9 Ocak 2020 Perşembe

Tanpınar'ın Beş Şehir'deki estetik arayışı

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eseri, bir çeşit Anadolu Türk İslam tarihi gibi okunabilir ve okunmalıdır. Yazar, bu beş şehir ekseninde Anadolu Türklüğünün başlangıcı olan Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Meydan Muharebesine kadar geçen süreci önemli duraklarda öne çıkan motifler eşliğinde gözler önüne seriyor. Erzurum’da Anadolu’nun kapılarını Türklere açan yazar, Konya’da Anadolu Selçuklularının iktidarını ve iktidar mücadelesini ele alıyor, Bursa’da Osmanlı’nın kuruluş dönemini bütün derinliği ve samimiyetiyle anlatıyor, İstanbul’da ise yükseliş ve yıkılışın öyküsünü Osmanlı estetiğindeki inceliklerle birlikte ele alıyor, Ankara’da ise Roma ve Bizans dönemi ile Milli Mücadele dönemini gözler önüne seriyor.

Yazar bize şehirleri tanıtmanın ötesinde şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş Türk-İslam motiflerini şiirsel bir dille betimliyor. Adeta sihirli bir kürenin başında zamanda yolculuğa çıkarak tarihin tozlu sayfaları arasında fantastik bir yolculuk yaptırıyor okuyucuya. Cümleler dilimizde rüzgârla dans eden birer uçan halıya dönüşüyor. Yaşayan kentleri anlatmak yerine belleklerimizden silinen şehirleri anlatıyor. Bunu yaparken baktığı her şeyi maziden kopup gelen bir zarafetle görüyor ve onda maziye ait ama bizde de ruhen mevcut bir sırra erişiyor.

Kadim kültürümüzün önemli bir parçası olan sohbet, kitapta kendine yer buluyor. Peygamber Efendimiz, İslam dinini tebliğ ederken ve daha sonraki süreçte önemli kararları alırken musahabeden faydalanmış, Türk devletleri kurultay veya divan gibi teşkilatlarda önemli kararları musahabe ile almıştır. Ayrıca toplumsal yaşantımızda da sohbetin vazgeçilmez bir yeri vardır. Uzun kış gecelerinde sıcak soba ve çay eşliğinde doyumsuz sohbetler yapan ceddimiz bu sayede pek çok müşkülü çözerken toplumsal barışı da sağlamamıştır. Yazar da eserini bir sohbet üslubuyla oluştururken bulunduğu şehirlerdeki -özellikle Erzurum’da- sohbetlerinden de ayrıntılı olarak bahsediyor.

Yazar Anadolu’nun sırrını şiirde, müzikte, türküde, mimaride buluyor. “Yemen türküsü ile ona benzeyen türküler Anadolu’nun iç romanını yaparlar.” diyerek, Anadolu insanının bütün acılarını, kaygılarını, korkularını hülasa varoluş sancılarını bir cümleyle betimliyor.

Ankara, iki uzak tarihin ortasında kalmış bir cumhuriyet şehridir Tanpınar’a göre. Bir yanda Roma ve Bizans mimarisi bir yanda Selçuklu ve Saltuklulara ait Türk mimarisi iç içe geçmiş gibidir. Hacı Bayram Veli Camii’nin bir Roma yapısının yanı başında bulunuşuna dikkat çekiyor yazar. Ankara’ya dair notlarında Selçuklulardan kısaca bahsederken daha ziyade Milli Mücadele ekseninde bir Ankara portresi çiziyor. Burada esas dikkat çeken unsur diğer şehirlere nazaran Ankara’nın anlatıldığı bölümün daha ruhsuz görünmesidir. Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın Türk-İslam estetiğinden nispeten daha az nasiplenmiş olması yatar. Ayrıca yazar Ankara’nın görüntüsüne dair: “Ankara, İstiklal Mücadelesi yıllarından bütün mazisini yıkarak çıkmış denebilir.” diyerek şehirdeki ruhsuzluğun biraz da bu sebeple olduğunu belirtir. Ayrıca, Ankara Kalesi Selçuklu sultanları ve vezirleri arasındaki iktidar mücadelelerinin en kanlı olaylarına sahne olurken Yıldırım Bayezit Timur’a karşı Ankara Ovasında yenildi ve Osmanlı tarihinin en hazin olaylarından biri yaşandı. İşte bu gibi sebeplerden ötürü Ankara’dan bahsederken kullanılan dilin kuru olması bir parça anlaşılabilir sanıyorum.

Erzurum’la ilgili bölümde karşımıza Binbir gece Masalları'ndan çıkmış mistik bir Doğu şehri çıkıyor. Mazisiyle birlikte yaşamaya devam eden bir şehir Erzurum. Musiki bu bölümde önemli bir yer tutuyor. Çoban türküleri, gurbet türküleri, uzun havalar karlı Erzurum yaylalarından esen yeller gibi kapı ve pencerelerden hayatlara giriyor.

Malazgirt Meydan Zaferi’yle Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Alparslan ve Milli Mücadele’nin ilk kongresini Erzurum’da yaparak kurtuluş hareketini bir anlamda Erzurum’dan başlatan Atatürk arasında bir ilişki de kuruyor yazar.

Erzurum daha çok uzun kış gecelerinde sıcak soba ve semaver çayı eşliğinde sabahlara kadar uzayan sohbetlerle, eşkıya ve halk hikâyeleriyle yer ediyor yazarın zihninde. İran’dan Trabzon’a giden ticaret kervanlarının uğrak yeri olan şehir, yüzlerce yıl boyunca mamur oluşunu buna borçludur. Ticaret yollarının değişimi şehrin de kaderini değiştirmiştir. Ancak Erzurum’a esas yıkıcı etkiyi Rus ve Ermeni saldırıları yapacaktır.

Kitabın Konya’ya dair bölümünde acıklı bir Anadolu Selçukluları tarihi okuyoruz. Gerek sultanların gerekse vezirlerin aralarında yaşanan iktidar mücadelelerinden nasibini alıyor Konya. Yazarın Konya’ya dair esas üzerinde durduğu unsur ise tasavvuftur. Hem Sünni akideye uygun hem de Sünni akideye aykırı pek çok tarikatın bu dönem siyasetinde etkin rol oynadıklarından bahsediyor.

Yazar Konya’yı Mevlana ve şiirle birlikte anıyor. Mevlana ile Yunus’u kıyasladığı bir bölümde Yunus’un dilinin çok daha kuru olduğunu söylüyor. Mevlana’daki anlam derinliğini belirttikten sonra “Yunus’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak geliyor.” diyerek Yunus’taki açıklığı dile getiriyor.

Bursa en çok sudur yazara göre. Kuruluş devrinin bütün samimiyeti ve derinliği Bursa’da görülebilir. Yeşilin ve suyun raksı her devirde seyredilir Bursa’da. Bursa biraz da aşktır. Orhan Bey ve Nilüfer Hatun arasındaki aşk, Abdurrahman Gazi’ye kalenin anahtarını veren Bizans güzeli Bursa’yı ve kuruluş devrini aşkla özdeşleştiriyor. Yazar Bursa ve aşk arasındaki ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.

Kitabın önemli bir kısmını İstanbul’a ayırıyor yazar. Şüphesiz bu durum İstanbul’un izleğimizdeki yerinin daha geniş olmasıyla ilgilidir. Diğer şehirleri derli toplu bir şekilde anlatan yazar, İstanbul faslında önce daldan dala atlıyor daha sonra sistemli bir bütün oluşturuyor. Bu da kuşkusuz İstanbul’un alınması zor, yüksek ve sağlam surların ardındaki bir şehir gibi anlatılmasının da zor olmasıyla ilgili bir durumdur.

Önce kişisel hatıralar ve eski mahallelerle Osmanlı mimarisini anlatan yazar ardından selâtin camilerden, köşklerden, yalılardan, köşe adını verdiği mezar ve çeşmelerden yangınlardan ve yangın sonrası yağmalardan, kahve kültürü ve Beyoğlu gecelerinden uzun uzun bahsediyor. Özellikle XVII. yüzyıl mimarisinin estetik zevk itibariyle özgün ve üstün olduğunun altını çiziyor. İstanbul yazar için Osmanlı estetiğidir. Yazar anlattığı her ayrıntıda estetik bir incelik bulmaya çalışıyor. Yazar İstanbul’u anlatırken okuyucuda bir girdap hissi uyandırıyor. Her isim, her figür, her motif tekrar tekrar iç içe giriyor. Bu durumu izah ederken geçmiş zamanın insanı bir kuyu gibi içine çektiğini söylüyor. Yine geçmişe dair motiflerle ilgili olarak: “Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluktur.” diyerek bütün bu eserlere esas büyüklüğünü veren şeyin Osmanlı’yı oluşturan bütünlük hissi olduğunu vurguluyor.

Tanpınar’ın dili bütün bir imparatorluk dilidir. Onun dilini anlamak için bütün eserlerini Osmanlı’yı oluşturan dinamikleri göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu gibi süslü, yoğun, kapalı ve asil bir dil oluşturur Tanpınar. Onun eserlerini sadeleştirmek bütün büyüsünü bozmak demektir. Onun dilinden zevk almak için bütün bir imparatorluğun estetiğine hâkim olmak gerekir. Sadece şu ifadeler bile ne demek istediğimizi izaha kâfi gelir: “Çünkü bu daüssılanın kendisi başlı başına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bugünü yaşamamız kabildir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder