemde ‘modernlik’ ve ‘dindarlık’ öyle bir ayırıma ve tanımlamaya tâbi tutulmuştur ki, modernlik, İslam’dan mümkün olduğunca uzaklaşmak şeklinde yorumlanmış ve yüceltilmiş; dindarlık ise, yobazlıkla aynı şey sayılmış ve küçük görülmüştür. Bu yüzden, yükselen değerler açısından baktığımızda; kişinin, gözle görülür bir utanç duymadan, dindarlığını söz konusu etmesi veya ibadetlerinden bahsetmesi, hayli güç hale gelmiştir. (…) Evet dindar olduğumu söylüyorum: çünkü aşağılanmayı ve hor görülmeyi göze alıyorum. Ben dindarlığımdan onur duyuyorum ve günümüzde anlaşılan biçimiyle modern olmayı da budala olmakla aynı şey sayıyorum.

Akşama kadar evden çıkmadım. Okudum. Düşündün. Kapitalizm benim gibi evde oturan adama bir şey satamaz çünkü. Bu yüzden de, insanın evde sıkılacağına dair yalanlar üretmiştir: mutluluğu, neşeyi, eğlenceyi ‘evin dışında’ konumlamıştır. Zavallı insan kardeşlerim de bu oyuna gelir, evde canının sıkıldığı yalanına inanır, dışarı çıkar ve kaçınılmaz bir şekilde para harcar. ‘Yemeğe çıkmak, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak’ bir mutluluk biçimi olarak sunulur. ‘Evde pineklemek, uyuz uyuz oturmak’ gibi tabirlerle de evcimen hayatı küçümsenir. Oysa kapitalizmin bu tezgâhına karşı, Müslüman, evinde mutlu olan adamdır. Bu sebeple bayım, biz evimizi bilinçle ve inatla sevmeye devam edeceğiz. Gerçi kapitalizm, televizyon ve internet aracılığıyla, evdeki adamın da cebindeki paraya gözünü dikmiş durumda. Evine kapanan adamı bile rahat bırakmıyorlar. Şeytan dünyayı bu yüzyılda süslediği kadar hiç süsleyememişti. Kitap’tan uzak duran, dünyanın süslerine aldanacaktır vesselam.

Yazarın ‘temsil’e dair söylediklerini de çok önemsiyorum: “Temsil ne demek temsil? Karşımızdaki budalalar size bakıp ‘işte din bu!’ diyorlar. Sizin davranış bozukluklarınızı İslâm’a mal ediyorlar. Tamam, onlar budala olmaya budala. Fakat kardeşim, temsil ne demek temsil? Sen Müslümansın mübarek, İslam’ı temsil ediyorsun. Dikkat etsene davranışlarına. Hem başını örtmüşsün hem suratında on kilo makyaj, otobüste dolmuşta kakara kikiri. Biraz ağır ol kardeşim, hatunsun, ağır ol. Edepli ol, hicaplı ol. Erkekler de tuhaflaştı. Düşük belli daracık kotlarla geziyorlar. Ne haysiyet kırıcı. Sakalı bıyığı kesip şalvarı çıkaralı beri heybeti yitirdi Müslüman erkekler.”. “Dindarlara kızıp solcu olanlar var bu ülkede. Saçma. Din hakkında bir hüküm vereceksen dindarlara değil, dinin kaynaklarına bakacaksın birader. Kur’an’a ve sünnete bakacaksın.

Pek değerli yazarımız AVM’lere de karşı: “Alışveriş merkezleri, modern çağın tapınaklarıdır. Yani bu anlamda, alışveriş bir ritüeldir, bir tapınma biçimidir. Dolayısıyla modern çağın tanrılarını inkâr eden bizim gibi münkirler için, alışveriş merkezlerine gitmek, inanmadığımız bir dinin tapınağında âyin yapmaya zorlanmak gibi bir şeydir.

Yazarın modernliğe fena halde takık olduğunu anlamak için kitabın birkaç sayfasını okumak yeterli: “Modern insan, liseyi ve üniversiteyi başarıyla tamamlamıştır. Çat pat İngilizce ve çıt pıt kendi anadilini bilir. Bir kamu kuruluşunda ya da bir özel şirkette çalışır. Ayda şu kadar para kazanır. Kazandığı paranın önemli bir bölümünü barınak, giyim, yeme içme gibi konulara ayırır. Kalanını –eğer kalmışsa tabi- yüzde şu kadar faizle bir bankaya yatırıp birikim yapar. Bundan hiçbir şekilde utanç duymaz. Tek amacı daha büyük bir ev ve daha lüks bir arabadır. Bunun için yapması gereken tek şey içinde yükselmektir. İşinde yükselmek için her yolu dener: tükürür, yalar, sırıtır ve yaltaklanır. Aşağıdakilerin omuzlarına basar; yukarıdakilerin ayaklarına sarılır. Sabah işe gider, akşam eve döner. Hafta sonları alışveriş yapar. Milli ve dini bayramlarda tatile çıkar. Akşamları televizyon seyreder, karısıyla çiftleşir, sabahları da çocukları servise bindirip okula yollar. Futbolculardan, mankenlerden, dizi film oyuncularından ve şarkıcılardan müteşekkil renkli ve dejenere bir sınıfın hayatını, ağzının suyunu akıtarak izler: onlara özenir, onları örnek alır. Beş yılda bir, yerel ve genel seçimlerde oy kullanır: seçmek zorunda olduklarından birini özgürce seçer. Çok yer, çok içer, çok uyur, çok konuşur. Kitap okumaz. Düşünmez. Düşünenleri sevmez. Göbekli, aptal ve çirkindir: buna rağmen kendini beğenir: kendini beğenmezse çatlar. Kıskançtır. İhtiraslıdır. Dedikoduya bayılır. Yani sizin anlayacağınız bayım, modern insan ‘iş-alışveriş-televizyon’ üçgeninde yaşayan bir dangalaktır. Hafta içi her gün, sabah sekiz akşam beş arası ‘iş’ denen saçmalığı icra eder. İş dedikleri de iş olsa: birileri herkesi oyalayıp duruyor: bir düzen kurmuşlar: bir oyun oynuyorlar: asık suratlı, ceketli kravatlı, parfümlü traşlı da bir isim koymuşlar: ‘iş.’ Hafta içi her gün, sabah sekiz akşam beş: çalışın bakalım insancıklar!

Canım annem. Hakkını nasıl öderim ben onun? Otuzumdan sonra yine geldim işte kapına anne. Ben hâlâ on yaşındaymışım gibi nasıl da şefkatle bakıyor. Kurban olurum sana. Vefakar Anadolu kadını benim annem. Fedakar mümin kadın. Kendini kocasına ve çocuklarına vakfetmiş, onlar için yaşamış cefakar kadın. Efendimiz aleyhisselam ‘Bir kadın namazını kılar, orucunu tutar, namusunu korur ve kocası kendinden razı olursa, cennete istediği kapısından girer’ buyuruyor. Gel de anlat modern kızlara! Mübarek kadın: ayaklarının altından öpmek isterim; ama bilmem layık mıyım ben o cennete? Babam bir memur maaşıyla, üstelik kiralarda, borç harç, üç çocuk yetiştirmişse, bu biraz da annemin kahramanlığıdır. Bir lokma ekmek israf edilmiş midir acaba bizim evimizde? Babam kursağımızdan bir lokma haram geçirmiş midir acaba? Antep’teydik; bir şekilde faizli bir para geçmiş babamın eline, ben henüz okula gitmiyordum o zamanlar, ama gayet iyi hatırlıyorum, parayı elbise dolabının üstüne koymuş, ‘Buna sakın dokunmayın’ diye annemle bana sıkı sıkı tembih etmişti. İlk fırsatta götürüp bir yerlere vermişti parayı. Babamın o sert tavrı bugün bile aklımdadır. Anneme sorduğumda, ‘Faiz, pis para’ demişti sadece. Çocuk ilk eğitimini ailede alıyor işte.

Kapitalizmin en büyük numarasını öğrenmeye var mısınız? O halde gelin Ömer Faruk Dönmez’e kulak verelim: “Hani biz yobazlar kadını kafes arkasına hapsetmekle suçlanırız ya, bu müthiş bir dalavere biliyor musun? Evdeki kadının ‘özgür kadın / asil kadın’ demek olduğunu nasıl anlatalım şimdi, bu çağın insanına? Sokaktaki kadının sömürüye malzeme olduğunu nasıl anlatalım? Kapitalizmin en büyük numarasının, kadını evden çıkarmak olduğunu nasıl anlatalım? Dinleyin beni ey çağımın insanları: Şu işin üstesinden gelelim: Bugün kapitalizmin en büyük numarası, evden çıkmış kadındır. Çünkü kadının süslenip püslenip evden çıkması, erkeğin yoldan çıkması anlamına gelir. Tabi bu söylediğimi ancak delikanlı, dürüst adamlar bilirler ve itiraf ederler. İster okula ister işe gitsin, bu şartlar altında, evden çıkmış kadın, yoldan çıkmış erkek demektir. Ben ayrıntılara girmek istemiyorum; azıcık dürüst olup daha geniş bir çerçevede düşünürseniz, evden çıkan kadının, daha çok ahlaki yıkım ve daha çok harcama anlamına geldiğini göreceksiniz. Bu yüzden kapitalizm, kadının evde oturmasını istemez. Çalışan kadın ‘modern kadın’dır değil mi? Ben iddia ediyorum ki kişisel ve toplumsal ve cinsel dengeler, kadının evden sokağa çıkmasıyla bozulmuştur. Modernizm, yeni bir erkek tipi tasarlamamıştır; sadece yeni bir kadın tipi tasarlamıştır. Kadını dizayn ettiğinizde, erkeği ve toplumu dizayn ediyorsunuz demektir. Bir toplumun durumu, kadının durumuna bakılarak anlaşılabilir.

Teknolojik olarak ‘seviyesi’ bizden üstün görünen; ama ahlaki olarak bunalımlar yaşayan bir çağdaşımıza karşı tavrımız ne olacaktır? Ahmaklar bu soruya ‘Teknolojik olarak o seviyeye ulaşacağız; fakat ahlaki olarak onları örnek almayacağız!’ şeklinde cevap verecekler. İyi de artık en aptal sosyologlar bile biliyor ki, teknolojik bir ürünü ithal ettiğinde, o ürünün kültürünü de ithal ediyorsun. Mesela televizyonu alıyorsun, televizyonun kültürünü ve ahlakını da alıyorsun. Bunları birbirinden nasıl ayıracaksın? Cep telefonunu alıyorsun, cep telefonunun kültürünü, ahlakını da alıyorsun: bir mecliste tatlı tatlı sohbet ederken telefonun çalıyor, pardon deyip kalkıp gidiyorsun, var mı bizde böyle bir sohbet adâbı? Ha? Allah aptallardan korusun. Görüldüğü gibi ‘çağdaşların seviyesine ulaşmak’ da içi boş ve uyduruk sözlerden biridir. Bu anlamda ‘geri kalmışlık’la ilgili bir telaşa da gerek yok demektir. İstediğim yerde kalırım; istediğim kadar geride kaırım; sizin gittiğiniz yere gitmek istemiyorum; bir yere geciktiğimi de düşünmüyorum, sizin gittiğiniz yere gitmeyerekk bir şeylerden mahrum kaldığımı da düşünmüyorum. Ben kendim olarak burada kalmak istiyorum: siz buna ‘geri kalmak’ deseniz de!

Daha fazla spoiler vererek iştahınızı kaçırmak istemiyorum ve burada kesiyorum. Aslında tüm bu alıntılardan sonra anladım ki yazar kitap boyunca çok da fazla güldürmüyor. Yer yer düşündürüyor; ama daha fazla tenkit ediyor. Neyi mi? Pek çok şeyi; fakat en çok da kapitalizm ve modernizmi… Ve hatta birçok kere de dindarları… Ömer Faruk Dönmez’i ilk defa okuyan birisi olarak Bir Yobazın Günlüğü’nü beğendim. O kadar çok yerin altını çizmişim ki! Bunların hepsini burada paylaşmam mümkün değil. Siz değerli okuyuculara tadımlık bir şeyler sunabildiğimi düşünüyorum. Bu tür konulara ilgi duyuyorsanız kitabı okuduğunuzda beğeneceğinizi tahmin ediyorum.

Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz

16 Kasım 2018 Cuma

İki farklı mezara konuk olmak

İnsanoğlunun kadim meselelerinden biridir ölüm. Varılmak istenmeyen korkutucu bir ‘sondur’. İnsan akılcı ve realist de olsa hayalperest ve romantik de olsa aynıdır; yaşamak ister, hayatı ‘ölesiye’ severken ölümden irkilir, korkar, kaçar.

Arkaik dönemlerden beri ölüme çare aramıştır insan. Pagan ve mitolojik dönemlerde sihir ve efsanelere yüklenen görev modern dönemde bilime irca edilmiştir. Asırlar boyu iksir hazırlayan, büyü yapan, ab-ı hayat arayan, ölümsüzlük otu peşinden koşan insan hastalıkları ortadan kaldırmaya, insan ömrünü uzatmaya ve nihayet ölümsüzlüğü ‘icat’ etmeye bel bağlamıştır. Bu macerada ölümden korkan ve kaçan insanın bulduğu en özgün ve başarılı çözümün sanat olduğu aşikâr. Sanat, insandaki ölümsüzlük duygusunun/arzusunun yansıması/dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Bu ‘masum’ dürtü, ölümü gerçek olarak kanıksayan ‘kısıtlı’ insanın bir iz bırakarak yaşamaya devam etme çabasını doğurmuştur. Realiteye baktığımızda insanın bu açıdan oldukça başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Sanatın diğer dalları gibi edebiyat da o iz bırakma yöntemlerinden biridir. Edebi sahada ölüm üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır şüphesiz. Fakat Alighieri Dante’nin (1265-1321) İlahi Komedya’sı gibi bazı eserler vardır ki, alışılmışın dışında bir bakış sergiler. İnsanlık için ölümün kendisi kadar sonrası da büyük bir merak konusu olmuştur ve fakat asıl risk mevzuya yaşayanlar açısından değil de ölen tarafından bakmaktır. Dante’nin yaptığı da budur. Ahirete yolculuğun anlatıldığı Cehennem, Araf ve Cennet isimli bölümlerden oluşan İlahi Komedya’da ‘öteki dünya’dan sahneler vardır. İlahi Komedya aykırı, fantastik, ezoterik bir eserdir. Fakat bu sıradışılığa rağmen anlatılanlar ‘gerçeklik’ içeren inanç(lar) üzerine inşa edilmiştir. Kanonik metinlerden yapılan alıntılar apokrif metinlerle desteklenmiş ve geriye kalan boşluklar hayal gücüyle tamamlanmıştır. Öteki dünya hakkında yazdıklarını sadece Hıristiyanlık ile sınırlamayan Dante, Yahudilik ve İslam’a da göndermelerde bulunur. Diğer yandan İlahi Komedya salt edebi bir metin değildir. Kutsalın ve lanetin, ödül ve cezanın harmanlandığı eleştirel bir eserdir.

Ölünce her şey biter mi veya sonrasında ölen açısından neler olabilir? Eldeki veriler bu soruları yeterince aydınlatmıyor fakat insan yine bilmediğinin peşine düşmekten geri durmuyor. Ölüm gizemli bir konu ve insan yaşamı sevdiği kadar gizeme de meyilli. İçerik olarak İlahi Komedya gibi fantastik ve ezoterik olmasa da hayata ölen kişinin gözüyle bakan Mezarımdan Yazıyorum ve Ölü Bir Yazarın Anlattıkları adlı iki eser ilk bakışta benzerlik gösteriyor. Açıkçası her iki kitabı eşzamanlı okuma sebebim buradaki benzerlikti. Birçok açıdan farklılık taşıyan iki yazarın konuya nasıl baktığını görmek iyi bir okuma deneyimi olacaktır diye düşünmüştüm. Fakat sonunda birbiriyle hiç benzemeyen iki metinle karşılaştım.

Jaguar Kitap tarafından neşredilen Mezarımdan Yazıyorum’u Brezilyalı yazar Machado de Assis (1839-1908) kaleme almış. İki yüz yetmiş sayfalık eserin çevirisi Ertuğ Altınay’a ait. Eserde ölen kişinin ağzından otobiyografik bir kurgu oluşturulmuş diyebiliriz. Bir anlamla kendisiyle yüzleşen ve geçmiş muhasebesi yapan başkarakterin ölmeden önce yaşadıkları çocukluğundan başlayarak anlatılıyor. Roman mutlu sonlanmamış bir aşk hikâyesi etrafında şekilleniyor. Brezilya’da geçen hikâye zaman olarak on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısına tekabül ediyor. Bu açıdan metin klasisizm ve romantizm özelliklerini taşıyor. Olay hikâyeciliği yöntemiyle ele alınan eserde dönemin toplumsal anlayışlarını görmek mümkün. Varlıklı, üst sınıftan, eğitimli biri olan başkarakter ve çevresindeki insanlar üzerinden sosyolojik tahlil yapılabilir. Özellikle faal olarak devam köle ticareti, burjuvanın sınıfsal üstünlüğü, çıkar odaklı politik ilişkiler ve toplumsal cinsiyetçi yaklaşıma dair çok fazla detay bulunuyor. Her ne kadar ölmüş biri anlatsa da dünyaya dönük bir metin olduğundan kurgusu göze batmıyor.

İz Yayınları etiketi taşıyan yüz altmış sayfalık Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nın yazarı Ömer Faruk Dönmez. Eserde ölen bir yazarın hayata dair değerlendirmeleri bulunuyor. İslam dini özelinde yapılan bu değerlendirmelerde (anlatıcıya göre) Müslümanların hataları dillendiriliyor. Ölen kişinin üst perdeden sert ikazlarıyla karşı karşıya kalıyor okuyucu. Baştan sona didaktik bir üslupla yazılan eserde İslam’ın geleneksel anlayışının tasavvufi yorumundan yararlanılmış. Tasavvuf hoşgörü, anlayış ve uyumun yansıması olarak kabul edilir fakat literal yorumlar kadar baskın bir yapıya sahiptir. Esasında son derece katıdır ve çizgileri serttir. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda da bunu açıkça görebiliyoruz. Romanda işlenen konulara baktığımızda yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşanan olaylardan esinlenildiği görülüyor. Çok tanınmayan bir yazar olan başkarakter farklı siyasi ve etnik gruplar arasındaki arbedenin olduğu bir yerde tesadüfen bulunmaktadır. Hiç bir dahli olmayan bir olayda öldürülen ‘yazar’ öteki dünyada kayıtların tutulduğu bölümde görevlendiriyor. Eserde olaydan ziyade durum hikâyeciliği söz konusu. Zira belli belirsiz aktarılan olaylar durumu betimlemeye çalışırken yararlanılan atıflardan ibaret. Kurgu olarak çok başarılı bulmadığımı söyleyebilirim. Özellikle ölen kişiye ahirette ofis işinde görevlendirilmiş hissi veren kısımlar ‘komik’ duruyor. Gülünç anlamında değil, basit anlamında komik. Farklı bir boyut olduğundan şüphe bulunmayan ahireti, dünyadaki hayatı algılama ve yaşama seviyesine indirgeyerek aktarmak basit kalmış. Başkarakterin okuyucuya yaptığı sığ espriler de cabası. Açıkça söylemek gerekirse, bir kurgu metni olmaktan çok deneme-roman arası bir yazın diyebiliriz.

‘Ben’ anlatım tekniği kullanılan her iki metinde de yazarlar ölmüş kişileri yaşıyormuşçasına konuşturuyor. Dolayısıyla hikâyeler monolog şeklinde ilerliyor. İkisinde de evvela anlatıcı kişi (başkarakter) hakkında bilgi veriliyor ve nasıl öldüğü anlatılıyor. Hemen arkasından okuyucunun aklına takıldığı düşünülen ‘ölen birinin nasıl olup da yaşayanların dünyasında kitap yazacağı ve yayınlatacağı’ meselesi açıklanmaya çalışılıyor. İki eser arasında zaten az olan benzerliğe ek olarak okurla konuşmayı da ekleyebiliriz.

Konu ölüm olunca ister istemez dini bir boyut oluşuyor. Yalnız, Mezarımdan Yazıyorum bu konuda oldukça soyutlanmış diyebiliriz. Ölmüş birinin yazmış olması dışında tamamen yaşanılan dünyaya odaklanılmış. Nadiren dinsel motif bulunuyor. Onlar da çok etkili değil. Roman aile ilişkileri, aşk, politika, ekonomik durum gibi konular etrafında oluşturulmuş. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda ise konu ölüm sonrasıyla bağdaştırılmaya çalışılmış. Bilinmeyenle arasındaki perde kalkan başkarakter ‘hakikati’ bilen bir üslupla yaşayanlara (okura) üstü örtülü ‘ayar çekiyor’. Buradaki bilinmeyen kelimenin tam anlamıyla ‘gayb’dır. Ölüm ve sonrası konusundaki İslami literatürün genel çerçevesini vahiy çizmiştir diyebiliriz belki ama ne yazık ki içeriği ve Müslüman zihnindeki anlamsal karşılığı açısından aynı rahatlıkta konuşamayız. Dini literatürün vahiy dışındaki bilgi kaynaklarının konuyu mecrasından çıkardığını söylemek mümkün. Özellikle ölüm sonrasıyla ilgili malumatın büyük oranda İsrailiyyat’ın tesiri altında geliştiği su götürmez bir gerçek. Ölüm sonrası gayb ile ilgili meselelerden biridir ve İslam’ın gayb hakkındaki tutumu son derece nettir. Buna rağmen süreç içerisinde muazzam bir literatür oluşmuştur. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları bu açıdan oldukça zengin bir metin. Rivayetlerin yanında bol bol kaynak verilmeyen ‘hadis’ kullanılmış. Bununla yetinmeyen yazar, rivayet ve hadisleri destekleyecek şekilde tevil edilen ayetlere yer vermiş. Başkarakter üzerinden İslami hassasiyet kasan yazarın gaybi bir konuda bu denli ‘pervasız’ hareket etmesi oldukça şaşırtıcı. Ara ara dinin gereklerini yerine getirmeyerek ölen kişilere ahirette nasıl davranıldığını ima ederek adeta aba altından sopa gösteriyor yazar. Başkarakterin paradoksal tutumu eser boyunca devam ediyor.

Mezarımdan Yazıyorum edebi açıdan oldukça doyurucu bir metin. Yazarın nitelikli dilinin yanında alıntı ve atıflarla zenginleştirilmiş bir romanla karşılaşıyoruz. Bu bağlamda sanatsal bir kaygı taşıdığı görülüyor. Ölü Bir Yazarın Anlattıkları’nda başkarakter mevcut sanat anlayışının Batı tarafından oluşturulduğunu ve İslami olmadığını belirtiyor. Bu ön kabulü reddettiğini ve dolayısıyla yazdığı metinde ‘sanatsal’ bir kaygı taşımadığını söylüyor. Eğer yapılacaksa sanatın sadece didaktik olabileceğini iddia ederek dini deliller getirmeye çalışıyor. Edebiyata özel bir alan açarak dil, yöntem ve üslubun Kur’an temelli oluşturulabileceğini peygamber kıssalarından ve ayetlerden örneklerle açıklamaya çalışıyor. Yazarın çabasının önemli olduğunu ve fakat metnin aşırı reaksiyoner özelliğinin amacı gölgelediğini düşünüyorum. Toptancı yaklaşımlar her ne kadar kısmi rahatlamalar oluştursa da gerçekçi ve esaslı çözümler sunmaktan beridir. Başkaraktere göre Batı’nın her şeyi kötüdür ve atılması gerekir. Çözüm, klasik İslami anlayışın dokunulmamış hâliyle koşulsuz kabulüdür. Bunun için de reformistlere azami dikkat edilmeli ve her şeyin ölçütü olan ‘büyüklerin sözünden’ çıkılmamalıdır. Tarikat ve tasavvuf metinlerinde yer alan ve gizli bir konsey gibi çalışan ‘büyükler’ tabirinin belirsizliği bir yana bu kişilerin kimler tarafından seçildiği, belirlendiği ya da atandığı ayrı bir muamma. Hakikat tekelindeymiş gibi hareket eden bu tavır lokal bir düşünceyi genele dayattığından kapsayıcılık açısından yetersiz kalıyor ve ideal çözümü sunamıyor.

Her iki eseri farklı kılan sadece yazılış amaçları değil şüphesiz. Coğrafya, zaman, din ve kültür farklılığı yaşamı da ölümü de farklı okumaya imkân tanıyor. Kurgusal olarak ‘ölen birinin yazdığı kitap’ olmak dışında ortak noktaları yok. Eşzamanlı okunduğunda aradaki fark çok daha net anlaşılıyor. Ayrıca eserlerdeki sanatsal kaygı ya da ikaz düşüncesi kendini açıkça belli ediyor. Mezarımdan Yazıyorum Batı edebiyatı içinde bir yere otururken, Batı’nın edebiyat anlayışını yeren Ölü Bir Yazarın Anlattıkları için alternatif bir sanat anlayışı öneriyor diyemeyiz. Zaten alt metin ‘ben roman değilim, kutsal bir görevi yerine getiriyorum’ diye bağırıyor. Sonuç olarak iki farklı mezara konuk olan okuyucu, eseri farklı kılan fikirdeki özgünlüğü bulamıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp