4 Temmuz 2018 Çarşamba

13. yüzyılın sonlarında Anadolu ve Ortadoğu

"Yüce Tanrı uğruna yollara düşerek mucizelerine şahitlik edeceğim."
- Ricoldus De Monte Crucis

Bir kitap bizi 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarına davet ediyorsa, üstelik bir seyahatname özelliği taşıyorsa heyecanlanmamak pek mümkün değildir. 1243 yılında Floransa’da doğan Ricoldus De Monte Crucis, bu davetin sahibi. 1267’de dönemin en popüler tarikatlarından Dominikan'a dahil olan ve Santa Maria Novella Manastırı ile Pisa Üniversitesi’nde hocalık yapan Ricoldus, 1286 yılında Papa’nın emriyle Doğu'ya, kutsal topraklara doğru yolculuğa çıkar. Levant, Anadolu, İran ve Irak coğrafyasındaki gözlemlerini kâğıda aktarır. Arapça öğrenerek İslâm teolojisi üzerine eserler yazar, böylece oryantalizmin de temellerini atmış olur. 1300'de İtalya'ya dönüp seyahatnamesini Papa'ya sunar, 1320'deki ölümüne dek tarikatın bünyesinde misyonerlik ve hocalık faaliyetlerini sürdürür.

Ahmet Deniz Altunbaş'ın ustalıklı çevirisiyle dilimize Kronik Kitap tarafından kazandırılan Doğu Seyahatnamesi: Bir Dominikan Keşişin Anadolu ve Ortadoğu Yolculuğu, Avrupa ve Ortadoğu arasındaki gerginliğin durduğu bir dönemi anlatmasıyla çok özgün bir değere sahip. Bu dönem, önsözde de belirtildiği gibi "Hıristiyan âleminin Müslüman coğrafyaya ilk defa objektif ve antagonizmden uzak bir perspektifle bakmaya başladığı, diplomatik ve dinî misyonların sıklaştığı döneme tekabül etmektedir."

Ricoldus bir keşiş olarak seyahat notlarını kendi dinî ve ahlâkî değerleri üzerinden tutsa da konu Moğollar'a vardığında bir tarihçi edasıyla titiz, objektif ve kritik bilgiler sunmuş. Bu daha önce gezip görmediği topraklarda misyonerlik görevini de her seferinde icra etmiş. Mârûni ve Yakubi kiliselerindeki 'doğal olmayan' vaziyetleri gördüğünde oradaki cemaate Papalığın mektuplarını sunmuş ve Roma’nın 'sapkın' olarak nitelendirdiği bu grupları Katolikliğe davet etmiş. İslâm konusuna gelindiğinde ise Altunbaş'ın önsözde düştüğü önemli bir not var: "Ricoldus, Liber Peregrinationis’in son bölümünü, Bağdat’ta Arapça öğrenerek bizzat okuduğu Kuran ve İslam inancının tenkidine ve çürütülmesine ayırmış, sistematik bir şekilde ayetler ve sureler üzerinden İncil ve Kuran, Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasında kıyaslamalar yapmıştır. Bu bölüm, yazarın Contra Legem Sarracenorum isimli eserine uzun bir girizgâh sayıldığından seyahatnameye dahil edilmemiş olup, ileride Türkçeye kazandırılması Ortaçağ’da Hıristiyanlar için İslam ve Müslüman paradigmasının daha iyi anlaşılması bakımından yerinde olacaktır."

Celile, Nâsıra, Akka, Yahudiye, Kudüs, Beytüllahim, Kutsal Kabir, Tripoli (Trablusşam), Bağdat, Farsistan, Ninova gibi şehirlerin yanı sıra Türkiye'deki Türkmenler, Tatarlar, Tarquestensi Krallığı’ndaki Kürtler, Yakubiler, Mârûniler, Nasturiler ve bilhassa Müslümanlar üzerine önemli bilgiler aktarıyor bu seyahatnamesiyle Ricoldus. Müslümanların faziletleri, ilim anlayışları, ibadetleri, sadaka ve yoksullara merhamet, Tanrı'nın adına hürmetleri, ağırbaşlılık, yabancılara nezaket ve saygı, kendi aralarındaki ittihat ve sevgi, mucizeleri gibi birçok konuyu yorumlarken Ricoldus, aynı zamanda tarihe kayıt düşüyor. Türk topraklarına girer girmez karşılaştığı mucizeyi şöyle aktarıyor: "Seyahatimize devam etmek için yola koyulduğumuzda, develerimizin önünde gebe bir Türkmen kadın yürüyordu. Bu halde çöle vardığımızda gece bebeği gizlice, o kadar sessiz doğurdu ki içlerinden biri dahi hiçbir şey işitmedi. Sabah olduğunda küçük bebeği annesinin kollarında ağlar bulduk. Fakat ne doğum yapması ne de doğum sırasında çektiği ağrıları bizi yoldan alıkoydu. Böylelikle Türkmen kadın ağrı ya da acı hissetmeden sapasağlam kalktı, çocuğunu sırtına attı ve develerin önünde yola düştü."

Ricoldus'un Tatarlara dair aktardığı bilgiler de son derece önemli. Bu bilgiler arasında Tatarların ölülerini pişmiş etle sarmalayarak, ölüyle beraber gömdüklerini, ölünün yanına bir çift esvap ve yanına bir miktar para konduğunu öğreniyoruz. Ölenler zenginlerse: "Daha fazla et ve parayla, değişik kıyafetlerle gömülür. Ölünün değerli elbiseleri başının altına yerleştirilir ve “Eğer biri gelir de giydiğin elbiseleri üzerinden çalmak isterse, izin verme, bunun yerine başının altına konanları ver. Ve eğer biri gelip Tanrı’yı sorgularsa dikkatli ol, hiç cevap verme ve sadece, ‘Bilirim ki Tanrı, Tanrı’dır,’ de!” diye söylerler."

Tatar toplumunda beylerin atlarıyla ilişkisi öldükten sonra da ilginç biçimde kuruluyor: "Büyük beyler, yanlarında en iyi atlarıyla gömülür. Ölüyü defin için hazırlarken, ölünün muhafızı atın üzerine çıkar, atı yere yığılana dek koşturup döndürerek yorar. Daha sonra at ölmek üzereyken başını saf ve kuvvetli bir şarapla yıkar. Atın karnını yarıp, karnındaki tüm organları çıkartarak, yerini yeşil otlarla doldurur ve daha sonra uzun bir kazık alır ve kazığı arkasından saplayıp ağzına kadar geçirir ve kazığa geçirilmiş atı, efendisi dirildiği zaman hazır olacak şekilde ölüyle birlikte mezarda bırakır."

Seyahatname okurken bazı okuyucular daha maddi meselelere (mimari, coğrafi, iklim) eğilirken bazı okuyucular da o şehirlerde yaşayanların inançlarıyla, gelenekleriyle, tarihi bağlantılarıyla ve düşünce dünyaları ile ilgileniyor. Sanırım bendeniz bu ikinci, yani manevi meselelere yönelen okuyucular arasında yer alıyorum her ne kadar mimariye çok meraklı olsam da. Ancak bu kitabı bir keşişin yazdığı düşünülürse elbette manevi meselelerin daha fazla irdelendiği de rahatlıkla fark edilebilir. Müslümanların faziletlerine değinmeden evvel Ricoldus amacının Müslümanları övmekten çok Hıristiyanları utandırmak olduğunu söylüyor ve şöyle giriyor meseleye: "Müslümanların ilimdeki titizlik ve heveslerini, ibadette mütedeyyinliklerini, yoksullara karşı merhametlerini, Allah’ın adına, peygamberlere ve kutsal yerlere hürmetlerini, davranışlarındaki ciddiyet ve ağırbaşlılığı, yabancılara nezaket ve saygılarını, kendi içlerinde birlik ve sevgilerini ve daha birçok faziletlerini gören hangi insan hayrete düşüp etkilenmez."

Ricoldus, Müslümanların ibadetleri konusunda ne kadar hassas olduğuna değinirken içli içli hevesleniyor, bunu okurken çok doğal biçimde anlayabiliyoruz. Temizlikten adaba, zaman ayırmaktan ciddiyete kadar bir Müslüman için ibadet, şu zamanlarda görmeye hasret kaldığımız biçimde içsel, samimi ve sırlı. Okuyalım: "Müslümanların ibadetleri hususunda ne denebilir? Müslümanlar ibadetlerinde o kadar titiz ve sofudurlar ki dindar bir Hıristiyan olarak bizzat tecrübe edip, gördüklerimden ve yaşadıklarımdan büyük bir şaşkınlığa düştüm. Zira üç buçuk ay boyunca Müslümanların kervanında, deve üzerinde Arap çölü ve İran’da yolculuk ederken, deve kervanındaki Arapların istisnasız hepsi günün ve gecenin belirli saatlerinde, sabah erkenden ve akşam namaz kılıyorlardı. İbadetleri sırasında dindarlıkları o kadar derindi ki namaz kılarlarken yaptıkları tüm işleri bir kenara bırakıyorlardı. Dua ettikleri sırada suratları renk değiştirip, kül gibi soluyor, vecde gelmiş gibi görünüyorlardı. Kimisi yere düşüyor, kimisi zıplıyordu, sesleri değişiyor ve başları öne devriliyordu. Bazıları cezbeye kapılmış gibi kendinden geçiyor, bazılarıysa cin çarpmış gibi hareketler sergiliyordu."

Tıpkı Mevlid-i Şerif'in Allah Adın Bahri'nin ilk mısralarında yazıldığı gibi, Müslümanların her işe Allah'ın adını zikrederek başlamaları ve yaptıkları her işe muhakkak Allah'ın adını kazımaları bu seyyah-keşişin dikkatini çekiyor, bu titizliğe de hayran kalıyor. Bu minvalde peygamberlere, ermişlere ve kutsal yerlere (tekke, türbe, mescit) gösterilen özeni de vurguluyor, devamında ise: "Eğer yolda yürürken yerde yazılı bir kâğıt bulurlarsa Tanrı’nın adının yazılı olduğu kâğıdı, ayaklar altında kalmaması için hürmetle kaldırırlar ve yerden yüksek bir duvara koyarlar. Konuşup, karşıdakini dinlerken konuşmada Tanrı’nın adı geçerse, asla tek başına telaffuz etmezler ve belli bir övgü sözüyle birlikte anar, “Deus laudetur ipse” (Şükür Allaha’dır, Elhamdülillah) ve benzeri övgü sözlerini sarf ederler. Ve eğer bir Müslüman küfrederken Tanrı’nın veya Peygamber’in adını anarsa o kişiyi kati surette yaşatmazlar, acımadan öldürürler."

Müslümanların yabancılarla birlikte yaşama biçimleri de yine ders niteliğinde. Özellikle misafir kavramı Ricoldus'u büyülemiş gibi. Burada sofra açmaya ve kardeşliğe giden bir yol var ona göre: "Onları en fazla rahatsız eden şey, onlarla birlikte yemek yemeyişimizdi. Çünkü Müslümanların âdetinde, bir yabancı ziyarete geldiğinde, misafire daima yemek ikram edilir... İtimat edip davete icabet ederek kendileriyle beraber aynı sofraya oturup yemek yiyen birine asla fenalık yapmazlardı. Kendileriyle beraber tuz ve ekmek yiyen birine kardeş derler ve bundan böyle misafir, babasını bile öldürse başka kişilere karşı korur, müdafaa ederdi."

Son olarak Müslümanlar arasındaki sevgi bahsine de değinmek gerekiyor. Günümüze de güzel bir mesaj yahut yorum çıkabilir bu paragraftan. Ricoldus, kendi topluluklarındaki kardeşlik bağlarının problemli olduğunu düşünüyor olacak ki hassas noktalara değiniyor. "Müslümanlar arasındaki ittihat ve karşılıklı sevgi öyle büyüktür ki, birbirlerini kardeş olarak görürler. Birbirleriyle, bilhassa da yabancılarla konuşurken, “O fili matris mee” (Ey, anamın oğlu!) diye hitap ederler. Birbirlerini öldürmezler ve soymazlar." dedikten hemen sonra Babil sultanıyla onun hakimiyetindeki bir vilayetteki halk arasında geçen gerginliği anlatıyor. İki Müslüman orduyu karşı karşıya getiren bir savaşa dönüşmek üzere olan bu gerginlik, yine iki tarafın da "Birbirimizi öldürmemiz caiz değil" demesiyle başlamadan bitiyor. Ricoldus hemen bir karşılaştırmaya girişiyor: "Dinlerinde hayat olan, dinleri barış ve sevgiyi emreden zavallı Hıristiyanlar ise acımasızca birbirlerini katlediyor."

Ricoldus De Monte Crucis'in Doğu Seyahatnamesi, bir seyahatnameden çok daha fazlasını sunuyor. Özellikle de Müslümanların yaşayışlarında, birbirlerine ya da başkalarına olan muhabbetlerinde nereden nereye geldikleri konusunda...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder