Yakın tarihimizin önemli ve en netameli konularından birisi, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra meydana gelen 31 Mart Vakası'dır. Bu hadisenin karmaşık olmasının ve hakkında bir çok kafa karışıklığının bulunmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi, sonucunda 2. Abdülhamid'in hal edilerek padişahlığının son bulmasıdır. 2 Abdülhamid'i tanımayan, tanımak gibi derdi olmayan, tanıdığını zanneden fakat bilgisi zandan öteye geçmeyen ve 2. Abdülhamid'den günümüze siyasi çıkarımlar yapan günümüz popülizm kurbanlarına göre Abdülhamid'in hal edilmesi ile birlikte tarihte yeni bir sayfa açılmıştır ve padişahın hallinde en büyük günahkar (!) İttihat ve Terakki Cemiyeti'dir. Bu tarafgirlerin anlatımlarına ve algılarına göre, 2. Abdülhamid'in hal edilmesiyle birlikte imparatorluk çökmüş, İTC'nin yönetimi devralmasıyla imparatorluk parçalanmaya başlamış hatta parçalanmıştır. Sanki asırlardır toprak kaybeden, savaşlarda yenilgi yüzü gören Osmanlı İmparatorluğu değilmiş gibi veya her şey yolundayken imparatorluk, Meşrutiyet'in ilanı ve İTC imparatorluk yüzünden yıkılmıştır.
Ne yazık ki mesele bu kadar basit ve sıradan değildir. Denklemin birden fazla bilinmeyeni, oyunun birden fazla kurucusu ve hayatın kendi akışı vardır. 31 Mart Hadisesi'nin ve yorumlarının birden fazla ve farklı cephesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hadisenin sonunda hal edilecek olan Sultan 2. Abdülhamid'dir. İTC'ye göre padişah, meşrutiyeti sekteye uğratmaya yönelik bir girişim olan hadiseyi desteklemiş ve arkasında durmuştur. Böylece meşruti yönetime tekrar son vererek mutlaki rejime dönmeyi ve gücünü toplamayı amaçladığı düşünülmüştür.
Bu taraflardan bir diğeri İTC'dir ve bu tarihi vakada parmağı olduğuna yönelik iddialar ve ithamlar bulunmaktadır. İTC muhaliflerine göre, tertiple birlikte padişahın hal edilmesi amaçlanmış ve bu amaca ulaşılmıştır. Bu iddialara göre, İTC'nin meşrutiyetin ilanımdan sonra 2. Abdülhamid'i hal düşüncesi kafasındadır, İTC'nin 2. Abdülhamid'le asla geçinemediğine yönelik hayali bir tablonun varsayımcıları ve savunucuları, bu olayla birlikte sultanın hal edilmesine gidecek yolun taşlarının İTC tarafından döşendiği iddiasındadır. Meşrutiyetin ilan edilmiş olması, İTC'nin de siyasal hayata alışmaya ve söz sahibi olmaya çalıştığı gerçeği göz önüne alınmadan ve vaka neticesinde oluşan karışıklık ile İTC mensubinine yönelik hareketler değerlendirilmeksizin İTC'ye yönelik bu ithamların haksız olduğu anlaşılacaktır. Bir diğer cephe ise Derviş Vahdeti, Volkan Gazetesi ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'dir. Özellikle günümüzün meşhur İTC anlatımlarında 31 Mart Vakası'na yönelik yazılan bir kitaba atılan başlık (sonradan başlıktan bu kısım çıkarılmıştır) bu grubun meydana gelen hadisede parmağının olduğuna yönelik inancı güçlendirmiştir. Genel olarak İTC taraftarı olan grupların da söylemleri, İMC'nin bu olayda parmağının bulunduğu, hazırlayıcısı ve kurucusu olduğu yönündedir. Özellikle laiklik üzerinden rakiplerini alt etmek isteyen grupların okumalarında bu cephe geniş yer tutar. Kemalist ve laik gruplar için 31 Mart Vakasının günah galerisinde bu isimler, gazete ve cemiyet bulunmaktadır.
Bir diğer taraf ise "dış güçler, yabancı mihraklar" olup, iddialar bunların olayda parmağı olduğu, planlayıcısı olduklarına yöneliktir. Meydana gelen hadisede yaralanan her iki tarafın imparatorluk askeri ve vatandaşı olduğu, imparatorluğun güçsüz düştüğü ve kendi içerisinde açmazlarının olduğu, aynı zamanda olaydan sonra ilan edilen sıkıyönetimin meşruti darbeye ciddi anlamda darbe vurup sekteye uğrattığı gözetildiğinde bu hadisenin oyun kurucularının imparatorluk topraklarında gözü olan dış güçler olduğu ihtimali de zikredilir. Bir günah keçisi aranır aranır bulunamayınca, içinden çıkılamayan hallerde yapılacak en son çare olarak bu kapıya gelinir. Bugüne kadar yaptığım okumalarda, 31 Mart Hadisesi'nin tam olarak ne olduğunu gösteren net bir fotoğraf çizen çalışmaya rastlamadım. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, tarafgirlik ve yazılanların hakikatten ziyade birilerinin çıkarına hizmet etme gayretiydi. Diğeri de zandan öteye gitmeyen veya muğlak ve müphem ifadeler içeren, sonuca varmayan yorumlardı. Aklıselimle meseleyi dışarıdan, tarafgir olmayan bir tutumla anlatacak, yazacak birilerine ihtiyaç vardı. Kimselerin sözcüsü olmadan ve sonuca varacak bir çalışma lazımdı 31 Mart Hadisesi'ne ilişkin. Elbet bu da bir yoruma dayanacaktı ve eleştirilebilir olacaktı ama en azından mevcut boşluğu dolduracaktı. Ender Korkmaz hocanın kitabı işte tam böyle bir zamanda yayınlandı. Üzüm yemeyi amaç edinen ve üzüm yeme gayretinde olan, bağcıyla pek işi olmayan ve birilerini de dövmeye kalkmayan kitabını çıkardı.
Dumanı üstünde bir kitap; 31 Mart Vakası. 3 ana başlıktan oluşuyor: İsyan yoluna döşenen taşlar, 31 Mart Askeri İsyanı, Vaka Sonrası ve Vakanın Tahlili. Giriş kısmında Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başlıyor hikayemiz. Kamil Paşa Hükümeti'nin kurulmasını müteakip, İTC'ye karşı oluşan muhalefet ve 31 Mart Hadisesi'ne giden yolda döşenen taşlar anlatılıyor. Muhalefetin oluşumu burada önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Çünkü meşrutiyet ilan edileli çok olmamış, meşrutiyetin tanımı da tam olarak oturmamış, belirsizlikler üstüne kurulu bir siyasi hayat söz konusu ve İTC'nin siyasi deneyiminin olmayışı ve siyaset bilgisinin zayıflığı bütün hadiselerin üzerine tuz biber olmaktadır. Meşrutiyetin ilanı sonrasında halk ne yapacağını bilmez haldedir, genel anlamda bir gevşeklik baş göstermiştir. Bütün bunlara otorite yokluğu da eklenince, ne yazık ki imparatorluk bir çalkantı içerisine girmiştir. İTC'ye karşı muhalif oluşumlar bu sırada baş göstermektedir. Bir kısım düşünür ve muhalif, meşrutiyetin ilanı ile birlikte kendilerine acılar çektirdiklerini düşündüğü padişahın hal edilmesini istemektedir. İTC ise bu tavrın ve görüşün karşısındadır. "Sabahaddin Bey ve çevresindekilerin İTC ile yaşadığı temel fikir ayrılıklarından biri, Sabahaddin Bey ve çevresinin Meşrutiyet'in ilanının ardından Sultan 2. Abdülhamid ile uzlaşmaya yanaşmamalarıydı. Sabahaddin Bey ve taraftarları Sultan 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hatta Sabahaddin Bey'e göre kendisinin ve taraftarlarının bu görüşü İttihatçılar tarafından hainlik sayılmaktaydı. Dolayısıyla bu tür fikir ayrılıkları zaten zayıf bağlarla bir arada bulunan iki grup arasında bir bölünmeyi kaçınılmaz kılıyordu." (syf. 41)
Bu alıntı ve bu ayrım önemli bir hususu "İTC'nin 2. Abdülhamid'e karşı nefretinin veyahut onun padişahlık görevine son verilmesinin söz konusu olmadığı" hususunu okuyucuya göstermektedir. İTC'nin 2. Abdülhamid ile geçinemediği, onu hal etmek için bahane aradığı ve bu bahaneyi de bu vakayla elde ettiği varsayımı tarihi gerçeklere uygun düşmemektedir. Padişahın dahli olmamakla birlikte vaka sonucunda hal edilmesi ise tarihin bir cilvesidir. Bu, planlanmış ve vaka sonrasında herkesin ellerini cebine atarak "Hadi padişahı hal edelim" dediği bir vaka değildir. Padişah hakkında, vakanın başlangıcında hal edilmeyeceğine ve padişaha karşı herhangi bir harekete girişilmeyeceğine yönelik garantiler de verilmiştir. Hadise öncesinde, bir yandan muhalif oluşumlar, bir yandan Derviş Vahdeti ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyet'i ve söylemleri; asker arasındaki huzursuzluk, başıboşluk; Hasan Fehmi cinayeti; hükümet bunalımları; sürgüne gönderilen ve Meşrutiyetin ilanı ile dönenler ve bir çok mesele adeta gelmekte olanı haber vermiştir.
Kitabın ikinci bölümünde, isyanın başlamasıyla birlikte gün gün farklı cephelerden isyanın gelişimi, yaşananlar ve yazarın değerlendirmelerine yer verilmiştir. İsyan, alaylıların mekteplilere yönelik baskını ile başlamıştır ve isyan ateşi yanmıştır. İsyan ateşi, toplu bir hareketten ziyade başıboş ve düzensiz bir oluşumdur. İsyan patlak verdikten sonra planlı olması halinde etkisinin çok büyük olması ve kargaşa düzeyinde kalmaması söz konusu olabilecekken bu aşamalara geçememiştir. İsyanın nihai bir gayesinin varlığından da söz edilemez.
"Tanin'in olağanüstü olarak Selanik'te basılan 26 Nisan tarihli özel sayısında o gün yaşadıklarını anlatan Bağdat Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, meclise giren askerlerin şeriatın uygulanmasını, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa'nın, Hassa Ordusu (I. Ordu) Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'nın, II. Fırka Kumandanı Cevad Paşa'nın, Taşkışla Kumandanı Esad Bey'in görevden alınmasını istediklerini aktarır. Meclis-i Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey'in istifası ve olaylara karışan askerlerin affedilmeleri de askerlerin taleplerinin arasındaydı. Muhalefetten Mahir Said Bey'in ve iktidar partisinden İsmail Hakkı Bey'in askerin talepleri hakkında verdiği birbirinden farklı iki rivayetin muhtemelen ikisi de doğruydu. Bu durum isyancı askerler arasında bir söylem birliği olmadığını dolayısıyla hareketin politik motivasyonunun düşük olduğunu gösterebilir." (syf.97)
Kitabın en uzun kısmında, hareketin başlamasından sonra tarafların tepkilerine yer verilir. Kimileri hareketin karşısında yer alır, çareyi saklanmakta ya da kaçmakta bulurken, matbaalar dağıtılır, mebus öldürülür, kimileri de bunları onaylar nitelikte yazılarla yeni bir "inkılaptan" söz eder. Kişiler, cemiyet ve gruplar açıklamalarıyla saflarını almaya başlarlar. Ayaklanmanın başlangıcında, isyancıların durumu göz önüne alınarak rüzgarı arkasına almış hareketten yana tavır koyulur. Fakat gün geçtikçe ve Rumeli birlikleri İstanbul'a yaklaşıp müdahale edince rüzgar yine yön değiştirir ve galibe göre yeni söylemler benimsenir. Bu, bizim siyasi geleneğimizin de vazgeçilmezlerindendir. Güce karşı konumlanan bir anlayış, bulunduğu yere değer katmaktan ve inandığı hakikatleri savunmaktansa gücü arkasına alarak gücün rüzgarına inanarak yükselmek, yön tayin etmek. Memleket, yüz yıl öncesinde de aslında bugünden farklı değildir. İkinci kısım gerek tarihi vakaları aktarması gerek bu vakaların yorumlanmasıyla okuyucusuna yol gösterir. Aktarılan vakalar, geniş kaynakça, günlük ve hatırat alıntıları sadece alıntılanmakla yetinilmeden, eleştiriler ile zenginleştirilir. Katılınan ve katılınılmayan noktalar okuyucuya sunulur. Eserin geniş kaynakçası incelendiğinde de eserin emek mahsulü olduğu ortaya çıkacaktır. En nihayetinde Rumeli'den gelen Hareket Ordusu İstanbul'a gelir, olaya müdahale eder ve isyan kontrol altına alınır. Hiç bitmeyecek bir sıkıyönetimin ilanı, padişahın halli ve Selanik'e gönderilmesi, Reşat Efendi'nin padişahlığının ilanıyla birlikte bu bölüm bitirilir.
Kitabın son bölümü, vaka sonrası yaşananlar ve vakanın tahliline ayrılmıştır. Okuyucunun en merakla beklediği, yazarın ise muradının anlatılacağı yere gelmiş bulunmaktayız. Vaka sonrası neredeyse imparatorlukta, cumhuriyete kadar devam edecek bir sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu sıkıyönetimi takip eden ise yargılamalar ve cezalandırmalar olmuştur. Bu cezalandırmalardan olayın müsebbibi sayılan basın, İMC, Volkan Gazetesi, Derviş Vahdeti, İkdam ve Ali Kemal Bey, Mevlânzâde Rifat, 2. Abdülhamid'in yakınları, askerler ve pek çok isim nasibini almıştır. Bu cezalandırmaların ve yargılamaların ne kadar hukuki ve hakkaniyet uygun olduğu elbette soru işaretlerini içerir. Olağanüstü dönemlerin olağan yargılamalarından bahsedilmesi mümkün değildir. Olması gerekir ama olmaz.
"Vaka sonrası sıkı bir cezalandırma politikası izlendi. Bu politikanın İTC için olası iki faydası vardı. Bunlardan birisi Meşrutiyet'in ilanından sonra oluşan kafa karışıklığı sırasında iyiden iyiye zayıflayan kamu düzeninin tekrar sağlanmasıydı. İkincisi ise elde edilen fırsattan istifadeyle İTC'nin eleştirilemez ve muhalefet edilemez bir siyasi yapı haline getirilmesidir." (syf.289-290)
"Divan-ı Harplerin faaliyeti bir yönüyle eski dönemle yarım kalmış bir hesaplaşmanın da tamamlanması çalışmasına dönüşmüştü. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul adalarında ikamete mecbur edilen, Sultan 2. Abdülhamid'in yakın çevresindeki tartışmalı isimler de Divan-ı Harp tarafından yargılandı." (syf.296)
Kitabın en can alıcı noktasına gelir okuyucu sonunda: Vakanın Tahlili. Bu kitap bu sayfalar için yazılmış da denebilir aslında. Buraya kadar yorum, tarihi aktarım birlikteliği el eleyken buradan itibaren vakanın değerlendirilmesine geçilir. Öncelikle irtica kavramına değinilir. İrtica, aradan geçen yüz yıldan fazla bir süreye rağmen hala ülke gündeminden düşmemiştir, akademik çevrelerde, siyasi partilerde ve sokakta konuşulur. Herkes bir yerinden tutar kavramı, çekiştirir kendince. Vakayla ilişkilendirenlerin irticadan anladıkları şey ise "şeriatçı bir ayaklanma" başlığında da görüleceği üzere vakayı din ve dini hareketler ile ilişkilendirip, laiklik üzerinden cumhuriyete, cumhuriyetten günümüze ulaşan bir okumadır. Burada en önemli tespit, "1909 yılında kamuoyunda laiklik gibi bir baskın gündem olmadığı için laik-antilaik çatışmasından söz edilemeyeceğidir." Tarihi kendimize göre çekiştirip, kendi penceremizden karşı tarafa taş atmak için kullanmak olsa olsa bizi komik duruma düşürür ama ne yazık ki yıllar boyunca ülkede bu tezler işlenmiş hala da işlenmektedir. Bu ayaklanmanın neden laik çıkarımla okunamayacağı ya da irticadan neyin anlaşılması gerektiği detaylıca anlatılır.
"Aslına bakılırsa vakadan sonra iktidarı daha güçlü bir şekilde ellerine alan ve 1912'deki yaklaşık 5 aylık bir kesinti hariç ellerinde bulunduran İTC, laikleşme şöyle dursun İmam Hatip Liselerinin temeli olan Medreset'ül Eimme ve Huteba adli okulları açarak, Medresetül Kuzat'ı kurup medreseleri yüksek öğretim sistemine dahil ederek ve Hukuk-ı Aile Kararnamesi gibi bir İslam hukuku metnini kanunlaştırarak devletin dini niteliğini tahkim etmişti. Dolayısıyla İTC'nin dine yönelik tavrını Fransız Devriminde ortaya çıkan ve Katolik Kilisesini adeta Fransa'dan silen Jakoben grupların dine yönelik tavrına benzetmek klasik mantık terimiyle "kıyas-ı batıl"dır." (syf.308)
İkinci değerlendirme Sultan 2. Abdülhamid'e yöneliktir. Yukarıda açıklanan gerekçelerle Sultan'ın vakada parmağı olabileceğine yönelik kamuoyunda güçlü bir algı oluşturulmuş, oluşturulan bu algı sebebiyle de Sultan vaka sonunda hal edilmiş, tahtından olmuş, Selanik'e gönderilmiştir. Saldırının Meşrutiyet'e yönelik olduğu inancı nedeniyle Sultan şüphelilerden birisi olarak görülmüşse de bu varsayımın hatalı olduğu da bugün ortaya çıkmıştır.
Vakada diğer taraflar Ahrar Fırkası, İTC, Derviş Vahdeti ve dış güç İngiltere'nin de parmağının olup olmayacağı mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bunların da vakanın arkasında yatan ve ayaklanmanın çıkış nedeni olamayacağı izah edilmiş ama vakanın tarihi seyri içerisinde şiddetli ve hafif etkileri, vakanın ilerleyişinde hataları ve günahları olabileceği de göz ardı edilmemiştir. Vakanın müsebbipleri değillerdir doğrudan. Vakanın değerlendirilmesinde en dikkat çekici ve çarpıcı, aynı zamanda ayakları yere basan yorum şu şekildedir: "31 Mart askeri isyanı iyi organize edilmiş veya titizlikle planlanmış bir darbe girişiminden ziyade, spontane gelişen bir ayaklanmaydı." (syf. 321) Devamında gelen tespit de can alıcı olup önem arz eder: "Muhtemelen bazı birlikler bir süredir nasıl isyan edeceklerini tasarlıyorlardı. Ancak talepleri 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra görülen askeri huzursuzluk örneklerinde olduğu gibi hoşlanmadıkları subayların değiştirilmesi, rütbelerinin yükseltilmesi ya da erken terhis gibi şeylerdi. ... Vakanın en karışık günü olan ilk gününde bile isyancılar sadece meclis önünde beklemişlerdi. Ne istedikleri kendilerine sorulduğunda derli toplu bir cevap bile verememiş, talepleirni iletmesi için Hoca Rasim Efendi'yi Meclise göndermişlerdi" (syf. 322)
Kitabın savunduğu ana tema bu yorumlarda saklıdır. 31 Mart Vakası, organize ve planlı bir grup tarafından eyleme geçirilen bir isyan yahut ayaklanma değildir. Bu vakanın temelinde merkez- taşra çatışması ve memnuniyetsiz askerler, halk bulunmaktadır. Toplumda Meşrutiyet'in ilanına yüklenen büyük anlamdan doğan büyük hayal kırıklıkları ve halkın devletten istifadesinin istenilen düzeyde olmaması isyanın başlangıcında etkilidir. İsyan başladıktan sonra yan unsurların desteği olmuşsa da bunların müsebbip oldukları ve bunlar tarafından tertiplenen büyük bir organizasyondan söz edilemez. Çatışmanın ana odağı merkez-çevre, Balkanlar-Anadolu ekseninde ekmeği biraz da biz yiyelim, ya da kim yesin, devletin nimetlerinden faydalansın, devlete sırtını yaslasın da saklıdır ve bu tartışmaya yöneliktir. Birden fazla politik, sosyal aktörün şekillendirdiği ayaklanmanın anlaşılmasında bu yorum ayakları yere basan mantıklı ve akla yatkındır. Elbette bu da bir yorum nihai bir sonuç veya mutlak bir hakikat değildir.
31 Mart Vakası kitap içerisinde; öncesi ve hazırlayıcıları bölümüyle incelenmeye başlamış, meydana gelişi gün gün tarafların gözünden anlatılarak aydınlatılmış, sonuç kısmında ise ana sebep ve yan etkenler üzerinden okuma gerçekleştirilmiştir. Ayaklanmanın anlatımında tarafgirlik yapılmadan olanların anlatılarak yorumlanması ve her cepheden değerlendirilerek ulaşılan nihai sonuç ortaya konulmuştur. 31 Mart Vakasının fotoğrafı anlatım itibarıyla etraflıca çekilmiş, analizler ve yorumlar anlaşılır ve ayağı yere basan mantık çerçevesinden tahlil edilmiştir. Okuyucusuna hem okuma keyfi sunan eser aynı zamanda farklı ve yeni bir yorumla 31 Mart Vakası'nın anlaşılmasına katkı sağlamıştır.
"Sonuç olarak 31 Mart Vakası ne dinci ne de tümden Meşrutiyet karşıtı bir ayaklanmaydı. 31 Mart Vakası, devrimle birlikte ortaya çıkan yüksek beklentilerin gerçekleşmemesi sonucu sıradan insanların yaşadığı hayal kırıklığının, devrim sonrası gerçekleştirilen tensikat ve tasfiye uygulamalarıyla çıkarları zedelenen askerî ve bürokratik kesimlerin memnuniyetsizliğinin ve İTC'nin siyasi acemiliğiyle tek partili bir yapı oluşturmaya çalışmasının yarattığı gerilimlerin birleşiminden doğan kitlesel bir patlamaydı. İsyancılar menfaat duygusunun bir araya getirdiği bir grup olmakla beraber, menfaat bir isyan için geçerli ve kabul edilebilir bir sebep değildi. Bu yüzden isyancılar dönemin en saygın toplumsal mefhumu olan dini, isyanlarını meşru göstermek için bir araç olarak kullanmıştı. Bunu yaparken de (dönemin İslamcılarının ekseriyetinin İTC saflarında bulunmalarına karşın) bazı sivil ve subayların dine karşı lakayt davranışlarını İTC'ye mal ederek kendi davalarına haklılık kazandırmaya çalışmışlardı. İsyancıların ağzındaki “şeriat isteriz” sözü Fransız ihtilalinde binlerce insanı “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” söylemi altında katleden Jirondenlerin ya da Irak'a demokrasi götürmek için gittiğini iddia eden ABD'nin kullandığına benzer samimiyetsiz bir meşruiyet kılıfından başka bir şey değildi. Zira isyancılar "şeriat” kavramını başka amaçlarla giriştikleri bir isyan hareketini meşrulaştırmak için kullanmışlardı. Bu açıdan isyancıların "şeriat" söylemiyle ilişkileri; Cumhuriyet dönemindeki kimi anti-demokratik güç odakları tarafından, askerî darbelerin ve parti kapatmaların meşrulaştırılması için “Atatürkçülük, demokrasi ve özgürlük” kavramlarının araçsallaştırılmasına benzerlik arz etmektedir.
İsyanın temel nedeni II. Abdülhamid döneminde körü körüne bir sadakatle temayüz etmiş vasıfsız insanların -alt ve orta düzey memurların kaybettikleri menfaatlerin intikamını almak üzere giriştikleri yine de organize olmaktan uzak fesat hareketleri, taşra kökenli eğitimsiz asker grubunun ordudaki disiplinin sarsılmasından dolayı kendilerinde bir güç vehmetmeleri, muhaliflerin bu gerginlikten ve uygun ortamdan istifade etmeye çalışmaları, siyasi cinayetlerle birlikte siyaset ve toplumda artan şiddet eğilimi, basındaki ölçüsüz çatışma dili gibi dinamiklerin bir araya gelmesiydi. Bu durum yüzyıllardır süregelen ve Tanzimat sonrasında daha da güçlenen merkeziyetçi devlet anlayışının Türk insanını üretken bir topluma dönüşmekten alıkoymasının bir sonucu olarak, Ziya Gökalp'in anlattığı şekliyle Türk milletinin memurluğa ve çiftçiliğe hapsedilmesinden kaynaklanan, bireylerin kendi kendilerine değil ancak devlete bağımlı olarak var olabildikleri toplumsal düzenin o günkü çıktısıydı." (syf.342-343).
Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder