Şefik Can Hatıralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şefik Can Hatıralar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir tevazu ve aşk erinin hatıraları

Türk tasavvuf tarihi için en nadide bilgiler, hiç şüphe yok ki hatıraların arasında gizlidir. Mana sultanlarını daha yakından tanımak adına eşsiz birer imkân olan hatıra kitapları; onların yetiştikleri muhiti, dönemin manevi iklimini, toplumun düşünce dünyasını ve hatta siyasi tansiyonu öğrenmek adına da pek kıymetlidir. Okuduğum müddet boyunca her sayfasında ayrı lezzet almam münasebetiyle fakire belgesel zevki yaşatmış bir kitaptan söz açmak istiyorum: Şefik Can Hatıralar. Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âşığı, ömrünü Mesnevî çalışmalarına ve bu çalışmaları insanlığa sunmaya adamış, sertarîk mesnevîhan Şefik Can Dede’nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş sevgili Hayat Nur Artıran hocamızın hazırladığı bu hatırat; muhibbân-ı kütüb için bulunmaz bir ilaç.

Vaktiyle Hayat Nur hoca, yedi yıl boyunca gece-gündüz dizinin dibinde olduğu hocasını iki kelimeyle anlatmıştı: tevazu ve mahviyet. Günümüz toplumunda, bilhassa gençlerin ciddi bir anlam arayışı içinde olduğunu gözlemliyoruz. Hayatını adayacak bir şey bulamamanın neticesinin hüsran olduğunu büyükler bizlere daima öğütlemiştir. İşte, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna bir cevap olarak Şefik Can Dede’nin bereketli ömrü şimdi sayfalara dizilmiş bir hâlde önümüzde duruyor. Ne görüyoruz bu ömürde? Evvela yüksek bir ilim aşkı. Her türlü zarurete rağmen öğrenmenin, öğrendiğini derinleştirmenin, bu derinliği giderek özümsemenin ve dolayısıyla başkalarına da “rol model” olmanın hikâyesini görüyoruz. Kuleli Askeri Lisesi, Pangaltı Harp Okulu ve Kara Levazım Okulu sonrasında uzun askerlik yılları boyunca Şefik Can Dede her ne olursa olsun insanlık yolunun adımlarını takip etmiş. Elbette bu yol, tek başına yürünmesi mümkün olmayan, muhakkak bir rehberin gözetiminde sürdürülmesi gereken bir yol. Dedemizin rehberi ise Tâhirü’l Mevlevî Efendi. Peki tanış olma hadisesi nasıl gerçekleşiyor? Şefik Can Dede, Süleyman Nazif Bey’in Bataryayla Ateş kitabını okuyor ve Şeyh Şamil hakkında yazılmış olan iki buçuk sayfalık yazı vesilesiyle büyüleniyor. Şeyh Şamil’i daha yakından tanımak için sahhaflara gidiyor. Kitapçı Hulusi Efendi, “Tâhirü’l Mevlevî hazretleri, Şeyh Şamil hakkında bir eser yazdı fakat o eser Enver Paşa tarafından toplatılıp Kafkasya’ya gönderildi. Kitapçılarda bulamazsın. Sen bu eseri git Tâhirü’l Mevlevî’den iste, ancak kendisinde vardır” diyor. Dedemiz sora sora evi buluyor ve Tâhirü’l Mevlevî’de kitabın bir nüshası olduğunu öğreniyor. Hatta Tâhirü’l Mevlevî, “Yukarı çıkıp okuyabilirsin” diyor. Bunun üzerine Şefik Can Dede ta Çengelköy’den geldiğini, yatılı bir talebe olduğunu, vaktinde okula dönmesi gerektiğini söyleyerek kitabı bir haftalığına rica ediyor. Tâhirü’l Mevlevî’nin cevabı “Oğlum, kusura bakma, ben kimseye kitap veremem. İstiyorsan gelir yukarda okursun” olunca, oradan kırgın olarak ayrılıyor.

Aradan yıllar geçiyor, 1935 senesinde Kuleli’ye öğretmen olarak tayin ediliyor Şefik Can Dede ve staj görmesi için Tâhirü’l Mevlevî’nin himayesine veriliyor. Canı sıkılıyor bu duruma; küçücük bir kitabı bile kendisine güvenip vermeyen bu kişi ona öğretmenlik yapabilir belgesi nasıl verecektir? Şefik Can Dede’nin Farsçaya ve Hz. Mevlânâ’nın şiirlerine olan merakı, hocasına saygılı davranışları, nöbetlerini tutuşu ve onu daima rahat ettirmeye çalışması Tâhirü’l Mevlevî tarafından sevilmesine vesile oluyor. Sonradan evine gittiğinde, ilk tanışma hadisesini anlattığında Tâhirü’l Mevlevî şaşırıp, “Sen o muydun?” diyor ve bu hadiseden dolayı yaşanan hüznü ortadan kaldıracak bir işaret veriyor. Bu işaret, Tâhirü’l Mevlevî’nin kütüphanesinde, kitapların üzerinde büyükçe bir kartona yazılmış Arapça bir beyti gösteriyor. Türkçe meali “Benim dünyadaki sevgilim kitaplardır. İnsan sevgilisini, bir zaman için bile olsa, başka birine verebilir mi?” olan bu beyti okuduktan sonra “Çok haklısınız” diyor Şefik Can Dede ve hocasının elini öpüyor, daha sonra ise kendisinden el alarak manevî talebesi oluyor. “Onunla geçirdiğim her zaman ibadet gibidir” diyor ve şunları ekliyor: “Allah’ın en büyük lütfu, keremi olarak maddi ve manevi öğretmenlik icazetimi Tâhirü’l Mevlevî gibi büyük bir velinin elinden almak bu naçiz kula nasip oldu.

Şefik Can Dede’nin babası, son nefesini verirken bile kitaplarını düşünen, oğlunun rüyalarına girip kitap hususunda telkinde bulunacak kadar kuvvetli bir kitap sevdalısı. Burada bir anı var: Şefik Can Dede, babasından kendisine kalan kıymetli bir yazma eseri, ehil gördüğü bir kimseye hediye ediyor. O gece babası rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor. Böylece anı içinde bir anı daha açılıyor: Şefik Can Dede’nin babası da bir Hz. Mevlânâ ve Tâhirü’l Mevlevî hayranı. “Kendisi müftü idi, din adamıydı ama sanat, tarih, edebiyat ve şiire çok meraklıydı. Daha küçük bir çocukken bana Mevlânâ’dan, Hâfız’dan, Sadi’den şiirler öğretirdi. Özellikle Tâhirü’l Mevlevî’nin yazılarını ve şiirlerini yakından takip ederdi.” diyerek belki de “evlat babanın sırrıdır” sözüne tarihi bir vesika sunmuş oluyor.

Ben her zaman nerede bir Allah dostunun ismini duysam hep gidip kendileriyle tanışmak dualarına nail olmak isterdim.” diyen Şefik Can Dede, bizlerin ancak kitaplardan isimlerini ve hayatlarının küçük bir bölümünü öğrenebileceğimiz nice mana sultanıyla tanış olmuş. Midhat Bahârî, Ahmed Avni Konuk, Osman Kemalî Efendi, Abdülaziz Mecdi Tolun, Yaman Dede, Ahmed Remzi Akyürek, Mahmud Sadettin Bilginer, Hasan Lütfi Şuşut, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Ladikli Ahmet Ağa, Muhammed Raşit Erol… Bendeniz bu zenginlik içinden bir hatıra aktarmak zorunda olduğumun farkındayım. Hem bu yazıyı yazdığım gece vuslat sene-i devriyeleri olması hem de teferruatı fakirde olan hususi muhabbetim sebebiyle, Muzaffer Ozak Efendi’yle Şefik Can Dede arasındaki pek güzel hatıralardan bir bölüm nakletmek isterim: “Kitap sevgisi, beni her hafta Sahhaflara uğratırdı. Eskiden Cuma günleri tatildi. Böylelikle her Cuma günü büyük bir camiye giderdim. Bazen Sultanahmet’e, bazen Ayasofya’ya, bazen Süleymaniye’ye, bazen de Fatih’e… Fatih Camii’ne gittiğim zamanlar, oradaki merdivenden camiye çıkarken, merdivenlerin kenarında, yerlere dizilmiş kitaplar görür ve gayriihtiyarî bakardım. Kimi zaman da bu kitaplar musalla taşının üzerinde sergilenirdi. Bazen arzu ettiğim dinî içerikli kitaplar olurdu ve onlardan alırdım. Orayla çok genç, zayıfça, temiz yüzlü bir delikanlı ilgilenirdi. İşte bu genç Muzaffer Bey’di… Kuleli’de öğrenci iken tanıştığım Muzaffer Ozak Efendiyle albay emeklisi olduğum zaman bile görüşüyorduk, birbirimizi hiç bırakmadık. Dükkânına gittiğim zamanlarda, bana layık olmadığım itibarı, sevgiyi, ilgiyi gösterirdi. Bir gün bana; Hz. Mevlânâ’ya çok şeyler borçlu olduğunu, onun Mesnevî’sini okuyarak manen çok dereceler aldığını ve böylelikle gönlünün açıldığını söyledi… Bendeniz Tâhirü’l Mevlevî’nin Mesnevî’nin eksik kalan ciltlerini tamamlamaya çalıştığım sıralarda, Hacı Muzaffer Bey Amerika’ya gitmişti. Oradan dahi bana telefon edip bu şerhi tamamlamamı ısrarla beyan ederek söz konusu çalışmanın Tâhirü’l Mevlevî tarafından Türkçeye yapılan şerhini tamamlayacak çok mübarek bir kitap olacağını söyledi… Birkaç ömre sığdırılacak şeyleri kısa sayılabilecek mübarek hayatına sığdırmıştı.

23 Ocak 2005’te âlem-i cemâle doğdu Şefik Can Dede. Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından gazetecilerin “Hocanız hakkında ne söylemek istersiniz?” sualine Hayat Nur Artıran şu cevabı vermişti: “Benim hocam bir hiçti”… Şefik Can Hatıralar, hiçliğe adanmış aziz bir ömrün vesikası olarak yalnız kütüphanelerimizde değil, gönüllerimizde de çok ayrı bir yerde bulunacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 28. sayısında yayınlanmıştır.

12 Şubat 2022 Cumartesi

Kitaplara adanmış asırlık bir ömür

Hep söylenegelir ya, kütüphanesi olan evde doğan bir çocuk kitap olmayan evdeki çocuğa göre talihlidir diye. Hakikatten öyledir… Kitap aşığı bir baba veya anne düşünün; çocuklarının bundan etkilenmemesi mümkün mü? Ocak ayında raflardaki yerini bulan Şefik Can’ın hatıralarını içeren muhteşem söyleşisini okuyunca aklıma geldi bu anekdot. O Şefik Can ki maaşının tamamını kitaba yatıran, daha Kuleli Askerî Lisesi’nde okurken hafta sonu iznini Sahaflar Çarşısı ve Beyazıt’ın meşhur kitapçılarında geçiren, hatta emekli oluncaya değin tek bir kat elbise ile idare edip giyim kuşam parasını bile kitaba yatıran bir bibliyofil! Mesnevî-i Şerif’i hakkıyla Türkçemize çeviren son dönemin en önemli ismi olan Şefik Can’ın bir Edebiyat öğretmeni olarak mesleğinin zaten kitap olduğu söylense de onun kitap aşkı sadece mesleğinden kaynaklanmıyor. Söyleşiyi okuyunca kitap aşkının çok makul sebepleri olduğunu görüyorsunuz, ama belki en önemli motivasyonu Müftü babasından intikal etmiş olmalı. 1915 yılında Rusların Tutak’ı işgali üzerine orayı terk etmek zorunda kalan Müftü Tevfik Efendi’nin ailesiyle yanına aldığı tek şey kitaplarıdır. Büyük bir kısmını da yanına alamaz zaruretten, en çok da buna yanar! Ama kitap aşkı olan kimseler için yeni bir kütüphane kurmamak kabil mi? Daha sonra görev yaptığı yerlerde yeniden kitap toplar… Hatta 1927’de İstanbul’a gelen oğlu Şefik Can’a sürekli kitap siparişleri verir durur. Büyük bir âlim olan hem Arapça hem Farsça edebiyatına yakından vakıf Müftü Tevfik Efendi’de kitap aşkı o seviyededir ki büyük oğlu Şefik Can bu sevginin vardığı boyutları şu şekilde anlatıyor: Müftü Tevfik Efendi ölüm döşeğindeyken kızını çağırır ve tarif ettiği yerden anahtarı alarak fetvahanenin kapısını kapatmasını ister. Müftü Tevfik Efendi, kızına yapması gerekeni izah ederken gerekçeyi de şöyle açıklar; “Birazdan insanlar gelir ve oluşan kalabalıkta kitapların başına bir hal gelebilir!

Ölüm anında dahi kitaplarını düşünen bu büyük insanın ölümden sonra kitaplarını düşünmeye devam ettiğini ve oğlunun rüyasına girerek telkinde bulunduğunu söylesem latife zannetmeyiniz! Hakikatten öyle; Şefik Can babasından intikal eden kıymetli bir yazmayı ehil gördüğü bir kişiye hediye ediyor 2000’lerin başında. O gece rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor! Demek ki kitap aşkı kıyamete dek süren bir iptila… Birbirinden harika, hayret ve heyecan uyandıran olayların anlatıldığı bu hatıratta Şefik Can’ın kitap sevgisinin diğer bir saikinin de üstadı Tahirü’l-Mevlevî olduğunu görüyoruz. Yine Kuleli’de talebe iken peşine düştüğü bir yazı onu İmam Şamil’e dair bir kitaba götürür. Kitapçı Hulusi Bey o kitabın müellifinin Taşkasap’ta yaşayan Tahirü’l-Mevlevî olduğunu ve onda muhakkak bir nüsha olacağını söyler. Aksaray’da Tahirü’l-Mevlevî’nin evini sora sora bulan genç askeri mektep öğrencisi kapının tokmağına vurunca hazret kapıyı açar. Kitap için geldiğini izah ettikten ve kendini tanıttıktan sonra, zamanı olmadığı için kitabı okula götürüp tekrar geri getirmesinin mümkün olup olmadığını sorar. Tabi kitaba olan meftuniyeti ve aşkı ehlince malum olan ve kitabı sevgiliye benzeten üstadın bu konudaki görüşünü bilmem söylemeye gerek var mı? “Evladım gel yukarıda kitabı mütalaa et! Ben kimseye kitap veremem!”. Şefik Can bu söze üzülür, zira kendisinin hangi okula mensup ve öğrenci numarasının ne olduğu üniformasında ayan beyandır. Ancak, kaderin garip cilvesi ki yıllar sonra öğretmen olarak atandığı Kuleli Askerî Lisesi’nde stajını yanında yapacağı hoca; onun mürşidi ve üstadı olacak, Mevlevîlik aşkını zerk edecek işte bu kitap âşığı şahıstır.

Hem babasından hem de üstadından kitap sevgisini kazanmış olan Şefik Can ise yukarıda belirtildiği gibi yemez içmez, varını yoğunu adeta kitaba yatırır ve şimdi Millet Kütüphanesi’ne intikal etmiş olan büyük kütüphanesini nice fedakarlıklar ile oluşturur. İşte böyle satın aldığı bazı kitapların sahipleniliş öykülerini de güzel ve tatlı bir üslupla anlatır. Örneğin Yüksekkaldırım’da bir kitapçının camekanında Divân-ı Kebir görür, eser öyle muhteşem yazılmış ve ciltlenmiş ki hemen dükkâna dalar ve eseri görmek ister. Takdim edilince kenarlarında da Mesnevî-i Şerif’in istinsah edildiğini, yani kopyalandığını görür. Daha da ilginci kitabın ortasına kalınca bir çivi çakılmış ve kitap örselenmiş bir haldedir. Bu muhteşem güzelliğin yeri kendi kütüphanesidir ve hemen fiyatını sorar. Yarım saat öncesinde kitapçıya bırakılan bu eşsiz eserin fiyatının 45 lira olduğunu söyler kitapçı, büyük para o zaman! Ancak yanında 15 lira vardır ve onu kaparo olarak vererek kitabı camekandan rafa çektirir. Aynı gün 30 lira borç bulur ve gelip kitabı satın alır. “… Çok harika, kalın ciltli, elyazması bir eser. Kitabı alabildiğime uzun süre inanamadım, hayran oldum. Kenarında altı cilt Mesnevî, ortasında Divân-ı Kebir. İçinde Rubâîler de var. Böyle bir eseri düşünmek bile heyecan veriyor insana” derken bir kitapseverin heyecanı bütün berraklığıyla görülüyor. Meşhur neyzen Halil Can bir servet değerindeki bu eseri satmasını ve büyük bir meblağ alacağını söylese de Şefik Can’ın parayla pulla işi yoktur. Kitabı satmaz elbette…

Şefik Can Hatıralar tam anlamıyla kitaba ve okumaya adanmış bereketli ve saf bir ömrü gözler önüne seriyor… Cumhuriyetin ilk on yıllarında İstanbul’un kitapçı dükkanları, sahafları ve müdavimleri öyle güzel anlatılmış ki Eşref Edip, Ömer Rıza Doğrul, Sevan Nişanyan’ın dedesi kitapçı Nişanyan, Muzaffer Ozak, Raif Yelkenci, Şemseddin Yeşil ve Yüksekkaldırım’daki Rum ve Yahudi kitapçılar… Osmanlı bakiyesi dünyada kitaba sahip çıkan sahaflar ve kitapçılar dünyasının bilinen ve bilinmeyen pek çok ayrıntısını veren bu mufassal ve hacimli hatırat, bilhassa kitabın, kitapçının ve sahafların tarihine meraklı okur için bulunmaz bir memba…

Cezmi Aşur