Adem İnce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adem İnce etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir

Bir kelimenin izini sürerek başlayalım. Kelimemiz: heybe. Kubbealtı Lügatı şöyle tarif ediyor: Yolculukta binek hayvanlarının eyerine geçirilerek iki yana sarkıtılan veya omuzda taşınan, kilim, deri, kıl veya meşinden, içine öteberi koymaya mahsus iki taraflı torba. Gün geçtikçe meşakkatli bir hâl alan okuma serüvenimizde, heybemizin ne kadar dolduğu değil, nelerle dolu olduğunun önem arz ettiğini unutmamak lâzım. Sanırım, kitap fiyatlarındaki ciddi artışlardan sonra bu konuya biraz daha dikkat edecek okurlar. Her önümüze geleni ya da her ilgimizi çekeni değil, sahiden ihtiyacımız olanı okumamız daha güvenli yollarda seyretmemizi sağlayacaktır elbette. Nitekim, 2021 yılında okuduğum en güzel kitaplardan biri olan Varoluşun Tınısı hemen her sayfasında bu hissiyatı yaşattı.

Bir kitabın alt başlığı, o kitabın hangi konuda bize fikirler verip yorumlarda bulunacağını açık eder. “Modernite ve Yaşama Sanatının Yitimi”, pazarlama diliyle konuşacak olursak hedef kitlesi belirgin bir konu. Bu kitabı sepetine ekleyip kütüphanesine kazandıran bir kimse Zygmunt Bauman’ın Yaşam Sanatı, Terry Eagleton’ın Hayatın Anlamı, Adam Phillips’in Kaçırdıklarımız, James Hollis’in Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı ve Svend Brinkmann’ın Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek adlı kitaplarını da muhtemelen daha önce okumuş, sevmiş yahut hiç değilse göz gezdirmiş, “param olunca alırım” demiş bir kimsedir. Çünkü Adem İnce’nin kitabı bir yönüyle de İsmet Özel’in Neyi Kaybettiğini Hatırla’daki şu nefis cümlelerini hatırlatıyor: “Okumayı ciddiye alan kişiler neden ‘Ne okumamı tavsiye edersiniz?’ sorusunu sormazlar? Çünkü kitaplar insanı kitaplara götürür. Kitapların kendileri zenginliklerini ve yetersizliklerini ele verirler. Okumanın rehberi okumaktır.

Modern dünyanın insana yapıp ettiği her şeyi tek bir cümlede özetlemek mümkünse, Adem İnce’ye göre bu cümle şöyle: insan tınısını yitirdi. Tını, ahenk, sadâ; bunlar ilk bakışta mûsıkîye ait kavramlar gibi görünse de insanın hem dünyayla hem de başkalarıyla kurduğu ilişkisi, hatta belki kendisiyle kurduğu ilişkiyi de en güzel ifade edebilecek kelimeler. Zira bu kelimeler hakkında düşünüp de insan duygularını bir kenara bırakmak, onun yeryüzündeki yürüyüşüne dair izahlarda bulunmamak mümkün değil. Bizim geleneğimizde insan, bir enstrümana benzetilir. Dolayısıyla türlü sebeplerle akordu bozulabilir. İşte yazarın kitabın başından sonuna dek yürüdüğü patikalar, bu akort bozumunun kaynaklarına işaret ederken aynı zamanda çözüm yollarını da olabildiğince doğal yollardan anlatıyor. İnsanın ilk akort bozumu ne zaman ve nerede gerçekleşmiştir? İnce, şöyle söylüyor: “Âdem ve Havva’nın ağaca yönelik merakları, ilahi olanın (Yaratıcı’nın vazettiğinin) haricine (aşkın olmayan / profan) bir bilgiye muttali olmayı arzulama durumuna tekabül etmektedir. Dolayısıyla tınısını dikey boyutta (ilahi olanla ilişkisinde) edinmiş olan ve mevcut tınısıyla da taltife mazhar olmuş insan, ilahi olan sınırların dışına (müteal olmayana) çıkmaya tevessül ederek ilk akort bozumu ile karşı karşıya kalmıştır.

Peki ikinci akort bozumu nedir? Orada günümüze yaklaşıyor Adem İnce; Âdem ile Havva’dan ziyade Doktor Faust’un akıbetine benzetiyor şimdinin insanını. “Modern birey, kendi elleriyle öldürdüğü Tanrı’dan geriye kalan boşluğu ve insana anlam katan dikey boyuttaki ilişkisinin yerini ne yaparsa yapsın dolduramaz” diyor. Kaygının insanı ele geçirmesi yahut özgürlüğün baş dönmesi. Keyif çıkarma üzerine kurulu, anı yaşamaktansa anı yakalamanın vazgeçilmez olduğu, sürekli putların üretildiği bir düzen. Daima yurdunu arayan ama yersiz, mekân tutsa da sükunete eremeyen yeni insanların yeni dünyası. “Bu dünya insan için gerçek anlamda bir ‘yurt’ olabilir mi?” diye soruyor yazar ve şöyle devam ediyor: “Merhum Neşet Ertaş, Yolcu türküsüne ‘Bir anadan dünyaya gelen yolcu / görünce dünyaya gönül verdin mi?’ diye sual ederek başlar. Yolcu olmak, misafir olmaktır zira; gönül vermek ise bağlanmaktır oysaki ve bağlanmak yolcu için anlamsız, garip bir ilişkiyi gündeme getirir. Nitekim bu garipliğe de atıf yaparak ozanımız türkünün sonunda terennümünü şöyle hitama erdirir: ‘Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz / dünya senin vatanın mı yurdun mu?’ İnsan için en temel suallerden birisidir bu: Dünya bizim tam olarak neyimiz olur?

Bu soruyu cevaplandırmak için hepimizin yitirdiği şeylere dönüp bakması gerekiyor, tabi nelerin yitirildiği biliniyorsa. İşte şimdi bizi boşluğa düşürecek derken yazar merhamet ediyor ve sıralıyor: Varlıkla olan ilişkini yitirdin. Mahremiyetini ve mesafeni yitirdin. Güzelin ancak güzelden sadır olduğu bilgisini yitirdin. Kendini gerçekleştirme rüzgârına fazla kapılıp şahsiyet meseleni yitirdin. Bir türlü eğitemeyen eğitimle hem zamanını hem zihnini yitirdin. Şifalı meşguliyetler yerine işkolikler ordusuna katılıp ruhunun temel yakıtlarından biri olan sükûneti yitirdin. “Bir gerçeğe bel bağladım erenler” türküsüne burun kıvırdın; hem ârifi hem de irfânı yitirdin. Tam da burada bir anekdot paylaşmak isterim. 2008 yılında düzenlenen Modern Çağ ve İbn Arabî Uluslararası Sempozyumu’nda Mahmud Erol Kılıç hoca, şöyle demişti kürsüde: “Yüksek irfan, kabul edileceği yere doğru akar. Kabul edicilerin, alıcıların uygun olmadığı yerde kendini setreder, örter.

Örtüyü nasıl kaldıracağız? Adem İnce’nin önerileri arasında, zaman zaman acaba çözüm olabilir mi diye düşündüğüm bir öneriyle karşılaşınca, pek sevinmiştim. Bugün asgari yaşam şartlarını temin etmekle boğuşan bizler için ne derece önem teşkil eder bilmiyorum ama yazmaktan geri durmak da istemiyorum: Asr suresini bol bol okumalı ve Allah’ın boyası ile boyanmayı niyaz etmeliyiz. İşin en acısı, dua etmenin Allah’ın en sevdiği ibadet olduğu bilgisini de yitirdik. Kula acizliğini hatırlatan duaya sığınmanın güzelliğini yitirdik. Hadi tembellik demeyelim ama bir isteksizlik var, böylece istemeyi de yitirdik. Faust’un “Fani göğsünü yıka ve işe koyul” öğüdüyle bitiyor kitap. Bendeniz bu öğüde Atâullah İskenderî’nin Hikemü’l-Atâiyye'sinden bir sual ekleyeyim: “Sen kendi nefsinin âdetlerini değiştirmeyince, senin için âdetler nasıl değiştirilebilir?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Düşüncede devamlılık sorunu (II)

“Düşünmek evvela düşünceleri düşünmek, sonra da onların tesirinden kurtulmaktır.”
- Cemil Meriç, Kırk Ambar, Cilt 2, Lehçe-t-ül Hakayık

Bu blogda Fuad Sezgin’in Buhârî’nin Kaynakları adlı eserine dair bir yazım bulunuyor. Orada kronik bir sorunumuzdan bahsetmiştim: Düşüncede devamlılık sorunu… O yazıda düşüncede devamsızlığı, süreksizliği meleke hâline getirişimizden; düşünen ve üreten insanı da etkisizleştirmeyi görev telakki edişimizden dem vurmuştum. Bu yazı da aynı istikamette olacak. Devamlılık sağlasın diye!

Bizim iyi yetişmiş insanla sorunumuz var. Üstelik tek değil çift yönlü. Öncelikli sorunumuz yetiştirme noktasında. Donanımlı birey yetiştirmiyoruz. Öyle bir amacımız yok. Zira başka ‘hayati’ önceliklerimiz var. İkincisi, hasbelkader kendini yetiştirmiş insanla sorunluyuz. Yetiştirmeye katkı sunmamak yetmiyor bize. Biz müdahale edemeden yetişene müdahil oluyoruz. Önce dikkate almıyoruz, görmezden geliyoruz, önüne taş koyuyoruz. Baktık olmuyor bir yolunu bulup aşağı çekiyoruz. Çünkü, nasıl ki iyi insan yetiştirme gibi bir amacımız yoksa, iyi yetişmiş insana da ihtiyacımız yok. Sonuç? İnsanlığı kurtarmayı amaçlayan bir dinin, öğretinin, medeniyetin müntesipleri olarak insan(lığ)a faydası dokunacak hiçbir alanda sürekliliği oluşturamıyor, devamlılığı sağlayamıyoruz. Oysa felsefe, bilim ve sanatta yol devamlılıkla alınır. Sonrakiler öncekilerin ürettiklerinin üzerine koyarak sürekliliği sağlar ve aşama kaydedilir. Bütün mesele halef-selef ilişkisine bağlıdır. Bizde azıcık sivrilen; işe yarar bir şey düşünen, konuşan, üreten kim varsa yalnızlığa mahkum edilir. Bin bir emekle ürettiğiyse atıl hâle gelir. Çünkü kadük kalmanın müptelasıyız.

Cemil Meriç (1916-1987) kendini yetiştirmiş bir “entelektüel” olarak sorun yaşadığımız kişilerden. Ölümüyle birlikte üretimi son bulan ve devamı gelmeyen bir ‘ekol’ o. Onunla sorunumuz öyle böyle değil; sağlı sollu yaşıyoruz. Dindarımız da laikimiz de vebadan kaçar gibi uzak duruyor. Arada, arafta bırakıyoruz. Bunda kendisinin de payı var fakat düşünceyi ötelemek düşünmeyi ötelemek anlamına geliyor. Bu yüzden anlamak, anlatmak ve en önemlisi özgün bir medeniyet fikri içinde anlamlandırmak bir türlü mümkün olmuyor. Düşünce evrenimizi kısıtlayan bu zincir yakın gelecekte de kırılacak gibi görünmüyor.

Cemil Meriç’in “Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım, hiç değilse.” sözünden mülhem, artık hayatta olmayan birini tanımak için başvurulacak en iyi yöntem mevcuttaki eserlerine bakmak olacaktır herhâlde. O hâlde Cemil Meriç’i tanımak için bakılacak yer doğal olarak onun külliyatı olmalıdır. Yalnız, daha öncesinde, o kişi hakkında elde edilecek malumat konuyu anlamayı kolaylaştıracak bir yöntem olabilir.

Bir Yayıncılık’tan çıkan Cemil Meriç: Bir Fikir Arkeoloğu adlı eser bu yönde değerlendirilecek bir kitap. Akademisyen Adem İnce tarafından hazırlanan çalışma iki yüz sayfadan oluşuyor. Kitap, geçtiğimiz yüzyılda bu topraklarda yetişen ve fakat bu toprakların düşüncesiyle çatışmayan kişileri konu alan bir serinin parçası. Bu biyografik seri üstünkörü değerlendirdiğimiz entelektüel dimağları genç nesiller başta olmak üzere meraklısına tanıtmayı amaçlıyor. Kitaptaki üslup ve ve konuyu ele alış disiplini hazırlayıcısının bir akademisyen olduğunu belli ediyor. Bununla birlikte eserdeki dilin akademik bir çalışma gibi ağır olmadığını söylemeliyim. Kitabın en beğenmediğim yanı kapak (resmi) diyebilirim. Sanırım standartı yakalamak adına tüm serininin kapakları aynı şekilde hazırlanmış. Açıkçası böyle bir çalışmanın görselleştirilmesinin daha ‘orijinal’ olmasını beklerdim. Bir okuyucu olarak asıl önemli olanan mazruf olduğunu düşünsem de zarfı da önemsiyorum.

Kitap, “Cemil Meriç’in Hayat Hikayesi ve Düşünce Dünyası”, “Efkâr Denizinde İnci Çıkaran Adam”, “Tefekkür Balosunda Sîretler ve Sûretler” ve “Fildişi Kulenin Düşünce Tezgâhından: Cemil Meriç’in Telif Eserleri” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. Bölüm başlıkları içerik hakkında bilgi veriyor diye düşünüyorum. Bu arada her bölüm kendi içinde farklı başlıklara ayrılarak Meriç hakkında malumat aktarıyor. Müellif, Cemil Meriç gibi çok çalışkan ve üretken birininin böylesi kısıtlı bir çalışmada anlatmanın mümkün olmadığını ve fakat onun düşünce dünyasını özetleyerek ilgilisine fayda sağlamayı amaçladığını belirtiyor. Adem İnce’nin Cemil Meriç’i olduğu gibi aktarmaya ve çok fazla abartmadan değerlendirmeye özen gösterdiğini bir detay olarak söylemeliyim.

Bir Fikir Arkeoloğu Cemil Meriç, Meriç’in doğumundan itibaren yaşam mücadelesini ve düşünsel oluşumunu eşsüremli olarak anlatıyor. Doğduğu zaman ve mekânın yanında onun düşüncelerinin oluşumunda geçmişinin ve konjonktürel durumun etkileri göze çarpıyor. Meriç’in doğduğu yer olan Hatay, Türkiye’nin kuruluşuyla birlikte Fransa’nın güdümündeki bölge içinde kalmıştır. Bu durum Cemil Meriç’in Fransızca öğrenmesine ve Fransız kültürü etkisinde kalmasına neden olmuştur. Diğer yandan babası eski bir Osmanlı yargıcı olan Meriç’in ailesi Rumeli göçmenidir. Kısacası o, farklı kültürlerin aynı bünyede buluşmasıdır. Bununla birlikte babası ve annesiyle sıcak ilişkiler kuramayarak büyümüştür. Gergin bir aile ortamı içinde yalnız kalarak -kendi deyimiyle- “kitaplara kaçmıştır”. Cemil Meriç’in yaşamında daha çocukken girdiği bu yolun etkileri sonrasında açığa çıkıyor. Gerek hayatına gerekse eserlerine bakıldığında özellikle kitaplarla kapattığı yalnızlığının bir alışkanlık hâline geldiği ve ömrü boyunca sürdüğü görülüyor. Kitapta Cemil Meriç’in sırasıyla Türk milliyetçiliğinin, Marksizm’in, Hint mistisizminin ve nihayet Osmanlılık düşüncesinin etkisi altına girdiğini görüyoruz. Batı’nın tesiriyle başlayan düşünsel serüven Doğu’nun (Hint mistisizminin) keşfinin ardından özüne, doğduğu topraklara (Osmanlı’ya) dönerek hitama eriyor. Cemil Meriç’in telif eserlerine içeriklerine dair kısa notlarla birlikte kronolojik olarak yer verilmiş. Eserlerin içeriğine kronolojik olarak bakıldığında yukarıda belirtilen serüvenin izleğini görmek mümkün.

Cemil Meriç’in en belirgin özelliği sanırım okumaktır. Bu yolda gözlerini kaybetmesine rağmen durmamıştır. Ayırt etmeksizin her düşünceyi okumayı görev addetmiştir adeta. Kendi deyimiyle “her düşünceye saygı” ilkesiyle hareket eden Cemil Meriç’in eserlerinde bazı tarihi şahsiyetleri biraz daha öne çıkardığı görülür. Adem İnce çalışmasında Cemil Meriç’in düşünce dünyasına etki eden bu isimlere değinmekle kalmamış küçük de olsa müstakil bir bölüm hazırlamış. İbn Haldun, Tunuslu Hayreddin Paşa, Âli Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Honore de Balzac, Karl Marx bunlardan öne çıkanlar. İsimlere bakıldığında sosyolojiden dine, ekonomiden edebiyata kadar geniş bir düşünsel yelpaze dikkat çekiyor. Örneğin Karl Marx’ın Cemil Meriç’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Meriç kendisini (bağnaz olmayan) bir Marksist ve dolayısıyla sosyalist olarak tanımlıyor. Bu anlamda Marksizm hayatı boyunca bir referans noktası olmuştur. İbn Haldun’u sosyolojinin kurucusu ve keşfedilmemiş bir hazine, Tunuslu Hayreddin Paşa’yı Avrupa’yı ve İslam coğrafyasını çok iyi bilen bir devlet adamı olarak değerlendiriyor. Cemil Meriç’in Kemal Tahir’le ortak noktası Marksizm’e yelken açtıktan bir süre sonra Osmanlı’nın sularına demir atmalarıdır. İlgili bölümde ele alınan diğer isimlerin Meriç’in düşünce dünyasındaki yansımalara değinmiş Adem İnce.

Cemil Meriç çok yönlü bir ‘entelektüel’. Öğretici kimliğinin yanında mütercim ve münekkit kimliğinden de bahsetmek gerekiyor. Özellikle dil konusundaki hassasiyeti ve titizliği takdire şayan hasletlerinden ikisi diyebiliriz. Kitabı okurken yazım üslubuna karakterinin yansıdığını anlıyoruz. Aceleci, sert, bilgiç tavırları yazılarında açığa çıkıyor. Aydın ve entelektüel kavramlarıyla ilgili hırçın üslubu, dil ve çeviri konularındaki hakarete varan söylemleri bunu açıkça gösteriyor. Yalnız kitabın satır aralarındaki detaylar Cemil Meriç’in yüz yüze ilişkilerindeki üslubunun yazı üslubunundaki kader sert olmadığını söylüyor.

Okur, kitabın son sayfalarına geldiğinde Cemil Meriç’in düşünce dünyasının omurgası hakkında bilgi sahibi oluyor. Bu omurgayı oluşturan kavramsal çerçevenin içinde Batıcılık, Doğu düşüncesi, İslam, çağdaşlaşma, medeniyet, uygarlık, ümran, irfan, kültür, aydın, entelektüel gibi kavramlar yer alıyor. Müellifin “özet” çalışmasını oldukça başarılı hazırladığından olsa gerek, Cemil Meriç’in hangi kavramı nereye ve neden yerleştirdiği konusunda az çok bilgi sahibi olunuyor. Ayrıca evrensel karşılıklarıyla hiçbir alakası olmayan Türkiye’deki sağ-sol çatışmasının nasıl bir dogmatizmle sürdürüldüğüne ve Doğu-Batı tartışmasının sömürgeci-oryantalist söylem içerisinde gerçekleştiğine dikkat çekiliyor.

Cemil Meriç kendisini bir yere ait görmüyordu. Evvela okumayı sonra düşünmeyi ve yazmayı hayatı hâline getirmişti. Ardından bıraktıkları da bu düşünceye hizmet edecek nitelikte zaten. Bizler, bırakalım onun gibi okumayı, onun okuyup damıtarak elde ettiği eserlerini okumaktan beriyiz. Adem İnce, Cemil Meriç’e dair bazı özel gayretler olsa da dişe dokunur bir biyografik çalışma dahi olmadığını belirtiyor. Farkında bile değiliz. Çok okumamız gerekiyor, daha çok.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp