Hayat Nur Artıran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayat Nur Artıran etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2023 Perşembe

Mânâ ağacından gönülleri besleyen meyveler

"Onu arıyoruz. 'O nerede, o ay yüzlü nerede?' diye bağırıp duruyoruz. Halbuki, o evin içinde; 'Ben buradayım' diye bağırıyordu. Benim ise, evin içinden gelen sesten haberim bile yoktu da 'Neredesin?' diye her tarafa bağırıp duruyordum."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr
(3.Cilt, Tercüme: Şefik Can Dede)

"Sağ u solum gözler idim Dost yüzünü görsem deyü
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş."
- Niyâzî-i Mısrî

Bir kitap düşünelim ki ta 13. yüzyılda Anadolu topraklarının mayası olan muhabbeti öz belleyip nice gönülleri ihya etmiş, sonra doğudan batıya bütün yeryüzüne yayılmaya başlamış, 21. yüzyıl itibariyle dünyanın en çok okunan, en çok dile çevrilen kitaplarından biri olmuş. Bu durum hem insanoğlunun esas ihtiyacına dair bir vesika, hem de 'mürşid kitab'ın ne olduğuna dair bir misal. Evet, günümüzde insanoğlunun en büyük ihtiyacı kendi özüyle arasına giren mesafeleri aşmak, kendi eliyle gönül âlemine diktiği putları dağıtmaktır. Ne bu mesafeler ne de o putlar tek bir insanı etkilemez, cümle kainatı etkiler. Biz zannederiz kader, sadece kişiye özeldir. Oysa mutasavvıflar -bazı mühim felsefeciler de aynı fikirdedir- ikaz etmişler ki insanoğlunun kaderi görünmez iplerle birbirine bağlı. Birini etkileyen öbürünü de öyle veya böyle etkiler. Bir insanın Hakk'la gönlünü hoş tutması zorlaştıkça, en yakınındakinin de zorlaşır. Giderek çevreye yayılır ve bugün psikolojik pek çok 'hastalığın' kökü olan muhabbetsizlik kaplayıverir her yanı. Tıpkı denize ufak bir taş attığımızda evvelen küçük bir dalganın görünmesi, saniyen o dalganın genişleyip başka dalgalara neden olması gibi.

Tasavvufta aşk vadisinin sembol ismi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'dir. Tıpkı yardım bahsinde Abdülkâdir-i Geylânî'nin, terk-i dünyâ bahsinde İbrâhim b. Edhem'in, zühd bahsinde Cüneyd-i Bağdâdî'nin, marifet bahsinde Bâyezid-i Bistâmî'nin, keramet bahsinde Ahmed er-Rifâî'nin sembol olması gibi. Peki Hz. Mevlânâ âşıktı da diğerleri değil mi? Estağfurullah. Sembol olmak demek, vaziyeti aşikâr etmek, terennüm etmek, yaşamak ve hatta yaşatmak demektir. Mevlânâ'mız aşkı olduğu gibi üzerine giymiştir, dolayısıyla "Ben âşığım" diyenin boy aynasıdır, kâl ile hâli ayırma filtresidir. Kendisinden sonra gelen nice sufiler, mutasavvıflar, şairler, mûsıkîşinaslar ve hatta mimarlar, ressamlar da -yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar- Mevlânâ'mızın feyzinden istifade etmişlerdir ve bu el'an sürmektedir, vesselam.

Mesnevî, bir 'mürşid kitap' olma tasarrufuyla ve vazifesiyle asırlardır kendi içine doğru yolculuk etmek, meyilden muhabbete geçmek, taklitten tahkike varmak, içli içli gözyaşı dökmek yahut dökemiyorsa neden dökemediğine ağlamak, bu bıktırıcı dünya pazarında iç âlemini ilahi aşka döndürmeye çalışıp cefayı da safayı da rahmet bilmek, Hakk'tan başka her şeyin bir oyalanma olduğunu idrak etmek, Ahad ve Samed Mevlâ'mızın rızasına kavuşanlardan olmak isteyenlere sayfalarını açmaya devam ediyor. Yalnız burada bir mesele var ki büyük bir ehemmiyet arz ediyor: Eskiden tekke adabımızda, bilhassa taze dervişlere Mesnevî tek başlarına okutulmaz, muhakkak işin ehli bir zâtın rehberliğinde okunması tavsiye edilirmiş. Bugün dahi bu usul sürmektedir. Günümüzde Mesnevî'nin daha kolay anlaşılabilmesi, inceliklerinin kavranabilmesi, derinliğinin hikmetine varılabilesi için yayınlanan kitaplar da esasında bu geleneğin bir mirası. "El ele el Hakk'a" düsturunca Hz. Mevlânâ âşıkları, Mesnevîhanlar ve bu ulu sohbet deryasına dalıp inciler çıkararak taliplere dağıtanlar; büyük bir şevkle vazifelerini sürdürüyorlar. Tıpkı, pek kıymetli muhtereme Hayat Nur Artıran Hanımefendi gibi. Nisan 2023'te Sufi Kitap tarafından neşredilen Sübhân, "İnsan ve Kur'an" alt başlığını taşıyor ve Mesnevî sohbetlerinden oluşuyor. Dokunduğu her canlıya incelik nakşeden Hayat Nur Artıran, kitabın kapağındaki incelikle de "Allah güzeldir, güzelliği sever" hadis-i şerifini hatırlatıyor. Buyurun kapağa şu not eşliğinde bir kez daha bakalım: "Ortadaki Elif Cenab-ı Allah'ı, dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'i, soldaki gül Peygamber Efendimizi, küçük goncası ümmetini, aradaki kelebek Efendimizin nuruna pervane Hakk âşıklarını, sağdaki karanfil Peygamber varisi büyük velileri, küçük goncası, onların izini takip eden dervişânı sembolize etmektedir. Tüm bunların bir araya elmesi, birlik olması için de ortada Peygamber Efendimizin mübârek mührü bulunmaktadır."

Hayat Nur Artıran, Sübhân'da evvela İnsan ve Kur'an birlikteliğinden çok mühim misaller veriyor. Burada Mesnevî, Divân-ı Kebîr, Kur'an ayetleri ve menkıbeler arasında karşılaştırmalı okumalar yapmak okur için hem çok lezzetli hem de çok aydınlatıcı oluyor. Biz bir şeyi okur okumaz hemen anlayacağımızı zannediyor, üstelik hemen de bir fikir sahibi oluyoruz. Oysa mana zenginliğine ulaşmak için her ne kadar acele etmemiz gerekiyorsa da adımlarımızı nazik atmalıyız. Bildiğimizi zannetmemiz kadar büyük bir yanılgı yok. Büyükler kitaplarını bu sebeple ve şevkle neşrediyorlar. Okuduklarımızdan neyi nasıl anlamamız gerektiğine dair bir yol haritası çıkarmış oluyorlar. Zira insanın kendi mektubunu, kendi bedenini, kendi gönlünü okuması hayli zorlu bir yolculuk. İşte bu karşılaştırmalı okumaya, irfani lezzete dair bir misal:

"Beden mektubunu da gönül mektubunu da okumak kolay değildir! Ey Hakk yolu yolcusu! Senin bedenin, bir mektup gibidir; ona dikkatle bak! Padişaha (yani Hakk'a) lâyık olup olmadığını anla da onu, ondan sonra yerine gönder! Bir köşeye çekil, kendi içine kapan; mektubu, yani kendini aç da oku bakalım! İçindeki sözler, duygular, düşünceler padişaha lâyık mıdır?" (Mesnevî, c. IV, 1564, Tercüme: Şefik Can Dede)

"Behlül Dânâ Hazretleri, yol üzerindeki bir virânenin yıkılmak üzere olan iyice eğilmiş duvarının önüne oturup saatlerce düşünürdü. Yine bir gün endişe ile bakarken duvar birden çöküverdi. Behlül Dânâ Hazretleri'nin yüzünü bir sürur ifadesi kapladı. Onun bu sevincine mânâ veremeyen insanlar merakla sebebini sorduklarında: 'Görmediniz mi duvar meyilli olduğu tarafa yıkıldı!' dedi. 'Peki bunda şaşılacak ne var?' dediklerinde ise şu hikmetli cevabı verdi: Mademki dünyadaki her şey nihayetinde meylettiği tarafa yıkılıyor, benim de meylim Hakk'a doğrudur, o hâlde ben de ölünce Hakk'a varırım. Ey ahâli! Rükû ve secdelerimizde Hakk'a meylimizi artıralım ki başka yönlere yıkılmayalım!" (Menkıbe)

"Andolsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Sizin hakkınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış, (tanrı) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir." (En'am Sûresi, 94)

Sübhân, dikkatle incelendiğinde Hayat Nur Artıran Hanımefendi'nin diğer kitapları gibi Mevlevî inceliğini ve zarafetini her boyutuyla sunuyor. İnsan ve Kur'an serlevhasıyla açılan sayfalar, sâdece Cenâb-ı Hakk’a mâlûm olup ancak dilediği peygamberlerine ve velîlerine öğrettiği ilâhî sırlara vukuf ilme, yani ilm-i ledün'ün peşine Hızır'ın yoldaşlığıyla düşmüş Hazreti Mûsâ ile devam ediyor. Ardından Hazreti İbrâhim, Hazreti Nûh, Hazreti Sâlih, Hazreti Yunus ile sürüyor ve Hazreti Yûsuf ile son buluyor. Zira aşk; vuslat yolculuğunda yegane gayedir, son duraktır, Hazreti Yûsuf da aşk bahsinde tıpkı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi sembol isimlerden biridir. Sübhân'ı, günümüzde tasavvufu romantik bir çerçeveye sıkıştırmaya çalışanların ve Allah'a hiçbir şekilde ulaşılamayacağı (bilinemeyeceği, bulunamayacağı, yakınlaşılamayacağı vb.) noktasında inat eden klasik eğitimcilerin muhakkak okumasını acizane öneriyoruz. İslâm'ın ve Kur'an'ın armağanı olan tasavvufun, bu asırlık geleneğin, bu kıyamete kadar sürecek sistemin, çağın insanına ne şifalar sunacağı hiç şüphe yok ki Sübhân'ın sayfaları arasına sırlanmıştır. Muhabbetle gayret eden herkese bu sırların açılması da Hakk'tan niyazımızdır. Başka bir diriliş ümidimiz de yok desek, herhalde yeridir.

Dış kapılardan, kabuklardan, zahirden, elbiselerden, alışkanlıklardan, görüntülerden kurtulmamız gerekiyor. İslâm'ın en büyük gayesi, Hakk'ın kulundan şirki temizlemektir. Allah, şirk hariç her şeyi affedicidir. Sözü Hayat Nur Artıran Hanımefendi'nin şu cümlelerine getirmek istiyoruz: "Gerçek olan şu ki: Sır içinde sır, hikmet içinde hikmet, varlık içinde yokluk, yokluk içinde varlık, hayr içinde şer, şer içinde hayr gizlidir. Hiçbir şey göründüğü gibi sûreta değildir. O nedenle dış görünüşe aldanmak, putperestlik olarak kabul edilmiştir."

Bir pehlivan vardır ki o geldiğinde hikâyemiz sona erecektir. Gayemiz hayatın ve ölümün, yerin ve göğün, aşkın ve muhabbetin, ilmin ve şevkin, bütün yönlerin, mekanların ve zamanların sahibi olan Hakk'ın karşısına hoş bir hikâye ile çıkabilmek olmalıdır. Sübhân gibi kabuğu değil özü işaret eden kitaplar da bu hikâyemizi anlamlı kılma, kuvvetlendirme yolculuğunda ışıldayan bir refîktir. Evvel refîk, bade'l tarîk...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir tevazu ve aşk erinin hatıraları

Türk tasavvuf tarihi için en nadide bilgiler, hiç şüphe yok ki hatıraların arasında gizlidir. Mana sultanlarını daha yakından tanımak adına eşsiz birer imkân olan hatıra kitapları; onların yetiştikleri muhiti, dönemin manevi iklimini, toplumun düşünce dünyasını ve hatta siyasi tansiyonu öğrenmek adına da pek kıymetlidir. Okuduğum müddet boyunca her sayfasında ayrı lezzet almam münasebetiyle fakire belgesel zevki yaşatmış bir kitaptan söz açmak istiyorum: Şefik Can Hatıralar. Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âşığı, ömrünü Mesnevî çalışmalarına ve bu çalışmaları insanlığa sunmaya adamış, sertarîk mesnevîhan Şefik Can Dede’nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş sevgili Hayat Nur Artıran hocamızın hazırladığı bu hatırat; muhibbân-ı kütüb için bulunmaz bir ilaç.

Vaktiyle Hayat Nur hoca, yedi yıl boyunca gece-gündüz dizinin dibinde olduğu hocasını iki kelimeyle anlatmıştı: tevazu ve mahviyet. Günümüz toplumunda, bilhassa gençlerin ciddi bir anlam arayışı içinde olduğunu gözlemliyoruz. Hayatını adayacak bir şey bulamamanın neticesinin hüsran olduğunu büyükler bizlere daima öğütlemiştir. İşte, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna bir cevap olarak Şefik Can Dede’nin bereketli ömrü şimdi sayfalara dizilmiş bir hâlde önümüzde duruyor. Ne görüyoruz bu ömürde? Evvela yüksek bir ilim aşkı. Her türlü zarurete rağmen öğrenmenin, öğrendiğini derinleştirmenin, bu derinliği giderek özümsemenin ve dolayısıyla başkalarına da “rol model” olmanın hikâyesini görüyoruz. Kuleli Askeri Lisesi, Pangaltı Harp Okulu ve Kara Levazım Okulu sonrasında uzun askerlik yılları boyunca Şefik Can Dede her ne olursa olsun insanlık yolunun adımlarını takip etmiş. Elbette bu yol, tek başına yürünmesi mümkün olmayan, muhakkak bir rehberin gözetiminde sürdürülmesi gereken bir yol. Dedemizin rehberi ise Tâhirü’l Mevlevî Efendi. Peki tanış olma hadisesi nasıl gerçekleşiyor? Şefik Can Dede, Süleyman Nazif Bey’in Bataryayla Ateş kitabını okuyor ve Şeyh Şamil hakkında yazılmış olan iki buçuk sayfalık yazı vesilesiyle büyüleniyor. Şeyh Şamil’i daha yakından tanımak için sahhaflara gidiyor. Kitapçı Hulusi Efendi, “Tâhirü’l Mevlevî hazretleri, Şeyh Şamil hakkında bir eser yazdı fakat o eser Enver Paşa tarafından toplatılıp Kafkasya’ya gönderildi. Kitapçılarda bulamazsın. Sen bu eseri git Tâhirü’l Mevlevî’den iste, ancak kendisinde vardır” diyor. Dedemiz sora sora evi buluyor ve Tâhirü’l Mevlevî’de kitabın bir nüshası olduğunu öğreniyor. Hatta Tâhirü’l Mevlevî, “Yukarı çıkıp okuyabilirsin” diyor. Bunun üzerine Şefik Can Dede ta Çengelköy’den geldiğini, yatılı bir talebe olduğunu, vaktinde okula dönmesi gerektiğini söyleyerek kitabı bir haftalığına rica ediyor. Tâhirü’l Mevlevî’nin cevabı “Oğlum, kusura bakma, ben kimseye kitap veremem. İstiyorsan gelir yukarda okursun” olunca, oradan kırgın olarak ayrılıyor.

Aradan yıllar geçiyor, 1935 senesinde Kuleli’ye öğretmen olarak tayin ediliyor Şefik Can Dede ve staj görmesi için Tâhirü’l Mevlevî’nin himayesine veriliyor. Canı sıkılıyor bu duruma; küçücük bir kitabı bile kendisine güvenip vermeyen bu kişi ona öğretmenlik yapabilir belgesi nasıl verecektir? Şefik Can Dede’nin Farsçaya ve Hz. Mevlânâ’nın şiirlerine olan merakı, hocasına saygılı davranışları, nöbetlerini tutuşu ve onu daima rahat ettirmeye çalışması Tâhirü’l Mevlevî tarafından sevilmesine vesile oluyor. Sonradan evine gittiğinde, ilk tanışma hadisesini anlattığında Tâhirü’l Mevlevî şaşırıp, “Sen o muydun?” diyor ve bu hadiseden dolayı yaşanan hüznü ortadan kaldıracak bir işaret veriyor. Bu işaret, Tâhirü’l Mevlevî’nin kütüphanesinde, kitapların üzerinde büyükçe bir kartona yazılmış Arapça bir beyti gösteriyor. Türkçe meali “Benim dünyadaki sevgilim kitaplardır. İnsan sevgilisini, bir zaman için bile olsa, başka birine verebilir mi?” olan bu beyti okuduktan sonra “Çok haklısınız” diyor Şefik Can Dede ve hocasının elini öpüyor, daha sonra ise kendisinden el alarak manevî talebesi oluyor. “Onunla geçirdiğim her zaman ibadet gibidir” diyor ve şunları ekliyor: “Allah’ın en büyük lütfu, keremi olarak maddi ve manevi öğretmenlik icazetimi Tâhirü’l Mevlevî gibi büyük bir velinin elinden almak bu naçiz kula nasip oldu.

Şefik Can Dede’nin babası, son nefesini verirken bile kitaplarını düşünen, oğlunun rüyalarına girip kitap hususunda telkinde bulunacak kadar kuvvetli bir kitap sevdalısı. Burada bir anı var: Şefik Can Dede, babasından kendisine kalan kıymetli bir yazma eseri, ehil gördüğü bir kimseye hediye ediyor. O gece babası rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor. Böylece anı içinde bir anı daha açılıyor: Şefik Can Dede’nin babası da bir Hz. Mevlânâ ve Tâhirü’l Mevlevî hayranı. “Kendisi müftü idi, din adamıydı ama sanat, tarih, edebiyat ve şiire çok meraklıydı. Daha küçük bir çocukken bana Mevlânâ’dan, Hâfız’dan, Sadi’den şiirler öğretirdi. Özellikle Tâhirü’l Mevlevî’nin yazılarını ve şiirlerini yakından takip ederdi.” diyerek belki de “evlat babanın sırrıdır” sözüne tarihi bir vesika sunmuş oluyor.

Ben her zaman nerede bir Allah dostunun ismini duysam hep gidip kendileriyle tanışmak dualarına nail olmak isterdim.” diyen Şefik Can Dede, bizlerin ancak kitaplardan isimlerini ve hayatlarının küçük bir bölümünü öğrenebileceğimiz nice mana sultanıyla tanış olmuş. Midhat Bahârî, Ahmed Avni Konuk, Osman Kemalî Efendi, Abdülaziz Mecdi Tolun, Yaman Dede, Ahmed Remzi Akyürek, Mahmud Sadettin Bilginer, Hasan Lütfi Şuşut, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Ladikli Ahmet Ağa, Muhammed Raşit Erol… Bendeniz bu zenginlik içinden bir hatıra aktarmak zorunda olduğumun farkındayım. Hem bu yazıyı yazdığım gece vuslat sene-i devriyeleri olması hem de teferruatı fakirde olan hususi muhabbetim sebebiyle, Muzaffer Ozak Efendi’yle Şefik Can Dede arasındaki pek güzel hatıralardan bir bölüm nakletmek isterim: “Kitap sevgisi, beni her hafta Sahhaflara uğratırdı. Eskiden Cuma günleri tatildi. Böylelikle her Cuma günü büyük bir camiye giderdim. Bazen Sultanahmet’e, bazen Ayasofya’ya, bazen Süleymaniye’ye, bazen de Fatih’e… Fatih Camii’ne gittiğim zamanlar, oradaki merdivenden camiye çıkarken, merdivenlerin kenarında, yerlere dizilmiş kitaplar görür ve gayriihtiyarî bakardım. Kimi zaman da bu kitaplar musalla taşının üzerinde sergilenirdi. Bazen arzu ettiğim dinî içerikli kitaplar olurdu ve onlardan alırdım. Orayla çok genç, zayıfça, temiz yüzlü bir delikanlı ilgilenirdi. İşte bu genç Muzaffer Bey’di… Kuleli’de öğrenci iken tanıştığım Muzaffer Ozak Efendiyle albay emeklisi olduğum zaman bile görüşüyorduk, birbirimizi hiç bırakmadık. Dükkânına gittiğim zamanlarda, bana layık olmadığım itibarı, sevgiyi, ilgiyi gösterirdi. Bir gün bana; Hz. Mevlânâ’ya çok şeyler borçlu olduğunu, onun Mesnevî’sini okuyarak manen çok dereceler aldığını ve böylelikle gönlünün açıldığını söyledi… Bendeniz Tâhirü’l Mevlevî’nin Mesnevî’nin eksik kalan ciltlerini tamamlamaya çalıştığım sıralarda, Hacı Muzaffer Bey Amerika’ya gitmişti. Oradan dahi bana telefon edip bu şerhi tamamlamamı ısrarla beyan ederek söz konusu çalışmanın Tâhirü’l Mevlevî tarafından Türkçeye yapılan şerhini tamamlayacak çok mübarek bir kitap olacağını söyledi… Birkaç ömre sığdırılacak şeyleri kısa sayılabilecek mübarek hayatına sığdırmıştı.

23 Ocak 2005’te âlem-i cemâle doğdu Şefik Can Dede. Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından gazetecilerin “Hocanız hakkında ne söylemek istersiniz?” sualine Hayat Nur Artıran şu cevabı vermişti: “Benim hocam bir hiçti”… Şefik Can Hatıralar, hiçliğe adanmış aziz bir ömrün vesikası olarak yalnız kütüphanelerimizde değil, gönüllerimizde de çok ayrı bir yerde bulunacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 28. sayısında yayınlanmıştır.

12 Şubat 2022 Cumartesi

Kitaplara adanmış asırlık bir ömür

Hep söylenegelir ya, kütüphanesi olan evde doğan bir çocuk kitap olmayan evdeki çocuğa göre talihlidir diye. Hakikatten öyledir… Kitap aşığı bir baba veya anne düşünün; çocuklarının bundan etkilenmemesi mümkün mü? Ocak ayında raflardaki yerini bulan Şefik Can’ın hatıralarını içeren muhteşem söyleşisini okuyunca aklıma geldi bu anekdot. O Şefik Can ki maaşının tamamını kitaba yatıran, daha Kuleli Askerî Lisesi’nde okurken hafta sonu iznini Sahaflar Çarşısı ve Beyazıt’ın meşhur kitapçılarında geçiren, hatta emekli oluncaya değin tek bir kat elbise ile idare edip giyim kuşam parasını bile kitaba yatıran bir bibliyofil! Mesnevî-i Şerif’i hakkıyla Türkçemize çeviren son dönemin en önemli ismi olan Şefik Can’ın bir Edebiyat öğretmeni olarak mesleğinin zaten kitap olduğu söylense de onun kitap aşkı sadece mesleğinden kaynaklanmıyor. Söyleşiyi okuyunca kitap aşkının çok makul sebepleri olduğunu görüyorsunuz, ama belki en önemli motivasyonu Müftü babasından intikal etmiş olmalı. 1915 yılında Rusların Tutak’ı işgali üzerine orayı terk etmek zorunda kalan Müftü Tevfik Efendi’nin ailesiyle yanına aldığı tek şey kitaplarıdır. Büyük bir kısmını da yanına alamaz zaruretten, en çok da buna yanar! Ama kitap aşkı olan kimseler için yeni bir kütüphane kurmamak kabil mi? Daha sonra görev yaptığı yerlerde yeniden kitap toplar… Hatta 1927’de İstanbul’a gelen oğlu Şefik Can’a sürekli kitap siparişleri verir durur. Büyük bir âlim olan hem Arapça hem Farsça edebiyatına yakından vakıf Müftü Tevfik Efendi’de kitap aşkı o seviyededir ki büyük oğlu Şefik Can bu sevginin vardığı boyutları şu şekilde anlatıyor: Müftü Tevfik Efendi ölüm döşeğindeyken kızını çağırır ve tarif ettiği yerden anahtarı alarak fetvahanenin kapısını kapatmasını ister. Müftü Tevfik Efendi, kızına yapması gerekeni izah ederken gerekçeyi de şöyle açıklar; “Birazdan insanlar gelir ve oluşan kalabalıkta kitapların başına bir hal gelebilir!

Ölüm anında dahi kitaplarını düşünen bu büyük insanın ölümden sonra kitaplarını düşünmeye devam ettiğini ve oğlunun rüyasına girerek telkinde bulunduğunu söylesem latife zannetmeyiniz! Hakikatten öyle; Şefik Can babasından intikal eden kıymetli bir yazmayı ehil gördüğü bir kişiye hediye ediyor 2000’lerin başında. O gece rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor! Demek ki kitap aşkı kıyamete dek süren bir iptila… Birbirinden harika, hayret ve heyecan uyandıran olayların anlatıldığı bu hatıratta Şefik Can’ın kitap sevgisinin diğer bir saikinin de üstadı Tahirü’l-Mevlevî olduğunu görüyoruz. Yine Kuleli’de talebe iken peşine düştüğü bir yazı onu İmam Şamil’e dair bir kitaba götürür. Kitapçı Hulusi Bey o kitabın müellifinin Taşkasap’ta yaşayan Tahirü’l-Mevlevî olduğunu ve onda muhakkak bir nüsha olacağını söyler. Aksaray’da Tahirü’l-Mevlevî’nin evini sora sora bulan genç askeri mektep öğrencisi kapının tokmağına vurunca hazret kapıyı açar. Kitap için geldiğini izah ettikten ve kendini tanıttıktan sonra, zamanı olmadığı için kitabı okula götürüp tekrar geri getirmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Tabi kitaba olan meftuniyeti ve aşkı ehlince malum olan ve kitabı sevgiliye benzeten üstadın bu konudaki görüşünü bilmem söylemeye gerek var mı? “Evladım gel yukarıda kitabı mütalaa et! Ben kimseye kitap veremem!”. Şefik Can bu söze üzülür, zira kendisinin hangi okula mensup ve öğrenci numarasının ne olduğu üniformasında ayan beyandır. Ancak, kaderin garip cilvesi ki yıllar sonra öğretmen olarak atandığı Kuleli Askerî Lisesi’nde stajını yanında yapacağı hoca; onun mürşidi ve üstadı olacak, Mevlevîlik aşkını zerk edecek işte bu kitap âşığı şahıstır.

Hem babasından hem de üstadından kitap sevgisini kazanmış olan Şefik Can ise yukarıda belirtildiği gibi yemez içmez, varını yoğunu adeta kitaba yatırır ve şimdi Millet Kütüphanesi’ne intikal etmiş olan büyük kütüphanesini nice fedakarlıklar ile oluşturur. İşte böyle satın aldığı bazı kitapların sahipleniliş öykülerini de güzel ve tatlı bir üslupla anlatır. Örneğin Yüksekkaldırım’da bir kitapçının camekanında Divân-ı Kebir görür, eser öyle muhteşem yazılmış ve ciltlenmiş ki hemen dükkâna dalar ve eseri görmek ister. Takdim edilince kenarlarında da Mesnevî-i Şerif’in istinsah edildiğini, yani kopyalandığını görür. Daha da ilginci kitabın ortasına kalınca bir çivi çakılmış ve kitap örselenmiş bir haldedir. Bu muhteşem güzelliğin yeri kendi kütüphanesidir ve hemen fiyatını sorar. Yarım saat öncesinde kitapçıya bırakılan bu eşsiz eserin fiyatının 45 lira olduğunu söyler kitapçı, büyük para o zaman! Ancak yanında 15 lira vardır ve onu kaparo olarak vererek kitabı camekandan rafa çektirir. Aynı gün 30 lira borç bulur ve gelip kitabı satın alır. “… Çok harika, kalın ciltli, elyazması bir eser. Kitabı alabildiğime uzun süre inanamadım, hayran oldum. Kenarında altı cilt Mesnevî, ortasında Divân-ı Kebir. İçinde Rubâîler de var. Böyle bir eseri düşünmek bile heyecan veriyor insana” derken bir kitapseverin heyecanı bütün berraklığıyla görülüyor. Meşhur neyzen Halil Can bir servet değerindeki bu eseri satmasını ve büyük bir meblağ alacağını söylese de Şefik Can’ın parayla pulla işi yoktur. Kitabı satmaz elbette…

Şefik Can Hatıralar tam anlamıyla kitaba ve okumaya adanmış bereketli ve saf bir ömrü gözler önüne seriyor… Cumhuriyetin ilk on yıllarında İstanbul’un kitapçı dükkanları, sahafları ve müdavimleri öyle güzel anlatılmış ki Eşref Edip, Ömer Rıza Doğrul, Sevan Nişanyan’ın dedesi kitapçı Nişanyan, Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Şemseddin Yeşil ve Yüksekkaldırım’daki Rum ve Yahudi kitapçılar… Osmanlı bakiyesi dünyada kitaba sahip çıkan sahaflar ve kitapçılar dünyasının bilinen ve bilinmeyen pek çok ayrıntısını veren bu mufassal ve hacimli hatırat, bilhassa kitabın, kitapçının ve sahafların tarihine meraklı okur için bulunmaz bir memba…

Cezmi Aşur

21 Aralık 2021 Salı

Bütün yollar kapansa âşıkların yolu kapanmaz

"Der-sîne kesî ki derd-i pinhâneş nîst
Çun zinde nemâyed û, dil u câneş nîst"
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Dünyada tüm zamanlar boyunca en çok okunan eserlere baktığımızda orada bize yakın, hatta bize bizden de yakın olan bir eser görürüz: Mesnevî. Hakk'a olan aşkıyla yanan ve yandığı kadar talip olan gönülleri de yakan bir ulu sultanın, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Hüsâmeddin Çelebi’ye irticâlen yazdırdığı bu harikulade esere olan ilgi bize sanki bir şey fısıldıyor. İnsanlar kendi kalplerinin derdine düştüklerinde, ruhlarının dünya tarafından işgal altına alındığını fark ettiklerinde, hayatın yatay (sahip olma, satın alma) bir düzlemde değil dikey (olma, kemâlât, sülûk) bir biçimde hareketlendiğinde anlamlı olduğunu kavradıklarında bir eteğe tutunma ihtiyacı hissediyorlar. Böylece "vebtegû ileyhil vesîlete [Mâide, 35]" tecelli ediyor. Bu ne büyük lütuftur.

Esasında her şey lütuftur da biz bazen o lütuflar içinden nefsimize ağır gelenlerine kahır diyoruz, ne büyük yanılgı. Batılı mistiklerin eserlerini okuduğumuzda onların dayandığı acılar, çileler, ıstıraplar hep ilham verici gibi görünüyor. Peki ya kendimiz neden dayanamıyoruz? "Hepimiz çile doldurmaktayız, çile çekmeyen insan var mıdır?" diye sormuş Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış bir ömrün son büyük temsilcilerinden Şefik Can Dede. Bu cümlede büyük bir hakikat gizli: "İnandık" demekle imtihan edilmeden bırakılacağımızı düşünmek [Ankebût, 2] evvela ruhumuzu zedeler. Binek, ceset, vasıta; ne derseniz deyin, bedenimiz ruhumuza galebe çaldığında dünya tarafından ele geçiriliyoruz. Bizim tam da burada başka bir ele ihtiyacımız var. O el ki bizi düşmek üzere olduğumuz kuyunun kenarından alsın, bize yol göstersin, o yolda yürürken kuvvet versin. Kimdir o ellerin sahipleri? Nasıl ulaşılır onlara? Bizi kabul ederler mi? Peki o ulaşılacak olan el, nereye varır? Son soru hariç hepsi güzeldi. Şâh-ı Nakşibend'e "Efendim sizin silsileniz nereye varır?" diye sormuşlar. "Evlatlarım" demiş, "silsileyle hiçbir yere varılmaz."

"Büyük bir hırs ile bineğini gökyüzüne doğru sürüyorsun. Yıldızlara dair bilgiler elde ediyorsun, yıldızların mesafelerini ölçüyor, yeni yıldızlar keşfediyorsun. Ama ne yazıktır ki hâlâ kendini keşfedemedin, kendini bilemedin.". Sekiz yüz sene önce söylenmiş bu sözler. Mesnevî'den... Esmadan müsemmaya, kabuktan içe, şekilden öze geçmekte zorlanıyoruz. Bu meseleyi tek başına bir insanın aşması, ilerlemesi, kuvvetlenmesi mümkün değil. Bir rehber gerek. Çünkü o rehberin de bir rehberi vardı, o rehberin daha başka bir rehberi vardı. El ele, el Hakk'a uzandı. Ancak böyle haberdar olundu hakikatten, marifet sırlarına böyle kavuşuldu. İşte Mevlânâ, işte onun Mesnevî'si, Dîvân-ı Kebîr'i, Fîhi mâ fîh'i... Aşkla yanan gönülleri söndürüp söndürüp yine yakan bir ulu sultan. Oğlu Sultan Veled ile sistemleşmiş olan Mevlevîyye'nin neden Türk tasavvuf tarihinde ve kainatın her bir köşesinde önemli olduğunu yine Şefik Can Dede buyursun bizlere: "Mevlânâ güzellerin güzelini, önce kendinde hissetti, sonra her şeyde, her zerrede O’nu buldu."

Dört yanında tasavvufun yaşandığı bir ailenin evladı olarak yetişen ve dolayısıyla çocukluğu sufi yaşantısıyla biçimlenen Hayat Nur Artıran Hanımefendi, Sertârik Mesnevîhân Şefik Can Dede'nin rahle-i tedrisinden geçmiş bir insan güzeli. Mürşidinin hayattayken birçok kez tekrarladığı vazifesini, yani Mesnevî sohbetlerini, yalnız ülkemizde değil dünyanın farklı coğrafyalarında da gerçekleştiriyor. Mevlânâ sultan, acizane yazdığımız bu yazının epigrafı olarak seçtiğimiz beytinde "Kimin gönlünde gizli bir derdi yoksa, yaşıyormuş gibi görünse de gönlü ve canı yoktur. Git, dert ara, çünkü dertsizlik, hiçbir şekilde dermanı olmayan bir derttir." diye buyuruyor. Hayat Nur Hanımefendi'nin kitaplarını (Aşk Bir Davaya Benzer: 2011, Aşk Terk Etmez: 2014) okuyanlar, katıldığı konferansları takip edenler, sohbetlerine kulak verenler hemen fark edebilirler ki o bu sözü şerh edercesine dertli gönülleri arıyor, buluyor ve onlarla hemhal, hemdert oluyor. Zira ibadetin, sevginin ve paylaşmanın sonu yok. İnsana hizmet; en güzel ibadet. İlahi aşk; en büyük sevgi. Tebessüm; en kıymetli paylaşım. O, yetiştiği iklimin ve mürşidinden aldığı manevi terbiyenin tecrübesiyle Mesnevî'nin içindeki incilerle kalbini parlatmaya talip olanları bir araya getiriyor. Tahûrâ, bu bir araya gelişlerin meyvelerinden biri.

Birbirinden kıymetli fikirlerin, tariflerin ve yorumların iç içe geçtiği Tahûrâ, evvela er kişi olmanın sırlarını fısıldayan bir kitap. Dolayısıyla irfanın ve ilmin sadece tek bir cinsiyete mahsus gibi görülüyor olmasının da gayet haklı biçimde karşısında duran bir kitap. Çalışma barizdir ki bu niyetle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin muhterem valideleri Mümine Hatun’a, hazretin türbe-i şerifini yaptırma şerefine erişen Gürcü Hatun’a, XVII. Yüzyılın Kütahya Mevlevîhânesi Mesnevîhanlarından Kâmile Hanım ve Fâtıma Hanım’a, Afyonkarahisar Mevlevîhanesi postnişinlerinden Destinâ Hatun ve Güneş Hatun’a, kadın diye Galata Mevlevîhânesi’ne alınmadığı için kapıda gözyaşı döken Şair Leyla Hanım’a, İslâmiyet’i ve Mevlevîliğin Avrupa ve tüm dünyada daha yakından bilinmesine vesile olan Annemarie Schimmel ve Eva de Vitray-Meyerovitch’e, “Hakk’ın sonsuz kudret ve kuvvetini idrâk ederek O büyük ilâhi aşkın önünde kendi hiçliğini kabul edip, bu ledünni bilinç içinde yaşayanSeniha Bedri Göknil’e ve Mevlevî yolunun tüm kadın hâdimeleriyle beraber Hayat Nur hocamızın muhterem validelerine ithaf edilmiş. Bu ithaf, diğer yüzlerce, binlerce kitapta gördüğümüz ithaf sayfalarının aksine bize çok şey anlatmalı. Neşet Baba, “Analar insan, biz insanoğlu” diyor. Hayat Nur hocamız irfan yolunda kadınların önemine şöyle işaret ediyor: “Dünyanın yarısı kadındır, diğer bir yarısını da kadınlar doğurmuştur. Gerçek olan şu ki; kadın ve aile toplumun merkezi konumundadır. Dolayısıyla aile ve sosyal hayattaki rolü oldukça büyüktür. Kadının yaratılışındaki en büyük sır olan yüksek ruhanî boyutunu hiçe sayan aile ve toplumların; dengeli, huzurlu ve mutlu bir yaşam içinde olmaları beklenemez. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ‘kadının anne olması nedeniyle erkekten daha fazla sevgi, şefkat ve merhamet duyguları taşıdığını’ söyler. Çünkü yüce yaratıcı kulunun sevgi, şefkat ve merhamet içinde gelişmesini, büyütülmesini ister.

Başkalarına merhem olmak, merhametli olmakla mümkündür. Hatta bunu, kendimize ve kendi değerlerimize gösterdiğimiz hassasiyet boyutunda da düşünmemiz lâzım. Bugün, psikoloji ilminin ‘öz saygı’, ‘öz şefkat’ olarak adlandırdığı kavramların tabiatında merhamet vardır. O merhamet de manevi terbiyenin özüdür. Bu öze ulaşmak için kabuktan sıyrılmak, tabiri caizse o kabuğu söküp atmak gerekir. Yine hocamızdan dinleyelim: “Mânâ, maddenin zıddı olup herhangi bir şeyin dış ve görsel olan somut tarafını değil, görünmeyen içsel anlamını, özünü, hakikatini ciddiye almak; tüm benliğimizle oraya doğru yönelmektir. Dünyayı değil dünyanın yaratıcısını, ölümlü bedeni değil onu ayakta tutan ruhu ciddiye almak, özellikle de dünya ile ukba arasında bir denge kurmaya çalışmaktır. Her türlü ibadetin dış, görünen, bilinen boyutu madde sayılır; mânâ ise o ibadetin bize kazandırdığı iyi ve güzel olan içsel, ruhî, kalbî bir değişimdir. Ankebût Sûresi 45’te: ‘Muhakkak ki, namaz, sizi hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar’ denilmiştir. Yer yüzünde milyonlarca namaz kılan insan var, kaç kişinin hâli âyete uygundur acaba?

Fusûsu’l-hikem ve Mesnevî gibi birçok kıymeti ebedi olan eser şerh etmiş olan mutasavvıf, mûsikişinas ve bestekâr Ahmed Avni Konuk, “Hakk yolunun sâliklerine lazım olan şey hiçbir ferde nazar-ı hakaretle bakmamaktır.” der. Günümüzde dinin yaşanış biçiminde görülen sıkıntılardan belki de en büyüğünün başkalarını hor görmek olduğunu söyleyebiliriz. İbadetler ve kılık kıyafet, üstünlük duygusu oluşturuyor ve üstelik başkaları üzerinde hegemonya kurduruyor. Bu durum dinin derûnî boyutundan çok uzaklaşmış olduğumuzu gösteriyor. “Göğsünün içindekini gerçek gönül sanan kimse Hakk yolunda iki üç adım attı da her şey oldu bitti sandı. Aslında tesbih, seccade, tevbe, sofuluk, günahtan sakınma; bunların hepsi yolun başıdır. Hakk yolcusu aldandı da bunları varacağı yer sandı." diyor Mevlânâ sultan bir rubâîsinde. Kâlden hâle geçilmediği sürece gösteriş, hayatımızı dört bir yandan kuşatıyor. Bir tasavvuf yolunun saliki olanlarda bile başkalarını küçük gören davranışlara rastlıyoruz. “Edeble gelen lütufla gider” öğüdü, mezar girişlerinde sade bir levha değildir. Edeb, tasavvufun atardamarıdır. O damar kesildiği vakit gönülden Hakk’a giden yol zedelendiği gibi Hakk’tan gönüllere gelecek güzellikler de insanın nefsine uymasıyla paslanıyor, tozlanıyor, nihayet görünmez bir hâl alıyor. Yine bir rubâîsinde, “Ey gönül! Lafla dedikoduyla seni, bu aşk yoluna düşürmezler. Yokluk kapısından geçmeden sevgiliye kavuşamazsın. O'nun kuşlarının uçtuğu gökte kanat çırpmadan sana kol kanat vermezler." diyor Mevlânâ hazret. Hayat Nur hoca; kin, öfke, hırs, haset, gurur, kibir, şehvet gibi duyguların insan ruhunu bedbin, yorgun, hasta ve esir ettiğini söylüyor. Devamında insanın nedenlerle, niçinlerle, keşkelerle, eğerlerle geçen bir ömrü takip ederek manadan uzak, maddeye bağımlı bir hâle geçeceğine işaret ediyor. Günümüzde yoğun biçimde görülen depresyonun sebepleri arasında yer alan mutsuzluk, umutsuzluk ve tatminsizlik, kişilerden toplumlara sirayet ediyor. Hayat Nur hoca şöyle diyor: “Bunların tümü zikir, fikir, şükür, tevekkül ve kanaat eksiliğinden meydana gelir. Ruhun bu dünya ile ilgisi olmadığı için onu en iyi korumanın yolu kendi dünyasına ait bir yaşam tarzını tercih etmektir. Yani maneviyatı öncelemektir. Balığın su dışında yaşama şansı olmadığı gibi, ruh da kendi dünyasının dışına çıkarıldığı takdirde balık gibi çırpınır durur. Bu durum insana mutsuzluk, umutsuzluk, çaresizlik, kimsesizlik duygusu verir. İnsan mutlu olmak için her türlü maddi imkanlara sahiptir ama yine de aradığı huzur ve mutluluğa erişemez, çünkü arayışı bitmez. Sonu gelmez arzular, istekler içinde kaybolup gider.

Tahûrâ’daki suallere verilen her cevapta Mesnevî’den, Dîvân-ı Kebîr’den ve nice ariften, bilgeden, veliden izler görüyoruz. Böylece bir kitap okurken kırk kitap okumuş kadar lezzet alıyor, bazı sayfalarda yerimizde duramıyor, başkalarıyla paylaşmak için notlar yazıyoruz. Tevhit ırmağının suyunu bütünüyle içmemize imkân yok, bu yüzden okuyoruz. Zira Tahûrâ gibi kitaplar, büyüklerin bizlere bıraktığı yadigarlar, susuzluğumuzu gidermek ve bize yol göstermek için bekliyor. Bunca okumanın önemli sebeplerinden biri de şudur: yakıt sağlamak. Dünya zordur, varlık ağırdır, insan ziyandadır. Ziyanın neresinden dönülse kârdır. İnsanın yeryüzündeki asli vazifesini hatırlaması noktasında okumanın yeri büyüktür. Sadece okumayla yol yürünmez, ama okumadan hiç yürünmez. Eğer öyle olsaydı bunca erler evliyalar bize eserlerini bırakmazlardı. Rızık yalnız içtiğimiz çorba, böldüğümüz ekmek, kazancımız, evimiz, arsamız, vasıtamız değildir. Bir rızk-ı manevi vardır ki ona doyulmaz. Horasanlı sûfiler bu hâli “Men lem yezuk, lem ya'rif” (Tadan bilir, tatmayan bilmez) sözüyle anlatmışlar. İstanbul sûfileri ise şöyle demişler: "Men lem yezuk, bilmez yazık."

Kusurları bize ait olan bu yazıyı, sevgili Hayat Nur hocamın şu enfes, bize bir ömür yakıt olmasını niyaz ettiğim şu sözleriyle bitirmek isterim: “Bütün yollar kapansa âşıkların yolu kapanmaz. O nurlu yollar hiçbir zaman karanlıkta kalmaz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 11. sayısında yayınlanmıştır.