2 Mayıs 2023 Salı

Toprakta büyür insan

Yeni kitaplar keşfetmek her zaman bana heyecan vermiştir. Yeni yazarlar okumak, insanın edebi zevkinin çeşitliliğini artırır, derinleştirir. Çoğu zaman sahici okurları heyecana sevk eder, mutluluğuna mutluluk katar. Kitaplar, her şeyden önce insanı mutlu eden çok nadide bir uğraş, bir zevk, bir ilgi alanı olmalıdır diye düşünüyorum. Burada, bu ilgi alanında yeni hayatlar gizlenmiştir. Yeni ufuklar belirmiştir. Yeni insanlar, toplumlar, coğrafyalar, diller, sözler, sözcükler bu kitaplar ve bu yazarlar sayesinde gün yüzüne çıkmış, biz okurların duygudaşlık hislerini pekiştirmiştir. Pekiştirmeye de devam edecektir.

Ben de bu heyecanla oturdum yine bilgisayarın başına. Yeni bir yazarı keşfetmenin, yeni bir kitabı okumanın heyecanıyla günüme lezzet kattım adeta.

Genç bir yazar var karşımızda. Kerem Bakırcı. Kısa bir Özgeçmişi de buraya serptikten sonra kitap incelemesine geçebiliriz. Kerem Bakırcı; 1987 yılında Diyarbakır’ın Hazro ilçesinde doğdu. İnönü Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Öyküleri 2014 yılından bu yana kitap-lık, Varlık, Öykü Gazetesi, Sarnıç, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, Karahindiba, Masa gibi çeşitli dergilerde ve Galapera Fanzin'de yayımlanmış. Şimdilik bu kadarını biliyoruz. Yazar şu an ne yapmaktadır, yeni kitabı gelecek midir, diye de sormadan edemedim. Umarım tez zamanda kendisini yeni kitabıyla sahada görürüz.

"Toprakta Büyür mü İnsan?" üç bölümden oluşuyor. Bu üç bölümün içinde toplam on beş öykü yer almaktadır. Bazı öyküler yarım sayfa bazı öyküler de sekiz sayfa. Ama kısalığının ya da uzunluğunun bir önemi olmaksızın; bu öykülerin ortak noktası: hayatın içinden bize seslenmeleridir. Aynı derinlikte aynı özenli dilde bize bir gerçeği anlatmaktadır. Doğu Anadolu’nun ya da Güneydoğu Anadolu’nun herhangi bir köyüne, mezrasına, ilçesine, şehrine gittiğinizde bu öykülerle aynı konuyu taşıyan binlerce gerçek öyküyle karşılaşırsınız. Bugün her Anadolu evladı “Oy havar” seslenişini derinden hisseder. Çünkü muhakkak o acılı cümleye bir kere maruz kalmıştır. O acıyı derinden hissetmiştir.

Ölüm Kokan Boşluk” belki de yüzyıllık bir rüyayı anlatır. Ataerkil zihniyetin olmadığı, kadınların erkeklerle eşit olduğu, hatta bir nebze anaerkil düşüncenin hakim olduğu bir atmosferde kulağımıza bir şeyler fısıldar. Pek de mümkün olmayan, ya da olsa bile uzun zaman alacak bir fikirdir burada işlenen. Bir isyanın çığlığı ve haklı davası bizi burada karşılar.

Birinci bölüm farklı konuların işlendiği, kısa hikayelerin anlatıldığı bölümdür. Ama dil ve derinlik bu hikayelerde bize sonraki bölümlerde olacakların habercisidir. Dilin egemenliğinden ve olayların sahiciliğinden bahsediyorum. İkinci bölümdeki bütün hikayeler birbiriyle bağlantılıdır. Burada merakı canlı tutar yazar. Sonraki hikayelerde ne olacağını tahmin etmeye çalışmadan ters köşe oluyor okur. Bu bölümde yine saf duyguların önde olduğu, anlatılmak istenenin alenen anlatıldığı, lafı eğip bükmeden konunun aktığı bir atmosferde buluyoruz kendimizi. Mesela orada; “Pus çöktü”, “Dikkat et” diyen de hepimizin annesi değil mi, ayrıca teslimiyetin ve endişenin ilk belirtileri değil mi? Hikayenin başlangıcında bir gerilim hisseden sadece kahraman değildir. Bu gerilimle beraber sonrasında devam eden arkadaşlıklar, sürekli hikayeye eşlik eden puslu atmosfer , bundan on beş sene önce mahallelerde olan arkadaşlık duygusunu en belirgin halinin ifadesidir. Sonu korkunç olsa da hikaye kendi içindeki akışı bizi eskilere geri götürüyor. Gözlerinizin dolması eskilerin samimiyetinden, aralarındaki ilişkilerden geliyor. Gözlerinizin dolması da o ilişkilerdeki karanlık tarafın yüzünüze indirdiği tokadın acısını hissetmenizden geliyor.

Yazarın hayatından da izler taşıdığını ikinci bölümde Kerem karakterinden anlıyoruz. Piç Murat, Kerem, Macit, Pışo Meheme, Zozan, Reco karakterlerin dünyasına ikinci bölümde misafir oluyoruz. Bu bölümdeki hikayeler, bu arkadaşların hazin bir aşk hikayesinin etrafında yaşadıklarını anlatıyor. Ve belki de bu bölümdeki hikayelerin en can alıcı yeri şu cümlede beliriyor: “… hüzne boğulduğunu saklamak için güler insan.” Bu cümlede, kendi toprağımda olanları ve çocukluğumu şekillendiren benzer duyguları ve acıları görüyorum. Bu cümlede ne çok sır, hayat, öfke, hayal kırıklığı saklı. Bunun için aslında kitabın en can alıcı kısmı ikinci bölümdür. Benim için. Karanlık havaya rağmen benim en çok sevdiğim bölüm diyebilirim. Mesela: “Eskiler ‘ölü meyvesi’ der alıca. Çocuklar mezara dalıp da zarar vermesin diye. İçindeki sert çekirdeği ölünün kemiği, dışında yenilen yumuşak kısmı ise etinden olur derler (s.31)

Buna benzer hikayeler Anadolu’nun çoğu yerinde anlatılıyordu. Bu gibi hikayelerle bir nesil büyüdü. Bu gibi hikayeler bir neslin sohbet konusu oldu. Korkuları, merakları, inanışları böyle hikayelerle şekillendi. Zaten aşk hikayesinin sonunu da "Alıç Ağacının Bedduası" belirliyor. Bu hikaye gerçek oluyor.

Üçüncü bölümdeki hikayeler birbirinden bağımsız hikayelerden oluşuyor. Yine hayattın içinden bize sesleniyor. Karakterler bizden, olayları hayatımızın içinden. “Kel Tepe’den Uzayan Gölge” deki Haris ve Salih bizim köylerin ortak değerleridir. Göz önünde olan ve hep söz konusu olan iki karakter. “Düş Artıkları” fazla sitemli ama gönümüz dünyasının gerçekleri. “Buhran” da anlatılan belki kitabın en çok düşündürücü kısmı. Ve de fazla şehirli. Günümüzdeki bir nebze entelektüel buhranların anlatıldığı hikayedir.

Bu park hoşuma gitmiyor değil. Mevsimler ve insanların ve onlarla beraber düşüncelerin ve düşüncelerden arta kalan kırıntıların ve yüreklerdeki çarpıntıların tezahürlerini buradan izler oldum. Yaşamak, can sıkıntısından da öte bir sıkıntı denizinde boğulmak mı ? (s.61)

Bu hikayede anlatılanlar taşra insanın dünyasından biraz uzak diyebiliriz. Onlar henüz kendi dünyasında boğulacak kadar sıkışıp, kalmamışlar.

Susarak düşüncelere dalmak, kendi içimde yolculuğa çıkmama yardımcı oluyor. Kimsenin kimseyi anlamadığı bu dünyada gerekli bir şeymiş gibi geliyor bana (s.61)

Fazla şehirli ve düşün dünyası geniş olan şehirli insanın hali değil mi? Bu hikaye bir geçiş evresinin anlatıyor, ‘Toprakta büyütüyor’ insanı, kendi toprağında. Şehirde ya da taşrada. Çoğu kişiden bunu görebiliyoruz.

Bu kısa ama etkileyici kitaba dair çok şey yazılabilir ve yazılmalıdır da. Kısa ve etkileyici bir kitap ne kadar sarsıcı olabiliyorsa o kadar sarsıcı o kadar derinlikli. Belki de beni bana anlattığı içindir, bilmiyorum, ama bu kitabı okuyan her insan durup geçmişi sorgular ve başka hayatların, insanların dünyasında kendini kaptırmış bulur. Yazarın ilk kitabı olmasına rağmen usta bir kalemin elinden yazılmış hikayelerden eksiği yok. Dile hakimiyeti mest ediyor. Anadili gibi bir ustalıkla işliyor kelimeleri. Bir gün hakkettiği ilgiyi görür umarım. Ve ilerde edebiyatı -iyi edebiyatı- belirleyen birkaç kişiden biri olmasını diliyorum. Bir sonraki kitabını da sabırsızlıkla bekliyorum. İyi edebiyatla kalın !

Doğan Yalçın
dgnylcn49@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder