Rainer Maria Rilke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rainer Maria Rilke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2025 Perşembe

Heyecanla başlayıp yarım bıraktığım bir kitaba dair

Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı ilk okuyuşum değil. Bu şiirsel başlık beni zaman zaman kendisine çekmiş olduğundan, ara ara canlanan bir heyecanla farklı çevirilere yönelmiş, ama her defasında belirli bir eksiklik duygusuyla, heyecanımı sürdüremeyerek öylece yarım bırakmışımdır. Açık bırakılan her kitap gibi hem tamamlanmamış hem de nedensiz bir biçimde aklımda kalmıştır. Bende yer etmesi, tuhaf biçimde, içinde yazdıklarından çok üzerimde bıraktığı duygusal etki nedeniyledir ve belki de şiir, tam olarak bu demektir! Yani, nedensiz etkisinden çıkamadığımız, içimizde yer ettiğini hep hissedip açıklayamadığımız sözler.

Şimdi bir kez daha, bu defa Gürsel Aytaç çevirisinden (İletişim Yayınları) okuyorum. İlk satırlardan itibaren, sorunun artık çeviriyle ilgili olmadığından eminim. Bu oldukça güzel bir çeviri. Kitabın kendisinden ya da kendimden kaynaklandığı konusu, hiç olmadığı kadar net. Bu kitapta aradığım her neyse, o tam olarak yok ama buna rağmen etki etmesine neden olan bir şeyler var. Açıklanamaz bir şeyler.

Okurken, yine devam edemeyip bırakacak mıyım diye düşünürken buluyorum kendimi. Bu kez daha kararlıyım; ama kararlı olmamın tek nedeni kitabı bitirme azmi değil; bitiremediğim takdirde bunun nedenini bulmak gibi bir meselem var, bu kez. Neden bu ve bu gibi kitapları heyecanla elime alıp sessizce bir köşeye bıraktığımı bilmek istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Anlı şanlı pek çok kitabı bitiremeyişim üzerine belli belirsiz düşünsem de, hiç bu kadar kararlı bir tutumla üzerine düşünme iradesine yaklaşmamıştım.

Önce, kitabın cezbedici olma nedenini düşünmeliyim belki de… Başlama nedenimi bulmalıyım. Bir kere Rilke, mistik bir şair ve Melih Cevdet’in bir yerde dediği gibi, “bir şair ne yazarsa yazsın -ya da ne yaparsa yapsın da denilebilir! – öncelikle şairdir” sözünde olduğu gibi, yazdıklarının içinde gizli şiirselliği bulmak istiyorum. Hele ki bu mistik bir şairse, her halinin şiirle iç içe yaşanan bir kendinden geçme hali olduğu bile söylenebilir.

Rilke’nin, dünyanın çalkantısı karşısındaki hassas ruhunun içsel isyanıyla yaşantısı arasındaki ilişkiye dair ipuçları bulabileceğimi de düşünüyorum. (Kitabın asıl önemi de burada yatıyor belli ki.) Bir de bambaşka bir kültürden ve tecrübeden gelse de bize söyleyebildiği zamansız ve mekânız neler var acaba diye merak ediyorum. Şiiri tam da böylesi bir zamandan ve mekândan bağımsız oluşla ilişkilendiriyorum. Yersiz yurtsuz, kaynağını şairin de bilemediği esrarengiz dizeler olarak görüyorum. Rilke’nin esrarengiz sıradanlığından, sıradan kelimelerle esrarengiz sıra dışılıklar yaratma ustalığına giden yolu bulmak istiyorum.

Başlıyorum okumaya. Rilke’yi düşünüyorum okurken. Yaşadığı şehrin sokaklarında hissettiği yalnızlığın gözleriyle bakıyor her şeye. Kendi hayatını bütünüyle insanlara bağışlıyor. Şiiri için kendinden bütünüyle geçiyor sanki! Böyle olunca, yazın bütün şehirlerin kokması, bir köpeğin havlaması, bir horozun ötüşü gibi sıradan ayrıntıları hiç kimsenin göremeyeceği bir özgünlükle görüyor. Aslına bakılırsa, baktığı her şeyde kendi ruhunun iniş çıkışlarını, içine düştüğü çıkmazları, heyecanlı kımıldanışlarını görüyor demek, daha doğru. Bir horozun ötüşü, hayatının bütün uyuşmalarına, insanların her türlü tepkisiz isyansızlıklarına karşı sarsıntılı bir yeniden canlanmaya, taze bir isyana neden oluyor.

Satır aralarında, hasta olmaktan ve ölmekten korkuyor Rilke besbelli. Bu kadar hayat dolu bir hayatın bu kadar hiçlikle bitmesini hiç de şiirsel bulmuyor belli ki. Eskiden insanların daha az korktuklarını düşünüyor: “Eskiden insanın, ölümü bir meyvenin çekirdeği gibi içinde taşıdığını biliyorlardı (belki de bunu seziyorlardı). Çocukların içindeki küçüktü, büyüklerininki büyük. Kadınlarınki kucaklarında, erkeklerinki göğüslerinde. Buna sahiptiler ve bu, insana acayip bir asalet ve sakin bir gurur verirdi.” (s.10)

İnsan, ölümden uzaklaştıkça ölümsüzlükten de uzaklaşıyor ve hiç olmadığı kadar telaşlı, hiç olmadığı kadar hırslı ve hiç olmadığı kadar acımasızlaşıyor. Hayat hızla kayıp gidiyor ve sonlu olan her şey gibi bunaltıcı bir darlıkla insan ruhunu sararak hapsediyor. Ölüm, hapisten kurtulmanın tek çaresi. Ve ölüm, içimizdeki hapishanenin sonsuz kaderi. Asil bir kurtuluş: “Ölümü zırhlarının altında bir esir gibi taşıyan bu adamlar; çok yaşlanmış ve ufalmış, sonra da muazzam bir yatakta bir sahnede gibi bütün ailenin, hizmetçilerin ve köpeklerin önünde asil ve saygınca öbür tarafa giden bu kadınlar. Hatta çocukların, çok küçüklerin bile herhangi bir çocuk ölümü yoktu; kendilerini tutarak şu an oldukları ya da gelecekte olacakları hale göre ölüyorlardı.” (s.14)

Bir şair için, karşılaştığı insanlar kendi ruhunun harekete geçmiş yüzleridir. Yaşanan, ne kadar dışarda olursa olsun bütünüyle içsel bir deneyimdir. İçten dışa taşan ne varsa insanlar onu canlandıran birer aktöre dönüşmektedir. Ne var ki oynayan kim olursa olsun senaryo hep şairin kendisine aittir. Bir şair için düşünülebilecek en son şey başkasının yazdığı bir senaryoda yer almaktır. Şairlik hayatın senaryosuna karşı kendi senaryosunu yazmaktır belki de. Böyle olduğunda, her şeyde kendini görür ve hayatın her hali kendisiyle dopdolu hale gelir. “Sonra uzun boylu, zayıf bir adam köşeyi döndü… Bir sevinç gülümsemesini bastıramıyor, gülümsüyordu, geçen her şeye, güneşe, ağaçlara. Adımları küçük bir çocuğunki gibi çekingendi ama alışılmamış derecede hafif, eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu.” (s.15)

Aradığım gibi satırlar bulmanın keyfiyle devam ediyorum Rilke’nin notlarını okumaya. “Eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu” mesela, ne kadar da şiirsel! Ve çok geçmeden çok önemli bazı başkaca düşünceleriyle karşılaşıyorum. Tam olarak şairliğin sırrını veriyor Rilke: “Ah, gençken yazılmışsa dizelerin pek değeri yoktur. Acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra en sonunda belki iyi olan on satır yazabilir.” (s.16)

Sonra şu çok önemli düşüncesi geliyor: “Çünkü dizeler, birçoklarının dediği gibi, duygular değildir (bunlara insan yeterince erken yaşta sahiptir), dizeler de deneyimlerdir. Bir mısra için insanın birçok şehir görmesi, insanlar, şeyler, hayvanlar tanıması gerekir, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli ve küçük çiçeklerin sabah hangi kıpırdanışla açtığını.” (s.17)

Dizelerin duygulardan ibaret olmadığı, yaşananların içimizde kendi hayatını bulduğu tecrübeler olduğunu söylüyor Rilke. Bu tam olarak bizim şiirimizdeki eksiklik belki de. Biz şiiri fazlaca duygu işi olarak görüyoruz. Oysa yaşamak ve yaşadıklarımızın içimize işlemesinden gelen melodiyi duyabilmek şiirin kapısını açıyor. Bunun yoluysa duygudan çok deneyimden geçiyor. Anıların içinden çıkıyor şiir. Acıyla sevmekten, çocukluk ümitlerinden, beklenmedik karşılaşmalardan, umulmadık anlardan, içinde tutulamayan sevinçlerden, çaresiz bekleyişlerden, yıldızsız gecelerden süzülüp geliyor. Uzun ayrılıklardan, hüzünlü vedalaşmalardan, sevimli buluşmalardan ve heyecanlı bakışmalardan… “Ama ölmek üzere olanların da yanında olmuş olmak gerekir, ölmüşlerin yanında oturmuş olmalı, açık pencereli ve kesik kesik gürültülerin olduğu odalarda. Hatıraları olmak da yetmez. Onları eğer çoksa unutabilmek de gerekir, ayrıca tekrar gelmelerini beklemek için büyük sabır ister. Çünkü henüz tam hatıra olmamışlardır. Bunlar ancak içimizde kana, bakışımıza ve hareketlerimize dönüşünce ve adsızlaşıp kendimizden ayırdedilemez olunca, ancak o zaman çok ender bir saatte bir dizenin ilk kelimesi onun ortasında ve onların içinden ortaya çıkar.” (s.17)

Bu heyecan verici başlangıç satırlarından sonra bir anda soluveren bir çiçek gibi bitiveriyor kitap. Bir kez daha devam edemiyorum. Gündelik ayrıntılarda boğuluyorum. Rilke’nin hassas ve hüzünlü şair dokunuşlarını göremez oluyorum. Rilke’yi görememeye başlıyorum, çünkü çok fazla kendini anlatmaya başlıyor. Kendinden geçmişlik hissinin şiirselliği gerçeklikle karşılaştığında sert biçimde yeniliyor. Şiirsel dokunuşları yitip gidiyor ve ben bu gibi kitapları neden bitiremediğimi anlıyorum.

Tıpkı iyi bir şiir gibi iyi bir kitabın da yaşananlardan yayılan henüz yaşanmamışlıklarla yüklü olduğunda gerçek anlamını bulduğunu düşünüyorum.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

15 Temmuz 2012 Pazar

Varlık, insan ve görevlerine dair bir başyapıt

20. yüzyılın en derin şairiyle, mükemmelliyetçi tutumuyla Rimbaud, Valery, Rilke ve Nietzsche'den çeviriler yapan Can Alkor'un buluşması var bu ağıtlarda. Sayfaların solunda Almancası, sağında Türkçesi karşılıyor sizleri. Okurken "bu şiir değil, bazen masal bazen de şarkı oluyor" demeniz mümkün. Rainer Maria Rilke'nin başyapıtı: Duino Ağıtları.

Toplan on yılda (1912-1922) yazılan Duino Ağıtları, Rilke'nin varlık, insanın dünya üzerindeki konumu ve görevleri hakkındaki son sözleri belki de vasiyeti niteliğinde. Kitabın açılışında Mallarmé'nin şu sözlerinin yazılı olduğu bir sayfa karşılıyor sizleri: "Tout, au monde, existe pour aboutir a un livre.". Yani; "Her şey sonunda bir kitaba varmak içindir."

"Oysa ancak içimize dönüştürdüğümüz an
Belli eder kendisini en görünür mutluluk."

"Kim savar,
Kim tutardı içinde aslının ırmaklarını?
Ah sakıntı yoktu uyuyan için; uyurken,
Ama düş görürken, ama hummada: Nasıl bırakırdı kendini."


Toplam on ağıt var Rilke'nin bu eserinde. Her birinde ayrı bir yakarış, ayrı bir felsefe var. An geliyor, derin derin düşünmeye başlarken bir sözle karşılaşıyorsunuz, o söz sizi "okurken mola vermeye" götürüyor:

"Bizler görünmezin arılarıyız."

Ruhuna Kitap'ta Rilke'nin üç şaheserini tanıtmanın haklı gururunu yaşıyoruz. Lütfen siz de Rilke'nin bu üç şaheserini okuyup, haklı bir gurur yaşayınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Mistik bir iç dünya keşfetmek isteyenlere

Rilke'nin daha önce "Dua Saatleri Kitabı"nı tanıtmış ve "Şarkı gibi, roman gibi şiirler" barındırdığını belirtmiştim. "Orpheus'a Soneler", çok kısa bir süre içinde yazılmış ve hepsi bir bütün oluşturan şiirlerden meydana geliyor. Okurken Rilke'nin iç dünyasında misafirlik ederken aynı zamanda onun mistik duygularını da tanımış oluyorsunuz.

Yüksel Özoğuz'un yine kitabı ve şairi eksiksiz anlattığı bir giriş yazısından sonra Rilke'nin mistik dünyası kapılarını sizlere açıyor. Sonrasında yine bir şarkı dinler gibi, coşkulu bir seslenişe sahip şiirler arasında yüzüyorsunuz.

"Biz sözcüklerle ya da işaret ederek parmağımızla
El koyarız dünyaya yavaşça,
Belki de en zayıf ve en tehlikeli yanıyla."


Zaman zaman ta o devirlerden modernleşmeye karşı da bir gizli öfkesi vardır Rilke'nin:

"Bak makineye:
Nasıl da gayretli, intikam alıyor,
Biçimsizleştiriyor bizi, zayıflatıyor.

Gücünü aslında bizden alıyor
O tutku nedir bilmeyen
Çalışsın ve hizmet etsin sadece."


Kitap hakkındaki en güzel ve genel yorumu da, çeviren Yüksel Özoğuz'a bırakayım:

"Rilke "Orpheus'a Soneler"i, kısa süre tanıdığı, çok genç yaşta ölen güzel bir dansçı genç kıza ithaf eder. Onu bir anlamda Orpheus'un genç yaşta ölen karısı Eurydike ile özdeşleştirir. Ölümün en çarpıcı biçimi hiç şüphesiz güzel ve genç bir kızın ölümüdür. Orpheus ise şarkıları ile herkesi büyüleyen, insanları olduğu kadar, canlı ve cansız doğayı da buyruğu altına alan efsanevi kişilikteki şarkıcıdır; burada ise şairdir, sanatçıdır, yaratıcıdır ve hatta Tanrı'dır."

Kimi zaman okuyucunun kendine seslenişler bulabileceği, kimi zaman bir türkü gibi mırıldanmak isteyeceği, kimi zaman da bir kenara yazıp şaşkınca bakabileceği dizeleri özenle sunuyor Rilke. Okuyunuz ve kendinizi dinlendiriniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Temmuz 2012 Pazar

Şarkı gibi, roman gibi şiirler okumak isteyenlere

Rainer Maria Rilke; hüznün, roman gibi şiirin, derinliklerin şairi. 1898'de Rusya seyahatinden hemen sonra 23 yaşındayken bu kitabı yazmaya başlıyor. Kitap 1905 yılında yayınlanıyor. Türkçe'ye "Dua Saatleri Kitabı" adıyla, 2008 yılında çeviriliyor. "Şiir varlığın kendisidir" diyen Rilke, şiirlerini bazen bir şarkı gibi, bazen de kısa bir roman gibi sunuyor okuyucusuna. Zaten Stefan Zweig, Rilke'nin ölümünden sonra yaptığı veda konuşmasında şöyle demiş: "Bir müzikle geldi Rilke, müziği gidişinden sonra da kalacak.". Hiç şüphesiz ki kaldı, kalmaya da devam edecek.

"Tamamlanmaz hiçbir şey, ben bakmadan,
durur tüm oluşumlar kıpırdamadan."

"Seviyorum benliğimin karanlık saatlerini,
içinde duyularımın derinleşip gittiği;
bulunur orda eski mektuplardaki gibi
günlük yaşamının yaşanıp bitmiş bir hikayesi,
Uzaklaşılmış ve aşılmış bir efsane gibi."


Kitabı Türkçeye kazandıran Yüksel Özoğuz, muazzam da bir giriş yazısı eklemiş. Bu yazıda Rilke'nin hayatını, şiire yaklaşımını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu, gezgin ruhunda ona en çok etki eden şeyleri ve aşklarını bulabilirsiniz. Hiç şüphe yok ki bu kitabın ardından Rilke'nin diğer şiir kitapları; "Orpheus'a Soneler" ve "Duino Ağıtları"nı da okumak isteyeceksiniz. Ancak dün yaptığım YKY ziyaretinden sonra duydum ki, "Dua Saatleri Kitabı" dışındaki Rilke kitaplarının baskısı şu anda yok. Yaptığım kısa bir internet araştırması, Cem Yayınevi'nin Rilke'nin bazı şiirlerini bastığını gösterdi. Bilgilerinize.

"İlk defa yalnız kaldım seninle,
sen, duygularım.
Sen bir genç kız gibisin."

"Baba bizim için değil mi geçmişte kalan biri;

geçmiş yıllar, gitgide bize yabancılaşan
eskimiş tavırlar, modası geçmiş giyim,
buruşmuş eller ve rengi uçmuş saçlar?
Aslında kendi zamanı için o bir kahraman,
bir yaprak o, biz büyüyünce kopan."


Çok kısa bir son yapmak istiyorum; ruhunuz için, Rilke okuyunuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler