Sebastian Haffner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sebastian Haffner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ağustos 2019 Salı

Sıra dışı bir Adolf Hitler portresi

"Sadece bir şeyden anlarım:
dövmek, dövmek ve yine dövmek."
- Adolf Hitler, 30 Ocak 1945

"Sadece güçle sahibi olduğunuz hiçbir şeyin gerçekten sahibi olamazsınız!"
- Oliver Cromwell (1599-1658)

Bir Alman'ın Hikâyesi'yle 1914-1933 yılları arasındaki hatırladıklarına götürmüştü bizi Sebastian Haffner. Nazilerin 'aslında' ne kadar göstere göstere geldiklerini ama bunun ne derece sinsi operasyonlarla gerçekleştiğini tüm doğallığıyla anlatmıştı. Neresinden bakılırsa bakılsın ortada bir karmaşıklık vardı ve bu karmaşıklık faşizme yarıyordu. Şiddet ve nefret halk tarafında da karşılığını bulmuştu üstelik. Neticede zorla değil, seçimle gelmişlerdi başa. Hem de halkın yoğun arzusuyla. "Yetti artık" dedirterek.

Siyasî ve tarihî hadiseleri anlatmak için ustaca bir bakış gerekiyor elbette ancak doğallık kadar insanı etkileyeni de yok hiç şüphesiz. Bu yalnız üslupla ve kolay okunabilirlikle ölçülebilen bir şey de değil. Anlatılanın, anlatılma sırasındaki abartısızlığı -hele ki anlatılan dünyanın en sarsıcı zamanlarına dairse- okuyucu tarafında sonradan uyanan bir yankı bırakıyor. Mesela okuyucu kitabı kapattığında "ya hu o kadar tarih kitabı okursun şuncacık kitabın tadını bırakmaz" diyebiliyor. "Yok ya hu olur mu öyle şey?" diye düşünmeye başlayacakken Avrupa'nn kanına girer faşizm. Hitler Üzerine Notlar'da Haffner bu kez yorum gücünü de gösteriyor.

Hitler'in nasıl bir hayatı vardı, hangi icraatları gerçekleştirdi, başarıları arasında gösterilecek neler yaptı, hangi konularda yanıldı, hatalı ve suçlu olduğu meseleler nelerdi, hıyanet denebilecek hangi eylemleri emretmişti... Tüm bu konuları soru sormadan, bunca yıldır kafalarda -zaten- cevap bekleyen soruları düşünerek ilerleyen ve sanıldığının aksine biyografik olmayan bir kitap Hitler Üzerine Notlar. Üçüncü Reich ve Nasyonal Sosyalizm dönemlerine dair özgün eserler üretmiş, dünyanın birçok yerinde konferanslar düzenlemiş olan Guido Knopp, Haffner Üzerine Notlar başlıklı önsözünde kitabın öyküsünü şöyle anlatıyor: "Bu kitap asrın teması Hitler’le benim kişisel ilişkim açısından da belirleyici bir öneme sahiptir. 1978’de, büyüdüğüm şehir Aschaffenburg’da benim çağrımla toplanan “Bugünden bakınca Hitler” kongresinin ilham kaynağıdır. Haffner, yetkin Hitler araştırmacıları ve yazarlarını davet ettiğim bu uluslararası katılımlı söz yarışının kapanışındaki televizyon tartışmasında parıltısıyla kendini göstermişti. İşte bu yüzden Hitler Üzerine Notlar’ın hemen bu programın ardından çok satan bir eser haline gelmesinden biraz da gurur duyuyorum. Kongrenin kapanış toplantısında bir Hitler dalgasının söz konusu olmadığını söylemişti Haffner: “Benim kitabım da arzu ettiğim gibi satılmıyor.” İki hafta sonra kitap, çok satanlar listesinin zirvesine yerleşmişti."

Hitler'in başarıları arasında neler sayılabilir? Haffner bilhassa iç ve dış siyasetteki başarılı hamlelerinin yanı sıra askerî alanda da gayet önemli bir komutan olduğundan bahsediyor Hitler'in. Komutanlığın ne olduğunu bildiğini söylüyor. Churchill, Roosevelt ve Stalin'le karşılaştırıldığında askerî alanda çıkardığı işler hiç de fena sayılamayacak işlerdi. Bir şansı da çevresindeki generallerin zeki olmasıydı. Mesela, panzerlerden bağımsız bir silah olarak faydalanma fikri Heinz Guderian'a, Fransa saldırısının stratejik planı Erich von Manstein'a aitti. Haffner, "Hitler olmasaydı ne Guderian ne de Manstein ordunun kendilerinden çok daha kıdemli, geleneklere adeta kutsiyet atfedercesine bağlı ve burnu havada subaylarına fikirlerini kabul ettiremezlerdi" diyor. Bu durumda Hitler'in, kendinden başka kimsenin fikirlerine önem vermeme hallerinin her zaman olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü generallerin sunduğu planların ve fikirlerin tasdik edicisi Hitler'di. Diğer yandan onun emirleri, asla sorgulanamazdı. Eva Braun'un eniştesi Fegelein sığınak sakinlerinden biriydi ve Hitler'in intihar etmesinden iki gün önce (28 Nisan 1945) kaçmaya kalkıştığında derhal bulunup geri getirilmesi, ardından da kurşuna dizilmesi emredilmişti. Bu emir sorgusuz sualsiz, derhal yerine getirildi. Şu detaya da Haffner dikkatleri çekiyor: "Savaşın son dört senesinin başarısız Hitler'i, önceki senelerin başarılı Hitler'inden farklı değildir; Führer'in ilaç kullandığı, uyku sorunları yaşadığı ve zaman zaman kolunun titrediği doğrudur, ama bunların hiçbiri onun düşündüklerini hayata geçirme iradesini ve gücünü bir nebze olsun etkilememiştir. Hitler'in savaşın son yıllarında sadece eski hâlinin bir gölgesinden ibaret, acınası bir insan hurdası olduğu tamamen abartılıdır. Hitler'in, öncesindeki on iki senelik muazzam başarı döneminin ardından gelen, 1941-1945 yılları arasındaki feci başarısızlığı ne bedenî ne de ruhî çöküşle açıklanabilir."

Haffner'e göre Hitler'in yanılgıları arasında en önemlisi, Yahudilerin dini bir cemaat olmadıkları görüşüydü. Konuşmalarında neredeyse alışkanlık hâline getirecek kadar "mukadderat" ve "her şeye Kadir Tanrı" kelimelerini kullanması onun inançsız olmadığı gösteriyordu. Ama bu kelimelerden ne anladığı kocaman bir muammaydı. Onun Yahudi komplosunu sadece bir yanılgı olarak görmüyor yazar elbette, "paranoyak bir cinnet" şeklinde değerlendiriyor. Yahudilerin büyük bir kısmı aşağı yukarı yüz senedir asimilasyonlarla, din değiştirmelerle, izdivaçlarla kimliklerinden bilinçli olarak vazgeçmelerine rağmen yaşadıkları ülkenin bir parçası oluyorlardı ve bunu yaparken başka hiçbir ülkede Almanya'daki kadar inançlı, tutkulu, sadık değillerdi: "Yahudiler gerçekte cemaat olarak tam bir krizdeydiler, bundan önce hiç olmadığı kadar zayıf düşmüşlerdi ve kısmen artık çözülme aşamasındaydılar ki korkunç darbeyle sarsıldılar. Bilindiği gibi kasabın bıçağını yalayan koyunlar gibi gittiler mezbahalarına ve sözüm ona ejderha avcısı, kendisini savunmaktan aciz kurbanlarını öldürdü."

Mağlup ve dolayısıyla barışa hazır Fransa'ya karşı elde ettiği zaferi kullanamamıştı Hitler. Barışa hiç hazır olmayan İngiltere'ye götürdüğü teklif de büyük bir siyasi hataydı. "Hitler literatüründe bu korkunç hatanın üzerinde bugün dahi yeterince durulmaması gerçekten çok tuhaftır" diyor Haffner.  Ona göre Hitler'in eline geçen şansları heba ettiği 1940 yılı, onun güçlü yanlarını ve zafiyetlerini doğru şekilde değerlendirmek için en önemli sene. "Yıldırım hızıyla" ve "gözünü kırpmadan" gibi deyimleri çok seven Führer, ziyan ettiği imkânlara rağmen toparlanabiliyordu. Haffner'e göre bunun sebebi siyasi ve askeri yeteneklerin az bulunur biçimde Hitler'de toplanmasıydı. Zaafları ise apaçıktı: umulmayan programları, öngörülmeyen tehlikeleri sezemiyordu. Gaddarlık konusunda yarışabileceği Stalin'den bu yönüyle ayrılıyordu çünkü "Stalin etrafındaki gerçekliği her zaman son derece uyanık bakışlarla izlerdi, halbuki Hitler dağları devirebileceğine inanıyordu."

1945'te, yani 'rüyanın bittiği' senede Almanya'da ayakta kalmış her şeyi havaya uçurma ve Almanların elinden her türlü hayatta kalma imkânını alma emrini vermiş bir karakter Hitler. Kendi hatalarından ve gaddarlığından kendi ulusunu sorumlu tutan, en radikal kararlar alma özelliğini halka ansızın döndüren, ismini tarihe yazdırma formülü olarak en korkunç eylemleri tercih eden bir tip. Haffner, Hitler'in hep iki hedefi olduğunu söylüyor: Almanya'nın Avrupa üzerinde kusursuz bir hâkimiyet kurması ve Yahudilerin özellikle Almanlara yakın her yerden yok edilmesi. İlk hedefi tutmayınca 'yıldırım hızıyla' ikincisine yönelmişti ve "Yahudi sorununun nihai çözümü"ne dair emrini 'gözünü kırpmadan' vermişti: Alman ordusu oyalama savaşını sürdürürken insan yüklü trenler her gün yok etme kamplarına varacaktı. Siyasi ve askeri alanda dünyaya nefes aldırmayan bu cani, şimdi de kendi ürettiği 'ceza'larla nefesini kesecekti insanlığın: "Hitler kimseye zararı olmayan sayısız insanı öldürmüştü, askeri ya da siyasi bir amaçla değil sadece kişisel tatmini için. Bu yüzden İskender ve Napolyon'la aynı kefeye konamaz, o kadın katili Kürten ve erkek çocukları öldürüp cesetlerini parçalayan seri katil Haarmann'la aynı kategoride telakki edilmelidir, tek fark bu canilerin el emeğiyle gerçekleştirdiği cürümleri Hitler'in fabrika düzeni içerisinde işlemesiydi, bu yüzden onun kurbanları düzinelerle ya da yüzlerle değil ancak milyonlarla sayılabiliyordu. Hitler de basbayağı bir seri katildi."

Almanya'daki hastaların kitleler halinde öldürülmesi ve dolayısıyla iki yıl içinde 100.000 Alman 'faydasız yiyici' resmi yollardan yok edilmesi, aynı yıl (1939) Almanya'daki 25.000 çingeneden sadece 5000'inin hayatta kalması, Polonya'daki muharebelerin sonunda üçüncü kitlesel katliam olarak Polonya'nın aydınlarının ve yöneticilerinin beş sene oyunca katledilmesi, iki ila üç sene boyunca işgal altında tutulmuş Rus topraklarında uygulanan Alman politikası (lider tabanın tasfiyesi, geri kalan kitlenin elinden bütün haklarının alınması ve bu insanların köleleştirilmesi), Yahudi soykırımı, Hitler'in suçları arasında yer alıyor.

Haffner, Hitler'in hıyanetini anlatmaya çok ilginç bir detayla başlıyor. Onun dört ila altı milyon Yahudi'nin canına mal olan yok etme denemesi hayatta kalanlara bir devlet kurmak için gerekli olan enerjiyi vermişti. "Yahudiler neredeyse iki bin senedir ilk kez, Hitler'den beri, tekrar kendi devletlerine sahipler - gururlu ve saygın bir devlet. Hitler olmasaydı İsrail de olmazdı" diyor. Hitler'in Almanya'yı sevip sevmediğini sorgularken, onun Almanya'yı kendisi için bir enstrüman olarak kullandığını söylüyor. Almanlar, Hitler için seçilmiş bir ulustu hiç şüphesiz. "Almanlar Hitler'i sadece bir iktidar olarak ilgilendirdi" söylemi bu anlamda kuşkusuz doğru. Bu hırslı ve tutkulu ulus Hitler'in ihtiraslarıyla lanetli bir toprağa dönüştü. "Hitler, Derby'i kazanmayı beceremediği için en iyi atının ölene kadar dövülmesini emreden, hayal kırıklığına uğramış ve hiddetli bir eküri sahibi gibi hareket etti" diyor Haffner. Peki son hedefi neydi Hitler'in? Almanya'nın yok edilmesi. Ortada hiçbir şeyin kalmaması. Çünkü başarısız olduğunu kabul etmek Hitler için namussuzlukla, şerefsizlikle aynı kapıya çıkıyordu.

İyi olan, Hitler'in intiharından yıllar sonra Almanya'da kimsenin onu kendine referans göstermemesi ve onun çizgisini devam ettirmemesi. Haffner'in dediği gibi bunu yapacak olanın en ufak bir şansı dahi olmayacaktır dünya siyaset sahnesinde. "Kötü olansa" diyor yazar, "birçok Almanın Hitler'den sonra vatansever olmaya cesaret edemiyor olmasıdır. Çünkü Alman tarihi Hitler'le bitmemiştir. Bunun aksine inanan ve bu nedenle sevinç duyanlar ise bu şekilde Hitler'in son arzusuna ne kadar uygun davrandıklarını bilmiyorlar."

Adolf Hitler'e dair sayısız kitap yazıldı. Tüm teferruatıyla anlatan da var, hep yazılanları tekrar eden de. Ama bu kısa portre, şimdiye dek okuduklarım arasında en sıra dışı olanıydı. Haffner'in düşünce biçimi ve üslubu bunun başlıca sebebi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Şubat 2019 Salı

Faşizmin sıradanlığı

"Alman halkının ezici bir çoğunluğu Hitler'e inanıyordu - hatta Rusya'ya saldırdıktan ve korkulduğu gibi iki cephede de savaşmaya başladıktan, ABD savaşa girdikten, Stalingrad yenilgisinden, İtalya savaştan çekildikten ve Fransa çıkartmalarından sonra bile. Bu ezici çoğunluğa karşı, ulusal ve ahlaki felaketin tamamen farkında olan, sayısı bilinmeyen tek tek insanlar vardı; ara sıra tanıdık çıktıkları ve birbirlerine güvendikleri oluyordu, arkadaşlık kuruyor ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı, ama kimsenin isyan planları yaptığı veya isyana niyetlendiği yoktu.”
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı

Tarihçiler, ele aldıkları konuların gerçekle olan irtibatını vurgulamak için güzel bir anlatım kurmaktan vazgeçerler. Çoğu zaman bunu beceremediklerinden hiç uğraşmazlar bile. Ele aldıkları konu I. Dünya Savaşı'ysa, ona kitlenirler. Kroonolojik bir okuma. Evet belki genelleme yapıyorum ama maalesef durum bu. Şöyle su gibi giden, meselelerin sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da okurken yaşayacağımız bir kitap çıkmaz kolay kolay tarihçilerden. Bu sebeple bir tarihçinin edebiyatla, sosyolojiyle, psikolojiyle olan irtibatı eserlerinin hem sarsıcılığı hem de kalıcılığı açısından önemlidir. Merhum Halil İnalcık da talebelerini bu konuda defalarca ikaz etmiştir. Tarihî bilgiye sadık kalmak, anlatımı güzelleştirmeye ve derinleştirmeye engel değildir.

Tarihi romanların bir çoğundaysa gerçekle bağ aramak için sayfalarca sabretmemiz gerekir. Bazen kuru ve yavan, bazense abartılı ve coşkulu bir anlatım peşinde gerçeği arar dururuz. "Acaba?" ile biter böyle kitaplar. Anlatılanlar ne kadar doğru, yazar tarihi ne kadar ciddiye alıyor, bu meselelerin arka yüzünde neler vardı ve hangileri saklandı diye düşünmemek mümkün olmaz bu tip romanlarda.

Peki otobiyografik bir kitaptan, yani anılardan neler bekleriz? Mümkün mertebe hedef küçültürüz. Göreceklerimiz yazarın anlattığı kadarıyla sınırlıdır. Sürprizler olacaktır illa ama gerilim, stres, tansiyon pek aranmaz. Genelde duygu bol, hüzün sık, şahsî yaralarla süslü metinler bekler bizi. Bunlar elbette eserin değerini düşürmez. Ama insanlar otobiyografik eser okumaktan da biraz bu sebepler yüzünden kaçarlar. Halbuki her metin, yazarının hayal ve düşünce dünyası etrafında sınırlı değil midir? Şiir bile öyle.

Çok uzattım ama Sebastian Haffner, bu uzatmaya değecek bir eser kaleme almış yıllar evvel. Oliver Pretzel, babasının yazdıklarına ancak 1999 yılında ulaşabilmiş, ölümünden sonra evi boşaltılırken. Eğitimli, sıradan bir Alman olan Haffner, 1938'de İngiltere'ye iltica ettikten sonra yazmaya başlamış eserlerini. Bir Alman'ın Hikâyesi, 1939'da yazılmış. Hitler Hakkında Değinmeler kitabı zamanında büyük ilgi görmüş. Yazdığı tarih kitapları, sıradan bir insanın meseleleri tüm basitliğiyle, yani doğallığıyla kavrayıp anlatmasına dayanıyor aslında. Bir Alman'ın Hikâyesi de bu yüzden daha ilk sayfalardan itibaren insanı sarsıyor. Okuyucu faşizmin ve Nazilerin bir ülkeyi, ardından da dünyayı 'bu kadar basit' yollarla nasıl etki altına alabildikleri karşısında ürperiyor. "İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu - bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte, nasyonal sosyalist devriminin zaferinin ruhsal temelini bu durum oluşturuyordu." diyor Haffner, bu bile yetiyor insana.

1933 seçimlerinde Nazilere karşı %56 oy çıkmıştı. Nazi devriminin tamamlanması için geriye kalan tek şey, halkın sahiden de güvendiği bu %56'lık oyu alan partilerin liderlerinin ihanet etmesiydi. Elbette o da gerçekleşti. Haffner'e göre Naziler bu ihaneti asla şova dönüştürmediler çünkü 'zaferin' değerinin düşmesini istemediler. "Bu ihanet" diyor yazar, "ilk bakışta izahı mümkün olmayan bir olgunun, korkaklardan ibaret olmadığı muhakkak olan bir büyük halkın direnç göstermeden bu yüz karası kepazeliğe teslim olmasının izahını mümkün kılar."

Haffner çocuk yaşlarındayken hemen hemen her çocukta olduğu gibi çevresinde olup biten hadiseler karşısında şaşkındır. 1914-1918, yani Birinci Dünya Savaşı'na dair gözlemlediği, aklında kalan şeylerde özellikle ekonomik krizin ve Sevr Antlaşması'nın büyük etkisi fark ediliyor. Sonrasında 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve Nazilerin ayak sesleri geliyor. Özellikle 1923 yılı Haffner'in hem yaşantısına hem de Almanya'nın vaziyetine dair kritik ayrıntılar içeriyor.
Bu ayrıntıları tarihî bir roman gibi okumak hatadır, bunu söylemeli. Zaten kitabın da böyle bir gayreti yok. Olup biten her şey, tüm hissettirdikleriyle yazılmış. Samimiyetten başka bir amaç güdülmemiş. Ancak bu samimiyet öyle bir dozda ki insan kıyımının, zihin kıyımının, toplum kıyımının her detayı anlaşılabiliyor: "O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?"

Kitabın sonunda Haffner'in oğlu Pretzel, Bir Alman'ın Hikâyesi'yle birlikte Nazilerin en sık kullandıkları "Biz hiçbir şey bilmiyorduk, verilen emirleri uyguluyorduk" cevabının da çürütülmüş olduğunu söylüyor. Bu kitapla birlikte Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı okunabilir, okunduysa yeniden okunabilir. Çünkü sıradanlık, şiddetin boyutunu hiç düşünülmeyecek kadar artırabiliyor. Unutulmaması gereken bir nokta da çocukluk yaşlarında karşılaşılan ve kafalara kazınan bazı 'mesaj'ların ileride nelere sebep olabileceği: "Kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir."

Nitekim öyle de olmuştur: "Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi 'cephede yaşananlarda' değil. Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır."

Hiç de sinsi olmadan, göstere göstere gelen bir faşizm var ortada ve okuyucu da çoğu zaman "Böyle bir şey nasıl olabilir?" sorusuna cevap arıyor yazarıyla beraber. Şu cümleler bu soruya bir cevap niteliğinde şüphesiz: "1933 Mart’ında milyonlar hâlâ mücadeleye hazırdı... Tek bir örneği bile görülmedi direniş enerjisinin, mertliğin, sağlam duruşun. Var olan sadece panik, kaçış ve döneklikti."

Hitler öncesi Almanya'da net biçimde görülen şey ciddi bir sorumluluktan kaçış ve suç ortaklığı olduğu. Haffner bu tamamlanmamış (ve tamamlansaydı Hitler ve sonraki sürecin detaylarını da öğrenebileceğimiz) kitabının sonunda tüm okuyuculara çok esaslı bir yük emanet ediyor. Bu emanetin adı da ahlak. Üstelik bunu göze sokmadan, ahlakçılık yapmadan gerçekleştiriyor. Kitabı okuduktan sonra anlatılanlar, hadiseler aklınızdan çıkabilir, unutabilirsiniz buna hiç itirazım yok diyor. "Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.” sözüyle diyeceğini demiş oluyor.

Galiba kitabın en ürküten yanı da yaşananların günümüz dünya siyasetiyle olan benzerliği. Göz göre göre olanlar ve bir yığın suçu yüklenenler ama hiçbir şeyin de farkında olmayanlar. Her yerde bu tip toplumlar yok mu? Yığınlar...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf