Behçet Çelik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Behçet Çelik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Haziran 2021 Cuma

Geçmişle şimdi arasında çift taraflı bir köprü

"Geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez.”
- Amin Maalouf

“Dünü unutmalı bugünü yaşamalısınız. Çünkü dün ile bugün arasında bir kavga çıkarsa yarını kaybedersiniz.”
- Balzac

Türk öykücülüğünde uzun zamandır bir Behçet Çelik gerçeği var. Hem karakterlerini oluşturma ve geliştirme açısından hem işlediği konular açısından ve tabiî ki velud bir yazar olması sebebiyle bence Türk öykücülüğünde hatırı sayılır bir yerde bulunuyor. Gerek üslûp gerek anlatı açısından kendine has bir yeri uzun zaman önce elde eden Çelik bundan uzun yıllar sonra da, belli bir öykü tarzının temsilcisi olarak hatırlanacaktır. Bu demek değildir ki Çelik’in her öykü kitabı muhteşemdir ve eksiksizdir. Hatta az sonra değinmeye çalışacağım, aynı zamanda yazarın son kitabı Patikaların İyi Yanı (Mayıs, 2021), yazarın belki de en iyi üç öykü kitabı arasında yer almaz. Fakat yazar, tarzından fazla sapmadan, ne yaptığını ne yazdığını bilerek bu kitabını da oluşturmuş. Zaten kendine has denince de bu durumu kast ediyorum. Nasıl ki bir Ömer Seyfettin bir Memduh Şevket bir Sait Faik tarzı diye bir şey varsa, bu yazarlarla -bu alanda- aynı kategoriye (niteliği şimdilik es geçerek) Behçet Çelik de girebilir.

Patikaların İyi Yanı benim en sevdiğim Behçet Çelik kitabı olmadı (gerçi ben yazarın romanlarını öykülerinin de önüne koyuyorum ancak şu anda konumuz yazarın öyküleri). Bunun tabiî türlü sebepleri var. Bunlardan biri, kitabı oluşturan öyküler arasında seviye farkının fazla olması. Elbette bir öykü kitabındaki her metin aynı nitelikte olmaz ama aralarında çok fark olması da okuru rahatsız eder. Hatta okur en sonunda okuduğu kitabın hayatında nereye dokunduğunu kestiremeyebilir. Çelik’in önceki öykü kitaplarında öyküler arasında çok fazla nitelik farkı görmemiştim ben kendi açımdan ancak bu kitap sanki biraz aceleye gelmiş hissi verdi bana. İçinde iyi öyküler fazla ancak kötü diyebileceğim öyküler de mevcut. Bir diğer eleştirdiğim konu, yazarın artık kendisinin alâmetifarikası olan, karakterleri psikolojik/içsel yönden başarılı kurgulamasının her karakter için aynı seviyede olmaması. Bu iki sebep Patikaların İyi Yanı’nı benim için yazarın diğer öykü kitaplarından biraz geri attı.

Yazarın diğer öykü kitaplarını ve romanlarını okuyanlar bilir, Behçet Çelik geçmişi çok kurcalayan bir yazardır. Geçmişin; bireyin şimdiki hâlini etkileyip etkilemediğini, etkilediyse nasıl etkilediğini inceler ve insanın şimdiki zamandaki davranışlarının sondajını yapmaya çalışır ve bunu da iyi bir şekilde gerçekleştirir. Kitaptaki on bir öykünün sanırım hepsinde karakterlerin geçmişi sorgulama ve geçmişe bakarak bu günü anlamlandırma ve bu günü kurma çabaları yer alır. Bazı karakterler için geçmiş, saplantı olmuşken bazıları için şimdiki zamana yumuşak geçiş sağlayan bir durumdur. Fakat bazen de bu durum tersine işler. Bu günden bakarak geçmiş tekrar kurgulanmaya çalışılır, yani bir geçmiş hep vardır Çelik’in öykülerinde. “…Akın’ın sözlerine takıldı aklı, sahiden geçmişi yeniden mi yazıyordu.” Kitabın iyi öykülerinden İnce u, geçmişin en iyi sorgulandığı veya kurgulandığı öykülerindendir. Aynı zamanda başkarakter ve arkadaşı da iyi işlenmiş, üzerinde çalışılmıştır.

Behçet Çelik’in karakterleri genelde modern dünyaya uyum sağlayamamış ama geçmişte de kalamamış kişilerden oluşur. Yazarın en iyi yaptığı şey bu kişilerin içsel dünyalarını okura sezdirebilmektir. Bilmek yoktur Çelik’in öykülerinde, sezmek vardır. Okur sezer, yazar sezer hatta öyküdeki karakter bile bilmez, sezer. Bu da bizi yazarın öykülerinde zaman zaman göreceğimiz muğlâk/soyut bir anlatıma götürür. Bu anlatım tarzı bu kitapta biraz daha yoğundur. Üstüne öykü dilinin ve anlatımının sık sık deneme tarzına kayması ve öykülerin diyalog açısından çok zengin olmaması, okuru bazen deneme okuduğu hissiyatına yönlendirebilir. Bulutun içinde öyküsü soyut bir anlatımın yoğun olduğu ve zaman zaman bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı bu tarz öykülerden biridir. Bence Upuzun cümleler öyküsüyle birlikte kitabın zayıf öykülerindendir.

Boşluk kavramı, Behçet Çelik’in öykülerinde ve romanlarında çok sık karşılaştığımız bir kavramdır. Hatta Dünyanın Uğultusu romanı neredeyse bu kavram üzerine bina edilmiştir. Bu kitapta diğer kitaplarına nazaran çok olmasa da bazı öykülerde bu durum görülür. Çünkü boşluk kavramı, hayata bir noktada anlam veremediğimiz zamanlarda oluşur ve Behçet Çelik’in birçok karakteri bu durumu yaşar. Lahmacunun kıtırı ya da kesintisiz boşluk öyküsündeki başkarakter Ekrem bu durumu yaşayanlardandır. Kitabın geneline nazaran daha bir öykü formatında yazılan bu metinde aslında Ekrem karakteri hayata bir mana veremediğinden değil, insanlara uyum sağlayamadığından bu durumu yaşar. Bence bu kavramlar oldukça farklıdır. Ancak bu durum son noktada modern hayatla geçmiş arasında sıkışmış bir karaktere götürür bizi. Kitabın iyi işlenmiş karakterlerindendir Ekrem. Biraz Aylak Adam’ın C.’si gibidir. Hayatın içinde olmaya çalışır ancak yolunda gitmeyen şeyler de vardır. “Düşüncelerinin cismi var, ağırlığı, uzayda yer kaplıyorlar, kimse yadsıyamaz. Geceleri abanıyorlar Ekrem’in üzerine, cüssesini, hacmini göğüs boşluğunda hissediyor. Bir sıkışıp kalmışlık hissi, rüya olmadığını biliyor –rüyadan uyanamamayı andırsa da. Belki de rüyadan çıkıp uyanıklığa varmadan arada bir yerde takılıp kalıyor ya da rüyadan kırıntılar eline ayağına dolanan. İkna olmuyor, bedenine değil, zihnine bir şeyler dolandığının farkında, düşünce akışı kesilivermiş gibi, tam hiç bilmediği bir giz çözülecek ya da bir şey tam görünecekken. Bir akışın durduğu andaki o boşlukta kalma hissi – böyle tanımladı geçenlerde.

Kitap hakkında yazacak birkaç şeyim daha vardı ancak çok detay vermek olur bu. Kalanı okura kalsın. Başlarda da dediğim gibi, Çelik külliyatının en iyi kitabı değil Patikaların İyi Yanı, ancak Behçet Çelik öykücülüğünü nitelik olarak biraz geride olsa da yansıtan bir kitap. Biz alışmıştık Çelik’te daha “Dostoyevskivari” karakterler görmeye, daha çok ruh tahlillerine. Ancak dediğim gibi iyi öyküler de içeriyor kitap. Behçet Çelik’i iyi takip edenler sanırım dediklerimi anlayacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

25 Nisan 2020 Cumartesi

Yaşamayı umursamayanlar, hep boşlukla yüzleşenler

“Gece benim ardımda
Taşıdım kara gençliğimi dağların damarında
Hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya
Beynimde hep manalı bir uçurum.”
- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

Davranış problemi veya kötü bir alışkanlığı/bağımlılığı olan bir insandan o bağımlı olduğu maddeyi veya davranışı alırsak, yerine bir şey koymamız, oradaki boşluğu daha yararlı bir şeyle, en azından zararsız bir şeyle doldurmamız gerekir. Bağımlılığın en temel kurallarından biridir bu. Çünkü hayat/doğa boşluk kabul etmez, psikoloji de boşluk kabul etmez. Peki, ya bu boşluk bir hissedişse ve zihnimizdeyse…

Modern insanın boşlukta olma duygusu aslında çok eski değil. Teknolojinin gelişmenin ötesinde bir atılım göstermesi, alım gücünün artması, bireyselleşme vb. neticesinde belli bir daireye hapsolan bireyin psikolojik açıdan çok sağlam olması, olmamasından daha düşük bir ihtimal. Artık kazanılan gelirin belli bir miktarının psikolog veya psikiyatrlara gitmesi, okullarda görülen ruhsal hastalıkların ve farklılıkların artması bu durumun başlıca emarelerinden. Üstelik iyi bir maaş, mutlu bir çevre/aile de bu psikolojik iyi olma halini veya boşlukta olma hissini engelleyemeyebiliyor. Mânâ, yaşama amacı gibi şeyler olmadığında boşluk başka şeylerle doldurulmaya çalışılıyor veya doldurulamıyor. Her ikisinde de ortaya bir problem çıkıyor.

Viktor Frankl ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda ‘hayata mânâ/anlam verme’ konusunu detaylıca işlemişti. Kısaca özetleyecek olursak, Nazilerin toplama kampında sağ kalanların, o zor şartlara dayananların hemen hepsinin hayatta belli bir amacı olan insanlar olduklarını, çok basit sebeplerden ölenlerin ise hiçbir amaçlarının olmadığını ve boşlukta olduklarını keşfetmişti. Yazar da bu toplama kampındaydı ve en yakından gözlemlemişti bu kişileri. Zaten kurucusu olduğu logoterapi de bu kampların bir ürünüydü.

Behçet Çelik işte böyle bir kahraman oluşturuyor Dünyanın Uğultusu adlı romanında. Tam anlamıyla boşlukta ve kitaptaki karakterlerden biri olan Aynur’un deyimiyle tam anlamıyla ‘yaşamasız’. Bir nevi Oğuz Atay’ın meşhur tutunamayan kahramanları gibi:

…Bu farklıydı ama: Öncekilerde eksikliğini duyduğu, kimi zaman kendini onlara çok yakın hissetmiş de olsa, dışarıdaki biri, bir yer ya da topluluktu. Bu kez çok içeriden bir yerden bir şeyler kopup düşmüş gibiydi –ne olduğunu, ne zaman, nerede düşürdüğünü bilmediği.

Bir Selim Işık havası da seziliyor Dünyanın Uğultusu’nun başkahramanı Ahmet’te. Fakat Ahmet’in bu ‘yaşamasız’lığı, tutunamaması doğuştan gelir gibi değil. Çalıştığı yerden ekonomik sebepler dolayısıyla çıkarıldıktan sonra zaten ruhunda olan dertler bir bir akın ediyor ve yeni dertler ekleniyor zihnine. Eski sevgilisi Özlem, çay bahçesinde tanıştığı ve kitabın en gizemli kahramanı Ayla, bir miting yürüyüşünde karşılaştığı ve üniversiteden arkadaşı Buket’in kardeşi Aynur… Hepsi Ahmet’in etrafında, sanki Ahmet’in ne kadar boşlukta ve savunmasız olduğunu haykırır gibi davranıyor ona. Bazen ortaya çıkarak bazen basit bir el hareketiyle bazen de tamamen ortadan kaybolarak, onu günlerce aramayarak Ahmet’in bütün boşluğunu yüzüne yüzüne vurup Ahmet’in kendini iyi bir sorgudan geçirmesine sebep oluyorlar.

Cioran, Türkçeye Burukluk olarak çevrilen kitabında “İnsanlarla düşüp kalktıkça düşüncelerimiz kararır ve bunları aydınlığa kavuşturmak için yalnızlığımıza döndüğümüzde, düşürdükleri gölgeyi buluruz” der. Ahmet’in kitap boyunca ve kitabın zaman olarak geçtiği birkaç ay boyunca yaşadığı tam da budur aslında. Gerek Ayla’nın gerek Aynur’un hatta kısmi de olsa eski sevgilisi Özlem’in Ahmet üzerindeki etkisi, hem onlarlayken hem de onlardan sonra devam eder. Ahmet aslında tam bir girdaptadır. Sürekli olduğu yerde döner döner döner ve buna da bir çare üretemez. Çünkü hayatındaki kadınların gölgesi üzerindedir. Onu sar(s)mıştır.

Behçet Çelik romanını üç karakter üzerine kurar. Bunların merkezinde başkahraman Ahmet vardır ancak romanın yan karakterleri de kitaba etki ederler. Aynur’un annesi, Ahmet’in bazı arkadaşları, Ayla’nın yanındakiler de Ahmet’in psikolojisi üzerinde etkili olabilecek karakterlerdir.

Yazar kitabı hâkim bakış açısıyla kurgulamıştır. Her şeyi görür bu sayede hem yazar hem de okuyucu. Sadece yaşananlar değil kahramanların iç konuşmalarını ve düşüncelerini de (Ayla hariç) öğreniriz. Felsefi ve psikoloji yönü de ağır basan bir kitap olduğu için, bu iç konuşmalarda sık sık sorgulamalar okuruz. Özellikle bu sorgulamalar bizi gene kahraman(lar)ın boşluk duygusuna ve bundan yola çıkarak toplumsal bir psikoloji okumasına getirir:

Birden ayıkıverdi. İnsanlar sadece para kazanmak için iş güç sahibi olmuyordu. Başka boşlukları da dolduruyordu çalışmak. Bunun içten içe farkında oldukları için düşük aşa, sömürülmeye ses etmiyorlardı. Boşluk dolsun da nasıl dolarsa dolsun.

Bazı yazarlar boşluk duygusunu deneme, felsefe veya roman türündeki kitaplarında işlemişlerdir. Örneğin Simone Weil bu duyguya daha mistik bir havada yaklaşırken yukarıda kendisinden bir alıntı da paylaştığım Cioran daha ironik ve nihilist bir tarzda yaklaşır. Behçet Çelik’in de yaklaşımı Cioran’la benzeşir. Başkahraman Ahmet’in genel ruhsal durumu değişken olmakla birlikte kötümser ve nihilist bir düşünceye yakındır. Tamamlanamamışlıklar da Ahmet’in psikolojisinde etkilidir.

Üç karakterin de hayatının bir bölümüne ve zaman zaman geçmişine ışık tutan Behçet Çelik’in bu romanı bence bir devam kitabını hak ediyor. Çünkü karakterlerin hikâyesi yarım kalmış/bırakılmış. Böylesi daha mı iyi daha mı kötü, buna her okuyan kendine göre bir yanıt verecektir.

Sade bir üslûbu, yalın bir dili var kitabın. Fakat kitabın her yerinde aynı şekilde akmıyor roman. Genel anlamda akıcı ancak bazı yerlerde bunun dozu değişiyor. Diyaloglar açısından bunu söyleyebiliriz. Özellikle Ahmet’in iç konuşmalarında ise biraz daha yavaşlıyor kitabın okunması.

2009 yılında Kanat Kitap’tan, 2011’de ise Can Yayınları’ndan yayımlanmıştı Dünyanın Uğultusu. Son olarak ise içinde bulunduğumuz yılın Kasım ayında İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. 17 bölüm ve 275 sayfadan oluşuyor Çelik’in eseri.

Yusuf Atılgan’ın büyük eseri Aylak Adam’da başkahraman C. kitabın sonunda her şeyi bırakmış bir şekilde, umutsuz bir havada kimseye ‘ondan’ bahsetmeyeceğini, nasıl olsa anlamayacaklarını ifade ediyordu. Ahmet’in de ruh hâlini zaman zaman C.’ye benzetmek mümkün bu kitapta. Çünkü Ahmet’e göre de “filmlerde, belgesellerde gördüğü, içerisinde, çevresinde arıların vızıldayıp durduğu kovanlara benzemiyordu dünya – uğulduyordu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

7 Ocak 2020 Salı

İnsanın ve aşkın belirsizliği arasında var olmak

"İki kadın bir adam, aşk çekilir aradan."
- Yıldız Tilbe

Ülke insanını ve onun duygularını iyi tanıyan, iyi okuyabilen yazarların romanları, en kuvvetli psikolojik metinleri içeriyor. Bu anlamda psikoloji biliminin her şeyini, evet her şeyini edebiyata borçlu olması çok doğal. Bir yandan Dostoyevski, diğer yandan Ahmet Hamdi Tanpınar okuyup da bir insanın metinlerin içine gömülmüş fakat diğer yandan hem acımasız hem de yalın bir formda yazılmış insan ruhuna dair duyguları, hisleri keşfetmesi bambaşka bir zevk. Günümüz Türk edebiyatında da bu ekolü kendi hâlinde, sessiz sakin ama derinden sürdüren yazarlar var elbette. Özellikle Behçet Çelik, Kemal VarolNermin Yıldırım, Şule Gürbüz gibi isimlerin gerek dilleriyle gerek kurgularıyla mutlaka takip edilmesi, dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum.

2019'un sonlarına doğru Behçet Çelik'in İletişim Yayınları'na geçtiğini gözledik. Önce Belleğin Girdapları, peşinden Dünyanın Uğultusu ve nihayet Soluk Bir An ile üç romanı peş peşe okura sunuldu. Yakında, 2008 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen kitabı Gün Ortasında Arzu da okurla yeniden buluşacak. Benim gibi boyut, font ve kapak takıntısı oldukça fazla olan okurlar için bu yayınevi değişikliği pek sevindirici. Diğer eserleri de transfer olduğunda kitaplıklarda ciddi bir raf tutacak Behçet Çelik. Görünürlük ve dolayısıyla okunurluk anlamında hayırlı olmasını temenni edip kitaba geçiyorum.

İnsanın belirsizliği ile aşkın belirsizliği arasında salınan bir roman Soluk Bir An. Gençken kendine denenmemiş, yürünmemiş yollar bulmaya çabalayan ama zaman geçtikçe aslında özgürlüğünü değil de güvenliğini aradığına inanan bir karakter var karşımızda: Taner. Zaman denen kavramla çok ciddi bir polemiği var. Ne geçmişle ilgilenmek istiyor ne de gelecekle. Bir tutkusunun olup olmadığını sorgularken bile işte bu zaman açmazından yararlanmaya çabalıyor. Ne ki ona kendini tam manasıyla hissettiriyor, işte zaman orada, an orada. Zaten anılar da orada değil mi? Vaktin değerini, kıymetini ölçemeyecek kadar kendimizi kaybettiğimiz duygular değil midir anılar? Bundan olsa gerek, sonradan sadece gözümüzde canlandırabiliyoruz anıları. O duyguları, hisleri yeniden hissedemiyoruz. Sadece hatırlayabiliyoruz. 'Varolmanın dayanılmaz hafifliği' yapışır Taner'in yakasına tüm bu sorgulamalar içinde. Evlidir ayrıca, Yasemin'le. Oğlu da vardır, Cem. Ancak Yasemin'in en yakın arkadaşı, eve sık sık girip çıkan Esra çokça aklını karıştırır. Sanki eşiyle beraber tükettiği duygular Esra'da yankı bulacaktır. Neticede Taner'in umududur bu. Ne Esra'nın haberi vardır bundan ne de Yasemin'in haberi. Cem ise babasının gençliğini yaşar bütünüyle; baba tarafından sevgi görmeyen, işin tuhafı sevgisizlik de görmeyen, evle olan irtibatını anneyle ve televizyonla kurmuş modern zamanların klasik çocuğu.

"İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor" diye yazmış Behçet Çelik. Yazarın, Taner'in, Yasemin'in, Esra'nın, gelecek zamanlarında Cem'in ve kitabı okuyan okurun tam da şu zamanlarda en çok yaşadığı his. Benliğin gölgesinde serinleyeceğini zannederken orada kavrulmak ve kavrulduğunun da farkına bir türlü varamamak. Çünkü "herkesin kendini övdüğü bir çağda yaşıyordu. Kimse utanmıyor bundan. Giderek daha yüksek sesle daha çok övüyorlar kendilerini, yapıp ettiklerini...". Evlilikte de dostlukta da aynı şeyleri yapmanın değil, aynı şeylerin yapmamaman ve bu yapamayıştaki anlayışın bir temel olduğunu hatırlatıyor Taner'in ilişkisi. Hep tersinin doğru olduğu, aynı şeyleri sevmenin değerli olduğu söylenir. Aynı şeyleri yapmakta sorun yok, peki yapamazken sorun var mı? İşte her türlü ilişkinin yüz puanlık uzmanlık sorusu. Behçet Çelik, buna benzer bir terslik daha işliyor romanda. "Bir insanı başka bir insanla aldatırız sanmak ne kadar yanlış. Bir insanı ancak onunla aldatırız. Ona başka biri muamelesi yaptığımızda." diyor. Hayatımızdaki en önemli insanları başka birilerinin yerine koyduğumuzda ilişkilerin derinliği kaybolur, taşlar yosun tutar, çamaşırlar kirli kalır, dilden söz çıkmaz. Hayat koca bir illüzyona dönüşür. Ne acı ki bu illüzyona başkası tarafından maruz bırakılmayız böyle durumlarda, basbayağı bir kurmuşuzdur bu tuzağı kendimize.

Taner basit bir Yasemin-Esra arası salınma yaşamıyor. Arkadaşlarıyla da ilişkisini gözden geçiriyor, çocuğuyla da. Böylece hayata topyekun kafa tuttuğu anlar yaşıyor. Sıkılıyor, terliyor, bunalıyor. Bazı acıların gençken atlatılacağına inanıyor, belleğin bunca acıyı nerede sakladığını sorguluyor, hatıraların da pas tutabileceğini düşünüyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerde derdin, samimiyetin ve yük oluşun kapladığı yeri çözüyor: "Kimsenin kimseye ilaç olmayacağından adı gibi emin; bir insanın bir başkası için yapabileceği tek şeyin ona dert, yük olmamak olduğuna inanıyor."

Roman ilerledikçe ve Taner bize hafızanın hem acımasızlığını hem de kudretini hatırlattıkta, başka başka karakterlere bürünüyor sanki. Oğuz Atay'ın Hikmet Benol'u, Yusuf Atılgan'ın Bay C.'si, Franz Kafka'nın Gregor Samsa'sı ve benim çok ama çok sevdiğim Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu, hatta belki de Siddhartha'sı... Ne istiyor bu adam, kimin karakterine bürünmeye çalışıyor, yaşamdan en büyük beklentisi ne, bu yaşadığı bezginlik mi depresyon mu yılgınlık mı, tüm zamanları kendi düşüncelerinde ağırlayıp kahraman mı olmak istiyor diye düşünürken okur, ansızın söyleyiveriyor memnuniyetsiz oluşunun ardındaki hassasiyeti ve öfkeyi: "Lüzumsuz yere ne kadar önemsiyoruz kendimizi, duygularımızı açıklamıyor, diplomatik demeçler veriyoruz her seferinde; sözlerimizle haklar kazanılıp gasp edilecek, ülkeler, sınırlar değişecekmiş gibi. Bizi yıllar sonra da haklı çıkaracağını umduğumuz laflar geveliyoruz ağzımızda. Zamana hâkim olacağımızı sanıyoruz böyle yapınca; ellerimizin arasındaki yegâne zaman kayıp gidiyor; görmüyoruz."

Romanın başındaki tansiyon nasılsa, sona doğru da öyle ilerliyor. Bunu bir okur olarak muazzam buluyorum. Büyük ümitler vermiyor, iddialı bir son hazırlamıyor, mutluluk ve mutsuzluk ötesinde, çok başka duyguların ve hislerin peşinden gidip okuru hiç de rahatsız etmeden bir ışık tutmaya çabalıyor. Tıpkı Taner gibi aslında. En çok da şunu söylüyor biterken: "Herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni vardı dünyanın. 'Yalan dünya' dedikleri bundan başka bir şey değildi."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ağustos 2019 Cuma

Biz ancak maruz kalırız hatıralara

"Bir başka hava soluyor, kendimden kaçmak, kaderimi değiştirmek ister gibi uzaklara gidiyordum."
- Sadık Hidayet, Kör Baykuş

Bir kitabın tekniğini konuşmak ayrı, duygusunu konuşmak ise ayrı bir mevzu hiç şüphesiz. Okurken ağır basan tarafla alakalı olsa gerek. İçimize ne kadar gömülüyor cümleler, kurgu ne kadar etkiliyor kitaba ayırdığımız zamanı... Öyküleriyle tanıdığımız Behçet Çelik, yaz sıcaklarında zihnin sınırlarına ve pek tabii sınırsızlığına çağırıyor romanıyla bizi.

İletişim Yayınları tarafından Haziran 2019'da neşredilen Belleğin Girdapları, insanın kendinden kaçamayacağını anlatıyor esasında. Çünkü insan nereye giderse gitsin kendini, zihnini ve belleğini de yanında götürüyor. Bu durumda nasıl kaçacak kendinden? Sadece hatıraları bile yetmez mi yalnız kal(a)mamasına? Peki hatıraları hatırlarken, hatırlanma zamanları da akla gelince ne olacak? Belleğin birbirine açılan odaları içinde kaybolmak bu kadar mümkünken, insanın tek başına kalması için göstereceği çabalar ne kadar etkili olabilecek? İşte tüm bu sorular, adsız bir roman kahramanı ve onun sıradanlığıyla sarsan üslubu tarafından cevaplanıyor. Aslında cevap da sıradan, tanıdık. İnsan hiçbir yere kaçamaz, her yerde kendiyledir.

Yer demişken, romanın bir semti var: Serpmetepe. Romanın adsız kahramanının çocukluğundan, askerliğinden, terk ettiği şehirden parçalar ve insanlar serpilmiş bu semte. O sebeple adı da Serpmetepe. Kahramanın öyle bir belleği ve o belleğin öyle girdapları var ki bu serpme hafif kalıyor. Onun eski hayatını da yeni hayatını da birbiriyle içli dışlı okuyoruz roman boyunca. Eski hayatı demişken, bu hayatta en çok da yakın dostları ön plana çıkıyor. Geride bırakmak zorunda olduğu, hiç değilse kendini buna inandırdığı yakın dostları. Her ne kadar yeni geldiği bu semtte insanarla olabildiğince az ilişki kurmaya gayret etse de insandır bu, ya kendi destursuz girer hayatına yahut sen hiç farkında olmadan bir alışkanlık bile geliştirebilirsin insana dair. Not defteri almak için gittiğin kırtasiyeci bir anda alışkanlığın oluverir, tıpkı romandaki gibi. Derken eski ve yeni insan ilişkileriyle birlikte romanın adsız kahramanının hatıralarıyla şimdi'si arasında okuyucuyu sıkıştıran anlatım iyice ortaya çıkar. Nuray, Serhat, Eylül, Kırtasiyeci, Selma, üst komşunun kızı Nazlı...

İşte burada, romanın oldukça sıradan gibi görünen ama aslında en sıra dışı özelliği ortaya çıkıyor. Birbirleriyle ilişkilerini bilmediğimiz insanlar, terk edilen şehir ile şu an yaşanan ama ne idüğü belirsiz semt, ilk cümleden son cümleye kadar belirsiz olan zaman ve teferruatını bir türlü öğrenemediğimiz olaylar (küsmeler, barışmalar, sevdalar, özlemler) zihnimize yağıyor ve bu anlamsızlık içinden okuyucu kendi anlam arayışıyla karşılaşıyor. Bir bakıyoruz ki şu anlatılan onca belirsizlikte, onca karmaşıklıkta, kalabalıkta ve yalnızlıkta biz varız. Paramparça gibi görünen ve okunan metin bir anda parça parça tamamlanıyor. Karakterler arasındaki bağ, olaylar arasındaki ilişki belirmeye başlıyor iyice. Bu belirmenin aralarında, sık sık adsız karakterin şahsi ve haklı isyanlarına da tanıklık ediyoruz: "Herkes her şeyi biliyordu, daha önemlisi bildiğinin bilinmesini istiyordu; herkes haklıydı, ama bu yetmiyordu hiçbirine, başkaları da kendilerine hak versin diye tutuşuyorlardı, çıldırmak üzereydiler. Kalabalıklara haykıramayacakları için milim milim, santim santim mücadele ediyor, karşılarına çıkana haldır huldur anlatıp duruyorlardı. Kulaktan kulağa yayılırdı böylece haklılıkları, işitenler, öğrenenler başkalarına anlatmasalar da, birer birer çoğalacaktı sayıları, onlara haksızlık edenler tek başlarına kalacak, utanacaklardı."

Sokaklarda yürürken içi kararan bir insan, yazarak ne kadar aydınlatabilir geleceğini? Geçmişinden kurtulmak için mi koyulur yazmaya yoksa bu bilinmezliği bilinir kılmak için mi? Yazmak insanın şu meşhur onaylanma hastalığına bir çare olabilir mi? Başkalarından alamadığı sevgiyi, bulamadığı ilgiyi, hasretine düştüğü şefkati verebilir mi yazmak? Böylesine karışık bir ruh hâlindeyken yazmak belki de sadece, nefes aldırıyor. Bir şey yapmanın, bir şey üretmenin verdiği nefes, bir soluk.

"Biz ancak maruz kalırız hatıralara" diyor belleğin girdaplarında yaşayan adsız karakter. Parça parça yaşıyor hayatı. Her parçayı yeni parçalara bölüyor belki isteyerek belki istemeyerek. Niyeti, olanı biteni farklı duygularla göğüslemek belki. Yahut, varsa eğer yeni yollara düşüp ve yeni kapılara varmak. Orada kendini yeniden bulmak. Geçmişi geçmişte bırakmak. Ama olmuyor, çoğu zaman bunu başaramıyor. Zira 'şimdi ve burada'nın hakimiyeti her seferinde yepyeni bir sayfa gibi açılıyor, geçmişi geride bırakarak. Geleceği ise unutturuyor 'şimdi'nin ve 'burada'nın kuvveti. Peki bu durumda hatırlamak nerededir? Belki şurada: "Kederle sevinç el ele, durup dururken, yalnızken, yokluklara, boşluklara kahrolurken çoğaldığını hissetmenin şaşırtıcı iç huzuru. Yoklukla sonsuzluğun bıçak sırtı yakınlığını sezmek, iki ucunda birden olmak aynı anda, iki uç arasındaki her şeyin bir parçası duymak kendini, her şeyi kendi parçan bilmek. Ben de mırıl mırıl seslenmek istedim 'vardık ki artık yokuz' türküsünü mahallemin (evet ya, mahallemin) insanlarına, geveze sığırcıklarına akşamüstünün, kedilerine ve köpeklerine, onlar duymazdan gelirse sokak lambasının pırpırındaki börtü böceğe, döküntü binalara, önlerindeki parlak arabalara, çere çöpe, küncüden ufağına, hızla yaklaşan kedere, iç sıkıntılarına ev içlerinin."

Sonra bir bakıyor ki adsız kahraman, aslında niyeti ya da niyetleri içinde değişmek, dönüşmek yok. Yenilenmek belki de bu hayatta hatırlamayı da unutmayı da bir yere koy(a)mayanların işi. "Yine de hoşuma gidiyor bu sonu boş çıkacak, yanılgıya yazgılı çaba. Buraya gelmeden önce saatlerimi, günlerimi, aylarımı verdiğim onca uğraş, kafa yorduklarım, kestiğim ahkâmlar, üst perdeden sarf ettiğim sözler, fısıldadıklarım, hecelediklerim, sayıkladıklarım, üzüldüklerim ve sevindiklerim pek mi kayda değerdi sanki? Öyleyse denemeye devam edebilirim. Becerebilirsem." diyordu zaten hikâyenin başında. Yazmak hikâyenin sonlarına doğru onun yoldaşı oldu mu olmadı tam manasıyla cevap vermek mümkün değil. "Şefkati pek azdır kendine acımanın (en azından bende öyledir), silinmek istemek gibidir, hiç olmamış olmaya birkaç adım daha, birkaç adım kala; oysa başkasına acırken, tam tersine kelimelerle, dokunarak ya da bakışlarımla, büyücüymüşüm gibi, elimden, gözümden, sözümden gelirmiş gibi, silindi silinecek siluetinin üzerinden geçmek isterim, bir parça dirim üfler gibi. Becerdiğim, başardığım vaki değildir, bu kez de olmadı, ama öyle bir şeydi kuyunun kokusunu soluduğumda, çıkmak değil çıkarmak istedim onu gün ışığına, biraz daha renk vermek, yeni bir boyut eklemek. Gözüm kaleme kaydı, gözlerimi kaçırdım, yaşlı." diyor çünkü gölgesi bile kendinden kaçmaya yer arayan kahraman.

Behçet Çelik, bunca yıldır öykücülüğü sebebiyle üslubuna ve kurgularına alışık olma ihtimallerimizi dahi kenara iterek bize kuyu gibi bir roman sunuyor. Bunu yaparken okuyucusuna kıyamıyor ve bölüm başlıklarını o bölümün ilk cümlesinden bir iki kelimeyle yapıyor ki buradan bile hatırlamaya nasıl muhtaç olduğumuz anlaşılıyor. Diğer yandan bu hareket türküleri de hatırlatmıyor değil. Romanı okurken, "keşke biraz da türkü söyleyeydi kendi kendine" dedim zaman zaman kaçak karakter için. Kendinden kaçak, keskin bıçak ama biricik, daima biricik olan insanın hem en doğal hem de en tuhaf hâlleri var romanın damar damar atan sayfalarında. Çünkü bellek acımasızdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf