Dursun Çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dursun Çiçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2021 Pazartesi

Görünen köy kılavuz ister

Ben, Nürnbergli Albrecht Dürer, 28 yaşında kendi kendimi yarattım.[1]
Artık sen ona benzeyeceksin.[2]

Aslında bu yazıya başlık olarak ‘Algı Her Şeydir’ kullanılabilirdi. Fakat insanın bir şeye ne kadar çok maruz kalırsa o kadar olağanlaştırdığı gerçeği beni bundan alıkoydu. Kuramsal açıdan iletişim (kullanımlar ve doyumlar [3]) ve psikoloji (sistematik duyarsızlaşma [4]) çalışmalarında etkinin maruz kalmayla ters orantılı sonuçlandığına dair yaklaşımlar mevcut. Bir başka deyişle, nicelik arttığında etki de artar düz mantığı her zaman aynı şekilde işlemiyor. Sosyal bilimlerin birçok dalında olduğu gibi, iletişim çalışmalarının da ortaya koyduğu bu gerçek konumuzla doğrudan ilişkili. En basit hâliyle, savaş ve benzeri olayların dehşetli yüzü bir görüntü hâline getirilip -artık zaman değil- an-aşırı sunulduğunda sıradanlaşıyor, olağanlaşıyor. Parçalanmış bedenleri görmek, görüntülemek vaka-i adiyeden. Başlıktan da anlaşılacağı üzere yazının konusu görüntü, görsellik: Görsel olanın, görünenin, görüntünün, imajın insan zihnindeki, muhayyilesindeki, tasavvurundaki etkisi ve gerek düşünce gerekse eylem olarak insanın karakterine ve hayatına yansıması şeklinde özetleyebiliriz.

Konu görsellik ve onun teorik-pratik uzamı olunca, her şeyden önce insan zihnine etkisinin farkında olmak gerekiyor. Görselin bu etkisini kabaca bilgi edinimi ve algı oluşumu şeklinde ikiye ayırabiliriz. İnsan her iki süreci farkında olarak veya olmayarak yaşıyor, deneyimliyor ve zihinsel süreçlerden geçirerek hayatına yansıtıyor. Bu alandaki araştırma verileri meselenin önemini vurgular nitelikte. Araştırmalara göre insan bilinçli şekilde öğrendiklerinin ya da farkında olmadan zihninde yer edenlerin %75-80’i görme aracılığıyla oluşuyor [5]. Duyma ve okumanın (ve varsa diğerlerinin) oranı görsel bilgi edinimi ve algı oluşumunun yanına bile yaklaşamıyor. Buraya kadar fıtri bir gerçeklik, yani varoluşu gereği her insanda bulunan bir özellik soz konusu. Görsel olan herhangi bir farklılığa takılmadan tüm insanlığı etkiliyor. Diğer yandan meselenin en kritik yeri de bu aşamada başlıyor.

Batı düşüncesinin ürettiği modernite tüm dünyayı etkisi altına aldığından beri sadece hayatın pratize olmuş hâlini değil, teoride kalan tarafını da düzenlemiş bulunuyor. Modern paradigma tohumlarını zihinlerimizde ekmiş durumda ve istesek de istemesek de yeşeren şey Batı’ya dönüyor yönünü. Doğal olarak bizim de yönümüzü oraya döndürüyor. Artık kendi değerlerine sahip olmak, yerel olmak, otantik olmak, muhafazakâr olmak, dindar olmak, mütedeyyin olmak çok da fark etmiyor. Modern paradigma bu kimlikleri ve tezahürlerini bir şekilde dönüştürüyor, kendine benzetiyor.

Tüm bunların yanında bugünün neredeyse tek yaşam alanı olan sanal dünyada görselin gücü eskisinden çok daha etkili, çok daha ileri boyutta tesir ediyor hayata. Bir kısmımız bu durumun farkında da olsak yapılabileceğimiz şey çok az. Bugün Batı dışı toplumlar kendilerini Batı’nın tanımladığı gibi tanımlıyor. Bu bir kabulleniş değil, açıkça yenilgi. Artık havsala işgal altında ve bu durumdan azade bir muhayyile ne yazık ki yok. Batı düşüncesi teorik gücünü görselin etkisiyle birleştirerek düşüncelerimizi inşa ediyor, hayatımızı düzenliyor, dönüştürüyor. İçinde olduğumuz bu durumun farkında olan ve görsel olana ayrı bir önem atfeden Dursun Çiçek, Fotoğrafın Ötesi’nde bu meseleyi irdeliyor. Muhit Kitap etiketiyle neşredilen iki yüz elli beş sayfalık eserde aynı konu etrafında gezinen yirmi iki deneme yer alıyor. Kitabın sonunda yer alan Okuma Önerileri’ni içeriğe etkisi ve katkısı nedeniyle bibliyografya olarak da düşünebiliriz.

Dursun Çiçek daha kitabın en başından ‘fotoğraf nedir’ diye sorarak onun ortaya çıktığı yer olan Batı ile ilişkisini irdeliyor. Tarihsel bir perspektiften fotoğrafın ne işe yaradığı, onunla ne yapıldığı, arka planında ne olduğu üzerine felsefi değerlendirmelerde bulunuyor. Fotoğrafın Batı’nın zihin dünyasıyla olan ilişkine yönelik verdiği cevap bazı şeyleri erkenden açığa çıkarıyor. Bununla birlikte fotoğrafı çekenin karakteri, düşüncesi, inancı, bakma biçimi, kültürü, ideolojisi, duygu durumunun fotoğrafa yansıdığını belirtiyor. Yazarın yaptığı değerlendirmelerden modern anlamıyla fotoğrafın Batı’nın zihin dünyasından ayrı düşünülemeyeceğini anlıyoruz. Zira hem fotoğrafı icat eden ve hem de fotoğrafçıyı yetiştiren orası.

Modern Batı düşüncesinin en temel özelliklerinden biri olan kural koyma, tanımlama, sınırlandırma ve çerçevelemeye yönelik işleyişi burada da karşımıza çıkıyor. Aristoteles’in (MÖ 384-322) fizik-metafizik tasnifi bugünün dünyasının aksi mümkün olmayan kategorizeleştirme vasfını oluşturuyor. Bugün söz konusu kategorizeleştirme eşyayı herhangi bir aşkın güce veya ilkesel kurala bağlı kalmadan kendi keyfiyeti içinde istediği yere yerleştirip, istediği gibi çıkarabiliyor. Dursun Çiçek bu durumu kitabın konusu içine taşıyarak ‘modern fotoğrafçılık gösterilmek istenen dışındakini ‘kadraj’ın dışında tutar’ şeklinde özetliyor. Çiçek, denemelerin hemen hemen hepsini bu anlam dünyası içinde şekillendirerek görüntünün modernitede geçirdiği aşamalar üzerinden total bir modernleşme sürecinin okumayı deniyor. Oldukça yoğun felsefi atıflar ve yorumlamalarla bu okumayı kotardığını söyleyebiliriz.

Müellif sık sık Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma dönemleri sonrasında ortaya çıkan rasyonalist-pozitivist (akılcı-bilimci) anlayışın arka planını irdeleyerek modern düşüncenin/hayatın gelişim ya da değişim aşamaları üzerinde duruyor. Buradaki gelişim ya da değişim, geleneksel anlayışta aşkın olan Tanrı düşüncesi veya inancının modernite ile ortadan kaldırılarak yerine her şeyin ölçütü olarak insanın, insan aklının koyulmasıyla başlıyor. Bu aşamada, akılcı paradigma Kilise’nin temsilcisi olduğu ve bir anlamda Tanrısal aşkınlık içeren mistisizme karşı kendi mistik anlayışını konumlandırıyor. Kısacası akılcı ve bilimci modern düşünce kendi ritüellerini ve metafiziğini oluşturarak bir anlamda dine dönüşüyor ve uygulamalarını adeta kutsallaştırıyor. Süreç sonunda bugünün dünyasını şekillendiren, düzenleyen, etkisi altında tutan anlayışın arka planını buradaki felsefi içerik oluşturuyor.

Dursun Çiçek bu çok katmanlı metnin içinde Batı düşüncesi içinde köşe taşı diyebileceğimiz filozofları ismen anmanın yanında modern paradigmaya yaptıkları düşünsel katkıları yerleştiriyor. Felsefi temelde oluşturulan bu düşünce insanın algı ve anlayışını da inşa ediyor. Bugün hayatımızı her açıdan işgal eden ve düzenleyen görsellik olgusunun bu inşanın ekseninde geçirdiği aşamaları irdeliyor. Diğer yandan görsel’in insan hayatındaki derin etkisi Rönesans, Reform Hareketleri ile başlayıp Aydınlanma ve nihayetinde modern dönemdeki etkin seviyesine ulaşmıyor elbette. Konunun arka planında antik döneme kadar uzanan bir etkileşim söz konusu. Rönesans ile başlayan süreçte görsel’in formu (kutsal olandan seküler olana doğru) değişerek günlük hayatın içine katılıyor. Dolayısıyla her ne kadar öncesi olsa da esas olarak Rönesans, Reform Hareketleri ile başlayıp Aydınlanma ile doruğa ulaşan modern düşüncenin ortaya çıkardığı yeni bilgi sistematiği ve bilme yöntemlerinin kullanılmasıyla değişen algılayış, anlayış, yorumlayış biçimleri görsel alanı da etkiliyor. Çiçek, bu noktada kitabın ana konusu açısından önemli bir detaya değiniyor: Süreç, içindeki felsefi açılımlarla beslenen yeni bir sanat anlayışını (modern sanat) ortaya çıkarıyor. Tıpkı modern felsefede olduğu gibi modern sanatta da aşkın olan Tanrı yerine içkin olan insan merkeze yerleştiriliyor. Yalnız burada insanın bu sürecin gerçekten öznesi olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu diyebiliriz. Zira müellifin de dediği gibi özne olarak tanımlanan insan nesne olmaktan kurtulamıyor. Yazarın bu kapsamlı çabası aynı zamanda ortaya attığı görüş için de bir temellendirme ve gerekçelendirme işlevi görüyor.

Kitaptaki denemelerde karşılaştığımız en önemli detaylardan birisi, fotoğraf özelinde görsel olanın hakikat ve gerçek ile ilişkisinin ne olduğu. Çiçek, Batı düşüncesi içinde eleştirel yaklaşan filozof ve entelektüellerden örnekler vererek modern paradigmanın gerçeği yansıtmayan yönünün fotoğrafa da sirayet ettiğini göstermeye çalışıyor. Yapılan felsefi değerlendirmeler en başından bir kurgu olan fotoğraf çekiminin hakikate gelemeden gerçeği bozduğunu, kendine yeni bir gerçeklik ürettiğini ortaya koyuyor ve fotoğrafın görünen (gerçekte var olan) ve gösterilen (görüntü olan) arasında neye tekabül ettiği üzerine uzun uzun tartışıyor. Yazarın anlatmaya çalıştığı çerçevenin temel dinamiklerinden biri görüntü-görünen ayrımı olduğu görülüyor. Bu bağlamda modernitenin ortaya çıkardığı görüntü anlayışı insan merkezli, tekçi, dayatmacı, mutlaklaştırıcı iken gelenekte var olan görünen olgusunun çoklu perspektife sahiptir, dayatmacı ve insan merkezli değildir. Buradaki bilinçli çalışmanın toplumu yönlendirme ve şekillendirme konusunda önemli bir işleve sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu çıkarımı destekleyen ve kitapta sık sık yer verilen temel düşüncelerden biri, fotoğrafın yalnızca fotoğraf olmadığı. Zira görme biçimini düzenleyen felsefe yaşama biçimini de düzenleme özelliğine sahip. Bu bağlamda Dursun Çiçek fotoğrafın hakikat ile ilişkisinin koptuğunu söylemenin ötesine geçerek, onun kendi gerçekliğinden de azade olduğunu ifade ediyor. Gerçek olandan bir iz olma özelliğinden soyutlanan fotoğraf anlayışındaki bu durumu ‘temsilin mutlaklaştırılması’ şeklinde özetliyor. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan görüntü oldukça ilginç. Fotoğraf meselesi meşhur ‘tavşanın suyunun suyu’ fıkrasındaki duruma dönüşüyor. Hakikatten koparak, gerçek olanı kendi gerçekliği çerçevesinde yansıtan görsel unsur muhatabının kendi gerçekliği içinde bambaşka bir şey oluyor.

Görsel olanın seyri modernite ile akıl ve bilim tarafından düzenlenen bir ‘resim’ olma özelliği teknik ve teknolojinin gelişimiyle mekanikleşerek yeni bir boyut kazanıyor. Önce fotoğraf ve ardından sinemaya dönüşen görsel unsur yoluna artık daha güçlü devam ediyor. Bugüne geldiğimizde dijitalleşen görselliğin etkisi, zaten aşkın olandan soyutlanmış hayatı bir kez daha içkin olanın daha da içine gömüyor. Daha önemlisi, insanın, o olmadan var olamayacağı yanılmasasına kapılmasına yol açıyor. Bu yanılsama sonucu var olma dürtüsüyle hareket eden insan gerçeklikten koparak eşyaya olduğu gibi kendine de yabancılaşıyor.

Kitapta sıklıkla değinilen konulardan bir diğeri görsellik ile tüketim ilişkisi. Bugün için görselliğin en önemli etkilerinden birisi de kapitalist yapının bir aracı olarak tüketimi, tüketim kültürünü tetiklemesi diyebiliriz. Dijital dünya makineleşmenin bir uzamı olarak hayatı şova dönüştürüyor. Sanal ortamdaki şovmen bir yandan üretirken diğer yandan da ürettiğinden fazlasını tüketiyor. Sanal dünyadaki tüketime yeniden üretilmesi söz konusu olmayan mahremiyet de dâhil. İşin ilginci, geleneksel ve gerçek dünyada izleniyor olmak rahatsızlık verirken, gösteri toplumuna dönüşen sanal dünyada izlenmiyor olmak sorun oluyor. Zira görüntünün egemenliği gösteriyi zorunlu kılıyor. Gösterinin olduğu yerde gösteren vardır ve onun asıl işlevi teşhirdir. Teşhir ise çift yönlüdür. Görülme arzusunun yanında görme arzusu da gelişir. Sonuç itibarıyla ortaya tümüyle pornografi diyebileceğimiz teşhircilik ve röntgencilik çıkmış oluyor. Burada hakikati perdeleyen sadece yanılsamaya neden olan sanal görsellik değil, aynı zamanda görsel kirlilik de gerçeğin üzerini örtüyor. Çok fazla görüntü yanılsamaya neden oluyor ve insan gördüğü şeyden ya emin olamıyor ya da duyarsızlaşıyor.

Yazar, eserin amacı niteliğinde modernitenin insan için taşıdığı olumsuzlukları içeren görsellik olgusuna karşı İslami bir bakış açısıyla oluşturulmuş yeni bir görme biçiminin oluşturulup oluşturulamayacağını sorguluyor. Bunun her şeyden önce insanlık için bir gereklilik olduğunu vurguluyor ve önerisini İslami düşünce içinde var olan kavramlarla destekliyor. Yazarın burada dikkat çektiği en önemli detay, görsellik konusunda İslami literatürün çok katmanlı bir varlığa sahip olduğu. Zira, kısıtlı bir görme çerçevesi çizen mevcut kavram listesi, yazarın aktardığı kavramların yanında sönük kalıyor. Diğer yandan bu çok katmanlı tasnifi, yeni bir görme biçimini oluşturmanın ötesinde zaten var olan bir yaşama biçiminin de ‘göstergesi’ olarak değerlendirebiliriz. Fakat yazar gerçekçiliği elden bırakmayarak bu değişimin nostaljik-romantik geleneksel düşünceye dönüşle olamayacağının altını çiziyor.

Fotoğrafın Ötesi çok katmanlı bir metin olarak sadece görselin analizini yapmıyor. Aynı zamanda bir modernite ve modernleşme eleştirisi yaparak alternatif bir düşüncenin, muhayyilenin, eylemin imkânını arıyor. Görüntünün hem müteal (aşkın) hem de dünyevi tarafını (fiziki gerçekliğini) bir arada görebilen dengeli bir bakışa ve/veya anlayışa ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Batılı muhayyilenin aşkın olandan soyutlanmış, tek taraflı, akılcılık ve bilimcilik ile dizayn edilmiş bir perspektife dayalı görme biçimi yerine aşkın olanı içeren, dengeli, itidalli ve eşyayı kuşatan bir görme biçimidir bu. Tüm bunların yanında görsel olanın, görüntünün, fotoğrafın inanç, ahlak, etik, şehir, doğa, tüketim, aile, iletişim, toplum, iktidar ve ekonomi gibi birçok kavram ile ilişkisini de irdeliyor. Kitabın tamamındaki en önemli vurgulardan biri, postmodernitenin aslında modernitenin devamı olduğu yönündeki kanaat diyebiliriz. Yazara göre postmodernite modernitenin bitişi değil, modernitenin ortaya çıkardığı krize modern aklın yeni bir çözüm arayışından ibaret. Diğer bir deyişle, modernitenin kendini yenilemesi, yeni bir aşamaya geçmesi olan “postmodernite, modernitenin simüle olmuş hâlidir.” Buradan mülhem, bugünün dünyası kesinlikle moderniteden bağımsız bir atmosfere sahip değil. Aksine, hayatı şekillendiren paradigmanın tümüyle moderniteye ait olduğunu söyleyebiliriz.

Dursun Çiçek, birçok yerde görme biçiminin modernite öncesi ve sonrası değişimine dikkat çekiyor. Görme olgusunun tarihsel süreçteki farklılıkları sebep ve sonuçlarıyla açıklamaya çalışıyor. Metinde dikkat çekilen sürecin dünyanın içinden geçtiği paradigmal değişimle doğru orantılı oluştuğunu görüyoruz. Bu bağlamda Batı düşüncesinin akılcı-materyalist yönü varlıkta olduğu gibi görünenin de metafizik uzamını yok ettiğinden metafizik uzamından soyutlanan görünen, görüntüye dönüşüyor. Oysa İslam düşüncesinde görünen temsil ettiği şeyden bağımsız değildir ve bu yüzden ne sanallık ne de mutlaklık izafe edilebilir. Her şeyden önce İslam’a göre bakma/bakış sırf görmeyle alakalı değildir. Bilme ve şahitlik ile yakından ilişkilidir. Bu sebeple Müslüman kendi değeriyle bir görme biçimi oluşturmalıdır. Metnin satır aralarında Müslüman bireyin nasıl bakması gerektiğine dair müellifun görüşleriyle karşılaşıyor okur. Örneğin ‘Batı düşünce dünyasına dâhil olmayan birinin fotoğrafı kullanmasının yolu olabilir mi’sorusunun cevabı aranıyor. Moderniteden kaçış olmadığına göre, tüm cihetleriyle görüntü ve görsel olgularını modernitenin özelliklerinin içkin olduğu şeklinin dışında ele alabilmek zor gözüküyor. Daha önemlisi, verilen cevaplar hayatın içine aktarabilir mi sorusunun teoride yanıtı olsa da pratikte muğlak olduğunu kabul etmeliyiz. Zaten Dursun Çiçek de eğer “bir hafıza, ortak bir dil, hayat nizamı ve dünya tasavvuru yoksa bu mümkün degildir” diyor. Ona göre Batı’da ortaya çıkmış ve Batı düşüncesine eleştirel yaklaşan görüşleri araçsallaştırarak kendi değerlerimize, ahlaki anlayışımıza, ortak dil ve hafızamıza, dünya görüşümüze ve bu unsurların çerçevesini çizen hayat nizamına uyumlu bir anlayış geliştirilmelidir. Dursun Çiçek anlattıklarının hülasası olarak çok daha zor olanı öneriyor ve “düşünmek yalnızca kavramlara bağlı kalarak yapılan zihinsel bir uğraş mıdır, görmeye dayalı alternatif bir düşünme biçimi oluşturulabilir mi” diye soruyor. Henüz tam anlamıyla çözümleyemediğimiz için etkilerinden kurtulamadığımız Batı tarzı görme biçiminden yakamızı kurtatıp bize özgü görme biçimini inşa ederek yeni bir düşünme biçiminin zeminini oluşturabilir miyiz? Bu ‘hakikaten’ mümkün mü diye sormadan/düşünmeden edemiyor insan.

Fotoğrafın Ötesi öğreticiliğinin yanında üzerinde ciddi anlamda düşünmemiz gereken tek bir konuyu değil, birbiriyle bağlantılı birçok konuyu bir araya getiren analitik bir çalışma. Oldukça istifade ettiğim bir gerçek fakat elbette doğal olarak şerh düştüğüm ve eleştirdiğim kısımları bulunuyor. Daha spesifik olanlar bir yana, kitabın genelinde gördüğüm birkaç örneği baraya aktarmak isterim. Bunlardan biri, yazarın (hikmet kısmını ayrı değerlendirmek kaydıyla) hikmet ve irfan geleneği adıyla kişiye özel olan tasavvufi/sufi anlayışı genele teşmil edilerek ‘mutlaklaştırmaya’ çalışması. Oysa kitapta Batı düşüncesine yapılan en temel eleştiri konularından birisi mutlaklaştırma olarak karşımıza çıkıyor. Yine aynı anlayışın bir uzantısı olarak ‘varlığı birleme’ çabasının sözü edilen sorunları çözmeyeceği gibi bugünkü durumumuzun nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda kitapta yer alan irfani gelenek konusundaki tevile kaçan yorumları aşırı (aşırı-yorum) bulduğumu söylemeliyim. Kitabın genelinde yer aldığı için dikkat çekmek istediğim bir diğer konu ise denemelerde çok fazla tekrar bulunuyor olması. Müellif her ne kadar farkında olduğu bu durumun anlamaya katkı sağlayacağını söylese konuya vâkıf ya da metnin takipçisi okur için yorucu olabiliyor. Bir yerden sonra aynı yeri okuyorsunuz hissi oluşuyor.

Son söz olarak, Dursun Çiçek’in fotoğrafçılık konusundaki ustalığının hakkını en başta vermemiz gerekir. Kendisi bu toplumda fotoğrafçılık ile ilgili söz söyleyecek dikkate değer kişilerden birisi. Bununla birlikte, kitapta yapmaya çalıştığı şeyin sınırları zorladığını da kabul etmeliyiz. ‘Görsellik’ (bakma, görme, gürünen, görüntü, imaj) üzerinden moderniteyi, modern düşünce ve yaşam biçimini anlamaya ve açıklamaya çalışmak bizim zihin coğrafyamızda oldukça zorlayıcı bir çaba. Yukarıda da değindiğim gibi, Dursun Çiçek bu zorlayıcı çabayla yetinmeyerek ötesine göz kırpıyor. Bize has bir görme biçimi felsefesine işaret eden bu özgün çabayı takdir etmekle kalmayarak, alanla ilgilenen muhatabın müteşekkir olması gerektiği kanaatindeyim. Zira artık görünen köy kılavuz istiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

[1] Albrecht Dürer’nin (1471-1528) otoportresine düştüğü not.
[2] Pablo Picasso (1881-1973) Amerikalı ressam, yazar, şair Gertrude Stein’in (1874-1946) portresini yaptığında, Stein portrenin kendine benzemediğini söyleyince Picasso bu cevabı vermiştir.
[3] Erkan Yüksel vd., İletişim Kuramları. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 96.
[4] Rasim Bakırcıoğlu, Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Anı Yayıcılık, 2012, s. 53.
[5] Ahmet Şerif İzgören, Dikkat Vücudumuz Konuşuyor. Ankara: Elma Yayınevi, 2010, s. 19-21.

14 Nisan 2021 Çarşamba

Anadolu'nun kurgulanmamış tarihi: Neşet Ertaş

"Sana tarif eder özün'
İyiyi kötüyü görür gözün
Bu Garib'in acı sözün'
Sıradan bir söz sayma sakın."
- Neşet Ertaş, Aldanıp Şeytan Sözüne

Bize bırakılan miras içinde her an parıldamaya hazır ama çoğu zaman üzeri tozla kaplı duran bir hazine var: müziğimiz. O hazineye ulaşıp bir kez olsun üzerindeki tozu temizleyip kapağını açtığımızda, özümüzle karşılaşacağımız kesindir. Müziğimiz bizi yanıltmaz, bizi bekletmez, oyalamaz, zaman çalmaz, bizi bizden uzaklaştırmaz. Bu coğrafyada var oluşumuzun en otantik hâlidir seslerimiz, sözlerimiz. Gücünü kimi zaman şiirden alır, kimi zaman topraktan. Ruhunu insandan almıştır. İnsanın ruhunu Hakk'tan aldığı düşünülürse, müziğimiz metafizik bağlamda incelenmesi gerekir. Söylenen değil yakılan bir şey olan türkülerimize işte tam da bu nedenle hikmet nazarından bakılması gerekir. Bu gereklilikleri vurgulamak, çağın yaşayanlarına göstermek düşünen kimselerin üzerinde bir vazifedir. Türkünün Ötesi: Neşet Ertaş'ta Dursun Çiçek, tıpkı daha önce dağlara baktığı gibi, Neşet Ertaş'ın sürdüğü geleneğin izini takip ederek; müziğimize, sazımıza, sözümüze, türkülerimize de felsefî bir gözle bakıyor. Bu bakış oldukça cesur ve yürekli bir bakış. 

Dursun Çiçek, kitabın peşrev "Türküler neyi çığırır?" diye soruyor. Bu oldukça önemli olan soru, coğrafyamızın psikolojisinden sanatına, inancından sosyolojisine, kısacası hikâyesine temas ediyor. Bizim hikâyemizi bize ancak, bizden çıkmış olan şeyler söylüyor. Türküler, bu coğrafyanın hikâyesidir, özüdür, sözüdür. Türkülere uzak durarak insanımızı, insanımızın eşyayla olan irtibatını, gelenek ve görenek dünyasını, varoluş çabasını kavrayamayız. Türkülere ne kadar yakınlaşırsak, hikâyemizi daha esaslı biçimde anlarız. Türküler bir düşünme, yazma, anlatma neticesinde ortaya çıkmıştır. Derdi bitmediği gibi hikâyesi de bitmez. Esas olan yolculuktur türkülerde ve bu yolculuk, bir yerden bir yere gidilerek yapılandan çok daha ötesidir. Bir ruh yolculuğudur. Derdiyle, neşesiyle, kederiyle, gamıyla, elemiyle, yâriyle, anasıyla, babasıyla, evladıyla, hüznüyle, coşkusuyla, tebessümüyle, tefekkürüyle...

Tutuşarak söylenir, yakılarak anlatılır, yanarak anlaşılır türkülerimiz. Büyük yürekler, büyük sesler, büyük sözler, türküleri bir vasıta edinerek fani hayatlarını anlamlandırır, baki olan hayata geçmeden evvel nice gönülleri tutuştururlar. Bir gönül bir defa tutuştu mu artık sırrın lezzetini tadar. Bu öyle bir lezzettir ki hakikat bağının bülbülleriyle haşr-neşr cilveleri yaşanır. Neşet Ertaş, hakikat bağının bir bülbülüdür. Gönül kelimesini en doğru, en güzel biçimde telaffuz edişi, hakikat bağından tattığı sırla ilgilidir. Gönül deyip geçmemelidir. Onun kendi gönlünü keşfediş öyküsünde birçok mihenk taşı var. O taşları Dursun Çiçek anlatıyor, okuyucu sık sık nefeslenme ihtiyacı duyuyor. Kah durarak, kah not alarak, kah bir tütün sararak yahut türkü çığırarak. Derviş, demir leblebi yutmaya talip olandır. Neşet Ertaş'ı tanımak da bu anlamda kolay değildir. Çiçek, Neşet Baba'yı tanımak için mutlaka Muharrem Usta durağına da uğranılması gerektiğini söylüyor. O Muharrem Usta ki oğlunun sazına, sözüne, tavrına yön veren, ona ad veren bir baba: "Neşet Ertaş türküler vermeye başladığı dönemde, türkülerini fark eden babası 'Adını türkülerde diyor musun?' diye sorduğunda Neşet sorar 'Ne diyeyim?' diye. Muharrem Usta da 'Garip de oğlum, bize garip derler' der."

Gariplik kolay mı? Biz garip denince sadece mağdur, mazlum birini düşlüyoruz. Halbuki sadece o kadar mı? Neşet Ertaş, anacığını çocuk yaşta kaybediyor. Onca çocuk, babanın etrafında döne döne anasını yakarıyor. Ana aranmaz mı? Cüceloğullarından Doğan'ın -ki o da bir gönül eridir- "Annen yok, kimsen yok" sözü unutulmamalı. Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin garibi, hiç kolay olmayan bir ömür yolculuğu yaşadığı için varlıkla bir yakınlık kurmuyor asla. Onun gönlü hep gariplerle tutuşuyor, kalbi hep garip olanlarla atıyor. Eline her geçeni paylaşması bundan, kul hakkına düşkünlüğü bundan, insanı yüce görmesi bundan. Mahsuni Şerif'in bir hatırasıdır: Konser organizatörü Mahsuni'nin parasını vermez, Neşet'in parasını verip kaçar. Bunun üzerine Neşet, kendisine verilen paranın yarısını Mahsuni'ye verir, geriye kalan yarısını da diğerleriyle bölüşür. "Bizzat ben Almanya'da kazandığı paraların önemli bir kısmını, akrabası bile olmayan kimi insanlara nasıl gönderdiğini çok yakından biliyorum" diyor Çiçek. Dolayısıyla onun türkü yakması, tam manasıyla bir gönül işi, alışveriş değil. Bu sebeple düğün çalmayı hep çok severmiş. Orada, insanların en mutlu gününde, onların coşkusuna ortak olmak, her şeyden öte Neşet Ertaş için. Çünkü kainatın sebebi muhabbet, insana en kutlu emanet muhabbet, varlığın bereketi muhabbet: "Muhabbettir yerin göğün direği / aşkı olmayanın yanmaz yüreği / muhabbetinen yakın eder ırağı / Hak muhabbettendir muhabbet Hak'tan."

Neşet Ertaş hiç isteyenlerden olmamış. Yaşamı boyunca istemeyi bilememiş, öğrenmemiş. Kendisine geleni de dağıtıp paylaşmış. Bir bedel karşılığında saz çalmayı benimsememiş. Sevgi ve aşk var ise, saz da varmış söz de. Gönlü yanana su, başı düşene omuz. "Perdeyi kaldıran sevgidir sevgi" demesi bundan. Mutluluk, onun ömründe erişilecek bir makam, konaklanacak bir yer değil. Halkla beraberse mesele yok. Çünkü gönlünde hiç sönmeyen bir ateş var. Ananın hasreti var, yârin hasreti var. En uzaktakiyle bütünleşme, en yakındakiyle halleşme arasındaki derdi bizim kavramamız çok zor. Böyle bir insanın halkla arasına girmek şüphe yok ki büyük vebal. Bayram Bilge Tokel, işte bu vebali önlemek için çabalamış bir gönül. Giderek küskünleşen, kendini bir kenara çeken, memleket hasretine boyanan Neşet'i yeniden ayağa kaldırıyor. Neşet'in en büyük derdinin halkla arasındaki mesafe olduğunu biliyor. Dursun Çiçek anlatıyor: "Garibe mutlu musun diye sorulmaz ama 'Ustam mutlu musun, muradını almadın biliyorum ama nasılsın?' dedim. 'Bize düşen şükürdür. Garipliğimin en yangın olduğu zamanda bile hep şükrettim. Benim bazen türkülerime yansıyan sitemlerim, karşı çıkışlarım insanadır niye Hakk'a olsun. Hak âdil yaratır âdil verir ama insan açgözlüdür, bozar, yıkar. Dünyada var mı ki muradın alan? İnsan dünyada mutlu olamaz. Bunun için gelmedi zaten dünyaya. İnsan Hak'tan geldiğinden beri hep hüzünlüdür, ağlar sızlar zaten. Bizimki de öyle işte... Lakin Hak'tan ayrı olmanın hüznüne bir de bizi halktan ayıranların hüznü eklenince çekilmiyor dünya. Hak'tan ayrılığın acısı insan çeker, tahammül gösterir lakin halktan ayrılığın acısı çok zor."

Her saz çalan 'datlı' çalamaz Neşet Baba'ya göre. Yâr aşkının yürekte nâr olması gerekir evvela. Kelam kıymetlidir, kıymetli olduğu kadar da tehlikelidir. "Dilin Farsçadaki karşılığı zebândır. Cehennemin bekçilerine zebânî denmesi tesadüf değildir çünkü dil, bilmeyenlerin elinde keskin bir kılıç gibidir. Şifa bulmaz yaralar açabilir." der Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu'nda. Kelam gönülden dile, dilden kulağa... Kulak, çok önemli bir müşteridir bu anlamda. Neye talip olduğunu bilecek, hislerine güvenecek, her duyduğuna düzel demeyecek, iyi süzecek, bir filtre sistemi olacak. İşte burada filtre, tevhiddir, birliktir. Cümle yaratılmışı bir düşünmektir. Neşet Ertaş'ın sazıyla, sözüyle yaptığı budur. Dursun Çiçek'in tasavvufun ne olduğunu özetlediği harikulade ifadesiyle  "Her şey O'ndandır, her şey O'dur ama hiçbir şey O değildir" sırrına kavuşanlar, durmaz yanarlar. Hakk'tan söylerler, Hakk'ı söylerler. Muhabbet onların yakıtıdır. O yakıtın bitmesi mümkün mü? Saz da söz de birer araçtır işin sonunda. Kitaptaki şu ifadelere dikkat buyurun: "Âşık mâşukuna kavuşamadığı zaman gönlünü çöl yapar ve Mecnun olur. Ya da gönül dağını delmeye çalışan Ferhat olur. Kimi zaman da yüreğinin alevinde yanan Kerem olur... Bir süre sonra Mecnun çölde Leyla'nın aslını bulur, Ferhat dağlanır, Kerem yanan bir ateş olur. Biri çölün, biri dağın, öbürü de ateşin hakikatine ulaşır. Bakarlar ki Leyla, Şirin, Aslı birer vasıtadır hakikate ulaşmak için. Her şey aynılaşır burada artık. Çünkü varlık yekpareleşir ve Bir'in aşkına çırpınan bir hâl çıkar ortaya..."

Kendini bilme yolculuğunun garibiydi Neşet Ertaş. O garipliğini sazıyla sözüyle yaptı, gönüllerden gönüllere bozlak olup yağdı, nice sırları türkülerine taşıdı ve öylece gitti. "Bana öldü demeyin, yoruldu gitti deyin" sözü, "insan ölür ama ruhu ölmez" sözünün şerhi gibidir. Âşıklar ölmez, mekân değiştirirler. Neşet Ertaş'ın hâlâ aramızda olmasının başka bir açıklaması var mı? Ne zaman başımız sıkışsa, yanı başımızda. Bizimle ağlıyor, bizimle gülüyor, bizi dinleyip bize söylüyor, hâlâ... 

Neşet Ertaş'ı anlamadan türkülerini anlamak mümkün değil. Dursun Çiçek bu gayretle ortaya koymuş kitabını. Türkülerimize felsefî bir bakış atarak oldukça önemli bir eksikliği tamam etmiş. Bir garibin gönlünden, bin duyguya anlam vermiş...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Aralık 2020 Pazar

Bir dağa yürümek, insanın kendi içine yürümesidir

"Dağlar var dağlardan yüce
Dağ mı dayanır bu güce
Derdimi üç gün üç gece
Söylerim bitmez yalınız."


İstanbul'da doğup büyümüş arkadaşlarla bir araya geldiğimizde hep yakınırız, "gidecek bir köyümüz bile yok" diye. Bilesi fazla. Biz büyükşehir doğumluların gidecek bir köyü, ayağını sokacağı bir deresi, çıkmaya niyet edeceği bir dağı yok. Derdimize çare kitaplar oluyor. Ama her kitap değil. Gittiği ve gördüğü ve ünsiyet kurduğu yerleri kendine dert edinmiş, bu derdi sanatın türlü yollarıyla -yazı, müzik, fotoğraf- aktarmış kimselerin yazdıkları insanı hiç değilse teskin ediyor. Âkif Emre'nin Mekânı Paranteze Almadan kitabını okurken, hep bu duygu hâkimdi. "Oraları gidip görseydim, muhtemelen böyle düşünürdüm" dediğim ne varsa bulabilmiştim sayfalarda. "Dağ düşüncesine dair söylenebilecek en çarpıcı tespitlerden birini Dursun Çiçek dile getirdi: Tabiatta insana dağ kadar yakın hiçbir mahluk yoktur. Tüm peygamberlerin dağla bir ilişkisi olmuştur." diye yazmıştı merhum Âkif Emre. Sonra kitap bitti ve Dursun Çiçek'in Muhit Kitap'ın deneme serisinin ilk eseri olan Benim Dağlarım'a geldi sıra. Sayfaları çevirmeye başlarken bir ithafla karşılaştım. Sanırım, bir önceki kitapta coşkuyla hissedeceğim benzer duyguları yine hissedecektim: "Âkif Emre'nin aziz hatırasına..."

Erciyes Dağı'nı bütün duygularıyla -bir dağın da duyguları vardır- fotoğraflamış, kimi zaman bir halk ozanı kimi zamansa senarist maharetiyle yazılar yazmış bir yürekten, dağlara doğru giden, gitmediği zamanlarda da o dağı düşünen bir kitabı anlatmak güç. Herhangi bir dağa çıkmayı göze almışlığım yok. Ancak şunu samimiyetle ifade etmeliyim; tasavvufla tanıştığımdan beri dağlara farklı bir gözle bakar oldum. Özellikle geceleri bir dağa dair düşünürken aklıma gayb erenleri gelir, Mevlâ'nın Karîb ismiyle kendine doğru çektiği kimseler, azizler, veliler, yüce gönüllüler... Zaten yüceleri düşünüp de dağları düşlememek mümkün mü? Sonra biraz daha derinlere dalıp, Ahzâb suresindeki "Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir." hikmeti düşünmeye koyulunca, korkuyor insan. 

Dursun Çiçek, çektiği fotoğraflarla zenginleştirdiği kitabında kendi dağlarını sıralıyor. Elbette o dağlara giden yolları da. Çiçek Dağı, Erciyes, Aladağlar, Demirkazık, Hasan Dağı, Bolkar Dağları, Toroslar, Dedebeli, Tahtalı Dağları, Bakır Dağı, Honaz Dağı, Nemrut Dağı, Bozdağ, Köroğlu ve İsfendiyar Dağları, Yılanlı Dağı, Ali Dağı... Okudukça ve fotoğrafları seyre koyuldukça, bir insanın dağlarla olan irtibatı okur olarak beni büyüledi diyebilirim. Çiçekdağı'nda doğan ve Erciyes'in duldasında yaşayan, soran olursa dağdan dağa yürüyorum diyen bir yazar var karşımızda. Gözünün ve gönlünün gördüğünü hem fotoğraflara hem de kelimelere sığdırmaya çalışmış. Bir dağı bir kâğıda yahut kareye sığdırmak kim bilir ne kadar güçtür. Marifet güçlüğü değil, sıra dışı olanın sıradanlığını aktarmakta belki de: "Dağda olmak fıtrata dönmek demektir. Emanetin insandan önce dağa teklif edilmesinin anlamı da budur. Dağın bilinci ve iradesi vardır, çağrısı vardır. İnsan dağa gittiğinde kendini daha insan, daha gür ve daha huzurlu hisseder. Yücelik Allah'tan başka genel anlamda dağlar için kullanılıştır. Çünkü dağ müteal olanın tecelligâhıdır. Bundan dolayıdır ki yüce ve kutsaldır. Dağlar insanların ana rahmidir. Kendini arayışta, kendine gelişte ve yeniden oluşta barınaktır insanoğlu için. Dağlarda dağlanmak hakikatte yeniden olmaktır. Kendine gelmek, kendini bulmaktır. Dağda dağı seyreden hakikatte kendini seyretmektedir. Dağda kaybolmak için gidenler yeniden doğuşun, 've’l-ba‘sü ba‘de’l-mevt'in bilincinde olanlardır."

Zirvelere meraklı olan insanları iki kısma ayırıyor Çiçek. İlk kısım, dağı fethetmeye gidenler. Onlar daha çok işin 'turistik' tarafındalar. Dolayısıyla ne kadar zirve yaparlarsa yapsınlar dağı tanıyamazlar, anlayamazlar, göremezler ve bilemezler. Çıktıkları her zirve kendi benliklerini büyütmeye yarar. İkinci kısım dağ tarafından fethedilmeye, 'dağlaşmaya'a gidenler. Onlar dağda kaybolanlar. Her zirve yapışlarında bir sevgiliye kavuşur gibi vuslat duygusunu tadanlar, benliğini yok etmek için gayrette olanlar, dağlaşanlar. Nedir dağlaşmak? Yücelmektir, insan olduğunu anlamaktır, dağ üzerinden tabiat ve yaratıcı ile olan aidiyeti bilmektir Çiçek'e göre. "Nedir bu zirve merakı?" diye soracak olanlara meselenin hikmetini şöyle açıklanıyor kitapta: "Bir dağın zirvesine çıkmak, insanın kendi içindeki yolculuğa benzer. Dağlar da insanın içindeki iniş çıkışlardan farklı değildir. Hatta insanın içindeki uçurum mu derindir yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı diye bir soru sorulduğunda, muhtemelen insanın içindeki uçurumlar daha derin ve büyük deriz. Çünkü insanın ne olduğunu bilmeyen, insanın içindeki dağı, gönül dağını fark edemeyen, herhangi bir dağa çıkmaz, çıkamaz. Zirvesinde oturduğunda bile o, dağın çukurunda sayılır. Dolayısıyla dağı tırmanmak, dağın zirvesine çıkmak; insanın bir iç yolculuğudur. Kendini anlamak için insan çıkar dağa. Kendini bilmek, kendini bulmak, eşya ve hadiselerin hakikatini idrak etmek için çıkar. Dağ ile kendi arasında fıtri yakınlığı anlamak için çıkar."

Frederic Gros, nefis kitabı Yürümenin Felsefesi'nde "Bazı kitaplar dağların keskin ışığını veya denizin güneşli pırıltılarını yansıtır" der. Benim Dağlarım'daki metinleri dolanırken okur birçok şeye heves edecektir. Hem bir dağın yamacından yeryüzünü seyre dalmanın hem de bir dağa uzaktan bakmanın insana sunacağı lezzetler, yaşatacağı duygular nelerdir kim bilir? Çünkü biz dağları pek önemsemedik, kimse de bize dağları pek anlatmadı. Birçoğumuz hâlâ dağlar konusunda coğrafya derslerinden kalma. Yani hevessiz, meraksız. Tutku zaten yola çıkana, dağlara varana. Oysa dağlar, hele ki bu coğrafyanın insanlarına çok şey çağrıştırmalı. Aklıma geldi şimdi, Dinler Tarihine Giriş'te Mircea Eliade dağlara hususiyetle dikkat çeker: "Her mitolojide kutsal bir dağ vardır. Tüm gök tanrılarının, yüksekte özel bir tapınma yeri bulunur. Dağların taşıdığı dinsel ve simgesel değerler çok fazladır. Dağ, genelde, gökle yerin birleştiği yer olarak kabul edilir; böylece bir merkeze dönüşür."

Benim Dağlarım'ı bitirdikten sonra aklıma hemen Ahmed Amiş Efendi'nin o meşhur sözü geldi. "Dağı dağ, taşı taş olarak gördüğün sürece mürşide muhtaçsın" demiş hazret. Doğanın, eşyanın, insanın hakikatine dair düşünmek için doğayla, eşyayla, insanla samimi bir irtibat kurmak lâzım. Böylece gönül dağı harekete geçer elbet, tecelliler marifete dönüşür, insan hakiki bir insan olur, âşık olur. Artık ölmez. Hayvan ölür, insan ölür mü? 

Dağlar insanları çağırır; manzarasına, pınarına, yollarına. Dursun Çiçek'ten öğreniyoruz ki en çok da insanın kendisine gelmesi için çağrışıyormuş dağlar. Bir dağa doğru yürümek, insanın kendi içine doğru yürümesiymiş aslında...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf