6 Mayıs 2024 Pazartesi

İlâhî coşkunun pîri: Bayezid-i Bestamî

Ehl-i kalp, Padişahın huzurunda olduğunun her an farkındadır. Aksi, gaflette yaşamaktır. Avamla havas arasındaki en belirgin fark da budur: Her an Hakk’la beraber yaşadığını, tüm hareketlerinde Hakk’ın gözetimi altında bulunduğunu bilmek, bunu bilerek yaşamak, bu yaşayıştan asla vazgeçmemek. Ehl-i dünya ise bunu ancak ibadetlerinde, belki özel günlerde ve gecelerde, bayramlarda idrak edebilir. Bu idrakin bile ne kadar hakiki olduğu yine ehl-i kalbe göre şüphelidir. Âşıklar zümresi için uyku ya da uyanıklık hâli fark etmiyor. Onlar her an Hakk’ın huzurunda olduklarının bilincinde hareket ediyorlar. Giderek hareketleri, sözleri, davranışları ve hatta düşünceleri de Hakk’tan oluyor. “Bir gece vakti uyumak için yattım, ayaklarımı da uzattım. Birden ses işittim. “Ey Bâyezid! Pâdişahın huzûrunda da böyle ayak uzatabilir misin?” diye seslendiler. Derhâl ayaklarımı topladım.” diyor Bayezid-i Bestamî. İmanı bu noktaya erdirince “Sultânü’l-ârifîn” diye anılıyor olsa gerek insan. İşte dokuzuncu yüzyıldan beri sufiler arasında zirveyi temsil eden, menkıbeleriyle her zaman anılan, çağlar ötesinden feyz vermeyi sürdüren bir büyük mutasavvıf: Bayezid-i Bestamî.

O, ehl-i tarikin sohbet halkalarında hakkında en çok menkıbe anlatılan isimlerden biri. Bilhassa nefsiyle giriştiği çetin mücadelesi bütün salikler için geçmişten günümüze nice ibretler içeren bir disipline dönüşmüştür. Neredeyse hayatı boyunca enaniyet meselesiyle uğraşmış, benlik davası gütmemek için ‘kelle koltukta’ yaşamayı göze almış bir sufiden bahsediyoruz. Elbette bu yaşayış, onun ulaştığı mertebenin ciddiyetinin farkında olmayanlar için ürkütücü gelebilir, şaşırtıcı olabilir. Bir menkıbe şöyledir: Yaşamına oldukça fazla hac sığdırmış Bayezid-i Bestamî. Şeytan, bir gün onu yaşadığı yerin çarşısında yürürken bulmuş. “Kırk beş hac yaptın, artık nefsini terbiye etmişsindir” diyerek yanaşmış, bir nevi alay etmiş. Bayezid-i Bestamî hızla kalabalığa dönerek “Kırk beş haccımı bir ekmeğe kim değişir?” diye sormuş. Hemen bir garib gelmiş ve “Ben” deyip ekmeği uzatmış. Bayezid-i Bestamî aldığı ekmeği kenarda duran bir köpeğin önüne bırakmış. Buna herhalde, şeytana pabucunu ters giydirmek dense yeridir.

Yine onun nefs mücadelesine dair bir menkıbede, nefsini mağlup etmek için on iki sene uğraştığından bahsediyor büyük sufi. Akabinde beş sene de kalp aynasındaki pasları silmek ve orayı parlatmak için geçmiş. Sonra bir sene boyunca kalp aynasıyla nefsi arasına nazar etmiş. İkisi arasında bir zünnar görmüş. Zünnarı koparıp atmadan ilerlemenin mümkün olmadığını bilerek, beş sene de onunla uğraşmış. Nihayet mükâşefe (akıl ve duyular yoluyla ulaşılması mümkün olmayan ilâhî bilgileri kalp gözüyle keşfedip bilme) kapıları açılmış. Kapıdan içeri girdiğinde bütün beşeriyeti ölü olarak görmüş. “Bunun üzerine dört tekbîr getirdim” diyor Bayezid-i Bestamî. Bu menkıbede seyr ü sülukun en önemli bahisleri mevcut. Nefs terbiyesi, kalbi tasviye etmek, benlikten kurtulmak. Zünnar, işte o benliği, yani enaniyeti temsil ediyor. Niyâzî-i Mısrî’nin “Cânını terketmeden cânânı arzularsın / zünnârını kesmeden îmânı arzularsın” sözü hatırlanırsa şayet, benlik davasından vazgeçmenin ve enaniyeti yok etmenin ne kadar zor olduğu da anlaşılır muhakkak.

Bayezid-i Bestamî’nin bazı şathiyeleri üzerine de çokça yorum yapılmıştır. Bunlaran biri “Sübhâne nâ a'zamu şânî”dir. “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir” olarak bilinir. Şems-i Tebrizî, bir gün âşıklar sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye “Bayezid mi büyük Hz. Muhammed mi?” diye sormuş. “Böyle sual olur mu, elbette Peygamber Efendimiz büyüktür” cevabını alınca da “O hâlde neden Peygamberimiz 'Ey bütün mahlukat tarafından bilinen Rabb'im, seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık' derken Bayezid 'Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur' sözünü edebilmiştir" diye tekrar sormuş. Mevlânâ’mızın cevabı, şathiye meselesine nasıl bakmamız gerektiğine dair de çok kritik bir filtre içeriyor: “Bayezid, bir kap suyla ilahi bilgiye ulaştığını düşündü. Peygamberimiz ise her ulaştığı mertebede tövbe etti. Bunun sebebi, bir önceki mertebesinde öğrendiklerini büyük görmesiydi. Halbuki O’nun kabı sınırsız ve sonsuzdur. Bu sebeple her zaman 'Rabbim ilmimi artır' diye dua etmiştir.

Ebu’l-Hasan Harakânî’nin vefat tarihi olarak 11. yüzyılın başı belirtilir. Bayezid-i Bestamî’nin vefat tarihi ise 9. yüzyılın ortalarıdır. Kars’a gidip Harakânî’nin kabrini ziyaret ettiğimde, bu ulu sultanın bir başka ulu sultan olan Bayezid-i Bestamî’nin kabrini Harakan’dan Bestam’a yürüyüp, on iki sene boyunca ziyaret edişini düşünüp durmuştum. Daima ayakta durarak “Ya Rabbi, şu mübareğe verdiğin ilimden Ebu’l-Hasan’a da ihsan et” diye dua edermiş hazret. On iki senenin ardından bir ses işitmiş: “Ey Ebu’l-Hasan! Artık oturma vaktidir!” Buradaki oturma vakti sözünü mutasavvıflar Bayezid-i Bestamî’nin ruhaniyetiyle Ebu’l-Hasan Harakânî’yi terbiye edişine yorarlar. Bir kimsenin zâhiren görmediği bir kişiden mânevî eğitim alması, tasavvufta Veysel Karanî’den dolayı Üveysîlik olarak adlandırılır. Bu nedenle Bayezid-i Bestamî, Ebu’l-Hasan Harakânî’nin pîri olarak kabul edilir. Yaşadığı dönemde ve sonrasında onun tutkunu olan pek çok büyük sufi vardı: Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Yahyâ b. Muâz, Ebu’l-Hasan Harakânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Saʿîd-i Ebu’l-Hayr, Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrizî…

Prof. Dr. Nimet Yıldırım’ın hazırlayıp çevirdiği, Pinhan Yayınları tarafından neşredilen Bayezid-i Bestamî ve Göklere Yükselişi, tasavvuf tarihinin bu büyük sufisinin manevî yolculuğundaki önemli izleri ortaya koyuyor. Bu izlerden en sıra dışı olanı ise Bayezid-i Bestamî’nin ruhuyla Peygamber’in miracına benzer bir miraç gerçekleştirmesi hadisesi. Ona dair hiçbir kaynakta İslâm dışı herhangi bir hareketine rastlanmazken, bazı şathiyeleri gibi bu miraç meselesi de kimileri tarafından aşırı bulunmuş ve dolayısıyla hazret ithamlara maruz kalmıştır. Göklere yükseliş konusu, kitabın şu satırlarını idrak etmeyi de gerektiriyor: “Bayezîd’in metafizik evrende çıkmış olduğu ruhuyla gerçekleştirdiği seyahati, çağdaşları tarafından gereği gibi anlaşılamamış, olduğu gibi kavranamamış, onun Peygamber’in miracına benzer bir miraçtan söz ettiği, Peygamber gibi bir miraç gerçekleştirdiği iddiasında bulunduğu gerekçesiyle tekfirle suçlanmış ve Bestam’dan sürgün edilmiştir. Söz konusu suçlama onun ölümünden sonra da uzun yüzyıllar değişik kişiler ve çevreler tarafından tekrarlanmış, kendisine karşı birçok itiraz ve suçlamaların yöneltilmesine gerekçe olmuştur. Söz konusu itiraz ve ithamların yanı sıra Serrâc ve Hucvirî gibi tasavvuf uluları Bayezîd’in, Peygamber’in bedeni ve ruhuyla gerçekleştirmiş olduğu miracının aksine cezbe, sekr ve vecd halindeyken ruhuyla böyle bir seyahate çıkmış olduğunu ifade etmektedirler. Böylece Bayezîd’in miraç olayının, Peygamber’in miracının bir alternatifi olmadığı, bu yüzden de Bayezîd’in Peygamber’e karşı bir saygısızlıkta bulunmadığını ve sadece Allah’a yaklaşma ve ona erişmede ruhun metafizik evrenlere yapmış olduğu bir ruh ve gönül serüveni olduğunu ortaya koyarlar.

Kitabı okumaya başlayacaklar için Ebu’-Kâsım Ârif’in yaptığı ‘kemerleri bağlama’ ikazıyla yazımı bitirmek isterim: "A ulu ve güçlü Tanrı'ya yücelmek isteyen yolcular! Şunu iyi bilin ki; Bayezîd'in gaflet dolu yüreklerin anlayamayacağı, bilgisiz halk kesimlerinin dayanamayacağı olağanüstü halleri, makamları, Tanrıyla öyle özel sırları vardır ki; eğer bunlardan âşıkların haberleri olursa şaşırıp kalırlar."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder