31 Mart 2024 Pazar

Süheyl Ünver’in Kırkambar’ı

14 Şubat 2024, Süheyl Ünver’in vefatının 38. sene-i devriyesiydi. Zamanımız itibariyle aramakla bulmanın mümkün olmayacağı bu mümtaz Türk insanı, Edirnekapı’daki Sakızağacı Mezarlığı’nda sevenlerince yâd edildi. Sosyal medyanın olumlu yanlarından biri de böylesi günlerin kültür-sanat meraklılarınca boş geçilmemesi. Pek çok hesaptan Süheyl Ünver’e dair fotoğraflar, anılar, kitaplar ve alıntılar paylaşıldı. Yeri gelmişken söyleyeyim, bendeniz de bir müddet önce Instagram’da açtığım hesapla (a.suheyl.unver) birlikte kendisinin hatıralarını acizane hatırlatmaya çalışıyorum. Burada gözettiğim bir husus da şu: Süheyl Ünver’den bahsederken onun sevdiği, işaret ettiği, mutlaka başvurulması gerektiğini söylediği isimlerden de bahsetmek gerekiyor. O liste oldukça kabarık ancak birkaçını anmamız lâzım: Kuşadalı İbrâhim Efendi, Ahmed Amiş Efendi, Abdülaziz Mecdi Efendi, Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi, Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey, Akil Muhtar Özden, Rifat Osman, Muallim Cevdet, Osman Nuri Ergin, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Saib Sencer, Necmeddin Okyay, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmed Yakupoğlu. Şimdi hemen akıllara şu sual gelmeli: Bu fakat farklı alanda, bu kadar farklı insan tanımak, onlardan beslenmek nasıl olabilir? Cevabı Süheyl Bey zamanında şu sözleriyle vermiş aslında: “Bana ‘çok dağıldı’ diyorlar. Bir kere ben meşrebim itibariyle, aynı mevzuda fazla derine inmektense, değişik şeylerle meşgul olmayı tercih ederim.

Süheyl Bey’in hocalarına olduğu kadar talebelerine, eşyaya olduğu kadar diğer canlılara, memleketine olduğu kadar İstanbul’una, bedenine olduğu kadar ruhuna da vefalı bir şahsiyet olduğunu söylemekte hiç beis yok. Bazı insanların saati böyle kuruluyor ve onlardan “Canım sıkılıyor, bugün acaba ne yapsam, yaşamın tadı yok” gibi cümleler asla işitilmiyor. Neyle ilgileneceğini bilen, ilgilendiği şeye olabildiğince dikkat veren, eser ortaya koyan, üreten ve bilhassa paylaşan insanların üzerinde vefa, tabiri caizse çok şık duruyor. Elbette burada Süheyl Bey’in eşi Müzeyyen Hanım hakkında da birkaç kelam etmek lâzım. Zira Süheyl Bey’in eserlerine, emeklerine bu kadar yoğunlaşabilmesinde hiç şüphe yok ki Müzeyyen Hanım’ın payı var. Bir insan ömrünün saadete dönmesinde hanımın rolü nasıldır diye bir soru sorulsa, Müzeyyen Hanım’ın fedakârlıklarına bakmak yeterli olacaktır. Ahmed Güner Sayar, kendisiyle bir sohbetinden şu anısını aktarmıştı: "Müzeyyen Hanım ‘Ben bir hekimle evlendiğimi zannetmiştim ama Süheyl minyatürist çıktı. Süheyl ebru yapıyor, şair, arşiv yapıyor, defter yapıyor, makale yazıyor, İstanbul mezarlarını dolaşıp her bir mezar taşının ketebelerini okuyor, istinsah ediyor, defterler yazıyor.’ dedi. Süheyl Bey böyle bir insan.

İlgilendiği her alana olan merakı, beslendiği tüm insanlarda da bir sevgi olarak kendini aşikâr ediyor. Büyük ruhlar, büyük ruhları çekiyor ve netice seyir zevki yüksek bir ömür oluyor. Günümüzde sık sık kullanılan ‘kaliteli zaman’ sözü, ne kadar da sakil duruyor böylesi ömürlerin yanında. Bunca anı ve eser ortadayken bir vefa örneği daha sunmayı çok isterim. Bunun sebebi de bendenizi Süheyl Bey’le buluşturan ‘ortak sevgi’lerden biri olan Ahmed Amiş Efendi’dir. 1900 yılında Süheyl Bey henüz iki yaşındayken babası Mustafa Enver Bey eşi Safiye Hanım’la birlikte onu alıp Ahmed Amiş Efendi’ye götürüyorlar. Burada ebeveynlerin muradı bir büyüğün duasını almak. Süheyl Bey hazretin elini öpüyor ve Amiş Efendi iki mühim sözü şahitlerin huzurunda tarihe armağan ediyor. “Bu çocuk büyür gider, beni unutmaz” ilk sözü. “Bu çocuk hayatta bir gün pişman olmaz” ise ikinci sözü. Süheyl Ünver’in hayatını ciddiyetle incelediğimizde hemen fark edebiliriz ki her sohbetinde konuyu Amiş Efendi’ye getirebiliyor. Onu, sözlerini ve tasavvufî meşrebini çok önemsiyor. Diğer yandan Süheyl Ünver, yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymuyor. Çünkü memleketine en büyük hizmeti sürekli çalışarak, daima çalışarak veriyor. Bugün Ünver’in eserlerinden, yazdıklarından yararlanmadan bir İstanbul tarihi meydana çıkarmak mümkün değil. Üstelik bunun bir de Konya’sı, Bursa’sı, Edirne’si, Kütahya’sı var. Orta Anadolu’su, İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı var. Ve daha kim bilir neler var. Tüm bunların ardında da fevkalade önemli bir hassasiyet var: “Ben kimseyi bilmem. Fakat ben bu dünyaya bir rü’ya görmeğe getirildim. Fakat bunu ebedi uykumuza bırakamam. Dünyanın malı dünyada kalır. Bir zaman gelecek benim gördüklerimi, bildiklerimi, duyduklarımı kimse göremeyecek, bilemeyecek ve duyamayacak. O halde onları tesbite mecburum. Onları anmaları beni ebedi hayata erdirecek ama denecek ki bu bir hakikat değil, hayal. Size şunu söyleyeyim. Bu dünyada hayal dediğimiz hakikattir. Hakikatler de hayal olacaktır. Madem ki hakikatler hayal olacak, bırakın benim hayallerim kâğıt, defterler, yazılar arasında hakikat olsun.” (23.IV.1982)

Gelelim bunca çeşitliliğin ardından Süheyl Ünver’in Kırkambar’ına. Bu ismi kendisi evvela babasının arkadaşı Ahmet Midhat Efendi’nin Kırk Ambar’ıyla zihnine kazımış. Sonra da velinimetim dediği Ressam Ali Rıza Bey’in içinde her şey bulunmasından kinaye Kırk Ambar dediği cep defterleriyle görmüş. Çeşitli mühim konuları küçük küçük içine alan, el yazması veya basılı mecmulara kırk ambar deniyor. Süheyl Bey, 1972’de Türk Ev Kadınları Kültür Derneği tarafından neşredilen Kırk Ambar’ındaki gayeyi şöyle anlatıyor: “Eğer dokuz asırlık ana vatanımızda umumi Türk tarihimizin Selçuk, Beylikler ve Osmanlı ve hattâ Cumhuriyet devrimizde herkes düşündüklerini, gördüklerini ve okuduklarını kaydetseydi bugün kültür tarihimiz ne kadar zenginlerdi. Maalesef bu yapılmamıştır. Ama yapılmadı diye küsüp oturmak da câiz değildir. Elbette bu arada nadir bile olsa kaydolmayanlardan neler vardır ve bunlar emin olunuz ki arandığı nisbette bulunacaktır. Aynı zamanda unutmamalı ki aranmazsa bir şey yoktur.

Hem moralimizi yükseltmek hem de milli hasletlerimizi yeniden hatırlamak maksadıyla Kırkambar türü yayınlara ihtiyacımızın büyük olduğunu dile getirmiş Ünver. Kapak resminin Kanûnî Sultan Süleyman dönemi sernakkaşı Kara Memi’den mülhem “Karamemivâri” bir üslupla Süheyl Bey tarafından resmedildiği bu tadı damakta kalan kitaptan gelişigüzel birkaç paragraf aktarıp yazımı sonlandırıyorum. Bu vesileyle Süheyl Bey’i sevgiyle yâd ediyorum.

- Çiçekler, her mahlûkun bir başkanı var, bizim niye olmasın, biz de kendimize bir baş seçelim demişler. Toplanmışlar. Gülü kendimize kral seçelim diyen bir üyeye: Onu seçemeyiz, zira çok açılıp saçılıyor denmiş. Nilüferi seçelim teklifi yapılmış. Lâkin bir diğer üye: O akşam olunca kapanıyor ve suyun derinliğine gömülüyor. Orada ne yapıyor, bilemeyiz. Ama ismetinden şüphe ediyoruz diyince ondan da vazgeçmişler. Böylece daha bir çok çiçek sıralanmış. Ekseriyeti kazanamamışlar. Nihayet en güzel kokan çeşitli muhtelif isimlerde çiçek olarak (filya ve zerren emsalinden) nergisi kendilerine kral seçmişler. Bu çiçeği peygamberimiz de sever ve faidesini söyler.

- Üsküdar'da Selim Ağa Kütüphanesi No:569'da Mevlanâ Celâleddin Rumî'nin (Yedi Meclis) diye farsça bir eseri var. Büyük zâte meclûb olanlarca vaazlarından toplanarak vücûda getirilmiştir. Bu eseri dilimize Rizeli kitapçı Hulûsi Bey çevirmiştir. Bize verdiği notlardan göz hakkında şu sözlerini birlikte dinleyelim: - İnsan dedikleri gözden ibârettir. Ondan başkası et ve posttur. Açık bir göz vücudun en hayırlı uzvudur. - Güneşin nûru göze faide vermez. Fakat açık olan göz, güneşin parlak nûruyla imtizac edince o da aynı cinsten olur. Zira nur nûrun ardına koşar. Göz yüz bin şey de görse kendi cinsinden olmayan düşüp kalkmaz. - Kâinatı dolaşan güneş, ziyadan gözü kamaşan yarasa kuşu için kendini gizleyemez. - Para ve mal gözü kulağı sihir edip kandıran bir şeydir. Nitekim ilim ve hüner sâyesinde kılı kıldan ayırmağa kadir olan kadıların gözünü mal ve servet tamâı bağladığından gün gibi meydanda olan zalimi ve mazlumu farketmezler. - Zâhid ne yapayım diye âh eder. Ârif hakkın ne yapacağını gözler.

- Orta zamanda Buharalı İbn Sina'mızın muasırı ve birbirleriyle mektuplaşan mütefekkir ve fâzıl bir âlim vardır. Ebu Sait Ebül Hayr. Bu dünyada bin ay, yani 83 yıl 4 ay yaşamıştır. Onun şu meşhur sözlerini nakl edeyim: - Cennetde rıdvandan murad akıldır. Gönül cennetinin kapıcısıdır. - Sana her ne vâki' olursa hâtırının kararını bozma. - Her kim istedi buldu. Her kim ister bulur.

- Ressam Ali Rıza Bey hocamın defterinden: Nâkisler ile etme sakın beyhude ülfet / şol rütbe sefâdır bilene kûşe-yi uzlet / eshab-ı hüner aç u susuz kalması yeğdir / bir lokma için eylemeden herkese minnet.

- Bursa’da Muhyiddin isminde bilâhere “Üftade” diye anılan bir mübarek veli vardır. Üsküdar’da gömülü Aziz Mahmud Hüdai efendinin de mürşididir. Üftade’nin sesi pek güzeldir. Bursa Ulu Camii’nde para almayan -fahri- müezzindir. Lâkin maddî sıkıntısı olduğu duyulur. Gizlice ona vakıflar idaresi hizmetine mukabil para tahsis eder. Fakat bunu gidip almayınca idare ona gönderir. Bundan önce ezan okurken güzel sesini dinlemek için kuşlar gelir, başı etrafında döne döne uçarlarmış. Lâkin parayı kabul ettikten sonra, okuduğu ezanlar esnasında artık kuşlar başı etrafında uçmuyor. Rüyasında da bunların sebebini anlamış ve demiş ki: “Ben vakıflardan para aldım, kuşların bana küskünlüğü bundan oldu”. Bütün ihtiyacına rağmen vakıfların tahsis ettiği bu parayı geri gönderiyor. Ondan sonra kendisine Üftade lâkabı takılmıştır. Zamanında vakıfdan haksız ve yersiz para almanın çok veballi olduğuna bunun gibi misaller az değildir. Bu onlardan biridir.

- Eskiden cemiyetimizin kendi aralarında bilhassa yaşlılarla gençlerin birlikte toplandıkları zamanlarda tecrübeli kadınların lâf esnasında söylediklerinden: Sahan tıkırtısı, esvab hışırtısı, para şıkırtısı gönlü ferahlatır. Yağmur şakırtısı, koca dırıltısı, çocuk zırıltısı gönül azabıdır.

- Hâfız-ı Şirâzi’nin üzerinde çok durulan çok önemli bir divanı vardır. Bunu mûtad sıra tahsillerinden sonra husûsî tetebbû’larla kendisini mükemmel yetiştiren Tırnavalı ve felsefe lügatı yazarı İsmail Fennî Bey mükemmel Farsçasıyla dilimize çevirmiştir. Birkaçını beraber okuyalım: - Ne Hızr’ın ömrü, ne de İskender’in mülkü kalır. Denî dünya hevesi için geçimsizliklerden vazgeç! – Aşk mahallesine kılavuzsuz ayak basma. Zira bu yolda bir kılavuza erişmeyen kimse kaybolmuştur. - Âfiyet köşesi insanın kendi sarayı gibi evindedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Mart 2024 Cumartesi

Puşkin’in zırdelisi ile aya seyahat

19. yüzyıl Rus edebiyatı tanımı hem failleri hem de ürünleri açısından tarihin belki hiç görmediği düzeyde bir siyasi etkileşim ile birlikte gelişti. Bir “altın çağ” olarak da tanımlaman bu dönemin kurucu babası kabul edilen Puşkin ve şiiri, kendinden sonrakilere çok fazla şey öğretti. Bir mistik olarak da her daim anıldı. Buna bağlı olarak Rus edebiyatını dünya edebiyatına entegre eden, hatta belki de Rus edebiyatını yönlendiren hemen tüm ürünler de Puşkin ile başlayan bir silsileyle anlatıldı. Belki buna yaklaşık elli yıllık bir geriden gelme ile Lomonosov’un Khotin’in Zaptı Kasidesi ve oluşturduğu şiir veznini dahil ederek katkı yapmak da mümkün.

Lomonosov’un ölümünden otuz sene kadar sonra doğan Bulgarin, Fransız İhtilali ve yakın etkilerine denk gelen çocukluğu ile bir Aydınlanma çağı kuşağı üyesiydi. Özellikle 19. yüzyıl başında Rusya’nın içeride ve dışarıda karşı karşıya kaldığı siyasi/diplomatik sorunlar, aynı kuşağın kurucusu kabul edilen Puşkin ile birlikte onu da ciddi manada etkiledi ve yönlendirdi. Zira Puşkin gibi bir asker olan Bulgarin, anakara dışındaki Polonya (Varşova) civarında esir düştüğü Napolyon ordusunda daha sonra görevli bir asker olarak savaştı. 1820’de St. Petersburg’a döndüğünde Puşkin ile birlikte bu şehirde bulundu. Bununla birlikte aynı dönem içerisinde kaleme aldığı birçok eleştiri ile ismi eleştirmen olarak da anılmaya başladı. Eserleri kısa sürede Rusya’da tanındı ve popüler oldu. Hatta Puşkin’in bile dikkatini çekti, iltifatını kazandı. Gerçi Bulgarin’in aynı Puşkin ve devamında en büyük muhibbi Lermontov ile girdiği polemikler de hiç unutulmadı. Bu manada bir uyumsuz olduğu açıktı.

Şüphesiz bu dönemde Rusya’da, Avrupa ile yakın ilişkiler sebebi ile etkin olan liberal düşünce eserlere de yansıdı. Rus edebiyatında modernleşme yanlısı ve karşıtı şeklinde iki grubun oluştuğu görüldü ve bu karşıtlık I. Nikola’nın iktidara gelişine dek sürdü. Zira I. Aleksander sonrasında gerçekleşen bu taht değişikliği Rusya’yı içine kapattı. Ve bu süreç sonraki dönemde herkesçe malum olan soylu-köylü uçurumunu da ortaya çıkardı. Puşkin, Gogol, Nekrasov, Turgenyev, Lermontov, Çehov, Gorki, Dostoyevski ve Tolstoy gibi yazarların eserlerinde yansıttıkları da toplumun farklı grupları arasındaki bu uçurumdu işte. Tüm bu giriş, hem dünya edebiyatı hem de bir bütün olarak medeniyetimiz için yeri doldurulamayacak bir dönemi yeniden hatırlamak niyeti ile kaleme alındı. Zira Bulgarin’in bu dönemde ne kadar mühim bir rol oynadığını anlamak adına bu zaruri.

Bulgarin 1820’de St. Petersburg’a döndükten sonra özellikle 1830’a kadarki dönemde Petro ile başlayan modernleşme hareketinin yansıması onun aldığı eğitimin meyvelerini ortaya koydu. Aklın öne çıkarıldığı, Batılı tarzda eğitimin ve Petro döneminin modernist sürecinin sonuçları burada alındı. Jules Verne’nin 1828’de, H. G. Wells’in 1868’de doğduğu düşünülürse yüzyılın ortalarına kadar Bulgarin’in kaleme aldığı öykülerde, kurmaca ve ütopik geleceğe dair ortaya koyduğu kavramlar epey dikkat çekti. Muhakkak ki bir deli, hatta hayalperest olduğunu düşünen birçok kişi de oldu.

Birçoklarına göre bilimkurgunun kurucu babalarından sayılan Bulgarin’in bu yazıya konu kurmacalarının Türkiye’de yeteri kadar tanınmama sebebi 2016 yılına dek bu kurmacaların Türkçeye çevrilmemiş olmalarıydı. Bu tarihte Ömer Ürenden ve Varol Tümer çevirileri ile ilk kez ülkemizde Türkçe okunan bu beş önemli öykü, Bulgarin’i tanımak ve anlamak adına çok değerli.

Bulgarin’in bu ilk Türkçe çevirisine ismini veren beş öykülük derlemedeki Mitrofan’ın Ay Serüveni adlı kurmacası, onun özellikle vurgulanan bilimkurgu, ütopik, fütürist bakışını ortaya koyan en net öyküsü. Klasik, toplumsal bir eleştiri ile başlayan metnin epey hızlı ve keskin bir şekilde Ay’da biten bir yolculuğa evrilmesi ilkin bir sorun gibi gözükse de sonrasında burada geçen diyaloglar Bulgarin’in sert kalemini açık bir şekilde gösteriyor. Metnin Ay’da biten ve burada yerleşik olan halk ile alakalı anlatısı bilimkurgu öğeleri barındırsa da yazarın diyalektik bir usul ile ortaya koyduğu eleştiri ve taşlamalar çok bariz şekilde görülüyor. Belki sonrasında gelecek olan Verne ve hatta Orwell’da sıkça hissedilecek bu düzen, 1837’de kaleme alındığı düşünüldüğünde epey cüretkâr.

İnanılabilir Kurgular veya 29. Yüzyıla Yolculuk, Mitrofan’ın Ay Serüveni’ne niyet ve yön açısından benzese de düzen ve usul açısından ondan farklı. Mitrofan’ın öyküsündeki anlatıcı rolünün ben anlatıcıya geçtiği bu öyküde Bulgarin hemen başta insanlığa dair eleştiri ve analizlerini ortaya koyarken öykü bu kez de bir deniz kazası ile başka bir gelecek örüntüsüne geçiyor. Bulgarin’in 1824’te kaleme aldığı bu öyküde ilkine göre çok daha keskin şekilde hissedilen insanlık ve gelişime bağlı tüketim eleştirisi dikkate şayan. İklim, çevre ve tarihe dair birçok reel bilgi ile eşleşmesi Bulgarin’in Batı’ya aşinalığı ve burayla ilgili donanımına dair güçlü bilgiler veriyor. Bir açıdan bakıldığında ilk iki öykü bittiğinde Bulgarin’in bilgisi ile kendi çağına meydan okuduğu hissi okura geçiyor gibi.

Derlemedeki “İnanılmaz Kurgular veya Arzın Merkezine Seyahat” öyküsü Bulgarin tarafından 1825’te kaleme alındı. Elbette orta halli bir okuyucu, aynı isimli öyküyü kaleme alan Jules Verne’i hatırlayacak hemen. Hatta belki de Bulgarin’in bu öyküyü ondan aşırmış/aparmış/uyarlamış olduğunu bile düşünecek. Ancak Jules Verne’nin ünlü öyküsü 1864’te kaleme alınmıştı. Yani neredeyse kırk sene sonra. Konunun bu kısmı mühim değil elbette. Bulgarin’in bu anlatısı bir mektup tür ile gerçekleşiyor. İsmini verdiği kahramanın ayrıntısı, gizli bir şekilde yaptığı yolculuk ve buna dair bir mektup. Gerisi yine bir yolculuk ve gidilen meçhul yerden her cümlesinde hissedilen bir taşlama. Giderek alışıyoruz Bulgarin’e…

Yeniçeriler ya da İç Savaş Kurbanları” isimli ve 1827’de kaleme alınan kısa öykü biraz tarih bilgisi olanların hemen anlayacağı üzere 16 Haziran 1826’da, II. Mahmut döneminde gerçekleşen Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasına dair. Bulgarin’in bu büyük askerî hadiseden haberdar olduğu, dahası epeyce de bilgi edindiği anlatıdaki ayrıntılardan açıkça görülüyor. Bu kısa öykü, özellikle yazıldıktan bir sene sonra patlak veren 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı açısından da önemsenmeli. Bu özelliği onun bir belge öykü olarak sınıflandırılmasını da sağlayacak.

Eserde bulunan son öykü “Ömer ve Öğretisi”. Benim Bulgarin’den en beklemediğim öykü buydu. Zira ikinci İslâm halifesi Ömer b. Hattab’a atfen kurgulanan metin, okuyucuyu hiç dolandırmadan bu noktaya savuruyor. Anlatıcı olarak Bulgarin’in Doğu’ya atıflarla dolu bu öyküsünde Hz. Ömer’in adaletine yaptığı vurgu kendi dönemi için -ki Rusya’nın en içe kapalı devri olan I. Nikola devridir bu dönem- oldukça tersten bir yönetim eleştirisi gibi duruyor. Muhakkak ki Türkiye’deki okurlar için Bulgarin’in bu tercihi dikkat çekici olacaktır.

Bu satırların tarihçi/akademisyen yazarı için Bulgarin ve öyküleri edebî gücün yanında bir belge anlatı hüviyetine de sahip. Dolayısıyla Bulgarin çevirilerinin bu kadar geç bir döneme kalması üzücü. Yine de zararın neresinden dönülürse kârdır diyerek belki de sadece Rus edebiyatının dünya edebiyatını yeniden şekillendirdiği 20. yüzyılı anlamak ve Bulgarin’i de Puşkin, Gogol, Turgenyev, Çehov, Gorki, Dostoyevski ve Tolstoy silsilesine yerleştirmek gerek. Ve kitabın arka kapağında Puşkin’in dediği gibi unutmamalı ki, Bulgarin, ana caddede herkesin ortasında rastlamaya cesaret edemeyeceğimiz türden bir yazar, hazırlıklı olun…

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

27 Mart 2024 Çarşamba

Şefkate sarılmak mümkün mü?

Sarılmanın gücünden haberdar mısınız? Öyle bir etkisi var ki iki taraf için de büyülü. Önce uzun uzun konuşmak ama sonunda illaki sarılmak. Yatıştırıcı, huzuru çağıran, sakince düşünmeye alan açan bir deneyim. Sarılmak için hep başkalarına ihtiyacımız olduğunu düşünürüz, yanılıyoruz çünkü sarılmanın başka bir öznesi daha var: Kendimiz.

Kendine Sarılmak Nasıldı?Timaş Çocuk Psikoloji Kitaplığı’na dahil olan dokuzuncu kitap. Klinik Psikolog İrem Oturaklıoğlu Kaya’nın kalemi, Ayça Tuba Kaya’nın çizgileriyle aynada kendimize dönüyoruz. Kitabın sorduğu soru etrafında şekillenen bir hikayeyle karşılaşıyoruz, hikayenin sonuna dek sorup soruşturuyoruz. Kimi, neyi sorup soruşturuyoruz peki? Kendimizi, içimizi, kalbimizi, öncemizi, sonramızı, zihnimizi… Buna vesile olan bir çocuk kitabı yaratmak çok kıymetli.

Kitap bölümlerden oluşuyor. Önce okulun gözde ekibiyle tanışıyoruz. Bu gözde ekibin içinde gizemli bir ekip bulunuyor: Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi. Bu ekip ve ekip üyesi olarak ismini sık sık duyduğumuz Simla, gündelik hayat akarken oluşan küçük küçük gizemleri açığa çıkarmayı kendilerine amaç ediniyor. Fasulyesi büyümeyen Toprak’ın kendini daha iyi hissetmesi için neler yapabileceklerini konuşuyor bu ekip örneğin. Hem fasulyeyi büyütebilmek için kafa yoruyorlar hem fasulye büyüse de büyümese de Toprak’ın kendini daha iyi hissetmesi için. Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi’nin bu beyin fırtınası ya da adına toplantı diyebileceğimiz bu deneyim, çocukların kendi aralarında karar alma mekanizmaları geliştirebiliyor olmalarının da bir göstergesi. Toplanmak, tartışmak, karar almak, fikir geliştirmek sadece yetişkin becerileri değil. Hatta bu deneyimleri çoğu zaman çocuklar daha sağlıklı yaşatıyor çevrelerine. Hem hayal gücünün sonsuzluğunda süzülebiliyor olmaları hem tüm varsayımların en uzak kıyılarında konumlanan zihinleri onların yolunu birbirlerini gerçekten duyabildikleri toplantılara çıkarıyor.

Toprak’ın fasulyesi neden büyümüyormuş, Simla ve ekibi buna nasıl bir çare buldu?.. Bu soruların yanıtları kitapta saklı ama Toprak’ın endişesi, utancı, hayal kırıklığı vesilesiyle aynayı kendimize döndürmemiz için yazar araya giriyor bu macera sonunda ve şöyle soruyor: “Ağladığında sana iyi hissettiren şeyler neler? Sen Simla’nın yerinde olsaydın Toprak’a nasıl yardım ederdin?” Simla ve ekibinin her bir olayı çözüşünden sonra gelen bu sorular, okuru kurgudan birkaç dakikalığına çıkarıyor ve gerçeğe döndürüyor. Minik okur, genç okur, yetişkin okur birlikte okuyacaksa bu kitabı örneğin, ortaya harika bir tartışma ortamı çıkabilir. Ya da bir akşam zengin içerikli bir aile etkinliği. Bu açıdan Kendine Sarılmak Nasıldı? adlı bu kitap, sosyal duygusal yönümüzü sorgulayan bir etkinlik kitabı aynı zamanda.

Simla daha neler yaşayacak diye beklerken yaz yaklaştıkça Simla'nın sıkıldığını öğreniyoruz. Çocukların sıkılmasına izin verilmez genelde. Yani yetişkinler çocukların sıkılmasından korkar, çocuklara hemen yapılandırılmış planlar sunarlar. Simla için böyle olmuyor. Anne ve babası ona bir "yapılacaklar listesi" sunar ancak bu listede kurslar, eğitimler yoktur. Örneğin, listenin başını "Kar topu oyna." etkinliği çekiyor. Üstüne bir de sıcak çikolata... Oh! Sıcak çikolatadan hemen önce kar topu oynuyor Simla ve ekibi. Kahkahalar beyaz soğuğa karışırken Elif'in iç sesi konuşmaya başlıyor: "Sen kar topu oynamayı beceremiyorsun." İç sesimize ve kendimize nasıl yüklendiğimize dair ilk işaret Elif'ten gelmiş oluyor. Sonra yapılacaklar listesine göz atan ekip araya giriyor ve sonunda yine ayna bize dönüyor: "Senin içinde de başarısız ve yetersiz olduğunu söyleyen bir ses var mı? Bu sesi haklı buluyor musun?" Bir ara sıklıkla iç sesimi susturmayı deniyordum, hiç susmuyordu çünkü. Gerçekten çok çok çok zor bir beceri bence bu. Ömrümüz, kendimizle konuşarak geçiyor. Başkasıyla konuşmamayı tercih edebiliyoruz ama kendimizle bu tercihi yapmak mümkün değil gibi. Bu zorunlu birlikteliği daha çekilir kılmak kendimize vereceğimiz en kıymetli hediye şüphesiz. Şefkati başkasına gösterebiliyorsak neden kendimize gösteremeyelim? Kitabın bu noktasında sorduğum soru tam olarak buydu. Çünkü Simla, Toprak'ın imdadına hemen yetişti ve ekiptekilerle ona destek olmak için çok uğraştı. Toprak üzgünken onu endişelerinden uzaklaştırmak ve biraz olsun onu rahatlatmak için bazı cümleler kurdu, bazı sorular sordu. Kendimize neden bu ilk müdahaleleri yapmayalım? Elif'in iç sesiyle tüm bunları sorguladım.

Kitapta hikayesi anlatılan çocukların öz şefkatle nasıl buluşacakları, öz şefkatten ne anlayacakları, öz şefkatin hayatımızdaki varlığı ya da yokluğundan sizin ne anlayacağınız kitabı okuduktan sonraki süreciniz için saklı kalsın. Bu bir farkındalık hikayesi ve çok bölümlü, her bir hikaye birbirine bağlı aslında. Aradaki bağları örmek, keşfetmek daha önce hiç bu kadar gizemli olmamıştı.

Evrim Sayın

25 Mart 2024 Pazartesi

İnsanın halden hale geçişi: A’mâk-ı Hayâl

Her kitap yazıldığı zamanın çocuğu. Kimi zaman o zamanın rüzgârlarıyla yelkenlerini şişiren ve ilerleyen bir yelkenli olur kimi zaman da rüzgâra rağmen, ona direnerek yükselen bir uçurtma olur. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl’i ise bu tasnifte uçurtma olarak nitelendirebileceğimiz eserlerden biri.

Bilimsel gerçeklerin rüzgârının estiği, bu toprakların da o rüzgârların etkisinin her geçen gün daha çok hissettiği bir dönemde yazılır ve yayınlanır A’mâk-ı Hayâl. İlk baskısı 1910’da yapılan kitap, gerçeğe ulaşmanın hakikate ulaşmaktan daha önemli görüldüğü bir zamandır. Ölçülüp, bilimsel olarak ispatlanabilen, seri bir şekilde üretilip tüketilen “gerçekler”in çağında hayallerin derinliklerine dalmaya talip olmak rüzgârı karşına almaktan başka nedir ki? Nitekim Filibeli Ahmed Hilmi de kitabın hemen başında yazdığı “Birkaç Söz” başlıklı sunuş yazısında kitabı için “Acaba hikâye mi?” sorusunu sorduktan sonra asıl meselesinin başka olduğunu izah ederken kitaba gösterilen ilginin hakikat arayışının bir sonucu olacağını, milletimizin hakikat karşısında hassas olduğunu zaten ispatladığını vurgular.

A’mâk-ı Hayâl bir arayış kitabıdır ve rüyalar ise bu arayışın temel aracıdır esasen. Rasyonel olanın dayatıldığı bir zamanda “bilinçaltının kusmuğu” gibi telakki edilen rüyaların, ölçülemediği için bilimsel gerçeklerce dışlanan hakikate ulaşmak için bir vesile kabul edilmesi ile ilerleyen hikâye elbette rüzgâra karşı yazılmıştır.

Kitabımızın ana karakteri Râcî, rüzgârın götürdüğü yere giden bir gençtir. Ancak, emsallerinden farklı olarak esaslı bir arayışla yola çıkar ve çıkmaz sokağa kadar vardırır işi. Bir sahihlik ve sahicilik arayışındayken kendisiyle yüzleşir. Aynada kendini “küfür ile imândan, ikrâr ile inkârdan, tasdik ile reybden (şüphe) mürekkep bir şey” olarak görür. Bir karakter olarak Râcî, batılılaşma maceramızın temel karakteristiklerini bünyesinde toplar ve isminin anlamı olan “rücu eden” yani dönen kişi olması bir anlamda da Filibeli Ahmed Hilmi’nin ideal tipi olmaya dönüşmesine işarettir. Râcî’nin yaşadığı dönüşmesinde aslan payı ise Aynalı Baba’ya ve onun bir terbiye aracı olarak kullandığı rüyalara aittir.

Râcî, yaşadığı travmatik tecrübe ile Aynalı Baba’ya iltica eder. Aynalı Baba, Râcî’nin olmadığı her şeydir adeta. Pür akıl bir insan olan Râcî’nin aksine pürmeczuptur. Yani çaresizce aydınlanmaya çalışmamakta hakikate cezbolmuştu. Bir kariyere talip olmamış tam tersine bir mezarlıkta yaşamakta, çağının ve bizim yaşadığımız çağın da evsizidir. Üstü başı ayna ve cam parçalarıyla süslenmiştir. Bir anlamda kendini bu şekilde “gizlemiştir” Aynalı Baba. Râcî’nin Aynalı Baba’ya ilticası ise adeta bir düşüş, bir savrulmadır. Daha önce o mezarlığın önünden geçerken içeri girmeyi aklından geçirmiş ama günlük hayatın zincirleri onu kendine çekmiştir. Muhtemelen o zaman Aynalı Baba ile karşılaşsa ciddiye bile almayacaktır. Ancak yaşadığı travmatik tecrübe, onu bir anlamda hayat zincirinden de azade kılmıştır. Dolayısıyla Aynalı Baba’nın göstereceği rüyalarla arasına girebilecek hiçbir perde kalmamıştır.

Râcî, önce Aynalı Baba’nın ikram ettiği kahveyi içer ve sonra da ney sesi ile şiirlerle transa geçer. Aynalı Baba’nın sesini giderek daha uzaktan duyar Râcî. Uykuya yaklaşır ama tam olarak uyumaz. Bir yakaza halinde görür rüyasını. Ahmed Raci, her rüyada başka bir diyarda bulur kendisini ve “zirve-i hiç”e gitmektedir. Râcî’nin rüyaları adeta bir simülasyon gibi ilerler. Hatta bir adım daha ileri gidebilirim. Filibeli Ahmed Hilmi’nin tasarladığı rüya adeta bir “arttırılmış gerçeklik” senaryosudur ve Râcî bu rüya-senaryoların içinde Buda, Hürmüz, Ehrimen, Platon, Pisagor gibi farklı tarihi ve mitolojik kişilerle tanışır, ifritlerle, canavarlarla ve türlü türlü varlıklarla karşılaşır. Her rüya ayrı bir macera, ayrı bir hikâye ve ayrı bir ibrettir. Böylece “rüyalar”, Filibeli Ahmed Hilmi’nin iç içe geçmiş pek çok anlatıyı bütünlüklü anlatıya dönüştürdüğü bir teknik olur.

Ahmed Raci, yalnızca canlı cenazelerin ulaşabildiği hiçlik zirvesine çıkmak üzere seferdeyken hurilerin çirkin acuzelere dönüştüğüne şahit olur ama bu arada hiçlik zirvesine çıkma imtihanını da kaybeder. Nifak, salâh, muhabbet, gazap gibi askerlerin birebir dövüşmesine şahit olduğu bir muharebe meydanında yer alır. Ahmed Raci, “Hikmet” olarak yer aldığı bu muharebede Nefs-i Emmare’nin tutsağı olsa da aşk onu kurtarır. Bu rüya adeta bir beşeri haller karnavalıdır. İnsanın halden hale geçişi sadece bu bölümün değil bütün kitabın da çerçevesini oluşturur ve haller rüyalarla temsil olunur. Rüyalar hep bir hikmet arayışının farklı tezahürleridir. Çok farklı boyutlara kapılar açılır. Her rüya Ahmed Raci’nin kendi iç dünyasını daha çok tanımasına ve manevi derecesinin yükselmesine vesile olur.

Aynalı Baba onu bir mezara yatırıp orada defnolulan kişinin hayatını tecrübe etmesini sağlar. Gittiği alemde karanlık ve aydınlık, hayır ve şer, ilim ve cehalet gibi kavramların bizim yaşadığımız dünyanın tam tersi olmasına şahit olur Ahmed Raci. Filibeli Ahmed Hilmi, bu rüya ile ilmin yerine irfanı, niceliğin yerine niteliği teklif eder.

Başka bir rüyada ise Ahmed Raci, uzayda gezegenler arasında dolaşır. Simurg’un sırtında Merih’e, Jüpiter’e giden Raci, orada bambaşka hayatlarla karşılaşır. Hind Padişahı’nın oğlu olduğu rüyada merakına yenilir ve Kaf Dağı'na doğru yola koyulur. Başka bir rüyada Brahmanlarla “Om, om” diyerek zikreder. (Asaf Halet Çelebi’nin Hind kültürüne yönelmesinde A’mâk-ı Hayâl’in etkisi elbette araştırılmaya değer bir konudur. Ancak bu yazının sınırlarını aşar.) Marifete talip olmak için edebi hayatını feda ede Ahmed Raci, Hz. Adem, Konfüçyüs, Platon, Aristo, Mesih, Lokman ve Buda ile aynı mecliste bulunur ve nirvanayı tecrübe eder.

Rüyaların ortak özelliklerinden biri daim ve sabit bir şeyin olmaması. Ahmed Raci, rüyasında halden hale geçerken ne kadar olağanüstü şeyler görse de olağan hayatta olduğu gibi ölümün, kaybetmenin tecrübesini de derinlemesine yaşamaya devam ediyor. Yalnızca düşüş ve yükselişler bir rüya kadar hızlı gerçekleşiyor. Kitabın başında sorulan “Acaba var mıyım?” sorusu sonuna dek neredeyse her satıra sinmiş durumda. Sadece kitabın önceki bölümlerinden farklı olarak Yeni Bir Manzume-i Hayalat başlıklı bölümünde Aynalı Baba daha az devreye giriyor o kadar.

A’mâk-ı Hayâl ve rüyalar hakkında daha pek çok şey söylenebilir. Pek çok edebi metne de ilham kaynağı olabilir bu kitap. Sinemamız, şiirimiz, resmimiz, tiyatromuz bu rüyaları görmezden geldiği sürece hep biraz tercüme, biraz eğreti kalacaktır. A’mak’ı Hayâl elbette sıkı bir eleştiriyi de hak ediyor. Onun hak etmediği tek şey görmezden gelinmesi…

Enis Batur, A’mâk-ı Hayâl için “gölgede kalmış roman” tanımlamasını yapıyor. Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl’de tasarladığı rüyalar, Asaf Halet Çelebi’den Peyami Safa’ya pek çok şair ve yazarı etkiler. Bu etkilerin izini sürmek bu yazıyı bir kocaman kitaba dönüştürebilir kolayca. Ancak biz zor olanı tercih edip yazımızı burada nihayetlendirelim.

Bir gün belki bulutlar dağılır ve Platon’un mağara istiaresinin sonunda anlattığı güneş bulutların arkasından çıkıverir belki. O zaman gölgede kalan A’mâk-ı Hayâl’e de şahit oluruz.

Not: Metin için N. Ahmet Özalp’in hazırlayıp hem önsözüyle hem de dipnotlarla zenginleştirdiği ve Nisan 2016’da Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan A’mâk-ı Hayâl’den yararlandım.

Suavi Kemal Yazgıç

Hayatın kaynağına ancak dikey yolculukla ulaşılır

Bir tür uykuya dalmış olanları uyandırmak, kaybolmuş anlayışları yeniden canlandırmak için, tamamen diri olan geleneksel düşünceyle temasa geçmek gereklidir.
- Rene Guenon (Modern Dünyanın Bunalımı)

Kâinâta bak tefekkür eyle bil hallâkını
On sekiz bin türlü 'âlem halkının rezzâkını
Berr ü bahr ile hevâda taş ağaç içindeki
Cümle zî-rûhun nice verir düşün erzâkını

- Kuddûsî Baba (1769-1849)

Ârifler, dinin esas gayesinin insanın kendi içine bakıp âlemde her ne var ise orada görebilmesi ve böylece nefsini bilip Hakk'ı bulması olduğunu söylerler. Bu elbette ciddi bir çalışmanın, disiplinin neticesidir ve bizim coğrafyamızda asırlara dayanan bir geçmişi vardır. Tasavvuf, pek çok mektebiyle birlikte hiçbir yerde dükkânı olmayan aşkı insana tattırmak ve istidadı ölçüsünde yaşatmak için vardır. Kitaplardan, satırlardan, şiirlerden hâl edilmesi pek güç olan aşk için "Benzemez zâhir işine ki te'allüm oluna / hocası yok mektebi yok meclis ü meydânı yok" demiş bir hakikat eri. Muhakkak öyledir fakat bugünün insanı için kitaplar geçmişteki gibi şimdi de yol açan, yol gösteren ve hatta yol arkadaşlığı yapan bir öneme sahiptir.

Spiritüel arayışların giderek çeşitlendiği, sosyal medya vesilesiyle bu arayışların akıl sır ermeyen taraflarına şahit tutulduğumuz, çoğumuzun da endişe ettiği bir hikmet avcılığı içinde günümüz insanı. Bu noktada kınamak ya da burun kıvırmak uygun değil. İnsanların neyi aradıklarına bakmak, bunun bir analizini yapmak ve yine günümüz insanına geçmişin metinlerini olduğu gibi değil, günümüzün diline yaklaştırarak yardımcı olmak gerektiğine inananlardanım. Çok şükür ki bu konuda talih bizden yana ve memleketimizde bu işi davasız-iddiasız anlatmaya çalışan büyüklerimiz berhayat. Daha evvel Sufi ve Şiir, Evvele YolculukAnadolu'nun Ruhu, Tasavvufa Giriş, Tasavvuf Düşüncesi, Hayatın Satır Araları, Sufi ve Sanat gibi pek çok kitabıyla günümüz insanına en doğru hitabı kuranların başında Mahmud Erol Kılıç ismi geliyor. Hocanın bilhassa 1980 sonrası doğan nesilde ciddi bir etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Zira beş yüz yıl ve daha ötesinin metinlerini neşredildikleri hâliyle şimdinin insanına aktarma işi giderek zorlaşıyor. Bunun farkında olmayan hocalarımız tabiri caizse patinaj çektiklerinin pek farkında değiller. Çünkü etki muhakkak bir tepki doğuruyor. Mahmud hocanın kitaplarını şevkle okuyan dostlarımız kendilerine yeni araştırma konuları seçiyor, tez çalışmaları için yeni ilhamların peşine düşüyor ve bu alanda vereceği hizmetlerde hocanın dilini, bakış açısını bir mihenk taşı olarak kabul ediyor. İbnü’l-Arabî cereyanına kapılma meselesi ise bambaşka. Bu anlamda hoca tünele feneri tutuyor, hazret çağırırsa ne âlâ...

Ülkemizde tasavvuf kitaplarının neşri konusunda 2000'lerin başından beri ciddi bir atılım söz konusu. Bazı yayınevleri bu anlamda ciddi emekler veriyor. Başlarda taliplisi olmayacağı düşünülen meseleler bugün için bir reçete önemine sahip. Sufi Kitap'ı bu anlamda zikretmeliyiz zira Mahmud Erol hocanın kitapları da Sufi'den çıkmayı sürdürüyor. Mart 2024 itibariyle neşredilen Geleneğin Peşinde, Ramazan-ı Şerif'in yaşanıldığı zamana tevafuk etmesiyle okurlar ve meraklılar için güzel bir armağan oldu. "Bir Din Felsefesi Olarak Tasavvuf" alt başlığını taşıyan kitabı Birol Biçer yayına hazırladı. Hocanın son dönemde yaptığı konuşmalarla verdiği röportajların cem edildiği kitapta zor soruların olabildiğince sade biçimde aktarılması, okur için büyük nimet. Bu sadeliğin zahirini ve batınını irfanın doldurduğu ise ehline malum. Sorulara dikkat: Din gerçekte nedir? Tasavvuf dinden ayrı mıdır? İnsan olmaktan murat nedir? Anlam ve anlam arayışı nedir? Türkiye'nin ruhu nedir? Ölmeden önce ölmek ne demek? Allah'ın dostu olur mu? Dost, refik ne demektir? İslâm'ın içini nasıl boşaltıyorlar? Deizm tartışmaları ve din eleştirileri gerçekte kimi hedefliyor?

Tasavvuf, dinin zahiri tarafını şahsi mükellef olarak kabul etmiş bir kimseyi, cemiyet mükellefine taşımaya çalışır. Cemiyet mükellefi tevhiddir, birlik lezzetini yaşamak ve bunun bozulmasına karşı mücadele etmektir. Tasavvufta insanın Hakk katında ve halk nezdinde en büyük vazifesi hizmettir. Basitçe ifade edilecek olursa "Allah'la kul arasında" neşv ü nema bulan, bulması gereken dini vazifelerin üstüne çıkmak, tasavvufla mümkündür. Tasavvufla birlikte dinin cami duvarları arasına, mübarek gün ve gecelere, ayinlere ve ritüellere sıkışma tehlikesi bertaraf olur. Peki tüm bunlardan bu günlere neler kaldı? İki oğlumu götürdüğüm mahalle camisinde zaman zaman bazı tiplerin "Burası oyun yeri mi? Çıkar çocuklarını!" tepkilerini hamd olsun tattıkça, hocanın şu tespiti daha da can yakıyor: "İslam dini nedir, diye tek bir cümleyle çocuklara soracak olsak muhtemelen günümüzde 'Allah'ın ve Peygamberimizin nasıl sevileceğini öğreten bir okuldur' şeklinde cevaplayacak tek bir çocuk daha çıkmayacaktır. Bu, dinin insanlara nasıl anlatıldığı ve açıklandığı konusunda önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir... Kur'an-ı Kerim'deki ayetlere baktığımız zaman altı binin üzerindeki ayet arasında ahkâm içeren ayetlerin ancak yüzde on civarında olduğunu görürüz. Kur'an'da tefekkür ve düşünce dünyası daha ön plandadır. Buradan yola çıkıldığında tasavvuf için birçok tarif yapmak mümkün hâle gelir: 'Tasavvuf bir din felsefesidir' denilebileceği gibi 'İslam dininin arkeolojisidir', 'Dinin hakikat ve marifet boyutudur', 'Dinin bir eğitim sürecine tabi kılınmış programının adıdır' da denilebilir."

Hayatın anlamını bulma derdi tüm dünyada bir endişe kaynağı hâline geldi. Özellikle kırk yaşını aşmış ve hâlâ ne yapacağını (nasıl hizmet edeceğini, nasıl bir vazifesi olduğunu) bilemeyen kimseler ciddi krizler yaşıyorlar ve soluğu psikiyatri kliniklerinde alıyorlar. Aklı ve kalbi arasında salınan çağın 'özgür' bireyi; bir taraftan Viktor E. Frankl ve Irvin D. Yalom ile Jean-Paul Sartre ve Nietzsche, diğer taraftan Goethe ve Tarkovski ile Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kitaplarıyla önce kendine bir yol bulmaya çalışıyor. Sonra bulduğu yolda anlam arıyor. O anlamı gönlünün muradına uygulamaya çalışıyor. Ama her şeyden önce kendini yeterince incelemediği, kazımadığı için bulduklarıyla asla tatmin olmuyor. Dünyanın bütün çekiciliğiyle ve iticiliğiyle insan psikolojisini tarumar etmesi ise bambaşka sıkıntılara neden oluyor. Değişmeyen tek şey, en huzurlu ve mutlu insanın, anlamını bulan insan olması. Hocanın yorumunu birlikte okuyalım: "Hayatın anlamını bulmak çok önemlidir. İbn Arabî 'Mana bizzat Allah'tır' der. Manın kendisi Allah'tır; hayata anlam veren Allah'tır ve O'nsuz mana olamaz. Manadan O çıkarılmaya çalışılırsa hayatın anlamı da kopar gider, insan da doğa da kendini kaybeder, tamamen rayından çıkar. Tabiatın kutsallıktan arındırılması der bazı sosyologlar buna. Bu trenin tekrar rayına oturabilmesi için insanın bu tanrısallığı, ilahi bütünlüğü, vahdeti, birliği her yerde görmesi lazımdır. Maalesef bu sadece pozitif ve din dışı bilimler açısından bakanların sorunu değildir. Bazı dini düşünce sahipleri de Allah'a yakınlaşmayı sanki şirke düşmek gibi algılarla ve bundan dolayı bu meseleye soğuk bakıp araya bir hayli mesafe koyarlar. Ancak Allah ile kul arasına böyle bir mesafe konulursa, o kuldan korkmak gerekir zira o artık her şeyi yapabilir. Eğer Allah'ı bulutların ötesine gönderirseniz yeryüzü insanların insafına kalır, bir başka ifadeyle şeytani güçler burada at koştururlar, nitekim modern çağda olan da budur."

Eski(mez) zamanın büyükleri, hem devlethanelerine hem de gönüllerine Ya Hazreti İnsan hattı asar, bunu talebelerine ve cemiyetlerine de idrak ettirmeye çalışırlarmış. Maalesef bugün insan azizliği unutuldu ve yerine nefsin hakimiyeti kondu. Savaşların, hastalıkların, artan yaşam çilelerinin pek çok zahiri sebebi olabilir ama manevi taraftaki yoksunlukların açtığı kuyulardan su çıkarmak giderek zorlaşıyor. Mahmud Erol Kılıç; bizde, içimizde, özümüzde, damarımızdaki kanda olan Allah'ı bilmek için âdeme bakma zorunluluğunu hatırlatıyor. Hakk insana insandan tecelli ediyor. Topraktan gelip toprağa gidecek olanın beden; Allah'tan gelip Allah'a gidecek olanın ise ruh olduğu gerçeği unutuluyor. Bütün meselemiz kendimizdeki örtüleri kaldırmak ve nereden geldiğimizi hatırlamak. Bunun için nostaljiden ve romantizmden uzak yeni izahlara, günün meselelerini takip eden gerçekçi yorumlara ihtiyacımız var. Geleneğin Peşinde işte bu anlamda çok umut verici bir çalışma. Umarız ki Mahmud Erol Kılıç hoca yeni çalışmalarıyla bugünün insanına hayatî hatırlatmalar yapmayı sürdürür. Fani sistemden baki sisteme geçiş için gerekli enstrümanları ve kadim ikazları aktarmaya devam eder. Tüm bunlar için de kendilerine afiyet ve sıhhat dolu, bereketli bir ömür niyaz ederim.

Yazımı, kitaptan yine çok kıymetli bir paragrafla bitirmeyi istiyorum: "Günümüzün modern insanının en büyük problemi 'bağlantısı' olmamasıdır. Modern düşünce 'bağlantısız' sayarak insanı çırılçıplak hâlde, ortada bırakmıştır. Oysa insanın varlığın birliği ve bütünlüğü dâhilinde çok önemli bir bağlantı içinde var olması gerekir. Bu ise ilahi bir bağlantıdır. İnsanı bu bağlantıdan koparan akımlar Gelenek karşıtı akımlardır. Modernite bu bakımdan insanın kendini bulmasına yardımcı olmadığı gibi aksine kaybetmesine yol açmıştır. Günümüzde insan yalancı oyuncaklarla oyalanıp eğlenmektedir; hayatı yalancı eğlencelerle, filmlerle, dizilerle, popüler kültürle işgal altındadır. Günlerimiz insanın hayat gayesi nedir bileemeden, öğrenemeden geçip gitmektedir. Bu durumdan çıkabilmenin yolunu aramaya başlamak için öncelikle içinde bulunduğumuz hayal âlemi denilen bu âlemin bir var oluş ve bozuluş (kevn ü fesad) âlemi olduğunun, bir şeyler var olurken bir şeylerin bozulduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu maddi âlem ister istemez illetli (sebeplere bağlı), sınırlı, malul bir âlemdir. Dolayısı ile fani olana ancak o kadar değer vermelidir. Huve'l-Bâkî'dir. Bâkî'den geldik Bâkî'yi özleriz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Mart 2024 Pazar

Savaş ve İlyada üzerinden özgürleşmiş bilinç

Savaş ve İlyada kolektif bir eser. Simone Weil, Rachel Bespaloff ve Hermann Broch, İlyada üzerine düşüncelerini serdediyor. Üç usta yazarın, kült bir eseri ele alışı elbette eserden bağımsız olarak da okuyuculara ufuk kazandırıyor.

Caroline Alexander, İlyada üzerinden şu soruyu yöneltmişti: “Felaketler getirecek bir savaşın başlamasına nasıl izin verilir ve bütün taraflar onun bitmesini istiyorsa, niçin bitirilemez?” İlyada için bazı yorumcular savaşı yücelttiğini söyler oysa gerçekte olan Alexander’ın sorusunda zuhura gelmiştir. İlyada savaşın korkunçluğunu, kazananın olmadığını, savaşın getirdiği yıkımı, felaketi anlatır. Hem de bütün çıplaklığıyla!

Simone Weil bu hakikati şu şekilde dile getirir: “Şiddetin iliştiği herkes mahvolur. Şiddeti icra eden de şiddete maruz kalan da ondan nasibini alır. Ve nihayetinde şöyle bir kader fikri doğar: İcracı da kurban da eşit biçimde masumdur, fetheden de fethedilen de aynı sefalet kardeşliğini tadar. Fetheden fethedilenin, fethedilen fethedenin felaketi olur.

Çünkü İlyada’da baskın unsur Tanrı fikridir. Ve aslolan güçtür. Tanrı, gücü kulları arasında paylaştırır, paylaşımdan da kullar payına düşeni alır. Bu pay bazen felaketi tatmaktır bazen de felaketi var etmektir. O yüzden İlyada’da başından sonuna bir savaş görmediğimiz için mutlak bir kazanan görmeyiz. Savaşın belli bir dilimi ele alınır, orada da galipler yer değiştirir.

Yine Simone Weil’in tespitiyle tarihin bize sadece kale surlarını ve hudutları gösterdiği yerde şiir başka bir şey keşfeder: karşılaşmaları amansız olan iki rakibi birbirine layık kılan gizemli bir yazgı. İlyada gücünü şiirden alır, o şiirin gücüne yaslanır. Şiir, kelimelerin dahi örtülü olan anlamlarını ifşa eden bir iksir iken; doğrudan tarihi bir savaşın tarihin gözünden kaçan (kaçmak da zorunda olan) örtülü kısımlarını aleni etmemesi düşünülemezdi zaten. Aynı zamanda metnin etkisi yazgıyı öne çıkarmasındadır. Tanrı ve yazgı, savaşan askerlerin ve köle olan kadınların üzerinde hep aynı devinim ve etken ile salınmaktadır.

Homeros şiirin onarıcılığını kaleminden damlatır. Tarih bir adalet anlatısı elbette sunar, ama adaletin gizemli tarafını ancak şiir dile getirebilir. Simone Weil’in muazzam tespitiyle “Galiplerin kibri, mağlupların sessizliğinin gölgesi altında kalmış, kararmış dünyaya onurunu geri veren yalnızca şiirdir”.

Bu yüzden Rachel Bespaloff, İlyada’yı ele alırken Şairler ve Peygamberler adında bir alt başlık açma ihtiyacı hisseder. Çünkü Bespaloff’un deyişiyle peygamberler ve tragedya şairlerinde hakikatin dinsel sezgisi, güçsüzlüğün bir kabulüne dayanır; bu kabule, sadece, bizzat düşünce en güçlü ve en tutkulu hale geldiğinde ulaşılır.

Güçsüzlüğün kabulü, tek gücün esasında Tanrı’ya ait olmasından dolayı bu denli mühimdir. Tanrısal güç, kişinin güçsüzlüğünü kabul etmesi ve kendini yazgıya teslim etmesiyle kendisini aşikar hale getirir. Düşünce en güçlü haline de dünyevilikten sıyrılarak ulaşır. Ulaştığı nokta Tanrısal dairenin sınırlarıdır. O sınırlara girildiğinde, hakikat açığa çıkar ve tarih boyunca hakikati en güçlü şekilde şairler dile getirmiştir. Onların sözleri, dilin tüm imkanlarına elverişlidir ve tüm imkanlardan faydalanılmış haldedir.

Şiirsel ve dini değerlerin birbirine geçmesinin bireysel bilincin özgürleşmesine ne kadar katkı verdiğinin görülmesi, birbirlerinden koparıldıklarında düştükleri durum tahlil edilerek anlaşılabilecektir. Din, bireyin özgürleşebildiği tek alandır; şiir ise özgürlüğe ulaşıldığında dilin sığındığı tek liman. İkisinden mahrum kalan, özgürlükten mahrum kalacağı için hakikatten de mahrum kalacak ve suni bir gücün esiri olacaktır. Özgürlük, suni gücün esiri olmaktan çıkmakla gerçekleşecek; gerçekleştiğinde de kişi özgürleşmiş bilinciyle esiri olduğu gücün suni olduğunu fark edecektir. Böylece yazgının önündeki engelin vehim olduğu anlaşılacaktır. Savaşların dahi başlaması ve bitirilememesi vehimle doğrudan alakalıdır.

İlyada bize vehmi, gücü, mutlak gücün sahibini ve yazgıyı şiirin tılsımlı kudretiyle sunmakta.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Mart 2024 Perşembe

İnalcık’ın kaleminden imparatorluğun öyküsü

Sadece ülkemizde değil, dünyada da Osmanlı tarihi denince akla gelen en önemli isimlerinden biri Halil İnalcık’tır. Bugün dahi akademisyeninden öğrencisine, araştırmacısından kendi hâlinde bir meraklıya kadar Osmanlı tarihiyle ilgilenen herkes, İnalcık eserlerine başvurmakta, kendine yeni yollar bulup yeni eşikler aşındırmaktadır. İnalcık hoca 25 Temmuz 2016’da 100 yaşında vefat etmişti. Vefatının ardından pek çok çalışması Kronik Kitap tarafından tarih severlere sunulmaya devam ediyor. Böylece, tıpkı hayattayken olduğu gibi vefatının ardından da hocanın çalışmaları ışık saçmayı, yeni çalışmalar için cesaret ve ilham vermeyi sürdürüyor.

Kronik Kitap, 2018 yılının nisan ayında Osmanlı İmparatorluğu adıyla İnalcık’ın iki önemli eserini şık bir kutu içinde yayınlamıştı. Bu ciltlerin ilkinde “Toplum ve Ekonomi” üzerine makaleler yer almıştı: Sipahiler ve köylüler, İslâm arazi ve vergi sistemi, Fatih devrinden önceki tımar sistemi, Osmanlı’nın kuruluş ve inkişaf devrinden 15. yüzyıla kadar Türk topraklarındaki iktisadî vaziyet… “Sultan ve Siyaset” ise ikinci cildin başlığı olarak seçilmişti. Bu ciltte Osmanlı tarihini dönemlendirme meselesi, Âşıkpaşazâde tarihinin nasıl okunması gerektiği, Osman Gazi’nin İznik Kuşatması ve Bafeus Savaşı, Fatih Sultan Mehmed devri, Osmanlıların karar alma mekanizmaları, kadılık kurumu, Osmanlı hukukunun İslâmlaşması, vergi toplama gibi oldukça kritik konular yer almıştı.

Kronik Kitap, Şubat 2024 itibariyle Halil İnalcık’ın Osmanlı İmparatorluğu serisine yeni iki cilt daha kazandırdı. Bu ciltlerden ilki, “Fetih ve Teşkilat” adını taşıyor. Osmanlı fetih yöntemleri, Bizans ve Osmanlı vergilendirme sistemleri arasındaki ilişki, Edirne’nin Fethi (1361), Türk tarihinde toprak meseleleri, Modern Avrupa’nın gelişmesinde Türk etkisi, II. Mehmed’in İstanbul’un Rum nüfusuna ve şehrin Bizans yapılarına yönelik politikası, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı hukuku, Kıbrıs’ta Osmanlı siyaseti ve yönetimi, Osmanlı belgelerinde İnebahtı, Osmanlı iktisadî zihniyeti ile sermaye oluşumu, Osmanlı gerilemesinin reaya üzerindeki etkisi, Osmanlı toplum yapısının evrimi, Tanzimat’ın uygulanması ve sosyal tepkileri, bu cildin başlıklarını oluşturuyor. Halil İnalcık özellikle bu ciltteki makalelerinde on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Doğu Akdeniz’de genişleyen Avrupa’ya karşı İslam’ın tepkisinden doğan bir Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi çizerek, bu çerçeveyi Batı-dışı herhangi bir kültürün Avrupa’ya karşı nasıl böylesine başarılı ve kuvvetli bir mücadele verdiğini gözler önüne seriyor. Elbette bu mücadelenin ana damarı fetih yöntemleri. İnalcık, sistematik olarak uygulanan iki fetih yöntemine dikkatleri çekiyor. İlki, komşu devletler üzerinde bir çeşit himayeyle birlikte yerel hanedanların tasfiyesi ve böylece doğrudan egemenlik kurma. İkincisi ve Osmanlı tarihi boyunca batının da doğunun da en çok ilgisini çeken sistem: fethedilen ülkenin nüfusun ve ekonomik kaynaklarının defterlere kaydedilmesi üzerine kurulu olan tımar sistemi. Osmanlı tarihinin henüz başından itibaren bu iki fetih yönteminin başarıyla uygulandığını hatırlatan İnalcık, kitap boyunca küçük bir uç beyliğinin yeniçağın en güçlü imparatorluğu hâline nasıl dönüştüğünü kademe kademe izah ediyor.

İkinci ciltteki makaleler “Devlet ve İdare” başlığı altında toplanıyor. Okuyucular bu ciltte Osmanlı Devleti’nin doğuşu meselesinden yayılma stratejilerine, han ve kabile aristokrasisinden Annales Okulu’nın Osmanlı araştırmalarına etkisine, Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri ve mali dönüşümden çeltikçilik ve köle emeğine, büyük çiftliklerin ortaya çıkışından İstanbul’un incisi olan bedestenlere kadar uzanan geniş bir alanda imparatorluk tarihini gözlemleme imkânı yakalıyor. Cildin son konusu, bilhassa Osmanlı sosyo-ekonomik tarihi araştırmalarında güvenilir sonuçlara ulaşmak için mutlaka bilinmesi gereken Osmanlı metrolojisini içeriyor.

Halil İnalcık, modern tarih yazıcılığında hâlâ büyük bir mesele olarak ortada duran kuruluş dönemini Herbert Adam Gibbons, M. Fuad Köprülü, Paul Wittek, Freidrich Giese gibi alanında uzmanlaşmış diğer isimlerin yorumlarını da süzerek okuyucuya açıyor. Bunun bir okuma ve anlama kolaylığı getirdiğine şüphe yok. Osman Gazi’nin ortaya çıkış süreci bir tarih meraklısı için hem heyecan verici hem de yeni kaynaklara yönelme noktasında ufuk açıcı. Diğer yandan İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun kökeni meselesini de masaya yatırıyor. Bu anlamda Selçuklu Devleti’nin batıdaki uç bölgelerinde yer alan Türkmenlerin gazi beyliklerine dikkat çekerken, uçlardaki ahlakî hayatın eski Türk geleneklerine bağlı oluşuna da işaret ediyor. İmparatorluğun gerçek kurucusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu da belirten Halil İnalcık, bunu bilhassa ekonomik ve kültürel gelişmeler nezdinde açıklıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nu dünya tarihine taşıyan nasıl ki fetih ve yayılma stratejileriyse, Osmanlı tarihini dünyaya tanıtan da Halil İnalcık’ın kalemidir. Bu yüzden hocanın her çalışması, daimî bir rehber niteliğindedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kur’an’ın dünyasında muhteşem bir yolculuk

Son yıllarda çocuk edebiyatında atlas projeleri revaçta. Çevirilerle başlayan atlas furyasında şimdiye kadar birçok eser çocuklarla buluştu. Farklı yayınevlerinin bambaşka konularda öne çıkardığı atlaslar minik okurlar kadar ebeveyn ve eğitimcilerin de dikkatini çekiyor. Bol resimli ve özetlenerek kaleme alınmış bu eserlerin günümüz çocuklarının okumaya ve kitaba ilgisini artırdığı da yadsınamaz bir gerçek. Hâl böyle olunca birbirinden çok farklı projeler ortaya çıkmaya devam ediyor. Atlasların dünyasını takip eden birisi olarak son yıllarda çıkmış en iddialı projelerden birinin Gülce Kitap’tan çıktığını söyleyebiliriz. Mart ayında raflarda gördüğümüz çiçeği burnunda bu eserin adı Kur’an Atlası.

Değer içerikli kitaplar konusunda Timaş Çocuk uzun zamandır bilinen ve tercih edilen bir yayınevi. Yaklaşık bir buçuk yıldır bu tür kitaplarını yeni markası Gülce Kitap markası altına topladı. Eskiden bu yana yüzbinlerce basılan ve alanında kültleşmiş eserler hâlihazırda bir yayınevi kitaplığı oluşturmak için yeterliydi. Fakat bununla yetinmeyen Gülce Kitap, kitaplığındaki eserlere yenilerini eklemeye devam ediyor. Kısa bir süredir yayın hayatında olmasına rağmen şimdiye kadarki süreçte hatırı sayılır işler çıkardıklarını konunun meraklıları için söylemeye gerek yok. Bu eserlerden biri olan Kur’an Atlası uzun bir çalışmanın sonucu olarak mart ayının dikkat çekenlerinden biri olmayı başarmış görünüyor. Öncelikle Kur’an’ın içindeki kavramlara dair böyle bir atlas ihtiyacı uzun zamandır hissediliyordu. Kur’an Atlası resimlemesiyle, cildiyle, metinlerinin akıcılığıyla sadece değer alanında değil, bütün atlas projeleri içinde de hatırı sayılır bir yere oturacak gibi görünüyor.

Kur’an Atlası, yukarıda da bahsettiğimiz gibi sadece değerler eğitimi alanında bilgilendirici eser olsun diye yazılmamış. Özenli baskısı ve resimleriyle bütün atlas projelerinin içinde kalitesiyle konuşulacak bir eser hâline gelmiş. Belli bir tecrübenin ürünü olarak vücut bulmuş atlasta Kur’ân’daki önemli kavramlar, olaylar ve kişiler anlatılıyor. Yusuf Gündüz tarafından kaleme alınan eserde Arife Şeyma Gök’ün çizimleri atlası tamamlayan en önemli unsur. Genç çizerin soyut konulardaki başarısı takdire şayan.

Kur’an Atlası diğer Gülce projelerinde olduğu gibi güvenilir kaynaklardan yararlanarak kaleme alınmış ve çocukların dünyasına inmeyi başardığı gözlemlenen bir eser. Elbette ki yazarın Kur’an’daki bütün kavramları kitaba alması ne pedagojik olarak ne de teknik olarak mümkün değil. Kitaptaki asıl maksat bana göre küçük okurları Kur’an’da bir yolculuğa çıkarmak. O zamanları hayal etmelerini sağlayarak soyut konular ve olayları kafalarında somutlaştırmalarına yardımcı olmak. Bu eserin bir diğer önemi de bence küçük okurların Kur’ân’la ünsiyet kurmasını sağlamak. Kitabın girişindeki Kur’an’a ait öze bilgiler de bunu destekler nitelikte. Giriş bölümünde çocuklar Kur’an Nedir, Ne zaman ve nasıl inmiştir, Neden önemlidir gibi soruların cevaplarını bulacaklar. Eser her ne kadar 6 yaş üstü olarak piyasaya çıkmış olsa da aile boyu okunacak başucu kitapları sınıfından sayılabilir. Atlas projeleri çocukların birçok konuda okumaya karşı ön yargılarını kırmakta önemli eserler. Kur’an Atlası ise Kutsal Kitabımıza karşı çocukların ilgisini çekmeyi amaçlıyor. Göründüğü kadarıyla bunu da başarmış. Dini ve teknik konularda çocukların ilgisini çekmenin zorluklarını eğitimciler ve anne babalar iyi bilir. Kur’an Atlası’ndaki metinlerin akıcılığı, bilgilendirme kutularındaki özet bilgiler, resimlerin konuları somutlaştırmadaki başarısı göz ardı edilemeyecek kadar iyi. Bir çocuğun ebeveyniyle saatlerce elinden bırakmayacağı böyle bir eserin ortaya çıkması da yazarından editörüne, çizerinden mizanpajına kadar tüm süreçlerin titizlikle ele alındığı sonucunu ortaya koyuyor.

Atlas meraklıları bu eserlerin yanında hediye edilen posterlere alışık. Kur’an Atlası’nın içinde de Peygamberlerin kronolojisinin yer aldığı dev bir poster okurları bekliyor. Cildiyle, metni ve resimlemeleriyle uzun süre konuşulacak ve kült hâle gelecek Kur’an Atlası’nı rafımızın başköşesine koyarken böylesi kaliteli projelerin devamının gelmesini de temenni ediyoruz.

Özge Yalın

17 Mart 2024 Pazar

Ahmet Hâşim’in Frankfurt Seyahatnâmesi

Sakallı Celal olarak bildiğimiz Celal Yalınız (imla doğru) "Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar" demiş. Ahmet Haşim’i ise Frankfurt Seyahatnâmesi kitabında batıya doğru giden bir trende buluruz. Yıl 1932’dir. Ahmet Haşim’in sağlığı üç yıldan beri sağlığı bozuktur. Tedavi amacıyla yola çıkan Haşim, oradaki intibalarını önce devrin gazete ve dergilerinde yayınlar daha sonra da kitaplaştırır. 1933 yılında kitaplaşan bu kitabın Ahmet Haşim’in biyografisi açısından iki önemi vardır. İlki Ahmet Haşim’in sağlığında yeni alfabe ile yayınlanan ilk kitabı olan Frankfurt Seyahatnamesi’nin aynı zamanda da yaşarken yayınlandığını gördüğü son kitabı olmasıdır.

Neyse biz o tren vagonuna geri dönelim. Seyahate çıkmayı bir “hârikuladelikler avı” olarak tanımlayan Ahmet Haşim, kendini iddialı bir avcı olarak görmez. Beş yıl önceki Paris gezisini anlattığı satırlarında “Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa’ya değil, arzın daha bâkir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım” diyen Haşim’in yolu bu sefer de sağlık sorunları sebebiyle Frankfurt’a düşer. Ahmet Haşim’in yolunun arzın gitmeyi tercih edebileceği yörelerine hiç düşmediğini ise bu paragrafa sıkıştırmakta fayda var.

Şair ve seyyahı “akraba”, şiir kitabı ile seyahatnameyi “kardeş” gören Ahmet Haşim’in Frankfurt seyahati biraz tatsız başlar. Gece vakti yola çıkmak, en meşhur mısralarından biri “akşam, yine akşam, yine akşam” olan şairin hoşuna gitmemiştir.

Ahmet Haşim, bindiği tren, Bulgaristan’ı geçerken kısa bir süre önce bir yazısında bu ülkeyi öven Ali Naci Karacan’la ilgili olarak “Ali Naci’nin anlattığı yeni Bulgar medeniyeti her nedense istasyonlara yaklaşmıyor.” diyerek iğnesini batırır. Ali Naci Aracan’ın kumar borcunu ödemek için Lozan Antlaşması ile ilgili kitap yazmasını başka bir yazıya erteleyip konumuza devam edelim. (Ahmet Haşim, Youtuber olsaydı diss attı derdik şimdi.) Yol boyu kitap okuyup içi sıkılan Ahmet Haşim, bir yandan da kendisine musallat olan sinekle boğuşur ve bir ara mağlubiyetini kabul ederek kompartımanını sineğe terk eder. Ahmet Haşim, Macaristan’da sembolist şairlerin titrek hayallerini süsleyen derelerin etrafındaki zümrüt çayırlarda otlayan sıhhatli öküzlere şahit olur ve bindiği tren nihayet önce Almanya sınırını geçer sonra da gece ikiye yirmi kala Frankfurt Garı’na varır.

İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştık.” der Ahmet Haşim. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan sonra bir türlü belini doğrultamayan, yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarıyla mustarip Almanya’yı çok daha sıkıntılı günler beklemekte Naziler hızla yükselmektedir. 1932 yılında Almanya’da iki seçim yapılır Naziler ilkinden yüzde 37, ikincisinden yüzde 33 oy alır. Diğer koalisyon alternatifleri tüketilince Adolf Hitler, Ocak 1933’te Şansölye olur. Almanya’nın çalkantılar içinden geçtiği bu dönemi, Ahmet Haşim “Caddeler” başlıklı yazısında anlatır. “San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim! Bunlar Hitler askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir. Akşam oluyor: lacivert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir. Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.

Ahmet Haşim, Frankfurt’taki ilk saatlerini anlatırken “Hayatında büyük bir Avrupa şehrini gören bir adam kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş addedebilir: Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.” der ve pekala Paris, Londra veya Viyana’da aynı hisleri yaşayacağını vurgulayarak “hayret” edememekten şikâyet eder ve Frankfurt’un kusursuz geometrisi Ahmet Haşim’de nefes darlığına yol açar. Yine de bir müzeye dönüştürülmüş olan Goethe’nin evinde Faust’u yazdığı masada gördüğü mürekkep lekeleriyle adeta kendinden geçer Ahmet Haşim ve söz konusu lekeleri “ebedî lacivert semada nâmütenahi yıldız serpintileri”ne benzetir.

Ahmet Haşim’in Almanya izlenimleri tamamen negatif değil elbette. Nitekim sınırı geçtiği andan itibaren Haşim’in dünyaya bakışı bile değişir. Bindiği trenin yeniliğin içinde deliler gibi koşmaya başladığını söyleyen Haşim; mimariyi, ulaşımı, ilanları över. Bu övgü o raddeye varır ki sayıları gün geçtikçe artan dilencileri bile temiz giyimli ve düzenli diye övmekten geri kalmaz. Hiçbir sırrı ihtiva etmeyen yeknesak Frankfurt şehriyle beraber Almanya “başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir âlem”dir. Caddeler, vitrinler, mimari Haşim’i etkiler.

Kendini bir İstanbul hastası olarak tanımlayan Ahmet Haşim, orada bir hemşireyi nezaketen Türkiye’ye davet eder ama hemşire bunu ciddiye alıp ailesinden izin alır. Bu yanlış anlaşılmayı doğu ve batı arasındaki zihniyet farkı olarak yorumlayan Haşim, doğu ve batının dilencilerini karşılaştırırken bir batılı gibi yorum yapar. Doğunun dilencilerinin korkutucu batının dilencilerinin alelade olmasının önemli olduğunu söylese de daha sonra kendisi bile bu cevabı “uydurma” olarak nitelendirmekten geri durmaz.

Ahmet Haşim, bütün alaycılığına rağmen Almanya’yı övmek için de fırsat kollar. Bir Alman bahçesinde gördüğü üç beş yaşlı insan için “Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adamınız yok mu?” diye sorsa kendi sorusunu “Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Almandır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için mukaddes bir vazifedir.” sözleriyle cevaplar. “Ticaret” başlıklı yazıda kendisine tedavi için kullanılan tuzu övdüğü için bir ticari özelliği olmamasına rağmen üretici firmanın onu el üstünde tutmasını benzer bir açıdan över.

Ahmet Haşim’in eleştiri ve övgü oklarını yönelttiği bir başka kurum da akademidir. “Profesörler Aristokrasisi” başlıklı yazıda uzmanlaşmanın sebep olduğu körleşmeyi hicveder. Bir de uzmanlaşmaya duyulan saygı ile “İki kapı olsa, birisinin üzerinde “Cennet”, diğerinin üzerinde “Cennet hakkında konferans” diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinciye hücum eder.” Sözleriyle dalga geçen Haşim yine de Almanya’ya arka çıkar ve bu sınıfın el üzerinde tutulması sayesinde içlerine karışmış muhtemel zekâların yok olmadığını ve böylece Almanya’nın dünyanın en yüksek ilmine malik olduğunu vurgular.

Şair Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi böylece neticelenir. Ahmet Haşim’in kısa ve keskin gözlemlerinin yer aldığı bütün nesirleri gibi bu kitabı da tekrar tekrar okunabilecek metinlere sahiptir.

Kendi adıma Ahmet Haşim’in kaleminden Timbuktu’yu, Casablanca’yı, Osaka’yı yahut onun yaşadığı dönemdeki adıyla Bombay’ı okumak isterdim.

Ne çare ki bulduğumla yetinmek zorundayım.

Suavi Kemal Yazgıç

Dikkat süremiz neden bu kadar kısaldı?

Artık ortalama dikkat süresi beş dakika. Bunun sebebi bizi kalabalıklar içinde yalnızlaştıran, tatminsizliğimizi körükleyen sosyal medya algoritmaları ve sorumsuz reklam içerik sağlayıcıları. Peki ne yapabiliriz?

Önce interneti icat ettik, dedik ki bak, bu sayede bütün dünya daha da birbirine bağlanacak mesafeler ortadan kalkacak. Yetmedi cep telefonu da olsun, sevdiklerimiz bize her an ulaşabilsinler daha da yakın olalım dedik. Peki öyle mi oldu sahi? Daha mı yakınlaştık?

Modern yaşam, teknolojinin hızla gelişimi ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte, insanların birbirleriyle daha fazla bağlantı kurabilecekleri bir döneme işaret etse de, paradoksal bir şekilde, birçok insan şimdi kendini daha da yalnız hissediyor. Bu durum, özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için daha da belirgindir. İnsan bağ kurmak üzere yaratılmış bir varlıktır. Zaten bütün bu Instagram, sosyal medya vesaire de bu istekten nemalanmak isteyenlerin, en masum ve temel ihtiyacımızı evirip çevirerek ürün haline getirmesi sayesinde ortaya çıkmıştır. Şu elimizdeki akıllı telefonlar da bunun son seviyesidir. Ancak bizi birbirimize bağlamak yerine, şu andan ve hayattan kopartan, tüm kontrolcü eğilimlerin rüyası bir oyuncak haline gelmiştir ve bence insanlığa son yüzyılda atılan en büyük kazıktır. Dikkatimizi öylesine çalar ki artık insanlar kitap okuyamaz ve hiçbir şeye beş dakikadan fazla konsantre olamaz hale gelmişlerdir. Johann Hari’nin Çalınan Dikkat kitabında “Bir sihirbazın görevi insanların odak noktalarıyla oynamayı öğrenmektir, insanların odak noktasını kontrol edebilen bir sihirbaz, istediği her şeyi yapabilir.” diye bir cümle dikkatimi çekmişti. İşte o sihirbaz tüm sosyal medya ve bundan ekmek yiyen Google gibi büyük reklam sağlayıcı platformlardır. Sihirbazın değneği de cep telefonudur.

İnsan bağ kurmak ister dedik. Yani bir ünsiyet varlığıdır. Ünsiyet bir insanın Yaradan’la, evrenle ve kendi iç dünyasıyla derin bir bağ kurması ve bu bağlantıyı içsel bir yakınlık, samimiyet ve anlayışla yaşaması anlamına gelir. Hayatımızdaki insanlar da bu bağı kurmamız gerekenler arasında başı çekmektedir. Bu ünsiyet hali bize derin bir manevi huzur, aşk ve halinden memnun olma duygusu yaşatır. Bu sebepten dolayı da kapitalist mantalite tarafından hiç sevilmez. Halinden, kendinden memnun, iç huzuru yaşayan bir insan, ne internetten yirminci çift ayakkabı almayı umursar, ne de kredi çekip ev eşyalarını yenilemeyi. İç huzur kârlı değildir, onlara huzursuz, tatminsiz ve erişilemeyecek bir mutluluk hayali peşinde koşan, sürekli tüketen insan gereklidir. Bunun için insanların kendini kalabalıklar içinde yalnız ve güvensiz hissetmesi, aradıkları tatmin ve güven hissini eşyada araması kapitalizm için elzemdir. Yine Çalınan Dikkat kitabında sihirbaz Tristan şöyle der: “Sihirbazların işlerini yapabilmeleri için senin güçlü yanlarını bilmeleri gerekmiyor, zaaflarını bilmeleri yeterli. İnsanlar zaaflarını biliyor olsalardı sihirbazlık diye bir şey olmazdı.” Artık çok iyi biliyoruz ki onlar bizim zaaflarımızı bizden çok daha iyi biliyorlar.

Peki nedir çözüm? Çözüm bir an önce şu cep telefonlarını bir kenara bırakmak mı? Bunu yapabileceğimiz eşiği geçtik bence. Arada bir yapılan dijital detoksların da yeterli olmadığı kanıtlanmış durumda. Aklıma gelen tek çözüm, kendi küçük kabilemizi oluşturmaya başlamaktır. Yani başa dönmektir. Yalnızlığımızı, karşılanamamış bağ kurma isteğimizi karşılayan insanlara yatırım yapmaya başlamak ve onları bir araya toplamaktır.

Bu kazanılması çok zor bir savaş. Tüm yükün bize yani bireylere yüklenmesi de haksızlık, global bir farkındalıkla buna karşı eyleme geçmek gerekiyor. Ama biz hiç olmazsa bir nebze farkındalık kazanmaya çalışabiliriz, belki bir uygulamayı telefondan silip kendimize biraz alan açarız. Belki de, Kuzey Kore ile ilgili bir haber okumaya başlayıp da kendinizi kedi videoları seyrederken bulduğumuzda, kabilemizde olmasını istediğimiz bir arkadaşımıza telefon açıp onunla buluşmayı deneyebiliriz. Biraz gayret, bolca ünsiyet.

Alper Tanca
alper@tanca.net

13 Mart 2024 Çarşamba

İslam dünyasında bir kitabın telif süreci

Klasik dönem İslam dünyasında bir kitap nasıl telif ediliyordu? Yazmak fiili bugünkü manada ve de fiiliyatta yazarın tek başına üstlendiği bir eylem/vazife miydi? Muhammed Enes Topgül, Âlimler, Meclisler, Râviler adlı eserinde yukarıdaki soruların cevabını İbn Hacer el-Askalâni’nin Lisânü’l-Mîzân eserinin telif süreci üzerinden ayrıntılı ve görsel kaynaklarla destekli bir şekilde veriyor.

Okurluk da yazarlık da bir emekten ziyade tutkudur. Tutkunun süreğenliği elbette ciddi emek gerektirir fakat esasında tutku sonucu olması süreci ve sürecin getirilerini değiştirir. Okurluk da yazarlık da (her ne kadar her okur, aynı zamanda yazar olmasa da) birbirleriyle ayrılamayacak derecede bir bütünlük teşkil etmektedir. İyi bir okur karnı açken ve cebinde son parası kalmışken, lokantaya girmektense rafta gördüğü kitabı almayı tercih eder çünkü o tutkusunun esiridir ve iflah olması mümkün değildir. Bir ömre nefesi kadar kitap sığdırır. Bazılarını okur, bazılarına sadece bakar, bazılarına dokunur, bazılarını hırpalar ve bazılarıyla hırpalanır. O kitaplarla bir serüvene çıkmıştır, onun yaşamı bir serüvenin kendisidir. Ve bu serüvende yaveri de aşması gereken engel de hedefi de düşmanı da kitaptır. Bir mefhum olarak, bir varlık olarak kitap.

Muhammed Enes Topgül’ün çalışması bu yüzden belli bir alana ait gibi görülse de belli bir alana has okurların ilgisine değil, gerçek bir okur olan herkesin ilgisine sunulmuş durumdadır. Topgül’ün yaptığı (alt başlığa zaten eklemiş olsa da) bir kitabın serüvenine, kitaplarla serüvene çıkmış her okuru şahit kılma çabasıdır. Bizler bu kitabı okuyarak, kendi kitap serüvenimizi, bir kitabın serüvenine tanıklık etmemiz yoluyla biraz daha zenginleştirmiş oluyoruz.

İslam eğitim tarihinde bir kitabın ortaya çıkışı/yazılışı sürecini şu şekilde görüyoruz: Önce hoca/alim eserini kaleme alır. Ardından bir talebe bizzat hocanın nüshasını ya da o nüshayla karşılaştırılmış bir nüshayı temin eder, kopyalar veya bir varraka ücreti mukabilinde kopya ettirir, sonra hocasının huzurunda eseri baştan sona okur. Bu okuma esnasında hocanın elinde kendi metni bulunur. Talebenin okuduğu metindeki hataları tespit eder, tashih eder, ihtiyaç duyduğu kısımlarda birtakım ilavelerde bulunur, muhtevayla ilgili düzeltmeler yapar. Oturum bittiğinde, haşiye kısmına veya ayrı bir yere, varılan yer ve okumaya iştirak edenler tarihle birlikte not edilir. Eserin tamamı hocaya okunduğunda ise okumanın bittiği tarih not edilir. Hocanın icazeti de kayıt altına alınır. Talebe ancak bu şekilde okuması yapılmış bir metni, gelecek nesillere aktarabilir. İbn Hacer’in Mizân adlı eseri de işte bu yöntemle farklı talebe grupları tarafından okunmuş, hocanın yönlendirmeleriyle tashih edilip çeşitli ilaveler eklenmiş son hali yine talebeler tarafından gelecek nesillere aktarılmıştır.

Muhammed Enes Topgül çalışmasında İbn Hacer’in eserinin müstensihlerini vefat tarihlerini baz alarak erken dönem ve geç dönem müstensihleri olarak ikiye ayırmış, onların listesini çıkarmış, tek tek hayatlarını anlatmış, eserin okunma süreçlerini kaynaklarıyla açıklamıştır.

Örneğin erken dönem müstensihlerinden İbnü’t-Türkmânî hakkında fakruzaruret içerisinde vebadan vefat ettiğini, hızlı yazması sebebiyle nüshaların nokta ve hareke barındırmadığı yönünde hatalara mündemiç olduğu gibi bilgileri öğreniyoruz. Kendisinin İbn Hacer hakkında “Hafız ez-Zehebî’nin kendisine yolculuk yapıp Mizân’ını onun önünde gözden geçireceği” biri olduğuna ve “Lisânü’l-Mizân’daki emeğin İbn Hacer’in ilmine şahitlik edeceği”ne dair övgülerine rastlıyoruz.

Eserde yer alan görseller, bu kitabın yolculuğunu renklendirmekte, serüveni daha da anlamlı hale getirmektedir. Kitap kavramının üzerinden bahsedilip de geçilecek bir kavram olmadığını anlıyor, alimlerin yazdığı kitapların onlara yüklediği sorumlulukları hatırlayarak derin bir tefekkür süzgecinden geçiyoruz.

Muhammed Enes Topgül’ün eseri, tüm kitap tutkunları için bir başyapıt niteliğinde. Kütüphanelerde bulunması, kütüphanelere özgül ağırlık yükleyecektir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

12 Mart 2024 Salı

Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izleri

Sema Bayar’ı tanır mısınız? Ben, Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam isimli öykü kitabını okumasaydım o yazarın Sema Bayar olduğunu bilmeyecektim. Şayet siz Sema Bayar ismini tanımıyor ve kollarınızı iki yana açarak kafanızı anlamlı anlamlı sallıyorsanız okumadığınız bir kitabın karanlığını yaşadığınızdan dolayıdır. Rüya, kurgu ve gerçeküstü ile harmanlanmış olan bu ilk öykü kitabında kuklaya hayat bahşeden kuklacının ipi etrafında zihnim dönüp durmuştu. Bir yazarın isminin yazdığı satırlarda aydınlanması diye bir şey varmış, bunu anladım.

Sema Bayar, okur tasavvurunun yerleşik düzeninde kendine uygun olan mevkiyi tam bulmuştu ki bu kez Vakitsiz Ölüler Yurdu isimli kitabı raflardaki yerini aldı. Okurun zihinsel kütüphanesinin de bir rafı olduğunu unutanlara bir kez daha hatırlatmak isterim. Kuklalar için ip ne ise yaşayanlar için vakit o olsa gerektir. Ölülerin vakitsiz bir coğrafyada bıraktıkları hayat izlerini ustalıkla öykülerine taşıyor Sema Bayar. İkinci kitabı okurken yazarın ismi aşina bir surete bürünüp yarım kalan cümleyi tamamlamak gibi bir misyonu yerine getiriyor.

Vakitsiz Ölüler Yurdu kitabında 10 öykü mevcut. Okuyucunun bu öykülerde ilk dikkatini çeken dili kullanma gücü ve derin duyuş sahibi bir öykücünün kaleminden çıkmış olduğuna dair nitelikleri haiz olması. Kitaba ismini veren ilk öyküyü giriş kapısı bilip her bir öykünün izini sürmeye çalışalım:

Sana, suskunluğumu getirdim, sana hüznümü getirdim. Sana ölü kuşlar, müstehzi gülüşler, sana uğursuzluk, sana kemgöz, incinmiş kelimeler getirdim. Sana buram buram tüten bir yoksunluk, bitimsiz bir açlık getirdim. Görüyorum ki burada şefkate muhtaç ruhlardan başka bir şey yok. Görüyorum ki burası vakitsiz ölüler yurdu. İçimdeki baba sevgisi kadar ölü.

Bu hikâyenin sonunda bir hesaplaşma var. Hangisinde yok ki? Fakat bu hikâye içerisine girdikçe hayatiyeti genişleyip uzayan bir hikâye. Bir yerden sonra bir hikâye çeşidi olarak hayat, bir hayat çeşidi olan hikâyeye galebe çalıyor. Bir tarafta alacaklısı olan hikâyeden çekilenler, diğer taraftan alacaklısı olan yaşamın peşine düşenler.

Sahnenin arkasından konuşan yazarın kendisi besbelli. Peş peşe sorulan sorular öyküyü hayatın dışına doğru iteklemeye çalışıyor: “Tanrım neden birine yeni bir yaşam vermek bir ölüye, can vermekten daha zor?” Allah’la ilişkisinde işgüzarların ördüğü tel örgülerini aklıyla ve yüreğiyle aşmasını bilen bir yazarı “cesur” kelimesi nitelemeye yetmiyor. Ben buna hasbi ve harbi iletişim demeyi daha uygun görüyorum.

Zahide ve Hüseyin’in öyküsüne ortak olan “Bez Bebek”, Sema Bayar’ın kukla ve vakitsiz ölüleri ile müşterek bir hayatı yaşıyor. Bir bez bebeğin kendi ağzından hikâyesi şöyle başlıyor: “Biz sekiz bez bebektik. Dünyayı, sarı benizli yüzümüze elem ipleriyle iliştirilmiş bir çift kırık düğme ile seyrederdik. Sabahları günün ilk ışıkları büfenin camından süzülüp önce üst raftaki fincanları şöyle bir parlatır, ardından sırayla her birimizin saçlarından, gözlerinden öper; yanaklarımızı eşit miktarda ısıtırdı. Zahide, zümrüt yeşili gözlerini kocaman açarak beni alıp göğüslerine bastırırdı. Onun hızlı hızlı çarpan küçük kalbini geceler boyu dinledim. … Sandıktan çıktığımda Hüseyin, sararmış benzimi, tiftik tiftik olmuş saçlarımı pek bir yadırgadı. Yetmedi, birkaç kez kolumu bacağımı çekiştirip divan altına, tel dolaba yahut öfkesinin şiddetine göre kömürlüğe kapattı.

Hayata sığmayan sekiz kardeşli bir bez bebeği öyküye sığdırabilmek ve bez bebeğin nazarlarıyla insanı ve çevreyi değerlendirebilmek ustalık kadar özgünlük gerektiren bir başarıdır. Kitabın arka kapağında yer aldığı şekliyle “Bayar, öykülerinde küçük insanların kederli yürüyüşünü takip eder.” Bu tespitin burada bitmesi yazarına haksızlık olurdu. Bitmemiş de zaten: “Tutuşan dalların, için için yanan taşların, ateşe atılan bez bebeklerin, yas tutan ardıçların, arasında rüya ile gerçek iç içe girer; masalsı bir dünyanın kapısı aralanır.

Şu öykü başlıkları da yukarıdaki yargıyı destekler niteliktedir: “Mezar Artığı”, “Allah Bilir Asaf Efendi”, "Hüseyin’in Boynundaki İp", "Acuze’nin Rüyası", "Adam Asmaca", "Doğum Lekesi”, “Bütün Günahlar Hayata Karışırken İşlenir”, “Huş Ağacının Gözleri”… Bu öykü başlıkları baştan beri süregelen öykülerin dışarıya taşan parçaları gibi. Bir öyküdeki bir isim veya söz bir başka öykünün başlığı haline gelmiş. Birbiriyle geçişlilik arz eden öyküler de diyebiliriz buna.

Zihnime düştüğüm notları şöyle sıralayabilirim: Kelime seçimi, dil titizliği, zengin çağrışım, sembolik anlatım, gerçeküstü tasvir, öykü karakterlerinin dayanışması, derin kurgu, masal tadı, şiirsellik, cesur anlatı vb...

Ben okudum, çok düşündüm. Ben düşündüm, tekrar tekrar okudum. Sevgili okur, sen de düşün, sen de oku!

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Her tecrübe bir yolculuktur, bir gün eve dönülen

Zanib Mian’ın kaleme aldığı Planet Ömer, sevenlerinin ilgiyle takip ettiği, maceraları merakla beklenen bir kahraman oldu bile. Serinin dördüncü kitabı Planet Ömer: Okulun Yeni Kahramanı, Gülce Çocuk tarafından okuyucuyla buluştu. Gerçekten evrensel bir anlatıcı olan Mian’ın kurguladığı hikâyedeki sonraki sahneleri hep merak ediyorsunuz. Kitap; Ömer’in ‘her zaman bir planım vardır’, ‘insanlara yardım etmek çok hoşuma gider’, ‘bazı durumlarda en kötü şeyleri yapabiliyorum’, ‘genelde kendi kendimi soktuğum güç durumların içinden çıkabiliyorum, yani en sonunda’ ikaz cümleleriyle başlıyor. Bu tümceler, aslında kahramanımızın karakterinin yansımaları. Ömer’e; Charlie, Daniel, Mr. McLeary, Ellie, Sarah, Jayden, Adam eşlik ediyor.

Macera okulun kapılarıyla açılıyor, bir sınıfta başlıyor. Öğrencilik yıllarından bilinir, hemen herkes az biraz kuralların dışına çıkmıştır. Yazar, tam da burada genç okurlara, doğru ve açık sözlülüğün erdemini, okulda ve sosyal alanlara kurallara uygun yaşamanın gerekliliğini, arkadaşlık ilişkilerinin önemini, fedakarlığın değerini çocukların anlayacağı, onların idrak edebileceği bir üslupla anlatıyor. Ayrıca bunu yaparken de çok ciddi meseleleri çocukların yaşına ve diline uygun bir mizah anlayışıyla gerçekleştiriyor.

Beklenmedik hadiselerden sonra yaşananlar kahramanımızı kendini ifade etmesini biraz zorlaştırıyor. Kitabın ağzıyla söylersek şöyle bir akış söz konusu: “Öğretmenlerimin hepsi, benim sürekli bir çocuğa dönüştüğümü düşünüyordu. Öğretmenler odasındaki konuşmaları hayal edebiliyordum: Hayali öğretmen 1: Şu Ömer’e neler oluyor bugünlerde böyle? Hayali öğretmen 2: Ondan hiç beklenilmeyecek hareketler yapıyor. Hayali öğretmen 3: Bana sorarsanız tam bir sorun mıknatısı.

Ömer’in başına gelenleri ailesiyle paylaşması da çok güzel bir alışkanlık. Farkındalıkla alakalı ne yapması gerektiğini soran Ömer’le annesi arasında geçen şu diyalog çok incelikli olmuş: “Annem bir süre düşündükten sonra, ‘Sana bulutlara bakmanı söylediğim zamanları hatırlıyor musun?’ dedi. ‘Birkaç dakika boyunca o pamuk şeker gibi bulutları, rüzgârın bu bulutları hareket ettirişini seyrederek kendimizi kaybetmiştik. Bulutlar bile bu kadar harika görünüyorken Allah’ın ne kadar görkemli olabileceğini düşünmüştük. İşte bu, bir ânıdır. Böyle anlarda her şey eriyip gider ve biz, yalnızca o an baktığımız şeyde olup bitenleri düşünürüz. O ânın farkına varabilmek için gözlerimizi kullanırız. Daha da farkında olabilmek için diğer duyularımızı da kullanırız ya da nefesimizi fark edip, hava akciğerlerimize girip çıkarken nefeslerimizi sayabiliriz.

Özetle Kyan Cheng’in çizgileriyle şekillenen sayfalarda sınıf içi bir olayda Ömer’in nasıl bir kahramana dönüştüğünü okuyoruz. O zaman biz de yazarın ithafıyla yazıyı sonlandıralım: "Yaşamın iniş çıkışları boyunca içlerindeki iyiliği koruyabilen tüm çocuklara…"

Sevim Şentürk

8 Mart 2024 Cuma

İbnü’l-Arabî'nin düşünce sistemine dair sohbetler

Ahmed Yüksel Özemre ile Son Sohbet, Necmettin Şahinler’in son kitabı. Kitap önemini, Ahmed Yüksel Özemre’nin vefatından önce irfan hazinesinden biz okurlara ve sevenlerine son kez ikramda bulunmasından kazanıyor.

Özemre fenni başarılarının yanında irfani boyutuyla gönüllerde taht kurmuş bir isim. Hacim olarak ince olmasına rağmen barındırdığı konu bakımından oldukça zengin bir eser. Özemre hasta yatağındayken dahi kendisine lütfedilmiş ilmi paylaşmanın derdinde. Ayrıca Özemre’ye dair de birçok bilgi birinci ağızdan okurlarla buluşturuluyor. Çevirdiği eserleri anlatırken bizi evrensel bir düşünme sistemine yönlendiriyor.

Özemre’nin sohbetlerini bir ders hüviyetine sokan ise sohbet esnasında İbn’ül Arabi’nin düşünce sisteminin irdelenmesi oluyor. Özemre, Şeyhül Ekber’in düşünce dünyasında yer alan kavramları tek tek ele alıyor ve sohbet formunda olduğu için sıkmadan, ayrıntılara boğmadan, ağır terimlere başvurmadan herkesin anlayabileceği bir dille izah ediyor.

Örneğin bir yerde Necmettin Şahinler “Varlık İlmi bakımından Allah ile Rabb arasında nasıl bir fark vardır?” şeklinde bir soru yöneltiyor. Özemre böylesine zor bir soruyu, herkesin anlayabileceği bir dilde şu şekilde yanıtlıyor:

Evladım, Rabb özel bir İsim yoluyla tecelli eden Hakk’dır. Halbuki Allah, İsimlere uygun olarak ândan âna değişmekten asla hâli kalmayan Hakk’dır. Rabb, özel bir İsim ve Sıfat aracılığıyla tayyün etmiş olan Hakk’ın özel bir vechesi olması hasebiyle bir sübûta hâizdir. Buradan da Rabb ile insan arasında çok hususi bir ilişki ortaya çıkmaktadır. O da şu ki insan, ne zaman Allah’a dua ve niyaz etse daima Rabb’ine yönelmek zorundadır. Rahatsız bir insan, Allah’a muğlak ve genel bir tarzda değil fakat Şâfî’nin sabit suretine dua eder. Aynı şekilde İlahi Rahmet’i talep eden bir günahkâr da Gafûr’a yalvarır. Bir şey elde etmek isteyen de Mu’tî ismine niyaz eder. Görülüyor ki bu veya diğer benzer İsimlerin her biri aracılığıyla çağırılan ve tazarrûda bulunulan Allah, özel bir sebeple yalvaran şahsın Rabb’idir. Aynı zamanda Rabb, kendisine yalvaran kimsenin ihtiyaç duyduğu şeyi kendisi aracılığıyla elde ettiği özel bir sıfat ile kayıtlandırılmış olan Zat’tır. Şu halde Rabb, bütün İlahi İsimlerden, Allah’a münacatta bulunduğu zaman insanı harekete geçiren mûcib için en uygun olan İsimdir. İşte bu sebepten ötürüdür ki, Kuran’daki Peygamber dualarına baktığımızda onların çoğunun “Rabb’im” hitabı ile başladığını görmekteyiz. Bu noktadan baktığımızda Rububiyet/Rabb’lık her bir ferdin Allah ile olan gerçek şahsi münasebetine delalet etmektedir.

Şimdi burayı biraz açabiliriz. Gördüğümüz gibi Özemre, bir paragraflık diyalogda dahi bir makale konusu sunmakta okurlara. İbn’ül Arabi düşüncesinde her şey bir mertebeye sahiptir. Rabb’lık da bir mertebedir. Her yaratılan ruh, bir İsmin hükmü altına girmiştir. Hükmü altına girdiği İsim, o yaratılanın Rabbi’dir. Rabb, terbiye eden ve himaye eden anlamlarına gelmektedir. Yani kişinin hükmü altına girdiği İsim, Rabbi olarak onu hem himaye eder hem de terbiye eder. Terbiye, kemalat içindir. Her kul, İsmi doğrultusunda kemal noktasına ilerler. Kafir de olsa bu böyledir. O da küfürde kemale erecektir. Ancak Özemre’nin söylediklerinde şu nokta yanlış anlaşılmamalı: Kişi dua ederken, Rabbim diye dua ettiğinde dua örneğin Şafi ismine ulaşır. Şafi ismi aracılığıyla şifa gelir. Yoksa kişi kendi kafasına göre bir Esma üzerinden belli sayılarda veya düzende istekte bulunamaz. Onun için mürşit izni gerekir. Ama hasta olduğunda dua ederken elbette “Sen Şafi olansın” minvalinde cümleler kurabilir. Özemre işin hakikat boyutunu ele almaktadır. Söyledikleri zahiri boyut değil, mana boyutudur.

Eser gerçekten de İbn’ül Arabi’nin düşünce sistemini anlamak için giriş mahiyeti niteliği taşımakta. Kavramları özümsemek için iyi bir rehber hüviyetinde. Sohbet formunda zuhura gelmesi de anlaşılırlığı daha da kolaylaştırmakta. Ayrıca bir arifin dizinin dibinde oturmuş da sohbetine nail olmuş hissi vermede. Bu kıymetli eserin her okuyucu için bol istifade sunacağını düşünüyorum.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

5 Mart 2024 Salı

Hafızanın kıyısında bir yazar: Kazuo Ishiguro

Kazuo Ishiguro 1954’te Japonya’nın Nagasaki şehrinde doğmuş, ailesinin işi gereği beş yaşında İngiltere’ye taşınmış ve otuzlu yaşlarının ortalarına kadar ülkesini görmemiştir. Ishiguro’yu anlatmaya tam da buradan başlamak önemlidir: çünkü Japon anne babadan olmasına rağmen kendisini gerçek bir İngiliz olarak tanımlar ve romanlarını da İngiliz edebiyatının içinde konumlandırır. İşte bu yüzden Ishiguro’yu Japon edebiyatı çerçevesinde değil, İngiliz edebiyatı geleneklerine göre değerlendirmek daha doğru olacaktır.

Kazuo Ishiguro; Günden Kalanlar, Öksüzlüğümüz, Uzak Tepeler, Beni Asla Bırakma ve Gömülü Dev gibi uluslararası ün sahibi romanların yazarıdır.

Romanları defalarca uluslararası platformlarda ödüllere aday gösterilmiş, ikinci romanı Değişen Dünyada Bir Sanatçı ile Whitbread ödülünü, üçüncü romanı Günden Kalanlar ile de Man Booker ödülünü alarak yazarlık kariyerini yıldızlarla süslemiştir.

Ishiguro’nun postkolonyal döneme ait birçok yazarın yaşadığı aidiyet sorununu yaşadığını söyleyemeyiz. Romanlarında göç, toprak acısı, vatan hasreti gibi temalar işlemez. O zaten hep evindeymiş gibi yaşadığı İngiltere’yi yazar. Buna rağmen asimilasyona da uğramamıştır. Son dönem röportajlarında kendini "Ben aslında bir karışımım" diye tanımlaması bunun en güzel kanıtıdır. Milan Kundera, Gabriel Garcia Marquez ve Salman Rushdie gibi kendi dilinden vazgeçip İngilizce yazmayı tercih eden yazarlarla aynı kulvarda gösterilebilir.

İlk romanı Uzak Tepeler ve ikinci romanı Değişen Dünyada Bir Sanatçı’da Japonya’yı anlatır. İngiliz halkı, onlara Japonya’yı anlattığı için yazara müteşekkir olur ve onu çok severler. Oysa Ishiguro her iki romanını da yazarken Japonya’ya hiç gitmediğini ve kendi hayalindeki Japonya’yı yazdığını söyleyerek okurlarını şaşırtır. Japon kültürünü ve edebiyatını çok az bildiğini inkâr etmez ve mahlas kullanarak yazsaydı kimsenin ona Japon yazar demeyeceğini iddia eder. “Yetiştiğim çevredeki kitapçılarda Japonya’ya ait hiçbir şey yoktu, ben de her İngiliz çocuğunun okuduğu çocuk kitaplarıyla büyüdüm.” der. Evde sadece Japonca konuşan anne ve babasından dinlediği bir ülke besler hayalinde. 27 yaşındayken bir gün bu hayalin kaybolmaya başladığını fark eder ve o gün yazmaya karar verir. Kenzaburo Oe’yle yaptığı bir röportajda “Ben hayalimdeki Japonya’yı korumak için roman yazdım, İngiltere’de geçirdiğim yıllar boyunca hayalimde besleyip büyüttüğüm bir vatan vardı, ben de onu kaybetmemek için roman yazdım.” der.

Ishiguro için Dostoyevski bir edebiyat tanrısıdır. Charles Dickens, Jane Austen, Charlotte Bronte okuyarak büyümüş; daha sonra Kent Üniversitesi’nde aldığı ‘Yaratıcı yazarlık’ dersleriyle yazarlığa giriş yapmış ve üçüncü romanı Günden Kalanlar’dan sonra artık uluslararası ün kazanmıştır.

Peki Kazuo Ishiguro romanlarının en belirgin özellikleri nelerdir?

1). Ishiguro neredeyse tüm roman ve hikâyelerini birinci tekil şahıs kullanarak yazar. Yani anlatıcı genelde karakterin kendisidir. Bu da bize ilk başta romanı ‘dürüst’ bir ağızdan okuyormuşuz hissi verse de Ishiguro romanlarının gidişatını bozmayı sever ve karakterlerinin ağzından şuna benzer cümleler duyabiliriz ‘O kadar yıl geçmiş ki tam ne olduğunu hatırlayamıyorum’ ya da ‘Tam bu kelimeleri mi kullanmıştım hatırlayamıyorum.’ İşte anlatıcıdan şüphe duymaya başladığımız anda roman renklenir, çiçeklenir.

2). Ishiguro’nun neredeyse tüm kitaplarındaki karakterler geçmiş travmalarını atlatmaya çalışırlar. Bu çoğu zaman bir savaş travması, politik kaosun ortasında kalmışlık veya aileden birinin kaybıdır. Geçmişine kenetlenmiş karakterler, politik ideoloji veya yaşanamamış aşklar sonrası gelen pişmanlıklar Ishiguro’nun temel temalarındandır.

3). Hafıza (memory) Ishiguro’nun nerdeyse her romanında karşımıza çıkan en belirgin temasıdır. Bazı romanlarında kişisel hafıza olarak, bazılarında ise toplumsal, kültürel ve kolektif hafıza olarak karşımıza tüm heybetiyle dikiliverir. Günden Kalanlar’da bir baş uşağın hafızası, Değişen Dünyada Bir Sanatçı’da savaş sonrası emekli olmuş ressam Ono’nun hafızası, Gömülü Dev’de savaşı unutmaya çalışan bir toplumun hafızası, Beni Asla Bırakma’da bastırılmaya çalışılmış hafıza, Avunamayanlar’da hiçbir şey hatırlamayan piyanist Ryder, Uzak Tepeler’de Etsuko’nun Nagasaki yıllarına dair hatırlamaya çalıştıkları yazarın hafıza temasını her kitabında kullandığının kanıtıdır. Neredeyse tüm romanlarda şu sorulara cevap arar: Hafıza ile nasıl başa çıkılır? Toplumsal hafızayı kim kontrol ediyor ve kim harekete geçiriyor? Kolektif hafıza kendini nasıl yeniden üretiyor?

Belleksizliği tercih eden bir topluma atıf olan Gömülü Dev kitabında Ishiguro adeta devleşir.

4). Ishiguro romanlarının neredeyse tamamı sessiz ve sakin romanlardır. Eleştirmenler onun için "Ishiguro, Beckett ve Kafka seviyesinde okunmalıdır" der; zira onun romanlarında yer, mekan ve zaman çok da önem taşımaz. Tıpkı Kafka’nın Dava’sının herhangi bir coğrafyaya uyarlanabileceği ya da Orwell’in evrenselliği gibidir onun romanları. "İlk iki romanımda kendi Japonya’mı yazdım" der; daha sonra üçüncü romanında aynı temayı alır, bu kez İngiltere’ye monte eder; çünkü ona göre savaşın ve hafızanın yeri, zamanı veya çağı yoktur.

5). Metafor kullanımı yazarı devleştiren bir başka özelliğidir. Kendi de neredeyse her röportajında "Benim romanlarımdaki metaforları dikkatli okuyun" der. Metaforları çözümlediğimizde romanları katman katman derinleşir.

Kazuo Ishiguro’nun her bir romanı onun yazarlık kariyerinde bir yapıtaşı olmuştur elbet. Şimdi gelin bir adım öne çıkmış romanlarını daha yakından inceleyelim


Günden Kalanlar
Ishiguro bu kitabında Nazi partisine yakınlığıyla bilinen bir İngiliz lordunun malikânesinde baş uşak olarak çalışan Bay Stevens’ın lorduna hizmet etmek uğruna heba olmuş hayatını anlatır. Lord’un ölümünden sonra malikâneyi satın alan Amerikalı Bay Farraday, baş uşağının İngiltere kırlarında dört günlük bir tatile çıkmasını önerir. Seyahat boyunca bize baş uşağın hafızası eşlik eder ve biz gündelik işlerle ertelediğimiz ve ucunu kaçırdığımız hayatı, saklayıp bastırdığımız duyguların pişmanlıklara dönüşmesini ve buruk bir aşk hikâyesini okuruz. Baş uşak Bay Stevens kararlarını başkalarına aldıran, köleci sisteme boyun eğen, hiçbir politik görüşü olmayan, soğuk ve donuk biridir. Öyle ki; aşağıda lordunun misafirlerine hizmet verirken ‘Üst katta babanız öldü.’ dediklerinde ‘Öyle mi?’ diyerek işine devam edecek kadar ruhsuzdur. Malikâne savaş öncesi devlet zirvelerinden önemli kişileri misafir eder, müttefikler belirlenmekte ve İkinci Dünya Savaşı’nın çanları çalmaktadır. Baş uşak Stevens’ı Anthony Hopkins’in canlandırdığı başarılı bir de film uyarlaması vardır.

Gömülü Dev
Kazuo Ishiguro’nun, Tolkien’in ve Ursula Le Guin’in sınırlarına girdiği düşünüldüğü için okurları tarafından eleştirilmiş fantastik romanıdır. Hayali yaratıkların ve ejderhaların olduğu bu roman Saxonların Almanya’dan Britanya’ya gelişini anlatır. Kral Arthur henüz ölmüştür. Ortaçağ İngiliz yazınının ünlü şövalyesi Gawain ise kitabın bir karakteri olarak karşımıza çıkar. Axl ve karısı Beatrice kayıp oğullarını ararken biz de amneziye uğramış, belleğini yitirmiş bir toplumu okuruz. Onlar savaşı unutup barışa tutunmaya çalıştıkça biz de kendimize şu soruyu sorarız: Burası aslında Kuzey İrlanda, Ruanda, Bosna Hersek ya da savaş sonrası Japonya’sı hatta Nazi dönemi Almanya’sı olabilir miydi?

Beni Asla Bırakma
Ishiguro’nun "Tür nedir ki? Neden beni bir türe hapsetmek istiyorlar?" diyerek yazdığı bu bilimkurgu romanında ise başrolde bu kez insanlık için yetiştirilmiş klonlar vardır. Hailsham okulunda ‘daha sonra parçalara ayrılmak üzere üretilen’ Kathy, Ruth ve Tommy isimli üç klonun aralarındaki aşk üçgeni anlatılır. Kitabın başında bir ütopya gibi gösterilen şeylerin ilerleyen sayfalarda bir ‘distopya’ ya dönüştüğünü izlediğimiz bu romanda hayatın iplerini eline alma, kaderci yaklaşım, öz-irade, umut ve yüzleşme gibi temalar kullanılır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz