Tadı damağımda kalan kitapları ara ara yeniden satın almak ya da başka yayınevlerince yapılan baskılarını bulup bir kez de oradan okumak gibi bir huyum vardır.
Önemli yabancı metinleri farklı çevirilerden birkaç kez okumak da aynı huyun devamı sayılabilir. (Gerçi, her defasında çevirilerden birinin tadı ötekilerine baskın gelir ve sonrasında okunan tatsız çeviriler çoğu kez kitabın orijinal değerinden götürür ama yine de yapmak gerekir.)
Bir yıl kadar önce, Tanpınar’ın Yapı Kredi Yayınları’nın kısa bir dönem için yayımlayıp son verdiği baskılarını bulmak ve hepsini sil baştan okumak istediğimde garip bir durumla karşılaştım.
Yeni baskılarının olmadığını biliyordum elbette ama internetteki sayısız kitapçıdan birinde kolaylıkla bulabileceğimden ve makul fiyatlarla alabileceğimden de çok fazla şüphe duymuyordum.
Fakat, kısa sürede Tanpınar’ın YKY baskılarını bulmanın hiç de kolay ve maliyetsiz bir iş olmadığını, dahası bir kitapçının, Tanpınar’ı asla Dergah Yayınları’ndan okumayacak pek çok müşterisi olduğunu söylemesiyle, konunun nasıl bir ideolojik sahiplenme çabasının çatışma alanı olduğunu anlar gibi oldum.
Anlatılanlara göre, Dergâh ve YKY, Tanpınar’ın yayın hakları konusunda karşı karşıya gelmişlerdi ve sonrasında, mücadeleyi Dergâh kazanmıştı. Bu durum belli ki YKY tarafındaki kimi kişilerce Tanpınar’ın karşı saflara kaptırılması gibi algılanmıştı. Sonrasında da Dergâh’tan okumayarak bu tepkilerini ortaya koymak gibi matbuat alemimizdeki ilginç protestolardan birine kalkışmışlardı.
Tanpınar aynı Tanpınar’dı elbette ve Dergâh da -bilindiği gibi- ülkenin hatırı sayılır önemdeki yayınevlerinden biriydi. Herhangi bir özensizlik ya da Tanpınar’ın hatırasını ticarete çevirme açgözlülüğü gibi durumlardan söz edilemezdi. Ama, ‘karşı mahalle’dendi işte ve sırf bu yüzden Tanpınar’ı oradan okumak, Tanpınar’ın da bilmediği yeni anlamlar içeriyordu.
Ben, gerçek anlamda bir Tanpınar tutkunu olmadığım için listemdeki eksikleri yine Dergâh’tan tamamlayarak bu tartışmadan uzak durdum.
Gerçek bir Tanpınar tutkunu değilimdir, evet. Beş Şehir’i severim ama nedense çok fazla yüceltmem mesela (Yaşadığım Gibi’de Beş Şehir’dekinden daha iyi Bursa yazıları vardır ama bugüne kadar pek kıymetinin bilindiğini görmedim.)
Beş Şehir, bana şehir kitabından çok edebiyat tarihinin farklı şehirlerde canlandırılma çabası gibi gelir. Tanpınar, Ankara kalesine ya da Bursa ovasına bakarken o topraklara dair yazılanları içli -ve de hicranlı bir şekilde- romantik bir dille kaleme alır ve bütün bir yazın onun dilinden kolaj halinde kelimelere dökülür. Beş Şehir, ‘geçmiş’in kitabıdır ve Tanpınar, geçmişi farklı bir gözle yeniden kurmak için büyük bir düşünsel enerji harcamaktadır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü de elbette onun zamanla olan meselesinin yansımasıdır, önemli bir eserdir ama dürüst olmak gerekirse, etkilenmem gerektiği kadar etkilendiğim bir kitaptır (Ya da belki YKY’den okumadığım içindir!).
Paylaşamadığımız nedir peki? Tanpınar, büyük bir dahi ve bu yüzden kaptırmamaya mı çalışıyoruz? Evet, elbette bir dehasından söz etmek gerekir ama esas mesele onun dehası mıdır pek belli değil.
Esas mesele şurada gizli ki Tanpınar hem doğuyu hem de batıyı iyi bilen bir düşünce ve edebiyat adamı. Birini diğerinin önüne koymadan her ikisini de görebilen ve meselelerimizi terazinin her iki kefesinde aynı aynda tartabilen bir entelektüel olduğu için ağır basan taraf, yalnızca kendi kefesindekileri değil karşı kefedekileride de alabileceğini düşünen bir hırsa sahip.
Tanpınar, gazete ve dergi yazılarından oluşan Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde genç bir yazarın yazdığı bir hikâyeyle ilgili, görüşüne başvurmasından bahseder. Hem doğuyu hem de batıyı ‘bilen’ bir genç yazardır bu kişi ve yazdıkları, Tanpınar’ın sözleriyle devam edersek,
Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.
Sonrasında Tanpınar, olabildiğince kırmadan düşündüklerini anlatır genç yazara:
Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber, onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duyamadım.
Sonrasında, genç yazar ilk önce kızar gibi olur. Bunun üzerine Tanpınar, bütün bunları sırf tenkit etmek, karşı tarafın heyecanını soğutmak için söylediği gibi bir tepki alacağından korkar kısa bir süre ama genç yazar da -neyse ki- onunla aynı fikirdedir:
Doğru..hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkar olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuyum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alakamız kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençberler, velhasıl maddi ve manevi sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer.
Bizim şimdilerde ‘kimseye söz düşürmeyen’ yerli ve millicilerimizi de çok iyi anlattığını düşündüğüm bu sözler üzerine Tanpınar, bunun sebeplerini çok düşündüğünü ve şu sonuca vardığını belirtir:
Çok düşündüm ve neslimizin büyük bir ıztırabını buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…
İnsanımızın bütün dertlerini, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanıyıp bilen, bilmekle kalmayıp, bütün bunların acısını üzerinde duyduğunu düşünen ve nihayet okuduğumuz frenk kitaplarını susturarak kendi sesimizin duyulmasını sağlamaya çalışan yerli ve millici arkadaşların düşüncelerinde bir cansızlık olduğu gözüküyor.
Yazdıkları şeylerde, Tanpınar’ın kastettiği, içinden yaşamışlığın sıcaklığı yok. Bu nedenle kolay karikatürize edilebilen, insanların cansız nesnelere kolay dönüşebildiği bir yerli ve millilik bu. (İdris Küçükömer’in ‘Türkiye’de sol sağdır sağ soldur’ demesi gibi ‘Türkiye’de doğucular batıcı batıcılar doğucudur’ desek yeridir.)
Bilenler bilir ki Anadolu’da ‘yerli’ kelimesi insanlar için kullanılmaz. ‘Yerli tohum’dan, ‘yerli gübre’den, ‘yerli domates’ten, ‘yerli inek cinsleri’nden bahsedilir ama insanın yerlisinden bahsedilmez.
Belki ‘yabancı’ manasında ‘yaban’ denilen kişiler vardır ama yerli denilenler -Tanpınar’ın genç yazarının behsettiği türde- gerçekte olmayan, kuklalardır. Anadolu’da kimse kendisinin yerli -ve de milli- olup olmadığını sorgulamaz (İstanbul’a mahsus bir maraz mıdır diye sorası geliyor insanın.)
Belki de gerçek yerlilik kim değil ne sorusunun cevabında gizlidir ve aynı toprağın üzerindeki herkesi eşitleyen bir geniş yüreklilik gerektirir.
O nedenle, kim yerli ve milli kim değil sorusu Tanpınar’ın genç yazarının yazdıklarındaki gibi bir olmamışlık ve cansızlık taşır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve çekici görünür, söylemek istediğiniz her şeyi aksi sorgulanamaz bir şekilde söylediğinizi zannettirir ama esasında söylenenler insansız sözlerden ibarettir.
Belki de eksik olan Tanpınar’ın, aynı kitabın bir başka yerinde söylediği şu sözlerde gizlidir: "Garp’la Şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir."
Yerlilik ve millilik vurgusu, Tanpınar’ın bahsettiği türde bir yaşayamamanın tezahürüdür ve tam da bu nedenle, ancak sayısız genç yazar ve entelektüel adayı üretebilir. İşin kötüsü, sorulabilecek bir Tanpınar bulmak da bugün artık o kadar kolay olmayabilir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
30 Mayıs 2020 Cumartesi
29 Mayıs 2020 Cuma
Hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmak
Bazı kitaplar hakkında yazmak çok zordur. Bir müddet o kitapla yaşamanız, onu öncelikle zihninizde, sonra belki çantanızda taşımanız, kitap elinizdeyken uyuyakalmanız, belki sabah ilk iş tekrar onunla günaydınlaşmanız gerekebilir. Bu yoğun ilişkiyi hak eden kitap ise, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine (1996), Tekeşlilik (1997), Dehşetler ve Uzmanlar (1998), Hep Vaat Hep Vaat (2007) gibi sevilen kitapların yazarı psikanalist Adam Phillips’in son kitabı Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü. Kitabın alt başlığı tatminsizlik, arzu, arzunun diyalektiği, arzunun doyurulamaması gibi konuları düşündürmesi açısından oldukça önemli görünüyor.
Hayatımız boyunca arzuların tatminini yakalamaya çalışırken ve aslında arzunun doğası gereği, buna hiçbir zaman gerçek anlamda ulaşamazken, yoğun bir hüsran duygusuna kapılabiliyoruz. Çünkü ulaştıklarımız, bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü doyuma ulaşamıyoruz: “Yaşadığımız pek çok tatminin farklı hüsran biçimleri vardır. Hüsranımıza müsamaha göstermeyi beceremediğimiz için kifayetsiz haz düşkünleri durumuna düşeriz. Kulağa fısıldanan sözlere paye verir, kendimize bunları yutturur, mahrumiyetten tatmin sağlar, hüsranımızı telafi etmekte başarısızlığa uğrarız. Peşinde olduğumuz takasları net bir biçimde resmetmekten geri dururuz. Hakiki tatmin, gerçek tatmin, doyurucu tatmin yaşadığımız hüsranların anahtarı, hissettiğimiz yoksunluğun doğasını anlamamızı sağlayacak ipucu olmalıdır.”
Oysa ihtiyacımız olan şey, yazarın da dediği gibi, “kavrayamadığımız şey ve onu kavrayamamamızın önemi hakkında bir şeyler bilmektir. Kavranamayan ‘şey’ yine bir arzu nesnesidir. Onu istediğimiz için kavramak isteriz.” Psikanaliz, bu yüzden işlevsel ve önemli. Sadece görünenle yetinmiyor, görünmeyen şeye de odaklanıyor. Sadece söylenenle değil, söylenmeyenle de ilgileniyor, sadece kavranan şeylerle değil, kavranamayanlarla ve neden kavranamadıklarıyla da uğraşıyor. Bir şeyden kaçmanın, başka bir şeye koşmak olduğunun idrakiyle davranıyor. Bir yerde aşırı bir durum varsa onun tam zıttını ele alıp, iki ayrı uç arasında kişiye özgü bir simetri elde etmeye çabalıyor.
“Kendini bırakma ve bırakılma ile bilgi eksikliği arasında çocukluktan gelen bir bağ bulunur. Zizek’in tabiriyle ‘aşırı yorum tutumu’, benim ‘kavrayamamak’ dediğim şeyin yarattığı korkuya kendi kendine bulunan bir devadır. Aşırı yorum, intikam alırcasına kavramaktır. (...) Başlangıçta kavramak, kavrayamama özgürlüğüne erişebilmemizin tek yoludur. Başka birini bilme/tanıma yanılsaması o kişiyi bilmeme/tanımama ihtimalini, özgürlüğünü, onları bilmeyerek/tanımayarak onlarla başka bir şey yapabilme özgürlüğünü yaratır.”
Bu sınırlı satırlarda belki uzun uzun açıklamak mümkün değil ancak insanların bir şeyleri bilme hakları olduğu kadar, bilmeme hakları da vardır. Kendilerine dair, ötekine dair, hayata dair. Ve bu hakka saygı duyulması gerekir. Adam Phillips bu konuyla ilgili düşünmemizi teşvik eder nitelikte şu satırları aktarıyor bizlere: “Bilmenin yanı sıra bilmemeyi de öğrenebilir miyiz ve bundan nasıl bir fayda doğar? Ya da hayatlarımızın hangi alanında bilmemek, kavrayamamak bize durgunluk değil de canlılık katar? Kavramak ya da kavrama isteği hangi zamanlarda zihnimizin ufkunu daraltır?”
Adam Phillips psikanalizden olduğu kadar edebiyat ve tiyatrodan da yararlanıp Kaçırdıklarımız kitabında hüsran, kavrayamamak, yanına kâr kalmak, çıkıp gitmek, tatmin gibi başlıklar altında ve Lacanian ifadelerle hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmaya, içimizdeki halının altına süpürdüklerimize ulaşmaya ve aklımızı karıştırmaya devam ediyor.
Farklı bir bakış açısı sunması açısından kitaptaki en ilgi çekici bölümlerden biri kitabın sonundaki bir ekte beliriyor: Deli Rolü Yapmak Üzerine. Bu makalede Adam Phillips kitaptaki diğer tüm başlıkları harmanlayıp muazzam bir bitiş yaşatıyor okuyucuya. Önce “deli” kelimesini mercek altına alıyor; “Birinin deli olduğunu ne düşündürür bize? Aklımıza bu kelimenin gelmesine sebebiyet verecek ne tür bir kimlik performansı sergilerler? Neden ‘gaddar’, ‘gürültücü’, ‘rezil’, ‘vahşi’, ’tuhaf’, ’suskun’, ’heyecanlı’, değil de ‘deli’?”. Deliliğin, teatrallikte nasıl bir görünüşe büründüğünü anlatıyor. Gerçek delilik ve deli rolü yapmak üzerine ilginç bir düşünce ziyafeti ortaya koyuyor. Kral Lear, Macbeth ve Bir Delinin Hatıra Defteri eserlerinin kahramanlarına göndermelerde bulunuyor. İlaç piyasasının belirli dönemlerde nasıl moda hastalıklar icat ettiği yönünde bir sorgulamaya davet ediyor bizi. 10 sene önce tüm çocuklar Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı alırken, şimdilerde en moda olan tanı yetişkinler için bipolar ve anksiyete bozukluğu oldu. Bu bağlamda yazarımız psikiyatrinin son moda hastalıklar oluşturarak, ilaç piyasasını nasıl desteklediği yönünde de cesur eleştirilerde bulunmaktan kaçınmıyor.
Kitapla ilgili son sözü yine Adam Phillips’e bırakalım: “Bu kitaptan ne çıkarıyorsunuz değil, bu kitap sizi neyin içinden çekip çıkarıyor? Okumak –kelimenin en iyi anlamıyla- bir tür kaçınmacılıksa, o zaman insan okuyarak neyden uzaklaşmak istediğini keşfedebilir demektir.”
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
Hayatımız boyunca arzuların tatminini yakalamaya çalışırken ve aslında arzunun doğası gereği, buna hiçbir zaman gerçek anlamda ulaşamazken, yoğun bir hüsran duygusuna kapılabiliyoruz. Çünkü ulaştıklarımız, bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü doyuma ulaşamıyoruz: “Yaşadığımız pek çok tatminin farklı hüsran biçimleri vardır. Hüsranımıza müsamaha göstermeyi beceremediğimiz için kifayetsiz haz düşkünleri durumuna düşeriz. Kulağa fısıldanan sözlere paye verir, kendimize bunları yutturur, mahrumiyetten tatmin sağlar, hüsranımızı telafi etmekte başarısızlığa uğrarız. Peşinde olduğumuz takasları net bir biçimde resmetmekten geri dururuz. Hakiki tatmin, gerçek tatmin, doyurucu tatmin yaşadığımız hüsranların anahtarı, hissettiğimiz yoksunluğun doğasını anlamamızı sağlayacak ipucu olmalıdır.”
Oysa ihtiyacımız olan şey, yazarın da dediği gibi, “kavrayamadığımız şey ve onu kavrayamamamızın önemi hakkında bir şeyler bilmektir. Kavranamayan ‘şey’ yine bir arzu nesnesidir. Onu istediğimiz için kavramak isteriz.” Psikanaliz, bu yüzden işlevsel ve önemli. Sadece görünenle yetinmiyor, görünmeyen şeye de odaklanıyor. Sadece söylenenle değil, söylenmeyenle de ilgileniyor, sadece kavranan şeylerle değil, kavranamayanlarla ve neden kavranamadıklarıyla da uğraşıyor. Bir şeyden kaçmanın, başka bir şeye koşmak olduğunun idrakiyle davranıyor. Bir yerde aşırı bir durum varsa onun tam zıttını ele alıp, iki ayrı uç arasında kişiye özgü bir simetri elde etmeye çabalıyor.
“Kendini bırakma ve bırakılma ile bilgi eksikliği arasında çocukluktan gelen bir bağ bulunur. Zizek’in tabiriyle ‘aşırı yorum tutumu’, benim ‘kavrayamamak’ dediğim şeyin yarattığı korkuya kendi kendine bulunan bir devadır. Aşırı yorum, intikam alırcasına kavramaktır. (...) Başlangıçta kavramak, kavrayamama özgürlüğüne erişebilmemizin tek yoludur. Başka birini bilme/tanıma yanılsaması o kişiyi bilmeme/tanımama ihtimalini, özgürlüğünü, onları bilmeyerek/tanımayarak onlarla başka bir şey yapabilme özgürlüğünü yaratır.”
Bu sınırlı satırlarda belki uzun uzun açıklamak mümkün değil ancak insanların bir şeyleri bilme hakları olduğu kadar, bilmeme hakları da vardır. Kendilerine dair, ötekine dair, hayata dair. Ve bu hakka saygı duyulması gerekir. Adam Phillips bu konuyla ilgili düşünmemizi teşvik eder nitelikte şu satırları aktarıyor bizlere: “Bilmenin yanı sıra bilmemeyi de öğrenebilir miyiz ve bundan nasıl bir fayda doğar? Ya da hayatlarımızın hangi alanında bilmemek, kavrayamamak bize durgunluk değil de canlılık katar? Kavramak ya da kavrama isteği hangi zamanlarda zihnimizin ufkunu daraltır?”
Adam Phillips psikanalizden olduğu kadar edebiyat ve tiyatrodan da yararlanıp Kaçırdıklarımız kitabında hüsran, kavrayamamak, yanına kâr kalmak, çıkıp gitmek, tatmin gibi başlıklar altında ve Lacanian ifadelerle hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmaya, içimizdeki halının altına süpürdüklerimize ulaşmaya ve aklımızı karıştırmaya devam ediyor.
Farklı bir bakış açısı sunması açısından kitaptaki en ilgi çekici bölümlerden biri kitabın sonundaki bir ekte beliriyor: Deli Rolü Yapmak Üzerine. Bu makalede Adam Phillips kitaptaki diğer tüm başlıkları harmanlayıp muazzam bir bitiş yaşatıyor okuyucuya. Önce “deli” kelimesini mercek altına alıyor; “Birinin deli olduğunu ne düşündürür bize? Aklımıza bu kelimenin gelmesine sebebiyet verecek ne tür bir kimlik performansı sergilerler? Neden ‘gaddar’, ‘gürültücü’, ‘rezil’, ‘vahşi’, ’tuhaf’, ’suskun’, ’heyecanlı’, değil de ‘deli’?”. Deliliğin, teatrallikte nasıl bir görünüşe büründüğünü anlatıyor. Gerçek delilik ve deli rolü yapmak üzerine ilginç bir düşünce ziyafeti ortaya koyuyor. Kral Lear, Macbeth ve Bir Delinin Hatıra Defteri eserlerinin kahramanlarına göndermelerde bulunuyor. İlaç piyasasının belirli dönemlerde nasıl moda hastalıklar icat ettiği yönünde bir sorgulamaya davet ediyor bizi. 10 sene önce tüm çocuklar Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı alırken, şimdilerde en moda olan tanı yetişkinler için bipolar ve anksiyete bozukluğu oldu. Bu bağlamda yazarımız psikiyatrinin son moda hastalıklar oluşturarak, ilaç piyasasını nasıl desteklediği yönünde de cesur eleştirilerde bulunmaktan kaçınmıyor.
Kitapla ilgili son sözü yine Adam Phillips’e bırakalım: “Bu kitaptan ne çıkarıyorsunuz değil, bu kitap sizi neyin içinden çekip çıkarıyor? Okumak –kelimenin en iyi anlamıyla- bir tür kaçınmacılıksa, o zaman insan okuyarak neyden uzaklaşmak istediğini keşfedebilir demektir.”
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
28 Mayıs 2020 Perşembe
Çocukluktan intihara: Bir yaşama denemesi
Müntehir yazar ve şairler, bu durumlarından ötürü uzun zamandır dikkatimi çekmiştir. Bu dikkatin sebebini bilmiyorum, belki de üniversite son sınıfta Durkheim’in görüşlerini baz alarak oluşturduğumuz bitirme ödevinden dolayıdır. Çünkü o ödevden sonra Durkheim’in görüşlerine duyduğum ilgi artmıştı, sanırım edebiyata da yansıması oldu bunun. Ancak yine de müntehir yazar/şairlerin sonuç olarak, dünyada veya kişisel hayatlarında anlamlandıramadıkları şeylerden dolayı intihar etmiş olmaları da ilgimi çeken sebeplerden. Neyi arıyorlardı sorusu dikkatimi çekmeye yeter bir neden bu isimlerin eserlerini okumam için. Stefan Zweig, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Yukio Mişima, Sylvia Plath müntehir yazarlardan sadece birkaçı. İntihar etmelerinde başka başka sebepler bulunsa da sonunda iş ‘insanın anlam arayışına’ çıkıyor. Bu yazarlara benim açımdan, daha önce hiç okumadığım, ilk kez İnsanlığımı Yitirirken adlı kitabıyla tanıdığımı Japon yazar Osamu Dazai de eklendi. Dazai ismi aslında Türkçeye çok yabancı değil. Daha önce birkaç kitabı dilimizde yayımlanmıştı ancak kitapçıda İnsanlığımı Yitirirken kitabını gördüğümde, benim ilk defa ilgimi çekti. Kitabın arka kapak yazısı ve ismi aklımda öyle yer etmiş olacak ki, bir sonraki gidişte ilk bu kitaba baktım ve satın aldım. Kitabı daha bitirmeden de diğer kitaplarını okumaya karar verdim yazarın. Kitabı bitirdikten sonra ise ilk yorumum, “çok sevdiğim Cioran sanki roman yazmış” oldu.
Dazai 39 yaşında intihar ederek yaşamına son vermiş bir yazar. İnsanlığımı Yitirirken yazarın öz yaşam öyküsüdür aynı zamanda. En azından yaşamıyla önemli ölçüde benzeşen yönleri olan bir eser. Anlattığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının toplumsal atmosferini kendini inceleyerek, kendi adımlarını takip ederek çözmeye çalışması. Bu durumu da Yozo karakteriyle cisimleştirmeye çalışmış.
Kitap 109 sayfayı içeriyor ve beş bölümden oluşuyor: Bir Öğrenci Fotoğrafı, Birinci Günce, İkinci Günce, Üçüncü Günce, Sonlanırken bölümlerinden oluşan eserin yazarla ilgisi günceler kısmıdır. İlk bölümü ve son bölümü, kitabı yayıma hazırlayan kişi yazmış. Bir Öğrenci Fotoğrafı adlı bölümde bir öğrencinin, bir adamın hayatının üç ayrı evresindeki fotoğrafını konu ediyor bu kitabı hazırlayan kişi. Fotoğraftaki kişi hakkında yorum yapıyor. Bu öğrenci, bu kişi elbette ki Osamu Dazai. Fotoğrafın hissettirdikleri ile başlayan roman daha sonra günceler kısmına geçiyor. Burada Dazai’nin kalemini ve hayatını görebiliyoruz.
Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’undaki, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki gibi, okuduğum kitaplardaki en ilgi çekici girişlerden biriyle başlıyor Dazai: Yaşamım utançlarla doludur diyor ve hayatına, otobiyografik romanına başlıyor. Başlangıçta Dazai’nin kişiliğini nasıl oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Sosyopat veya antisosyal, ya da sosyal fobisi olan biri gibi resmediyor kendini. Kendisinin çevresinden oldukça ayrık durduğunu, bu durumun da farkında olduğunu anlatırken bir kişilik incelemesine ve insanlara yaklaşma denemelerine de çalışıyor. Her ne kadar hayattan ve insanlardan ayrıksı dursa da, çocukluğundan itibaren hayatla asgari düzeyde bir bağ kurmaya çalışıyor: “…Böylece aklıma şaklabanlık yapmak geldi. Bu, benim insanlarda son sevgi arayışımdı. Bir yandan onlardan son derece korkarken, diğer yandan bir türlü aklımdan çıkaramadım. Böylece, şaklabanlık sayesinde ince bir çizgiyle insanlarla bağımı koruyabildim. Dış dünyaya durmaksızın gülümseyen yüzümü gösterirken, iç dünyam ölüydü. İşte bu, bin derdi tek bir saç teliyle taşımak gibi, yağa ter karıştırmak gibi bir çabaydı.”. Bu durum aklıma hemen Kemal Tahir’in Ayşe Şasa’ya söylediği “maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç” sözünü getirdi. Dazai ya da romandaki karakter Yozo da yolunu bu şekilde çizmeye çalışıyor romanda.
Romanın ana unsuru Yozo ve onun karakteri aslında. Bir iç dünya romanı olsa da rahatça kendini okutuyor. Yozo yaşamı sorgularken, hayatına giren insanlarla ilişki halindeyken ya da sırf illegal ve heyecanlı diye Marksist toplantılara katılıp örgütte üst kademelere yükselirken de hep karakterinin ve ruh halinin izini sürüyor okur. Bunu rahatça yapmasını sağlayan da yine Yozo’nun karakteri; çünkü hiçbir zaman iki yüzlü davranamıyor. Çocuklukta denediği, sonrasında da devam ettirmeye çalıştığı ve bunun için şaklabanlık dahi yaptığı davranışları bir şekilde fark ediliyor ve bu da Yozo’nun kendi haline dönmesine sebep oluyor: Yani yazarın/Yozo’nun yaşamı anlayamamasına, karanlık ruh haline ve tabi ayrıksılığına. Ona göre dışlanmışlığına: “Dışlanmışlar diye tabir edilir. İnsanların dünyasında, zavallı, yenik, ahlaksız olanları ifade eden bir sözcük galiba. Ben doğuştan dışlanmış olduğumu hisseder, şu dışlanmış bir insan diye parmakla gösterilen biriyle karşılaştığımda, içimde mutlaka bir rahatlama duygusu uyanırdı. Üstelik bu sıradan değil, büyülenmiş gibi bir rahatlıktı.”
Bu kitabı baz alarak Dazai’nin çok rahat bir şekilde psikolojik haritası çıkarılabilir aslında. Çünkü karakteri, kişiliği ve mizacı hakkında altı çizilecek cümlelerle, açık açık anlatmaya çalışıyor tüm ruhunu. Kronolojik bir şekilde ilerliyor kitap. Otobiyografik bir roman olduğu için de sanırım daha iyisi olamazdı. Ortaokul, lise; daha sonra hayat mücadelesinde Yozo’nun veya Dazai’nin adım adım ne hâle geldiğini görebilir okur. Tabii bütün değişimleri hissederek ve Yozo’nun insanlar ve kendi hakkında yaptığı bütün vurucu tespitleri de takip ederek: “Karşılıklı olarak birbirlerini kandırıp, üstelik ne tuhaftır ki, hiçbir yara almadan, sanki bunun farkında değillermiş gibi gerçekten çarpıcı, berrak ışıltılar yayan şen inançsızlık örnekleriyle dolu insan yaşamı.”
Yazarın kendini anlattığı eserler hem dünya hem de Türk edebiyatında bolca mevcut; ancak Dazai’nin yaptığı gibi vurucu olanlar o kadar da çok değil. Saf bir şekilde hayatını diğer hayatlardan ayırabilen, kendiyle ilgili doğru tespitler yapabilen yalnızlığı ve insanı en iyi şekilde çözümleyebilen fakat anlamlandıramayan biri yazar. Yani karmaşık bir şekilde oturup yazmamış hayatını. Hüseyin Can Erkin de çevirisiyle bu değerli okumaya büyük katkı sağlıyor. Yazarın hayatına ilgi duymayan birçok kişi de oturup, tamamen kurguymuş gibi okuyabilir bu kitabı.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Dazai 39 yaşında intihar ederek yaşamına son vermiş bir yazar. İnsanlığımı Yitirirken yazarın öz yaşam öyküsüdür aynı zamanda. En azından yaşamıyla önemli ölçüde benzeşen yönleri olan bir eser. Anlattığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının toplumsal atmosferini kendini inceleyerek, kendi adımlarını takip ederek çözmeye çalışması. Bu durumu da Yozo karakteriyle cisimleştirmeye çalışmış.
Kitap 109 sayfayı içeriyor ve beş bölümden oluşuyor: Bir Öğrenci Fotoğrafı, Birinci Günce, İkinci Günce, Üçüncü Günce, Sonlanırken bölümlerinden oluşan eserin yazarla ilgisi günceler kısmıdır. İlk bölümü ve son bölümü, kitabı yayıma hazırlayan kişi yazmış. Bir Öğrenci Fotoğrafı adlı bölümde bir öğrencinin, bir adamın hayatının üç ayrı evresindeki fotoğrafını konu ediyor bu kitabı hazırlayan kişi. Fotoğraftaki kişi hakkında yorum yapıyor. Bu öğrenci, bu kişi elbette ki Osamu Dazai. Fotoğrafın hissettirdikleri ile başlayan roman daha sonra günceler kısmına geçiyor. Burada Dazai’nin kalemini ve hayatını görebiliyoruz.
Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’undaki, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki gibi, okuduğum kitaplardaki en ilgi çekici girişlerden biriyle başlıyor Dazai: Yaşamım utançlarla doludur diyor ve hayatına, otobiyografik romanına başlıyor. Başlangıçta Dazai’nin kişiliğini nasıl oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Sosyopat veya antisosyal, ya da sosyal fobisi olan biri gibi resmediyor kendini. Kendisinin çevresinden oldukça ayrık durduğunu, bu durumun da farkında olduğunu anlatırken bir kişilik incelemesine ve insanlara yaklaşma denemelerine de çalışıyor. Her ne kadar hayattan ve insanlardan ayrıksı dursa da, çocukluğundan itibaren hayatla asgari düzeyde bir bağ kurmaya çalışıyor: “…Böylece aklıma şaklabanlık yapmak geldi. Bu, benim insanlarda son sevgi arayışımdı. Bir yandan onlardan son derece korkarken, diğer yandan bir türlü aklımdan çıkaramadım. Böylece, şaklabanlık sayesinde ince bir çizgiyle insanlarla bağımı koruyabildim. Dış dünyaya durmaksızın gülümseyen yüzümü gösterirken, iç dünyam ölüydü. İşte bu, bin derdi tek bir saç teliyle taşımak gibi, yağa ter karıştırmak gibi bir çabaydı.”. Bu durum aklıma hemen Kemal Tahir’in Ayşe Şasa’ya söylediği “maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç” sözünü getirdi. Dazai ya da romandaki karakter Yozo da yolunu bu şekilde çizmeye çalışıyor romanda.
Romanın ana unsuru Yozo ve onun karakteri aslında. Bir iç dünya romanı olsa da rahatça kendini okutuyor. Yozo yaşamı sorgularken, hayatına giren insanlarla ilişki halindeyken ya da sırf illegal ve heyecanlı diye Marksist toplantılara katılıp örgütte üst kademelere yükselirken de hep karakterinin ve ruh halinin izini sürüyor okur. Bunu rahatça yapmasını sağlayan da yine Yozo’nun karakteri; çünkü hiçbir zaman iki yüzlü davranamıyor. Çocuklukta denediği, sonrasında da devam ettirmeye çalıştığı ve bunun için şaklabanlık dahi yaptığı davranışları bir şekilde fark ediliyor ve bu da Yozo’nun kendi haline dönmesine sebep oluyor: Yani yazarın/Yozo’nun yaşamı anlayamamasına, karanlık ruh haline ve tabi ayrıksılığına. Ona göre dışlanmışlığına: “Dışlanmışlar diye tabir edilir. İnsanların dünyasında, zavallı, yenik, ahlaksız olanları ifade eden bir sözcük galiba. Ben doğuştan dışlanmış olduğumu hisseder, şu dışlanmış bir insan diye parmakla gösterilen biriyle karşılaştığımda, içimde mutlaka bir rahatlama duygusu uyanırdı. Üstelik bu sıradan değil, büyülenmiş gibi bir rahatlıktı.”
Bu kitabı baz alarak Dazai’nin çok rahat bir şekilde psikolojik haritası çıkarılabilir aslında. Çünkü karakteri, kişiliği ve mizacı hakkında altı çizilecek cümlelerle, açık açık anlatmaya çalışıyor tüm ruhunu. Kronolojik bir şekilde ilerliyor kitap. Otobiyografik bir roman olduğu için de sanırım daha iyisi olamazdı. Ortaokul, lise; daha sonra hayat mücadelesinde Yozo’nun veya Dazai’nin adım adım ne hâle geldiğini görebilir okur. Tabii bütün değişimleri hissederek ve Yozo’nun insanlar ve kendi hakkında yaptığı bütün vurucu tespitleri de takip ederek: “Karşılıklı olarak birbirlerini kandırıp, üstelik ne tuhaftır ki, hiçbir yara almadan, sanki bunun farkında değillermiş gibi gerçekten çarpıcı, berrak ışıltılar yayan şen inançsızlık örnekleriyle dolu insan yaşamı.”
Yazarın kendini anlattığı eserler hem dünya hem de Türk edebiyatında bolca mevcut; ancak Dazai’nin yaptığı gibi vurucu olanlar o kadar da çok değil. Saf bir şekilde hayatını diğer hayatlardan ayırabilen, kendiyle ilgili doğru tespitler yapabilen yalnızlığı ve insanı en iyi şekilde çözümleyebilen fakat anlamlandıramayan biri yazar. Yani karmaşık bir şekilde oturup yazmamış hayatını. Hüseyin Can Erkin de çevirisiyle bu değerli okumaya büyük katkı sağlıyor. Yazarın hayatına ilgi duymayan birçok kişi de oturup, tamamen kurguymuş gibi okuyabilir bu kitabı.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
27 Mayıs 2020 Çarşamba
Toplumsal bir deney olarak cinayet
“İnsan bazen öyle bir sınıra gelir ki
onu aşamaz mutsuz olur;
aşar, bu kez belki daha mutsuz olur."
İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen Dostoyevski, çok acı çekmiş bir yazardır. Acıları onu büyük bir yazar yapmıştır bile diyebiliriz. Acı çektikçe yazmış, belki de yazdıkça acı çekmiş ve bu döngüden asla kurtulamamıştır. Yaşadığı dönemin soyluları arasında yer almamasının acısını hayatını boyunca çekmiştir özetle.
Gerek dünya edebiyatını gerekse bizim edebiyatımızı etkilemiş çok yönlü bir yazardır Dostoyevski. Öyle ki Cemal Süreya “Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok” diyerek Dostoyevski’nin hayatına olan etkisini açıkça dile getirmiştir. Yaşadığı acıları romanlarına da yansıdığı için ve gerçekçi üsluba sahip bir yazar da olması hasebiyle Dostoyevski, okurlarını -Cemal Süreya örneğinde de görüldüğü gibi- etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.
Dünyadaki pek çok edebiyatçıyı ve edebiyat okurlarını etkileyen bu yazar, bir idam cezasına mahkûm ediliyor ve tam bu ceza uygulanacağı esnada bağışlandığını öğreniyor. Böyle bir yerden fiziki olarak dönmek, hiç şüphesiz paha biçilemez bir mutluluk olarak tarif edilebilir; ama aynı yerden ruhsal olarak dönmek, nereden bakarsak bakalım kolay değildir. Fakat ilginçtir ki Dostoyevski asıl büyük romanlarını bu dönüşten sonra yazmıştır. Bu durum da bana göre yazarın büyüklüğünü katlamaktadır.
Suç ve Ceza’da yazar, Raskolnikov’u katil yaparak toplumsal bir deney yapmıştır. Raskolnikov; yoksul, kabuğuna çekilmiş bir üniversite öğrencisidir. Bu yoksulluk sebebiyle okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadıklarını bir haksızlık olarak görmüş ve aklına bir tuhaf soru düşmüştür: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı?”. Bu sorudur kahramanı adım adım cinayete götüren. Halkı “olağanüstü” insanlar ve “sıradan” insanlar olmak üzere iki ayrı tabakaya bölmüştür. Kendisinin “olağanüstü” insanlara dâhil olduğunu gösterebilmeyi ister ve bu istek onu bir cinayete kadar götürür. Kendisine ve çevresine büyük haksızlıklar ettiğini düşündüğü tefeci bir kadındır Raskolnikov’un hedefi. Onu öldürmekle “sıradan” insanların asla çiğneyemediği ahlak kurallarını çiğnediğini gösterecektir. Bunun ise olumlu sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Yarım bırakmak zorunda kaldığı okuluna devam etmek, hasta annesini tedavi ettirmek ve sırf abisinin okuluna devam etmesini sağlayabilmek için istemediği bir adamla evlenme kararı alan kardeşini bu kararından vazgeçirebilmek; Raskolnikov’un doğacağını umut ettiği olumlu sonuçlardandır. Raskolnikov aslında bu cinayetiyle toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlamıştır, halkın gözünün önündeki bazı putlara baltasını saplamıştır fakat hiçbir şey umduğu gibi olmamıştır. Öyle ki bu eski hukuk öğrencisi olan genç, cinayetten sonra eline geçen paralara bile dokunamayıp çaldığı her şeyi bir taşın altına saklamıştır. Bu da Raskolnikov’un asıl amacının bir cana kıymak ya da hırsızlık yapmak olmadığını bize kanıtlamaktadır. Bu cinayetten sonra vicdanı onu asla rahat bırakmamıştır: “Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, işlediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı.” cümleleri Raskolnikov’un cinayetten hemen sonraki ruh halini anlayabilmemiz için önemlidir ve burada bahsedilen “dehşet” ve “tiksinti” Raskolnikov’u suçunu itiraf edene kadar takip etmiştir. Onun bu cinayeti işlemesinin sebebi kötülük değil; eşitliği sağlayabilmek, toplumdaki haksızlıkları yok etmek için bir denemedir. Yazar Raskolnikov’un ruh halini roman boyunca öyle iyi işlemiştir ki Raskolnikov okurun gözünde aşağılık bir katil seviyesine asla gelmemiştir. İçindeki o iyiliği, bu cinayeti eşit bir toplum için işlediğini yazar okurun zihnine ustalıkla yerleştirmiştir. Kulağa çok tuhaf geliyor ama kitabı okurken bu katilden nefret etmiyorsunuz, aksine söz konusu katile merhamet dolu hislerle yaklaşıyorsunuz. Çünkü Raskolnikov, her şeye rağmen “insan” kalabilmeyi başarmış birisidir. İçindeki merhameti asla yitirmemiştir.
Suçunu itiraf etmemekte epey bir süre direnen Raskolnikov, romanın sonunda daha fazla direnememiş ve her şeyi itiraf ederek cezasını çekmiştir. Yazar romanın başlarında “Vicdanı olan insan, hatasının da bilincindeyse varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.” demişti ve vicdani olarak çektiği cezadan sonra acıyı da kürek cezasını da çekerek ödemesi gereken bedelleri ödedi. Çünkü Raskolnikov, eşitliği sağlamak için eşit olmayan yolları seçti.
Kötülüğe karşı gelmenin yolu, bir cana kıyarak yeni bir kötülük ortaya koymak değildir. Bu noktada aklıma Âsaf Hâlet Çelebi'nin “Kırılan putların yerine yenisini koyan kim?” cümlesi geldi. Kötü insanlar da putlar gibidir. Yerlerine yenileri her zaman gelir. Dünya var oldukça kötülük de hep olacaktır. İyiliği yaymanın yolu ise bir kötülük yaparak onu ortadan kaldırmak gibi beyhude bir çabayla değil de iyiliği bulaştırarak yapılmalıdır. Belki o zaman bir salgın gibi iyilik tüm dünyaya yayılır. Kötülük bitmez ama azalır, sesi kısılır ve iyilik böylelikle artırılır.
Raskolnikov da sonunda kendi gerçeğinin ve dünyanın mecburi döngüsünün farkına vararak sevgi sayesinde bambaşka bir dünyaya geçmiş, yenilenmiş, yepyeni bir gerçekle tanışmıştır. Yazar için hikâye burada biterken bizim içimizde Raskolnikov’un değişimiyle yepyeni bir hikâye başlamıştır.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
onu aşamaz mutsuz olur;
aşar, bu kez belki daha mutsuz olur."
İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen Dostoyevski, çok acı çekmiş bir yazardır. Acıları onu büyük bir yazar yapmıştır bile diyebiliriz. Acı çektikçe yazmış, belki de yazdıkça acı çekmiş ve bu döngüden asla kurtulamamıştır. Yaşadığı dönemin soyluları arasında yer almamasının acısını hayatını boyunca çekmiştir özetle.
Gerek dünya edebiyatını gerekse bizim edebiyatımızı etkilemiş çok yönlü bir yazardır Dostoyevski. Öyle ki Cemal Süreya “Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok” diyerek Dostoyevski’nin hayatına olan etkisini açıkça dile getirmiştir. Yaşadığı acıları romanlarına da yansıdığı için ve gerçekçi üsluba sahip bir yazar da olması hasebiyle Dostoyevski, okurlarını -Cemal Süreya örneğinde de görüldüğü gibi- etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.
Dünyadaki pek çok edebiyatçıyı ve edebiyat okurlarını etkileyen bu yazar, bir idam cezasına mahkûm ediliyor ve tam bu ceza uygulanacağı esnada bağışlandığını öğreniyor. Böyle bir yerden fiziki olarak dönmek, hiç şüphesiz paha biçilemez bir mutluluk olarak tarif edilebilir; ama aynı yerden ruhsal olarak dönmek, nereden bakarsak bakalım kolay değildir. Fakat ilginçtir ki Dostoyevski asıl büyük romanlarını bu dönüşten sonra yazmıştır. Bu durum da bana göre yazarın büyüklüğünü katlamaktadır.
Suç ve Ceza’da yazar, Raskolnikov’u katil yaparak toplumsal bir deney yapmıştır. Raskolnikov; yoksul, kabuğuna çekilmiş bir üniversite öğrencisidir. Bu yoksulluk sebebiyle okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadıklarını bir haksızlık olarak görmüş ve aklına bir tuhaf soru düşmüştür: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı?”. Bu sorudur kahramanı adım adım cinayete götüren. Halkı “olağanüstü” insanlar ve “sıradan” insanlar olmak üzere iki ayrı tabakaya bölmüştür. Kendisinin “olağanüstü” insanlara dâhil olduğunu gösterebilmeyi ister ve bu istek onu bir cinayete kadar götürür. Kendisine ve çevresine büyük haksızlıklar ettiğini düşündüğü tefeci bir kadındır Raskolnikov’un hedefi. Onu öldürmekle “sıradan” insanların asla çiğneyemediği ahlak kurallarını çiğnediğini gösterecektir. Bunun ise olumlu sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Yarım bırakmak zorunda kaldığı okuluna devam etmek, hasta annesini tedavi ettirmek ve sırf abisinin okuluna devam etmesini sağlayabilmek için istemediği bir adamla evlenme kararı alan kardeşini bu kararından vazgeçirebilmek; Raskolnikov’un doğacağını umut ettiği olumlu sonuçlardandır. Raskolnikov aslında bu cinayetiyle toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlamıştır, halkın gözünün önündeki bazı putlara baltasını saplamıştır fakat hiçbir şey umduğu gibi olmamıştır. Öyle ki bu eski hukuk öğrencisi olan genç, cinayetten sonra eline geçen paralara bile dokunamayıp çaldığı her şeyi bir taşın altına saklamıştır. Bu da Raskolnikov’un asıl amacının bir cana kıymak ya da hırsızlık yapmak olmadığını bize kanıtlamaktadır. Bu cinayetten sonra vicdanı onu asla rahat bırakmamıştır: “Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, işlediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı.” cümleleri Raskolnikov’un cinayetten hemen sonraki ruh halini anlayabilmemiz için önemlidir ve burada bahsedilen “dehşet” ve “tiksinti” Raskolnikov’u suçunu itiraf edene kadar takip etmiştir. Onun bu cinayeti işlemesinin sebebi kötülük değil; eşitliği sağlayabilmek, toplumdaki haksızlıkları yok etmek için bir denemedir. Yazar Raskolnikov’un ruh halini roman boyunca öyle iyi işlemiştir ki Raskolnikov okurun gözünde aşağılık bir katil seviyesine asla gelmemiştir. İçindeki o iyiliği, bu cinayeti eşit bir toplum için işlediğini yazar okurun zihnine ustalıkla yerleştirmiştir. Kulağa çok tuhaf geliyor ama kitabı okurken bu katilden nefret etmiyorsunuz, aksine söz konusu katile merhamet dolu hislerle yaklaşıyorsunuz. Çünkü Raskolnikov, her şeye rağmen “insan” kalabilmeyi başarmış birisidir. İçindeki merhameti asla yitirmemiştir.
Suçunu itiraf etmemekte epey bir süre direnen Raskolnikov, romanın sonunda daha fazla direnememiş ve her şeyi itiraf ederek cezasını çekmiştir. Yazar romanın başlarında “Vicdanı olan insan, hatasının da bilincindeyse varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.” demişti ve vicdani olarak çektiği cezadan sonra acıyı da kürek cezasını da çekerek ödemesi gereken bedelleri ödedi. Çünkü Raskolnikov, eşitliği sağlamak için eşit olmayan yolları seçti.
Kötülüğe karşı gelmenin yolu, bir cana kıyarak yeni bir kötülük ortaya koymak değildir. Bu noktada aklıma Âsaf Hâlet Çelebi'nin “Kırılan putların yerine yenisini koyan kim?” cümlesi geldi. Kötü insanlar da putlar gibidir. Yerlerine yenileri her zaman gelir. Dünya var oldukça kötülük de hep olacaktır. İyiliği yaymanın yolu ise bir kötülük yaparak onu ortadan kaldırmak gibi beyhude bir çabayla değil de iyiliği bulaştırarak yapılmalıdır. Belki o zaman bir salgın gibi iyilik tüm dünyaya yayılır. Kötülük bitmez ama azalır, sesi kısılır ve iyilik böylelikle artırılır.
Raskolnikov da sonunda kendi gerçeğinin ve dünyanın mecburi döngüsünün farkına vararak sevgi sayesinde bambaşka bir dünyaya geçmiş, yenilenmiş, yepyeni bir gerçekle tanışmıştır. Yazar için hikâye burada biterken bizim içimizde Raskolnikov’un değişimiyle yepyeni bir hikâye başlamıştır.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış bir ömür
"Gıdâ-yı rûhu ver kim reh-ber-i mi’râc-ı ulvîdir."
(Ey insan! Ruhuna gıdasını ver, kendi yüce miracına ulaşabilmen için o senin rehberindir.)
- Şeyh Galib Dede
- Şeyh Galib Dede
Aile insanın ilk ocağıdır. Şefik Can da müftü olan ve Sa'dî ve Mevlânâ okuyan, mûsıkîye meraklı, tasavvuf ehli bir baba tarafından yetiştirilmiş evvela. Arapçayı ve Farsçayı ondan öğrenmiş. 1929'da Kuleli Askerî Lisesi'ni, 1931'de de Harp Okulu'nu bitirmiş. Millî Savunma Bakanlığı'nın izniyle İstanbul Üniversitesi'nde sınavlarını vererek öğretmenlik diploması almış. Peki stajını kimin yanında tamamlamış? İşte Şefik Can'ın ömründeki en önemli zamanlardan biri. 1935'te Kuleli Askerî Lisesi'nde, edebiyat tarihçisi, yazar ve şair Tâhirülmevlevî'nin (Tahir Olgun, 1877-1951) yanında stajına başlıyor. 1965 yılında emekli olana dek burada devam ediyor. Tâhirülmevlevî; Mevlevî şeyhi, şair, bestekâr ve tamburî Mehmed Celâleddin Dede'ye bağlı bir derviş. Yine Mevlevî şeyhi ve mesnevîhan olan Mehmed Esad Dede'den de mesnevîhanlık icâzeti almış. Esad Dede ile yaptığı hac yolculuğu sırasında Kahire, Mekke ve Medine’de bulunan tasavvuf ehli kimselerin sohbetlerine katılmış. Mekke Şeyhülmeşâyihi Ahmed er-Rifâî kendisine hem kādirî hem de rifâî tarikatlarından icâzetnâme vermiş. Hacdan döndüğünde Yenikapı Semâzenbaşısı Karamanlı Hâlid Dede’den semâ çıkarmış ve o dönemin en iyi semâzenlerinden biri olarak gösterilmiş. Memuriyetten istifa ettikten sonra 1001 günlük çileye girmiş. Mehmed Esad Dede’nin ölümünden sonra (1911) kendisine teklif edilen Kasımpaşa Mevlevîhânesi mesnevîhanlığını, hocasına duyduğu saygı sebebiyle reddetmiş. Tâhirülmevlevî'ye dair teferruatlı bilgi için TDV İslâm Ansiklopedisi'nde Alim Kahraman'ın yazdığı maddeye bakılabilir. Velhasıl, hem babası hem de üstadı tarafından manevi bolluk içinde yetişmiş Şefik Can. Tâhirülmevlevî tarafından kendisine mesnevîhan icâzeti de verilmiş. O zamanın İstanbul halkı da pek talihliymiş. Camilerde şimdiki gibi hazır ve siyasi metinler değil; Yunus ve Mısrî divanları da okunurmuş, Mesnevî ve Gülistan da.
Mevlânâ'nın Mesnevî'sindeki "Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme" sözüne kulak vermiş Şefik Can. Çok erken yaşlardan itibaren nerede bir 'Allah dostu' olduğunu duysa, soluğu orada almış. Bu vesileyle birçok kimseyi tanımış: Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Esad Erbîlî (1847-1931), Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Mahmut Sami Ramazanoğlu (1892-1984), ricâlü’l-gayb'dan olduğu söylenen ve her yönüyle sırlı bir velî olan Ladikli Ahmed Ağa (1888-1969), Mevlevî şeyhi, şair ve edip Midhat Bahârî (1875-1971), Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Muhammed Râşid Erol (1930-1993), son dönem Osmanlı âlimi ve Nurculuk hareketinin kurucusu Said Nursi (1878-1960), son devir Osmanlı devlet adamları, şairleri, mûsikişinasları ve hattatları üzerine biyografileri ve tarih bilgisiyle tanınmış âlim İbnülemin Mahmud Kemal (1871-1957), divan edebiyatı araştırmacısı, şair ve yazar Ali Nihad Tarlan (1898-1978), hatıra yazılarıyla tanınan Münevver Ayaşlı (1906-1999), ud virtüozu, viyolonselist ve bestekâr Şerif Mehmet Muhittin Targan (1892-1967), İstiklâl Marşı ve Safahat şairi Mehmed Âkif Ersoy (1873-1936), vâiz, sahaf, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak (1916-1985), devlet ve siyaset adamı, eğitimci, şair ve yazar Hasan Âli Yücel (1897-1961), Mevlevî şairi Yaman Dede (1887-1962), şair ve yazar Nâzım Hikmet (1901-1963), İstanbul’un en ünlü sahaflarından kitâbîyât bilgini Mehmet Raif Yelkenci (1894-1974) ve daha niceleri...
Şefik Can, ömrünü Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya vermiş bir büyük araştırmacı aynı zamanda. Doğudan olduğu kadar batıdan da sayısız eser okumuş. Mesnevî'nin bilhassa bütün çevirilerini, şerhlerini, ona dair yazılan tüm metinleri okumaya gayret etmiş. Bunun sebebi, onu kendi toplumuna en doğru biçimde aktarmak. Sezai Küçük'ün kendisiyle yaptığı söyleşilerden oluşan ve Sufi Kitap tarafından neşredilen Mevlânâ ile Bir Ömür kitabı bu anlamda çok zengin. Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevilik üzerine birçok sorunun cevaplandığı kitapta aynı zamanda Mevlânâ'ya ait olmayan "Ne olursan ol gel" cümlesinin hikâyesi, cumhuriyet döneminden sonra Bektaşilerle Mevlevilerin bazı dergahlar sebebiyle iç içe geçmesinin yol açtığı olumsuz durumları, Şems-i Tebrîzî ile aralarındaki ilişkinin özü gibi birçok önemli mesele de yer alıyor. Şefik Can, edebiyat hocası olması hasebiyle bütün dünya edebiyatını tetkik etmiş. Vahiy ve ilham farklarına dair çok özel metinler yakalamış. Mesela şu örnek, Friedrich Schiller'in Dünyanın Taksimi adlı şiirindeki hikâye:
"Allah kâinatı yarattı ve herkese hissessini verdi. Krallara taç, taht, saraylar verdi. Çiftçilere tarlalar, çiftlikler verdi. Tüccarlara mal, emtia verdi. Elinde bulunan her şeyi dağıttı. Nihayet uzaktan bir adam geldi. Bir şairmiş. "Ya Rabbî, bana da nasip" demiş. Allah Teâlâ da; "Kulum bütün nimetleri dağıttım, sana verecek bir şey kalmadı" cevabını vermiş. Adam mahzun olarak geri dönüp giderken merhametlilerin en merhametlisi olan Allah, adama "Gel gel, ben sana krallara vermediğim bir şeyi vereceğim. Sana ilham vereceğim, bu sayede istediğin zaman benim yanıma gelebilirsin" demiş. Yani peygamberlere verilen vahiydir. İnsanlara, özellikle de şair ve duygulu kimselere verilen ilhamdır. Herkese verilebilir bu. Mevlânâ da "Bana vahyedildi" demiyor, "Bana ilham edildi" diyor. Eğer ilhama mazhar olmasaydı o kadar beyiti yazamazdı."
Yol boyunca çıkınımızda bulundurabileceğimiz eserlere dair de çok önemli önerileri var Şefik Can'ın. Mevlânâ'nın Mesnevî'si, Abdülkādir-i Geylânî'nin Sohbetler'i, Ahmed er-Rifâî'nin el-Burhânü’l-müeyyed'i, Yunus Emre'nin, Niyâzî-i Mısrî'nin Divân'ları, Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekki’n-nüfûs’u, tüm bunların yanında Konfüçyüs'ün ve Eflatun'un eserleri, Buda'nın konuşmaları, Epiktetos'un Düşünceler ve Sohbetler'i için "yanınızda olsun" diyor Şefik Can ve şu hayatî notunu da ekliyor: "Bunları hepsi de İlahî ilhamla yazılmıştır. Onun için bu eserler bizim kendimizde kendimizi bulmamıza yardım edecek eserlerdir. Tabii fazla kitaba boğulmamak lazım. Zaten içinizdeki iman, size doğru yolu gösterecektir. Hayvanlarda olduğu gibi bizde de organlar var. Ama bizim onlarda olmayanı bulmamız lazım. Yoksa Şâh-ı Nakşibend'i tanımayan, Mevlânâ'nın yolunda olmayan, "şeyhim" diye ortaya atılıp böbürlenen insanlardan kaçınmak lazım."
Şefik Can'ın Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış dopdolu yaşamından kesitler okumak heyecan verici. 'Yitik malı' bulmak vesilesiyle insanı iştahlandıran bir kitap Mevlânâ ile Bir Ömür.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Mayıs 2020 Salı
Birinci Meclis’i yeniden hatırlamak
Bir süredir yeni çıkan bir kitap okuyorum. Babamın Arkadaşları yazarı Samet Ağaoğlu’nun Kuvayı Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Millet Meclisi'ini.
Tam da seçimlere giderken, Birinci Meclis’i hiç olmadığı kadar hatırlamamız gereken bir zamanda okunması gereken önemli bir eser. Önemli çünkü seveni kadar öfke duyanı olan bir ismin kaleminden. Diğer yandan, Kuvayı Milliye Ruhu’nun hamasetten ve ideolojik sahiplenmelerden kurtarılarak iyi anlaşılması son derece önemli elbette. Ve, Birinci Meclis’in kendisi, demokrasi ve milli irade söz konusu olduğunda dönüp dönüp bakmamız gereken bir okul kadar önemli.
Ulus’taki mütevazi binanın önünden her geçimizde içinde hâlâ heyecanlı tartışmaların sürdüğü hissi veren, birdenbire balkonunda birileri beliriverecekmiş gibi gelen bu Büyük Meclis’in bugüne ne söylediğini ilk ağızlardan duyabilmemiz için önemli. Bu Meclis’in hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, çoğu bir daha yakalayamadığımız kadar bağımsız ruhlu üyelerinin her birini ayrı ayrı bilmemiz, okumamız ve çalışmamız gerektiğini gösterdiği için önemli. Meclis mi Başkanlık mı tartışmalarına dair söz söyleyebilmek için zorunlu bir okuma gibi.
Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.
Ağaoğlu’nun kitabı yazmaktaki amacı yaşadığı dönemde kaybolmakta olduğunu gördüğü Kuvayı Milliye Ruhu’nun gerçekte ne demek olduğunu genç nesillere aktarmak ve Birinci Meclis’i olduğu gibi tanıtmak ama ayrıntılarda bunun ötesine geçiyor. Ve belki de en büyük hizmeti Birinci Meclis’in görmezden gelinen ya da üstü örtülmek istenen muhalif seslerinin kaybolup gitmesini engelleyerek yapıyor. Birinci Meclis’i hatasıyla sevabıyla ama her halde insafla ve hakkaniyetle bize tanıtıyor.
Birinci Meclis’in asıl büyüklüğünün kıran kırana fikir çatışmaları içerisinde iktidarla muhalefetin aynı iradenin birlikteliği, “iktidar-muhalefet tartışmalarının kasırgaları arasında milli kuvvetleri tek bir ruh halinde birleştiren manevi varlık” olduğunu hissettiren yüce ruhlu insanlarını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından bugüne taşıyor. Samet Ağaoğlu yazdıklarını, “geçmişin inkarına başta tarih olmak üzere hiçbir maddi ve manevi kuvvetin hakkı olamaz inancıyla” kaleme alıyor. Kurtuluş zamanlarının heyecanlı ve coşkulu seslerinin sonradan düştüğü hüzünlü halleri içi acıyarak yazıya aktarıyor.
Ağaoğlu, kitabı 1944’te çıktığında babasınının arkadaşlarından olan ve Meclis Genel Sekreterliği, İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, Savunma ve Bayındırlık bakanlıkları ve nihayet 46 seçimleri sonrası Başbakanlık da yapmış olan asker kökenli siyaset adamı Recep Peker’e de gönderiyor. Peker, kitabı aldığında uzunca bir teşekkür mektubuyla “eseri dikkatle okuyacağını” yazıyor ama anlaşılan uzun süre bir geri dönüş olmuyor. Bir kaç ay sonra Ağaoğlu ve Peker Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde tesadüfen karşılaşıyorlar. Ağaoğlu, bu karşılaşmayı uzun bir ders niteliğindeki şu sözlerle anlatıyor:
Yüzü asıktı. Hatta selam bile vermeden “okudum, okudum, bizim düşmanlarımızı göklere çıkarmışsın” diyerek yürüdü. Halbuki babamın dostu, daha çocukluğumdan beri tanıdığım Peker daha iki yıl önce bana ve bazı arkadaşlarıma Memduh Şevket Esendal’ın politikasını ima ederek Halk Partisi’nin klerikal bir zihniyete bürünmesinden şikâyet etmiş, bizi de bu zihniyetle mücadele için Meclis’e sokmaya çalışacağından söz etmişti. Ben, Kuvayı Milliye Ruhu’nu işte o klerikal zihniyetle Birinci Büyük Millet Meclisi’ne hakim havanın asla uyuşmadığını, klerikal zihniyetin zamanla diktatörlüğe gideceğini göstermek için yazmıştım. Bütün diktatörlüklerin temelinde mistik inançlar yatar. Milli Mücadele’yi zafere götüren ise kaynağı akıl olan insan ve vatandaş haklarına saygı prensibinin en büyük tecellisi milli hakimiyete, millet iradesine inanma ve dayanma kuvveti olmuştur.
Devamında Peker’in “düşmanlarımız” dediği isimlerin kimler olduğunu açık etmek ve bu isimlerin haklarını teslim etmek için şöyle diyor:
Ben Birinci Büyük Millet Meclisi tutanakları ortada dururken Gazi Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Celal Bayar’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ve daha başkalarının yanında milli irade hakimiyeti prensibini heyecan dolu konuşmaları ile durmadan hatırlatan, bu yolda hiçbir maddi, manevi engele boyun eğmeyen mesela bir Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin, bir Abdulkadir Kemali’nin Milli Mücadele ve Büyük Millet Meclisi’ndeki varlıklarından habersiz görünebilir miyim? (s.8.).
Ağaoğlu bu soruyla başlıyor ve Birinci Meclis’in neden önemli olduğunu Meclis tutanaklarında kayıtlı kritik önemdeki konuşmalarla anlatmaya çalışıyor. Meclis’in, Yasama organından ibaret olmayıp, millet iradesi denilen demokratik gücün yegâne toplanma yeri olduğunu, Birinci Meclis’in bunu sağlayabildiği için büyük olduğunu belirtiyor. Şöyle şeyler söylüyor:
Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir Millet Meclisi’nin doğurabileceği en fena sonuçlar, en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir...Bu gerçek, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’yi sadece ordularla yapmayarak, davasını millet temsilcilerinden mürekkep Büyük Millet Meclisi eliyle yürütmek kararının isabetini bir kere daha gösterdi. Türk demokrasisi ancak bu sayededir ki, 1946-1960 arasında geçirdiği büyük sarsıntılara rağmen ayakta kalabilmişti. (s.11).
Bugünküne benzer bir tartışmayı da şöyle ifade ediyor:
Son yıllarda, Büyük Millet Meclisi’nin devlet içindeki yerini, çeşitli görüşler ileri sürülerek küçültmek, onu sadece kanun yapıcı bir uzuv diye göstermek, devlet ve millet işlerinin en yüksek murakıbı ve karar vericisi niteliğini inkar etmek yolunda bir gayret göze çarpıyor. (s.11).
Çok sevdiğimin bir başka kısım da Milli Mücadele’yi ateşleyen isyanın kaynağını anlatan “Bu Meclis’in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil alamamıştır...” diye başlayan satırlar oldu. (s.25)
Veya şunlar:
Meclis Başkanı ve üyeleri, milletvekilleri en basit hayat şartları içindeydiler...Ne kurşun işlemez otomobiller, ne arkada koşan muhafızlar, ne kimseyi yanına yaklaştırmamaya çalışanlar var...Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir. Geniş memleketin dört tarafına yayılmış ve her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti. Okul ve medrese çarpışması vardı. Yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı. Cumhuriyetçilik ve saltanatçılık çarpışması vardı. Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. (s.33,37)
Birinci Meclis’i çok iyi anlatan şu satırlar da yine bugünkü tartışmaları anlamamız açısından hayati derecede önemli:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazan okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılapları yapmaktan çekinmiyordu...Mecelle’nin artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medeni kanunun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, bir iki gün sonra tek hakim kanunun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeyi düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tesbite kalkışıyordu...Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona teşekkür eden Meclis’in biraz sonra kadınların yalnız başına tanıklıklarının kabul edilmeyeceğine dair karar verdiği görülüyordu. Irkçılığı red ve inkâr eden bir oturumdan sonra, artık memlekette yalnız Türk’ün hakim olacağını, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lazım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclis’ti. Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklal Marşı’nı göz yaşları içinde kabul ediyorlardı. (s.38)
Ağaoğlu, bu Meclis’e çok şey borçlu olduğumuzu da şöyle söyler:
Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki bu Meclis’te tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin bir inkılap hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılapların ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını, haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılapların babaları sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir. (s.38)
Milletvekili adaylarının kimler ya da nasıl simalar olması gerektiğine dair de ölçüler verir:
Herhangi bir millet meclisinin seviyesi, onu teşkil eden mebusların ayrı ayrı seviyeleriyle ölçülmeye kalkışıldığı takdirde çok yanlış diğer bir netice ile karşılaşabiliriz. Çünkü tarihte Birinci Büyük Millet Meclisi gibi şahsi seviyeleri, tahsilleri ve şöhretleri bakımından sade ve basit insanlardan meydana gelen meclislerin vatan kurtarmış olmaları yanında, meşhur “Beşyüzler, konuşmazlar meclisi” gibi her üyesi ayrı ayrı memleketin en büyük ilim ve edebiyat mensupları oldukları halde, memleketi felakete götüren meclislere de rastlanmaktadır. (s.39).
Evet başa dönüp söylersek Meclis basit bir Yasama organından ibaret değildir. Bütün kafa karışıklıklarımız ve tezatlarımızla, Batı hayranlığımız ve nefretimizle, kendimizi yüceltme isteğimiz ve bize benzemeyeni nereye koyacağımızı bilemeyişimizle, korkularımızı dine çevirmemizle, kadınlara çok değer verişimiz ve hiç vermeyişimizle özümüzün ta kendisidir. Bir grubun zümrenin ya da kişilerin veya çoğunluğu oluşturanların değil bütün bir memleket ruhunun hayat bulmuş enerjisidir. Kitapta denildiği gibi, “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin asırlardan beri çektiği acıların gerçek kaynağını, bu milletin iradesini ellerine alanların kendi yetkilerini mutlak ve her çeşit kontrol ve murakabeden uzaklaşmalarında bulmuştu.” (s.172).
Meclis’i salt bir yasa yapıcı organa indirgemek ve bütün iktidarı bir kişi ya da zümreye terketmek tezatlarla dolu bir iradenin bütün çelişkileriyle uzlaşmaktan başka bir şey değildir. Kararsızlıklarımızı ortadan kaldırsa da ancak verilmiş kararlar almaktan ve canlı bir düşünsel ortamı terkedip donuk klişelere hapsolmaktan başka işe yaramayacaktır. Demokrasi, hızlı kararların alındığı değil doğru kararların alındığı ve alınan kararların en hızlı eyleme geçirilebildiği rejim oluşunu toplumun çelişki ve uyuşmazlıklarının üstünü örtmeyişine borçludur. Aksi halde, donuk bir kimlikten ve ancak büyük isyanlar halinde kendini dışavuran, seçimlere indirgenmiş basit bir oylamadan ibaret hale gelir.
Tıpkı Samet Ağaoğlu’nun yapmaya çalıştığı gibi ne zaman bir demokrasi açmazına düşsek dönüp dönüp Birinci Meclis’i hatırlamalı ve belki de tezatlarımızın üstünü örtmek yerine sonuna kadar ortaya koyup birliğe buradan ulaşmalıyız. Ve galiba bugünlerde bunu sıkça yapmalı, yaşadığımız demokratik sarsıntıları aşmak için güçlü bir dayanaktan yardım almalıyız.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
Tam da seçimlere giderken, Birinci Meclis’i hiç olmadığı kadar hatırlamamız gereken bir zamanda okunması gereken önemli bir eser. Önemli çünkü seveni kadar öfke duyanı olan bir ismin kaleminden. Diğer yandan, Kuvayı Milliye Ruhu’nun hamasetten ve ideolojik sahiplenmelerden kurtarılarak iyi anlaşılması son derece önemli elbette. Ve, Birinci Meclis’in kendisi, demokrasi ve milli irade söz konusu olduğunda dönüp dönüp bakmamız gereken bir okul kadar önemli.
Ulus’taki mütevazi binanın önünden her geçimizde içinde hâlâ heyecanlı tartışmaların sürdüğü hissi veren, birdenbire balkonunda birileri beliriverecekmiş gibi gelen bu Büyük Meclis’in bugüne ne söylediğini ilk ağızlardan duyabilmemiz için önemli. Bu Meclis’in hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, çoğu bir daha yakalayamadığımız kadar bağımsız ruhlu üyelerinin her birini ayrı ayrı bilmemiz, okumamız ve çalışmamız gerektiğini gösterdiği için önemli. Meclis mi Başkanlık mı tartışmalarına dair söz söyleyebilmek için zorunlu bir okuma gibi.
Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.
Ağaoğlu’nun kitabı yazmaktaki amacı yaşadığı dönemde kaybolmakta olduğunu gördüğü Kuvayı Milliye Ruhu’nun gerçekte ne demek olduğunu genç nesillere aktarmak ve Birinci Meclis’i olduğu gibi tanıtmak ama ayrıntılarda bunun ötesine geçiyor. Ve belki de en büyük hizmeti Birinci Meclis’in görmezden gelinen ya da üstü örtülmek istenen muhalif seslerinin kaybolup gitmesini engelleyerek yapıyor. Birinci Meclis’i hatasıyla sevabıyla ama her halde insafla ve hakkaniyetle bize tanıtıyor.
Birinci Meclis’in asıl büyüklüğünün kıran kırana fikir çatışmaları içerisinde iktidarla muhalefetin aynı iradenin birlikteliği, “iktidar-muhalefet tartışmalarının kasırgaları arasında milli kuvvetleri tek bir ruh halinde birleştiren manevi varlık” olduğunu hissettiren yüce ruhlu insanlarını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından bugüne taşıyor. Samet Ağaoğlu yazdıklarını, “geçmişin inkarına başta tarih olmak üzere hiçbir maddi ve manevi kuvvetin hakkı olamaz inancıyla” kaleme alıyor. Kurtuluş zamanlarının heyecanlı ve coşkulu seslerinin sonradan düştüğü hüzünlü halleri içi acıyarak yazıya aktarıyor.
Ağaoğlu, kitabı 1944’te çıktığında babasınının arkadaşlarından olan ve Meclis Genel Sekreterliği, İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, Savunma ve Bayındırlık bakanlıkları ve nihayet 46 seçimleri sonrası Başbakanlık da yapmış olan asker kökenli siyaset adamı Recep Peker’e de gönderiyor. Peker, kitabı aldığında uzunca bir teşekkür mektubuyla “eseri dikkatle okuyacağını” yazıyor ama anlaşılan uzun süre bir geri dönüş olmuyor. Bir kaç ay sonra Ağaoğlu ve Peker Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde tesadüfen karşılaşıyorlar. Ağaoğlu, bu karşılaşmayı uzun bir ders niteliğindeki şu sözlerle anlatıyor:
Yüzü asıktı. Hatta selam bile vermeden “okudum, okudum, bizim düşmanlarımızı göklere çıkarmışsın” diyerek yürüdü. Halbuki babamın dostu, daha çocukluğumdan beri tanıdığım Peker daha iki yıl önce bana ve bazı arkadaşlarıma Memduh Şevket Esendal’ın politikasını ima ederek Halk Partisi’nin klerikal bir zihniyete bürünmesinden şikâyet etmiş, bizi de bu zihniyetle mücadele için Meclis’e sokmaya çalışacağından söz etmişti. Ben, Kuvayı Milliye Ruhu’nu işte o klerikal zihniyetle Birinci Büyük Millet Meclisi’ne hakim havanın asla uyuşmadığını, klerikal zihniyetin zamanla diktatörlüğe gideceğini göstermek için yazmıştım. Bütün diktatörlüklerin temelinde mistik inançlar yatar. Milli Mücadele’yi zafere götüren ise kaynağı akıl olan insan ve vatandaş haklarına saygı prensibinin en büyük tecellisi milli hakimiyete, millet iradesine inanma ve dayanma kuvveti olmuştur.
Devamında Peker’in “düşmanlarımız” dediği isimlerin kimler olduğunu açık etmek ve bu isimlerin haklarını teslim etmek için şöyle diyor:
Ben Birinci Büyük Millet Meclisi tutanakları ortada dururken Gazi Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Celal Bayar’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ve daha başkalarının yanında milli irade hakimiyeti prensibini heyecan dolu konuşmaları ile durmadan hatırlatan, bu yolda hiçbir maddi, manevi engele boyun eğmeyen mesela bir Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin, bir Abdulkadir Kemali’nin Milli Mücadele ve Büyük Millet Meclisi’ndeki varlıklarından habersiz görünebilir miyim? (s.8.).
Ağaoğlu bu soruyla başlıyor ve Birinci Meclis’in neden önemli olduğunu Meclis tutanaklarında kayıtlı kritik önemdeki konuşmalarla anlatmaya çalışıyor. Meclis’in, Yasama organından ibaret olmayıp, millet iradesi denilen demokratik gücün yegâne toplanma yeri olduğunu, Birinci Meclis’in bunu sağlayabildiği için büyük olduğunu belirtiyor. Şöyle şeyler söylüyor:
Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir Millet Meclisi’nin doğurabileceği en fena sonuçlar, en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir...Bu gerçek, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’yi sadece ordularla yapmayarak, davasını millet temsilcilerinden mürekkep Büyük Millet Meclisi eliyle yürütmek kararının isabetini bir kere daha gösterdi. Türk demokrasisi ancak bu sayededir ki, 1946-1960 arasında geçirdiği büyük sarsıntılara rağmen ayakta kalabilmişti. (s.11).
Bugünküne benzer bir tartışmayı da şöyle ifade ediyor:
Son yıllarda, Büyük Millet Meclisi’nin devlet içindeki yerini, çeşitli görüşler ileri sürülerek küçültmek, onu sadece kanun yapıcı bir uzuv diye göstermek, devlet ve millet işlerinin en yüksek murakıbı ve karar vericisi niteliğini inkar etmek yolunda bir gayret göze çarpıyor. (s.11).
Çok sevdiğimin bir başka kısım da Milli Mücadele’yi ateşleyen isyanın kaynağını anlatan “Bu Meclis’in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil alamamıştır...” diye başlayan satırlar oldu. (s.25)
Veya şunlar:
Meclis Başkanı ve üyeleri, milletvekilleri en basit hayat şartları içindeydiler...Ne kurşun işlemez otomobiller, ne arkada koşan muhafızlar, ne kimseyi yanına yaklaştırmamaya çalışanlar var...Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir. Geniş memleketin dört tarafına yayılmış ve her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti. Okul ve medrese çarpışması vardı. Yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı. Cumhuriyetçilik ve saltanatçılık çarpışması vardı. Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. (s.33,37)
Birinci Meclis’i çok iyi anlatan şu satırlar da yine bugünkü tartışmaları anlamamız açısından hayati derecede önemli:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazan okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılapları yapmaktan çekinmiyordu...Mecelle’nin artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medeni kanunun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, bir iki gün sonra tek hakim kanunun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeyi düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tesbite kalkışıyordu...Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona teşekkür eden Meclis’in biraz sonra kadınların yalnız başına tanıklıklarının kabul edilmeyeceğine dair karar verdiği görülüyordu. Irkçılığı red ve inkâr eden bir oturumdan sonra, artık memlekette yalnız Türk’ün hakim olacağını, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lazım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclis’ti. Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklal Marşı’nı göz yaşları içinde kabul ediyorlardı. (s.38)
Ağaoğlu, bu Meclis’e çok şey borçlu olduğumuzu da şöyle söyler:
Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki bu Meclis’te tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin bir inkılap hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılapların ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını, haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılapların babaları sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir. (s.38)
Milletvekili adaylarının kimler ya da nasıl simalar olması gerektiğine dair de ölçüler verir:
Herhangi bir millet meclisinin seviyesi, onu teşkil eden mebusların ayrı ayrı seviyeleriyle ölçülmeye kalkışıldığı takdirde çok yanlış diğer bir netice ile karşılaşabiliriz. Çünkü tarihte Birinci Büyük Millet Meclisi gibi şahsi seviyeleri, tahsilleri ve şöhretleri bakımından sade ve basit insanlardan meydana gelen meclislerin vatan kurtarmış olmaları yanında, meşhur “Beşyüzler, konuşmazlar meclisi” gibi her üyesi ayrı ayrı memleketin en büyük ilim ve edebiyat mensupları oldukları halde, memleketi felakete götüren meclislere de rastlanmaktadır. (s.39).
Evet başa dönüp söylersek Meclis basit bir Yasama organından ibaret değildir. Bütün kafa karışıklıklarımız ve tezatlarımızla, Batı hayranlığımız ve nefretimizle, kendimizi yüceltme isteğimiz ve bize benzemeyeni nereye koyacağımızı bilemeyişimizle, korkularımızı dine çevirmemizle, kadınlara çok değer verişimiz ve hiç vermeyişimizle özümüzün ta kendisidir. Bir grubun zümrenin ya da kişilerin veya çoğunluğu oluşturanların değil bütün bir memleket ruhunun hayat bulmuş enerjisidir. Kitapta denildiği gibi, “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin asırlardan beri çektiği acıların gerçek kaynağını, bu milletin iradesini ellerine alanların kendi yetkilerini mutlak ve her çeşit kontrol ve murakabeden uzaklaşmalarında bulmuştu.” (s.172).
Meclis’i salt bir yasa yapıcı organa indirgemek ve bütün iktidarı bir kişi ya da zümreye terketmek tezatlarla dolu bir iradenin bütün çelişkileriyle uzlaşmaktan başka bir şey değildir. Kararsızlıklarımızı ortadan kaldırsa da ancak verilmiş kararlar almaktan ve canlı bir düşünsel ortamı terkedip donuk klişelere hapsolmaktan başka işe yaramayacaktır. Demokrasi, hızlı kararların alındığı değil doğru kararların alındığı ve alınan kararların en hızlı eyleme geçirilebildiği rejim oluşunu toplumun çelişki ve uyuşmazlıklarının üstünü örtmeyişine borçludur. Aksi halde, donuk bir kimlikten ve ancak büyük isyanlar halinde kendini dışavuran, seçimlere indirgenmiş basit bir oylamadan ibaret hale gelir.
Tıpkı Samet Ağaoğlu’nun yapmaya çalıştığı gibi ne zaman bir demokrasi açmazına düşsek dönüp dönüp Birinci Meclis’i hatırlamalı ve belki de tezatlarımızın üstünü örtmek yerine sonuna kadar ortaya koyup birliğe buradan ulaşmalıyız. Ve galiba bugünlerde bunu sıkça yapmalı, yaşadığımız demokratik sarsıntıları aşmak için güçlü bir dayanaktan yardım almalıyız.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
25 Mayıs 2020 Pazartesi
Hikâyelerimiz bizi birbirimize bağlar
Biz Türkler hikâye anlatmayı, masal söylemeyi, destanlarla hemhâl olmayı ötelerden beri sevmişizdir. İster halk hikâyelerimiz ister masallarımız isterse destanlarımız olsun, bizi birbirimize bağlayan önemli kültürel mayalardır. Hani neredeyse dünya kalkıp kopsa, dağlar düzleşse ve seller ortalığı yıkıp geçse masal ve hikâyelerimizle ve elbette şiirimizle bu dünyayı yine kurarız.
Nedir peki hikâye veya masal? Sadece olağanüstü karakterlerin inanılmayacak şeyler yaptığı, ejderhaların ağızlarından saldığı ateşle dünyayı küle çevirdiği, devlerin ay yüzlü kızları kaçırdığı, sonunda ise iyilerin kazanıp kötülerin kaybettiği uydurma şeyler midir? Yoksa bir kültür macunu mudur? Gecelerin, artık belki de o çok uzaklarda kalan gecelerin, birer alaturka sinemaları mıdır? Ya da birçoklarımızın yaptığı gibi burun kıvrılacak ve yerlerini çok daha önemli (!) ‘şey’lerin aldığı, eskilerde kalmış hoş şeyler midir? Herkes kendi dünya görüşünce veya kültüre verdiği öneme göre bu soruyu cevaplayacaktır; fakat benim için halk hikâyesi veya masal, etkisi hiçbir zaman sönmeyecek, anlatıcısı kalmasa da kitaplarda yaşamaya devam edecek ve dahi ölmeyecek bir ögedir. Bu mayaya tutunmamızın bilinciyle halk hikâyelerine ve elbette Türk şiirine verdiğimiz önemle, çizginin dışında tutabiliriz kendimizi. Evet, çizginin dışında olmak iyidir. Birçok unsurla tektipleştirildiğimiz bu dünyada, dışta durup nefes almamızı sağlar. Bunu bazen Dede Korkut’la yaparız bazen Yunus Emre’yle, bazen de Karacaoğlan’la. Ve elbette bazen de Türk Halk Hikâyeleri’yle. Kırgızistan, Tuva, Nogay, Kazakistan vb. halk hikâyeleriyle.
Türk Halk Hikayeleri’ne sadece Türk mitolojisi adı altında bakmamak lazım. Evet, olağanüstü özellikleri olağan özelliklerinden fazladır ama bu hikâyeleri mitolojik birer anlatı deyip bir kenara koymamamız gerekir. Batı nasıl ki Yunan mitolojisine sahip çıkıyorsa, bizim de en az bu seviyede önem vermemiz ve bu hikâyeleri nesilden nesle aktarmamız gerekir. Zeus’u herkes bilirken Dede Korkut’tan bir hikâye bilmemek ne kadar acı. Yeni bir kitapla tanıştık geçtiğimiz yıl: Bozkır Hikâyeleri. Emrah Ece’nin bu kitabı Ötüken Neşriyat etiketi taşıyor. Aslında kitabı okumadan önce adına baktığımızda İç Anadolu’da geçen, orasının özelliklerini, insanını anlatan hikâyeler içerdiğini düşünebiliriz. Ancak kapağına bakınca başka bir dünyanın kapısından gireceğimizi de anlayabiliriz. Emrah Ece bizi bu kitapta birçok halk hikâyesiyle tanıştırıyor. Yoktan var edilemeyeceğini, sadece yeniden anlatılabileceğini söylediği halk hikâyelerini bize yeni bir versiyonla sunuyor. Yazarın yaptığı kısaca şu: Akademik makale ve tezlerdeki hikâyeleri okuyup yeniden yorumlamış ve bizlere anlatmış. Ve fikirlerime uygun olarak da şunu ekliyor kitabının Mukaddime bölümünde: “Bu hikâyelerin yeniden ve yeniden anlatıldıkça Anka kuşu gibi küllerinden doğacaklarını ve ata yurtlar ile aramızdaki zayıf köprüleri perçinleyeceklerini ümit ediyorum sevgili kaari…”
Emrah Ece neden bizim hikâyelerimiz de bir Rapunzel bir Pamuk Prenses veya Külkedisi kadar bilinmesin ki diyerek çıktığı bu yolda kitabına elli altı hikâye sığdırmış. Bu hikâyelerin biri Kurgu Hikâye, biri Manzum Hikâye, biri Tatar Halk Anlatısı ve biri de Nogay Halk Masalı. Bunların dışında kalan elli iki hikâye Türk Halk Hikâyesi kategorisinde yer alıyor. En çok yer verdiği ise Kırgızistan Halk Hikâyeleri. Yanlış anımsamıyorsam kitabın dörtte biri Kırgızistan Halk Hikâyesinden oluşuyor. Daha sonra ise Tataristan, Tuva, Nogay Türkleri, Başkurdistan, Çuvaşistan, Kazakistan, Karakalpak Türkleri, Özbekistan, Türkmenistan, Altay Türkleri ve Doğu Türkistan Halk Hikâyeleri geliyor.
Halk hikâyelerinin özelliklerine uygun, son derece yalın bir dil ve üslûpla oluşturulan bu hikâyelerin ilki bir Çuvaşistan Halk Hikâyesi olan Alplerin Göçü adını taşıyor. Bu hikâyedeki birçok unsur ve kitabın nasıl bir kitap olduğu, bütün hikâyelere genellenebilir aslında. Ergenekon Destanı’yla da benzer özellikler gösteren bu hikâyede Türklerin yiğit, kahraman, korkusuz ve aynı zamanda merhametli oldukları işlenmiş. Olağanüstü ögelerin, olayların ve dini motiflerin kullanıldığı hikâyede seçilen kelimeler de tam bir Türk Halk Hikâyesi’nin özelliklerine sahip.
Kitapta Kambarkan ezgisi ve Kırgız komuzunun nasıl bulunduğundan dombıranın keşfine kadar birçok müzik türü ve aletinin nasıl bulunduğu da anlatılıyor. Şu fark edilebilir ki müzik aletlerinin veya bir ezginin bulunması genelde acı olayların sonunda gerçekleşiyor. Zaten biz Türklerin bir özelliği değil midir acımızı yakıcı bir türküyle dile getirip sazımızı tıngırdatmak?
Biz Türkler rüyalara önem veririz. Rüya yorumlar veya yorumlatırız. Gördüğümüz bir rüya günümüzü iyi veya kötü devam ettirmemize bile etki edebilir. Hayal kurmanın uçarılığındansa rüyanın mistikliğine ve belki de eminliğine güveniriz. Tıpkı bir Kırgızistan Halk Hikâyesi’ndeki bahadırların da rüyaya önem vermesi gibi: “…Rüyasında gördüğü bahadır da meğer başka bir hanın oğluymuş. O da nicedir ki Kambarkan’ı rüyasında görüp onu özlemle aramaktaymış. İkisi birbirini arayıp sonunda bulmuşlar…”
Hikâyelerin ortak özelliklerinden birinin, olağanüstü olay veya kişileri içerdiğini söylemiştim. Üç gün üç gece ejderhayla dövüşen bahadırlardan bir devi rahatça deviren cücelere, denizleri içen devlerden konuşan hayvanlara kadar birçok özellik görüyoruz. Hatta bazı hikâyeler konuşan hayvanları öne çıkararak bir fabla dönüşmüş diyebilirim. Hayvanlardan da en çok geyik ve kurt motifleri kullanılmış. Fakat yazar beklendiği üzere kurda özel bir anlam atfetmemiş. Bazen çok kötü durumlarda dahi görebiliyoruz kurdu.
Türk Halk Hikâyesi dediğimizde akla en önce Dede Korkut gelebilir. Bu kitapta da Dede Korkut Hikâyeleri’ne anlatım ve tema açısından benzer bir hikâye var. Hikâyelerin çeşitli olması bu benzerliği ortadan kaldırsa da, benzerlik yakaladığımızda okurun yüzünde bir gülümseme belirebiliyor Dede Korkut sevgimizden ötürü: “…Küçük alp tez zamanda büyüdü, at koşturup pusatlandı. Dokuzuna bastığında yaban öküzünü, on ikisine bastığında ise en zorlu bahadırları alt etti, yirmisinde dağları sıkıp suyunu çıkarmaya başladı. Dedesi Tivlet Han, bu alp çocuğa yaraşır ismin Ulıp olduğuna karar vererek ona erlik adını bağışladı. Artık kemâle erdiğini ve soyunu devam ettirebilmek için evlenmesi gerektiğini hatırlattı.”
Üç Avcı ve Orman Ruhu hikâyesi ise diğer hikâyelerden zamansal yönden ayrılıyor. İkinci Dünya Savaşı Sovyetlerinde geçen hikâye çok örtülü de olsa politik göndermeler içeriyor.
Keyifle ve gururla okunan bir kitap Bozkır Hikâyeleri. Yazarını kutlamak lazım böyle bir çalışmaya imza attığı için. Yanlış hatırlamıyorsam en son ikinci baskısını yaptı kitap. Umarım okur yazarın ve kitabın hakkını daha fazla verir.
Biz Türkler hikâye anlatmayı severiz demiştim en başta. Çevremizde hikâye anlatacak bir büyüğümüz kaldı mı bilmem. Yoksa da biz bu kitaptaki hikâyeleri küçük çocuklara veya çevremizdekilere anlatarak hikâyelerin anlatarak sürme geleneğine katkıda bulunabiliriz. Bu kitaptaki kahramanlıkları, yardımseverliği veya kötülüğün sonunun ne olacağını onlara aktarabiliriz, tabii hâlâ hikâye dinlemek isteyecek birileri kaldıysa. Örümcek Adam’ı, Herkül’ü, Süperman’i ya da günümüz Amerikan ‘kahramanlarını’ bilen çocuklar/büyükler niçin Alp Baatır’ı, Tivet Han’ı, Ata Korkut’u bilmesin?
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Nedir peki hikâye veya masal? Sadece olağanüstü karakterlerin inanılmayacak şeyler yaptığı, ejderhaların ağızlarından saldığı ateşle dünyayı küle çevirdiği, devlerin ay yüzlü kızları kaçırdığı, sonunda ise iyilerin kazanıp kötülerin kaybettiği uydurma şeyler midir? Yoksa bir kültür macunu mudur? Gecelerin, artık belki de o çok uzaklarda kalan gecelerin, birer alaturka sinemaları mıdır? Ya da birçoklarımızın yaptığı gibi burun kıvrılacak ve yerlerini çok daha önemli (!) ‘şey’lerin aldığı, eskilerde kalmış hoş şeyler midir? Herkes kendi dünya görüşünce veya kültüre verdiği öneme göre bu soruyu cevaplayacaktır; fakat benim için halk hikâyesi veya masal, etkisi hiçbir zaman sönmeyecek, anlatıcısı kalmasa da kitaplarda yaşamaya devam edecek ve dahi ölmeyecek bir ögedir. Bu mayaya tutunmamızın bilinciyle halk hikâyelerine ve elbette Türk şiirine verdiğimiz önemle, çizginin dışında tutabiliriz kendimizi. Evet, çizginin dışında olmak iyidir. Birçok unsurla tektipleştirildiğimiz bu dünyada, dışta durup nefes almamızı sağlar. Bunu bazen Dede Korkut’la yaparız bazen Yunus Emre’yle, bazen de Karacaoğlan’la. Ve elbette bazen de Türk Halk Hikâyeleri’yle. Kırgızistan, Tuva, Nogay, Kazakistan vb. halk hikâyeleriyle.
Türk Halk Hikayeleri’ne sadece Türk mitolojisi adı altında bakmamak lazım. Evet, olağanüstü özellikleri olağan özelliklerinden fazladır ama bu hikâyeleri mitolojik birer anlatı deyip bir kenara koymamamız gerekir. Batı nasıl ki Yunan mitolojisine sahip çıkıyorsa, bizim de en az bu seviyede önem vermemiz ve bu hikâyeleri nesilden nesle aktarmamız gerekir. Zeus’u herkes bilirken Dede Korkut’tan bir hikâye bilmemek ne kadar acı. Yeni bir kitapla tanıştık geçtiğimiz yıl: Bozkır Hikâyeleri. Emrah Ece’nin bu kitabı Ötüken Neşriyat etiketi taşıyor. Aslında kitabı okumadan önce adına baktığımızda İç Anadolu’da geçen, orasının özelliklerini, insanını anlatan hikâyeler içerdiğini düşünebiliriz. Ancak kapağına bakınca başka bir dünyanın kapısından gireceğimizi de anlayabiliriz. Emrah Ece bizi bu kitapta birçok halk hikâyesiyle tanıştırıyor. Yoktan var edilemeyeceğini, sadece yeniden anlatılabileceğini söylediği halk hikâyelerini bize yeni bir versiyonla sunuyor. Yazarın yaptığı kısaca şu: Akademik makale ve tezlerdeki hikâyeleri okuyup yeniden yorumlamış ve bizlere anlatmış. Ve fikirlerime uygun olarak da şunu ekliyor kitabının Mukaddime bölümünde: “Bu hikâyelerin yeniden ve yeniden anlatıldıkça Anka kuşu gibi küllerinden doğacaklarını ve ata yurtlar ile aramızdaki zayıf köprüleri perçinleyeceklerini ümit ediyorum sevgili kaari…”
Emrah Ece neden bizim hikâyelerimiz de bir Rapunzel bir Pamuk Prenses veya Külkedisi kadar bilinmesin ki diyerek çıktığı bu yolda kitabına elli altı hikâye sığdırmış. Bu hikâyelerin biri Kurgu Hikâye, biri Manzum Hikâye, biri Tatar Halk Anlatısı ve biri de Nogay Halk Masalı. Bunların dışında kalan elli iki hikâye Türk Halk Hikâyesi kategorisinde yer alıyor. En çok yer verdiği ise Kırgızistan Halk Hikâyeleri. Yanlış anımsamıyorsam kitabın dörtte biri Kırgızistan Halk Hikâyesinden oluşuyor. Daha sonra ise Tataristan, Tuva, Nogay Türkleri, Başkurdistan, Çuvaşistan, Kazakistan, Karakalpak Türkleri, Özbekistan, Türkmenistan, Altay Türkleri ve Doğu Türkistan Halk Hikâyeleri geliyor.
Halk hikâyelerinin özelliklerine uygun, son derece yalın bir dil ve üslûpla oluşturulan bu hikâyelerin ilki bir Çuvaşistan Halk Hikâyesi olan Alplerin Göçü adını taşıyor. Bu hikâyedeki birçok unsur ve kitabın nasıl bir kitap olduğu, bütün hikâyelere genellenebilir aslında. Ergenekon Destanı’yla da benzer özellikler gösteren bu hikâyede Türklerin yiğit, kahraman, korkusuz ve aynı zamanda merhametli oldukları işlenmiş. Olağanüstü ögelerin, olayların ve dini motiflerin kullanıldığı hikâyede seçilen kelimeler de tam bir Türk Halk Hikâyesi’nin özelliklerine sahip.
Kitapta Kambarkan ezgisi ve Kırgız komuzunun nasıl bulunduğundan dombıranın keşfine kadar birçok müzik türü ve aletinin nasıl bulunduğu da anlatılıyor. Şu fark edilebilir ki müzik aletlerinin veya bir ezginin bulunması genelde acı olayların sonunda gerçekleşiyor. Zaten biz Türklerin bir özelliği değil midir acımızı yakıcı bir türküyle dile getirip sazımızı tıngırdatmak?
Biz Türkler rüyalara önem veririz. Rüya yorumlar veya yorumlatırız. Gördüğümüz bir rüya günümüzü iyi veya kötü devam ettirmemize bile etki edebilir. Hayal kurmanın uçarılığındansa rüyanın mistikliğine ve belki de eminliğine güveniriz. Tıpkı bir Kırgızistan Halk Hikâyesi’ndeki bahadırların da rüyaya önem vermesi gibi: “…Rüyasında gördüğü bahadır da meğer başka bir hanın oğluymuş. O da nicedir ki Kambarkan’ı rüyasında görüp onu özlemle aramaktaymış. İkisi birbirini arayıp sonunda bulmuşlar…”
Hikâyelerin ortak özelliklerinden birinin, olağanüstü olay veya kişileri içerdiğini söylemiştim. Üç gün üç gece ejderhayla dövüşen bahadırlardan bir devi rahatça deviren cücelere, denizleri içen devlerden konuşan hayvanlara kadar birçok özellik görüyoruz. Hatta bazı hikâyeler konuşan hayvanları öne çıkararak bir fabla dönüşmüş diyebilirim. Hayvanlardan da en çok geyik ve kurt motifleri kullanılmış. Fakat yazar beklendiği üzere kurda özel bir anlam atfetmemiş. Bazen çok kötü durumlarda dahi görebiliyoruz kurdu.
Türk Halk Hikâyesi dediğimizde akla en önce Dede Korkut gelebilir. Bu kitapta da Dede Korkut Hikâyeleri’ne anlatım ve tema açısından benzer bir hikâye var. Hikâyelerin çeşitli olması bu benzerliği ortadan kaldırsa da, benzerlik yakaladığımızda okurun yüzünde bir gülümseme belirebiliyor Dede Korkut sevgimizden ötürü: “…Küçük alp tez zamanda büyüdü, at koşturup pusatlandı. Dokuzuna bastığında yaban öküzünü, on ikisine bastığında ise en zorlu bahadırları alt etti, yirmisinde dağları sıkıp suyunu çıkarmaya başladı. Dedesi Tivlet Han, bu alp çocuğa yaraşır ismin Ulıp olduğuna karar vererek ona erlik adını bağışladı. Artık kemâle erdiğini ve soyunu devam ettirebilmek için evlenmesi gerektiğini hatırlattı.”
Üç Avcı ve Orman Ruhu hikâyesi ise diğer hikâyelerden zamansal yönden ayrılıyor. İkinci Dünya Savaşı Sovyetlerinde geçen hikâye çok örtülü de olsa politik göndermeler içeriyor.
Keyifle ve gururla okunan bir kitap Bozkır Hikâyeleri. Yazarını kutlamak lazım böyle bir çalışmaya imza attığı için. Yanlış hatırlamıyorsam en son ikinci baskısını yaptı kitap. Umarım okur yazarın ve kitabın hakkını daha fazla verir.
Biz Türkler hikâye anlatmayı severiz demiştim en başta. Çevremizde hikâye anlatacak bir büyüğümüz kaldı mı bilmem. Yoksa da biz bu kitaptaki hikâyeleri küçük çocuklara veya çevremizdekilere anlatarak hikâyelerin anlatarak sürme geleneğine katkıda bulunabiliriz. Bu kitaptaki kahramanlıkları, yardımseverliği veya kötülüğün sonunun ne olacağını onlara aktarabiliriz, tabii hâlâ hikâye dinlemek isteyecek birileri kaldıysa. Örümcek Adam’ı, Herkül’ü, Süperman’i ya da günümüz Amerikan ‘kahramanlarını’ bilen çocuklar/büyükler niçin Alp Baatır’ı, Tivet Han’ı, Ata Korkut’u bilmesin?
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
23 Mayıs 2020 Cumartesi
Müslümanların kamusal alanda temsili ya da imtihanı
“Tarih tekerrür etmez, fakat bize yol gösterir.”
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine
Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.
Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.
Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.
Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.
İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.
Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine
Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.
Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.
Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.
Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.
İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.
Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Bir mektep olarak sokak, bir öğretmen olarak santur
"Santuru öğrendiğimden beri başka bir adam oldum. Gamlı olduğum ya da fukaralık bastırdığı zaman santur çalıp hafiflerim. Ben çalarken başkası konuşsa duymam; duysam da konuşamam. İsterim, isterim ama, yapamam... Ee, sevda bu."
- Nikos Kazancakis, Zorba
Sevgili santuri Sedat Anar'ın kitabı çıktığında (Aralık 2018) müzik tutkunu biri olarak çok heyecanlanmıştım. İletişim Yayınları'nın Sultanahmet'teki merkezine çok sık gitsem de bir süre eve gömüldüğümden kitabı sadece merak etmekle yetindim. Sağ olsun, var olsun Sedat, kısa bir süre sonra ikinci baskısını yapan -ne mutlu- kitabını fakire gönderdi. Kitap bir müddet kütüphanemin raflarında okunma sırasını bekledi. Sıra demişken, öyle yatay-dikey, sıralı-listeli kitap okuyan biri değilim. Vaktini bekledi demek daha doğru belki de. Derken vakit geldi ve aldım elime kitabı, "acaba neden Santurnâme koymadı ismini?" diye düşünerek çevirmeye başladım sayfaları. İsmiyle, sanatıyla Sedat Anar'ı tanısam da hayatına dair hiçbir şey bilmediğimi görünce daha da heyecanlandım. Bazı insanlar, hayata karşı olan gayretleriyle başkalarına ilham olurlar. Böyle bir ömür sürdüğünü her sayfada gördüm.
Şanlıurfa-Halfeti'de başlayan müzik tutkusunu anlatırken okuyucuyu köy hayatına, ebeveyn çıkmazlarına, arkadaş seçimine, kaderin bizim göremediğimiz tüm mucizelerine, sokak müziğinin insana özgüven ve sevgi aşılayan zenginliğine, edebiyatın ve bilhassa şiirin insana daima omuz verişine, kültür çatışmalarına şahit tutuyor Sedat. Henüz kitabının başında "Altını çizmek isterim ki, ben her şeyden önce bir müzisyenim. Dil ve üslubumun zayıflığını hoş görmenizi, sanatsal yetkinliğimi, asıl alanım olan müzik üzerinden değerlendirmenizi dilerim. Bu çalışmada aranmasını istediğim tek şey samimiyettir" dese de, çaktırmadan ve hiç de ukalalık yapmadan bir müzisyenin aslında kitaplarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini gösteriyor.
Son derece akıcı ve samimi biçimde yazılmış olan kitabı ben iki günde bitirdim. Evde iki çocuk ve birçok iş olduğu düşünülürse gayet iyi bir netice olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bunda benim bir gayretim yok, klasik okuma düzeni işte. Asıl gayret Sedat'ın. O, elinden geldiğince başından geçenleri tüm yalınlığıyla anlatmış. Bu yalınlığın içinde oldukça acı(masız) hikâyeler var. Bir belgesel gibi sanki kitap. Hem Sedat'ın hayatındaki önemli kırılma anlarını öğreniyoruz hem de neler okuduğunu, kimlerle tanış olduğunu, ne gibi maceralardan geçerek bugünlere geldiğini, şu anda Türkiye'de parmakla gösterilen bir santuri olmasının ardında nasıl bir mücadele yattığını keşfediyoruz.
İçinden çöp arabasının geçtiği bir sahneye götürüyor bizi Sedat. "Müzik hayatıma dünyanın en güzel sahnesi olan sokakta başladım" demesi bundan. Orada her şey var. Neşe de gözyaşı da... Hacettepe Üniversitesi'nde tarih okumaktan vazgeçip, anacığının "bırak şu tıngırtı işlerini" demesine rağmen sokaktan ve müzikten bir gün bile vazgeçmemiş. Peki babası? O, Anar'ın üniversiteye kazanmasına "hayırlı olsun"dan başka bir şey dememiş klasik bir baba esasında. Klasik diyoruz ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntıları yatıyor işte baba-oğul tarihi arasında. Sedat da zaten "babamı hiçbir zaman anlayamadım; bir müddet sonra da anlamaya çalışmaktan vazgeçtim" diyor. Muhtemelen milyonlarca evlat bu cümlenin altına imzasını atar... İranlı meşhur şair ve mutasavvıf Ferîdüddin Attâr'ın "Ummandan gelen yağmur bulutları gibi var da sefere çık. Seyahat etmeden inci olamazsın." sözünü gönlüne nakşetmiş bizim santuri. Yola revan olmuş, sık sık İran'a gitmiş hem müzik ufkunu hem de santur becerisini geliştirmek için. Bu seyahatlerinde sık sık notlar almış. Öyle güzel diyaloglar var ki altını çizmekten yorulduğum sayfaları hatırlıyorum.
Sedat'ın yalnızlıkla olan ilişkisinde kendime dair çok şey buldum. İnsanın varoluş denen kavramla en çetin mücadelesi yalnızlıkta ortaya çıkıyor. Bu mücadele insana zenginlik katıyor. Yükselişler kadar düşüşler de çok şey öğretiyor. Bu mücadelede maddi-manevi bir kazanç yok. Zaten Hakk'ın rızasından başka bir şeyde gönlü olmayanlar yalnızlığa hem muhtaç hem de mahkum. Eminim ki okuyucular da Sedat'ın bu yalnız(lık) savaşını okurken duygulanacaklar. Bu sayfalardan kendilerine yeni pratikler çıkarabilirler, yeni şairlerle yazarlarla tanışabilirler. Fakir, bilhassa kitaptaki bu tip paragrafları okurken, klarnet çaldığım dönemlerde ağzımdan eksik etmediğim, Muallim Nâci'ye ait olan şu beyti hatırladım: "Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân / ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin."
Sokakta çaldığı dönemlerde Sedat, televizyonlara ve gazetelere hep mesafeli. Ankara sokaklarında çalmak ona hem manevi doyumu veriyor hem de kendini daha fazla geliştirmek için motive ediyor. Şöhretin afet olduğu bilinciyle hareket ediyor. Şimdilerde ismi her ne kadar daha fazla biliniyor olsa da yine de adımlarını mesafeli atıyor, ilişkilerini de bu yönde kuruyor gibi görünüyor. Birçok ülkede konser vermesi ve kaydettiği albümler yaşama bakışında da ona tecrübe kazandırmış, besbelli. Diğer yandan bu tecrübeler yaşanırken, 'bazı şeyler'in içinin ne kadar boşaltıldığına da bizi şahit tutuyor:
"Salon konserlerinde hiçbir zaman sahne kıyafeti giymedim. Hiç unutmam bir gün, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden yaptığım Farsça bestelerimin kaydını dinleyen bir kurumun yetkilisi, Şeb-i Arus töreninden sonra gerçekleşecek konsere beni de davet etti. Kardeşim Selahattin'le sahneye çıkıp çok güzel bir konser yaptık. Bizden sonra, Hz. Mevlânâ'nın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olan bir hanımefendi sahneye çıktı. "Ne güzel böyle gençlerin bu yaşta Mesnevi'ye ilgi duyması ama keşke bu elbiselerle Hz. Mevlânâ'yı anmasaydık" dedi. Ben de dayanamadım, mikrofona yanaştım. "Efendim, valla bize 'ne olursan ol, gel' dediler, biz de geldik. Ayrıca beğenmediğiniz bu elbisem benim nikâhımda giydiğim elbisedir" dedim. Herkes gülmeye başladı. O an şunu çok iyi anladım: Önemli bir zatın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olmakla değerli olunmaz. İnsan insan mı, önce ona bakarım ben."
Santurdan yayılan nağmeleri tehlikeli(?) bulan zabıtalar, kılık kıyafetin insan gönlünden daha mühim olduğunu zanneden zavallılar, belediyelerin kültür(süz) müdürleri, yalnızlık, yoksulluk, dost meclisleri, meşkler, muhabbetler, edebiyat, tarih, şiir... Elbette bu kadar değil. Sedat'ın son derece tehlikeli(!) bir kitap hırsızı oluşu, Ahmet Telli'den Kemal Sayar'a; Cahit Koytak'tan Sagopa Kajmer'e uzanan tanışma hikâyeleri, soyadından mütevellit İhsan Oktay Anar'la aralarındaki kurmaca yakınlık, parasızlık, ev sahipleriyle didişme, kaldırımlarda dövüşme, ne olursa olsun kendinden taviz vermeme... Neticede ortaya çıkan eser de tıpkı sokak gibi bir kitap. Bundan olsa gerek adı da Sokaknâme: Bir Sokak Müzisyeninin Kaleminden...
İnsanın göğüs tahtasını -eskiler öyle dermiş- çok zorlayan metinler var Sokaknâme'de. Dolayısıyla her okuyana ayrı oklar saplayabilir. Kimilerinin -kafa konforlarına aykırı geleceğinden- canlarını sıkabilir. Kimilerine de ilham olabilir, umut aşılayabilir. Sedat'la tokalaşmışlığım, oturup bir yerde çay içmişliğim bile yok. Müziğini çok dinledim ama onu esas bu kitabıyla tanıdım. Ona kocaman teşekkür, tüm sokak müzisyenlerine de yürekten selam!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Nikos Kazancakis, Zorba
Sevgili santuri Sedat Anar'ın kitabı çıktığında (Aralık 2018) müzik tutkunu biri olarak çok heyecanlanmıştım. İletişim Yayınları'nın Sultanahmet'teki merkezine çok sık gitsem de bir süre eve gömüldüğümden kitabı sadece merak etmekle yetindim. Sağ olsun, var olsun Sedat, kısa bir süre sonra ikinci baskısını yapan -ne mutlu- kitabını fakire gönderdi. Kitap bir müddet kütüphanemin raflarında okunma sırasını bekledi. Sıra demişken, öyle yatay-dikey, sıralı-listeli kitap okuyan biri değilim. Vaktini bekledi demek daha doğru belki de. Derken vakit geldi ve aldım elime kitabı, "acaba neden Santurnâme koymadı ismini?" diye düşünerek çevirmeye başladım sayfaları. İsmiyle, sanatıyla Sedat Anar'ı tanısam da hayatına dair hiçbir şey bilmediğimi görünce daha da heyecanlandım. Bazı insanlar, hayata karşı olan gayretleriyle başkalarına ilham olurlar. Böyle bir ömür sürdüğünü her sayfada gördüm.
Şanlıurfa-Halfeti'de başlayan müzik tutkusunu anlatırken okuyucuyu köy hayatına, ebeveyn çıkmazlarına, arkadaş seçimine, kaderin bizim göremediğimiz tüm mucizelerine, sokak müziğinin insana özgüven ve sevgi aşılayan zenginliğine, edebiyatın ve bilhassa şiirin insana daima omuz verişine, kültür çatışmalarına şahit tutuyor Sedat. Henüz kitabının başında "Altını çizmek isterim ki, ben her şeyden önce bir müzisyenim. Dil ve üslubumun zayıflığını hoş görmenizi, sanatsal yetkinliğimi, asıl alanım olan müzik üzerinden değerlendirmenizi dilerim. Bu çalışmada aranmasını istediğim tek şey samimiyettir" dese de, çaktırmadan ve hiç de ukalalık yapmadan bir müzisyenin aslında kitaplarla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini gösteriyor.
Son derece akıcı ve samimi biçimde yazılmış olan kitabı ben iki günde bitirdim. Evde iki çocuk ve birçok iş olduğu düşünülürse gayet iyi bir netice olduğunu söyleyebilirim. Yalnız bunda benim bir gayretim yok, klasik okuma düzeni işte. Asıl gayret Sedat'ın. O, elinden geldiğince başından geçenleri tüm yalınlığıyla anlatmış. Bu yalınlığın içinde oldukça acı(masız) hikâyeler var. Bir belgesel gibi sanki kitap. Hem Sedat'ın hayatındaki önemli kırılma anlarını öğreniyoruz hem de neler okuduğunu, kimlerle tanış olduğunu, ne gibi maceralardan geçerek bugünlere geldiğini, şu anda Türkiye'de parmakla gösterilen bir santuri olmasının ardında nasıl bir mücadele yattığını keşfediyoruz.
İçinden çöp arabasının geçtiği bir sahneye götürüyor bizi Sedat. "Müzik hayatıma dünyanın en güzel sahnesi olan sokakta başladım" demesi bundan. Orada her şey var. Neşe de gözyaşı da... Hacettepe Üniversitesi'nde tarih okumaktan vazgeçip, anacığının "bırak şu tıngırtı işlerini" demesine rağmen sokaktan ve müzikten bir gün bile vazgeçmemiş. Peki babası? O, Anar'ın üniversiteye kazanmasına "hayırlı olsun"dan başka bir şey dememiş klasik bir baba esasında. Klasik diyoruz ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntıları yatıyor işte baba-oğul tarihi arasında. Sedat da zaten "babamı hiçbir zaman anlayamadım; bir müddet sonra da anlamaya çalışmaktan vazgeçtim" diyor. Muhtemelen milyonlarca evlat bu cümlenin altına imzasını atar... İranlı meşhur şair ve mutasavvıf Ferîdüddin Attâr'ın "Ummandan gelen yağmur bulutları gibi var da sefere çık. Seyahat etmeden inci olamazsın." sözünü gönlüne nakşetmiş bizim santuri. Yola revan olmuş, sık sık İran'a gitmiş hem müzik ufkunu hem de santur becerisini geliştirmek için. Bu seyahatlerinde sık sık notlar almış. Öyle güzel diyaloglar var ki altını çizmekten yorulduğum sayfaları hatırlıyorum.
Sedat'ın yalnızlıkla olan ilişkisinde kendime dair çok şey buldum. İnsanın varoluş denen kavramla en çetin mücadelesi yalnızlıkta ortaya çıkıyor. Bu mücadele insana zenginlik katıyor. Yükselişler kadar düşüşler de çok şey öğretiyor. Bu mücadelede maddi-manevi bir kazanç yok. Zaten Hakk'ın rızasından başka bir şeyde gönlü olmayanlar yalnızlığa hem muhtaç hem de mahkum. Eminim ki okuyucular da Sedat'ın bu yalnız(lık) savaşını okurken duygulanacaklar. Bu sayfalardan kendilerine yeni pratikler çıkarabilirler, yeni şairlerle yazarlarla tanışabilirler. Fakir, bilhassa kitaptaki bu tip paragrafları okurken, klarnet çaldığım dönemlerde ağzımdan eksik etmediğim, Muallim Nâci'ye ait olan şu beyti hatırladım: "Bir zemân olsun bana seng-i mezârım tercemân / ben yoruldum söylemekten tercemânım söylesin."
Sokakta çaldığı dönemlerde Sedat, televizyonlara ve gazetelere hep mesafeli. Ankara sokaklarında çalmak ona hem manevi doyumu veriyor hem de kendini daha fazla geliştirmek için motive ediyor. Şöhretin afet olduğu bilinciyle hareket ediyor. Şimdilerde ismi her ne kadar daha fazla biliniyor olsa da yine de adımlarını mesafeli atıyor, ilişkilerini de bu yönde kuruyor gibi görünüyor. Birçok ülkede konser vermesi ve kaydettiği albümler yaşama bakışında da ona tecrübe kazandırmış, besbelli. Diğer yandan bu tecrübeler yaşanırken, 'bazı şeyler'in içinin ne kadar boşaltıldığına da bizi şahit tutuyor:
"Salon konserlerinde hiçbir zaman sahne kıyafeti giymedim. Hiç unutmam bir gün, Hz. Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden yaptığım Farsça bestelerimin kaydını dinleyen bir kurumun yetkilisi, Şeb-i Arus töreninden sonra gerçekleşecek konsere beni de davet etti. Kardeşim Selahattin'le sahneye çıkıp çok güzel bir konser yaptık. Bizden sonra, Hz. Mevlânâ'nın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olan bir hanımefendi sahneye çıktı. "Ne güzel böyle gençlerin bu yaşta Mesnevi'ye ilgi duyması ama keşke bu elbiselerle Hz. Mevlânâ'yı anmasaydık" dedi. Ben de dayanamadım, mikrofona yanaştım. "Efendim, valla bize 'ne olursan ol, gel' dediler, biz de geldik. Ayrıca beğenmediğiniz bu elbisem benim nikâhımda giydiğim elbisedir" dedim. Herkes gülmeye başladı. O an şunu çok iyi anladım: Önemli bir zatın bilmem kaçıncı kuşaktan torunu olmakla değerli olunmaz. İnsan insan mı, önce ona bakarım ben."
Santurdan yayılan nağmeleri tehlikeli(?) bulan zabıtalar, kılık kıyafetin insan gönlünden daha mühim olduğunu zanneden zavallılar, belediyelerin kültür(süz) müdürleri, yalnızlık, yoksulluk, dost meclisleri, meşkler, muhabbetler, edebiyat, tarih, şiir... Elbette bu kadar değil. Sedat'ın son derece tehlikeli(!) bir kitap hırsızı oluşu, Ahmet Telli'den Kemal Sayar'a; Cahit Koytak'tan Sagopa Kajmer'e uzanan tanışma hikâyeleri, soyadından mütevellit İhsan Oktay Anar'la aralarındaki kurmaca yakınlık, parasızlık, ev sahipleriyle didişme, kaldırımlarda dövüşme, ne olursa olsun kendinden taviz vermeme... Neticede ortaya çıkan eser de tıpkı sokak gibi bir kitap. Bundan olsa gerek adı da Sokaknâme: Bir Sokak Müzisyeninin Kaleminden...
İnsanın göğüs tahtasını -eskiler öyle dermiş- çok zorlayan metinler var Sokaknâme'de. Dolayısıyla her okuyana ayrı oklar saplayabilir. Kimilerinin -kafa konforlarına aykırı geleceğinden- canlarını sıkabilir. Kimilerine de ilham olabilir, umut aşılayabilir. Sedat'la tokalaşmışlığım, oturup bir yerde çay içmişliğim bile yok. Müziğini çok dinledim ama onu esas bu kitabıyla tanıdım. Ona kocaman teşekkür, tüm sokak müzisyenlerine de yürekten selam!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
21 Mayıs 2020 Perşembe
Algı her şeydir! - III
"Kurumlar güçlerini, sorgulanmamış meşruiyetin devamlılığından alırlar."
- Peter L. Berger, Thomas Luckman (Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi)
Hakikatin bizler için bir anlamı var mı? Örneğin hakikat bizler için ne ifade ediyor ya da hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor? Açıkcası bu sorular karşısında iyimser olamıyorum. Zira bizi hakikatten ziyade manipüle edilenin ilgilendirdiğini gözlemliyorum. Hatta daha da ötesi ve ilginci, hakikatin kendisi değil; ‘çarpıtılmış olmasının bilgisi’ ilgimizi çekiyor. Bugün kolay ulaşıldığından mıdır bilemiyorum ama bilginin hiçbir önemi yok. Önemli nokta şu: Herhangi bir konunun dezenformatif hâlinden çok ‘dezenformasyona uğratılmış olması ihtimali’ heyecanlandırıyor bizi. Artık sansasyon ve spekülasyon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında. Kadim kültürün hayret makamını popülist tavırla bir şaşırma-eğlenme arası ritüele indirgeyen insan ciddi anlamda patolojik vakıa. En kötüsü, bu şaşkınlık histerisini bağımlılığa dönüştürmüş durumdayız.
Kısa süre önce hakkında yazdığım Yalanın Siyaseti’nde ele alınan konulardan biri safsata, diğeri yazarın “hakikatin önemsizleşmesi” dediği ‘post-truth’ idi. Türkçe’de ‘post-truth’ kavramının farklı kullanımları var. Tellekt Yayınları’nın konuyu ele alan ve kitaba da adını veren Hakikat-Sonrası o kavramlardan biri. Lee Mcintyre imzalı eserin çevirisi Mehmet Fahrettin Biçici tarafından yapılmış. Çevirinin son derece başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yüz altmış sekiz sayfalık kitap yedi bölümden oluşuyor. ABD’li olan yazar ülkesinden yaşanmış örnekler vererek hakikatin nasıl önemsiz ve değersiz hâle geldiğini, daha doğrusu getirildiğini göstermeye çalışıyor. Lee Mcintyre bir yandan işleyişle ilgili teknik analizler yaparken diğer yandan -her ne cılız kalsa da- bazı çözüm önerileri sunuyor.
Kitapta ilk olarak siyaset kurumunun yalanla olan ilişkisine değiniliyor. Kurulan bu ilişki tarihsel örneklerle destekleniyor. Ortaya çıkan sonuç, yalanın bir zamanların korkutucu keşfi olan propagandayı geçtiğini ve bir anlamda siyaseten kurumsallaştığını gösteriyor. Bugünün dünyasında yalanın artık kullanılması kanıksanan hatta zorunlu hâle gelen bir siyaset diline evrildiği görülüyor. Kitapta hakikat-sonrası ile propaganda arasındaki farkı; propagandanın içinde gerçek barındırmasa bile amacının ikna etmek, hakikat-sonrasının ise direkt aldatmak olarak tanımlanıyor.
Yazarın hakikat-sonrasının teknik özellikleriyle ilgili söyledikleri teknolojinin geldiği noktayla örtüşüyor. Hız ve ulaşılabilirlik açısından geleneksel medyadan farklı olan sanal ortamın dezavantajları bulunuyor. Bunlardan birkaçını tekzip yapılamaması, binde bir ihtimal tekzip yapılsa bile yalanın etkisinin geri döndürülememesi, gerçeğin artık geçmişin konusu olması sebebiyle önemi kalmaması ve uğranılan zararın telafisinin olması bunlardan birkaçı.
Kitabın genelinde insanların yalan söyleme ihtiyacı ve istediğine değiniliyor ve bu durum, psiko-bilişsel süreçler ile hakikat-sonrası olguları ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılıyor. Burada zihnin yapısı ve işleyişine dikkat çeken yazar, insanın akla değil duyguya önem vermesi, nesnellik aramaması, öznelliği abartması, kişisel inançlarını her şeyin önüne koyması gibi gerekçeler sıralıyor ve psiko-bilişsel acıklamalara yer veriyor. Genellikle, ‘hayatında kendini yeterince meşgul eden gerçeği olduğu’ düşüncesiyle hareket eden insanın, sıkıcı ya da gereksiz bulduğu gerçeğin ilgisini çekmemesi nedeniyle bilgiyi kontrol etmeden ve/veya yalan olduğunu bile bile kullanıma sunmaktan çekinmediği belirtiliyor. Bunun yanında insanın yapısal olarak her zaman zeki olduğu düşüncesi yanlışını kabul etmemesi konusunda meşrulaştırma işlevi gördüğünün altı çiziliyor. Bu tutumu irrasyonel hareket olarak tanımlayan yazar, söz konusu çelişkiyi insanın bir konudaki inanç ve uyum arayışı olduğunu yapılmış deneylerle açıklıyor. Deney örneklerinde mahalle baskısı, kitleye uyma, önyargı ve partizanlık gibi parametrelerin de kullanıldığı ve benzer sonuçlar verdiği görülüyor. Bu çalışmalardan inanç ve duygunun aklın üzerini örterek bilinci teslimiyete ve güdülenmiş akılla hareket etmeye sevk ettiği sonucu çıkıyor.
Kitapta ele alınanları psikolojik ve sosyolojik süreçler dışında siyaset, sermaye, medya ve bilim başlıklarında sıralamak mümkün. Genel olarak bu dört alanın birbiriyle olan gizli ve çıkar amaçlı ilişkileri üzerinde duruluyor. Bu dörtlü çetenin verileri nasıl manipüle ederek kitleleri yanılttığı gösterilmeye çalışılıyor.
Yazar, siyaset kurumunun bir yandan politikalarını yalan üzerinden kurgulayıp toplumu yanılttığını bir yandan da devlet eliyle verileri çıkar amaçlı ve keyfi kullandığını iddia ediyor. Tüm bu süreçlerde devletin yanıbaşında olan sermaye maddi destek sağlarken aslında kazancını büyütmenin peşindedir. Gerekirse bilimsellik olgusunun ağırlığı kullanılarak toplumların yönlendirilmesi sağlanıyor. Bu ağda en bariz görünenin medyanın işleyişi olduğunu söylemek mümkün. Zira medya kendisine verilen aldatma görevini layıkıyla yerine getiriyor. Konuya önce geleneksel medya açısından bakan yazar tarihsel olaylara değinerek medyanın gerçeğin peşinden gitmek yerine kâr için sansasyon haberciliğini keşfine odaklanıyor. Bu keşif, günümüz reyting medyasının temel mantığını da oluşturan ‘gerçeğin değil kitlenin duymak istediğinin verilmesi gerektiği’ anlayışını meydana getiriyor.
Geleneksel işleyiş böyle iken yeni medyanın işin içine girmesi durumu başka bir boyuta taşıdığı görülüyor. Oyuna artık insanların bireysel olarak girebildiği bu aşamada yalanın eskisi gibi planlanarak söylenmesine gerek kalmıyor. Hız ve erişilebilirliğin üst seviyede oluşu plansız hareket etmeyi kolaylaştırıyor. Zira planlama, bir şeyin gerçek veya yalan oluşunu önemsizleştiren üretim ve tüketimin hızıyla yarışamayacak durumdadır. Geleneksel medyanın mücadele etmede oldukça zorlandığı sosyal medya meselenin köpürtme tarafındadır. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış ne kadar enformasyon kullanılırsa o kadar iyidir. Sosyal medyanın kontrolsüz yükselişi değişen haberciliği ortaya çıkarmıştır. ‘Tık avcılığına’ dayalı denetimsiz, özensiz, niteliksiz içerik ‘kullan-at’ mantığıyla işlemektedir. Yapılan araştırmalar yalan haberin gerçek haberden daha çok paylaşıldığını ve ses getirdiğini göstermiştir. Kitleye istediğini vermek için sınırsız manipülasyon yapılmaktadır. Son kertede sosyal medyanın algoritmatik ve filtreli yapısı önem kazanmaktadır. Bu yapı sayesinde istenilen enformasyon seçilebilen kişinin alanına yönlendirilebilmektedir. Algoritma ve filtre yöntemi, hakikat-sonrası olgusunun ticaretten siyasete kadar kullanılabilir uçsuz bir alanın kapılarını açmıştır.
Yazar kısa bir bölümde postmodernizm ve içeriğine değinerek hakikat-sonrası kavramıyla aralarındaki yakınlığa dikkat çekiyor. Teknik özellikleri açısından bağ kurduğu analizini “postmodernizm hakikat-sonrasının atasıdır” şeklinde yorumluyor.
Kitapta karşı kaşıya olduğumuz bu yıkıcı süreci engellemeye yönelik önerilere yer veriliyor. Yazarın en fazla öne çıkardığı ‘eğitim’ ve ‘geleneksel medyayı destekleme’ önerileri, ‘hakikat-sonrasının eğitimli insanların ürünü’ olduğu, geleneksel medyanın da ‘piyasaya tutunmak adına sosyal medyayı fütursuzca taklit ettiği’ tespitleriyle yazar tarafından geçersiz hâle getiriliyor.
Hakikat-Sonrası’nda gerçeğin öneminin ve değerinin kaybedildiği günümüz dünyasının analizi yapılıyor. Bu bağlamda özellikle sermaye, siyaset, bilim ve medyanın perde arkasındaki çıkar ilişkilerine dikkat çekiliyor. Kitap konuyu anlama ve farkındalığı arttırma adına önemli bir ufuk açsa da çözüm açısından günümüz insanının sistem karşısındaki çaresizliğinin ilamı oluyor.
Hamiş: Konuya ilgi duyanların Pasajlar dergisinin ‘post-truth’ sayısını kaçırmamaları tavsiye olunur.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Peter L. Berger, Thomas Luckman (Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi)
Hakikatin bizler için bir anlamı var mı? Örneğin hakikat bizler için ne ifade ediyor ya da hayatımızın tam olarak neresinde yer alıyor? Açıkcası bu sorular karşısında iyimser olamıyorum. Zira bizi hakikatten ziyade manipüle edilenin ilgilendirdiğini gözlemliyorum. Hatta daha da ötesi ve ilginci, hakikatin kendisi değil; ‘çarpıtılmış olmasının bilgisi’ ilgimizi çekiyor. Bugün kolay ulaşıldığından mıdır bilemiyorum ama bilginin hiçbir önemi yok. Önemli nokta şu: Herhangi bir konunun dezenformatif hâlinden çok ‘dezenformasyona uğratılmış olması ihtimali’ heyecanlandırıyor bizi. Artık sansasyon ve spekülasyon hayatımızın vazgeçilmezleri arasında. Kadim kültürün hayret makamını popülist tavırla bir şaşırma-eğlenme arası ritüele indirgeyen insan ciddi anlamda patolojik vakıa. En kötüsü, bu şaşkınlık histerisini bağımlılığa dönüştürmüş durumdayız.
Kısa süre önce hakkında yazdığım Yalanın Siyaseti’nde ele alınan konulardan biri safsata, diğeri yazarın “hakikatin önemsizleşmesi” dediği ‘post-truth’ idi. Türkçe’de ‘post-truth’ kavramının farklı kullanımları var. Tellekt Yayınları’nın konuyu ele alan ve kitaba da adını veren Hakikat-Sonrası o kavramlardan biri. Lee Mcintyre imzalı eserin çevirisi Mehmet Fahrettin Biçici tarafından yapılmış. Çevirinin son derece başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Yüz altmış sekiz sayfalık kitap yedi bölümden oluşuyor. ABD’li olan yazar ülkesinden yaşanmış örnekler vererek hakikatin nasıl önemsiz ve değersiz hâle geldiğini, daha doğrusu getirildiğini göstermeye çalışıyor. Lee Mcintyre bir yandan işleyişle ilgili teknik analizler yaparken diğer yandan -her ne cılız kalsa da- bazı çözüm önerileri sunuyor.
Kitapta ilk olarak siyaset kurumunun yalanla olan ilişkisine değiniliyor. Kurulan bu ilişki tarihsel örneklerle destekleniyor. Ortaya çıkan sonuç, yalanın bir zamanların korkutucu keşfi olan propagandayı geçtiğini ve bir anlamda siyaseten kurumsallaştığını gösteriyor. Bugünün dünyasında yalanın artık kullanılması kanıksanan hatta zorunlu hâle gelen bir siyaset diline evrildiği görülüyor. Kitapta hakikat-sonrası ile propaganda arasındaki farkı; propagandanın içinde gerçek barındırmasa bile amacının ikna etmek, hakikat-sonrasının ise direkt aldatmak olarak tanımlanıyor.
Yazarın hakikat-sonrasının teknik özellikleriyle ilgili söyledikleri teknolojinin geldiği noktayla örtüşüyor. Hız ve ulaşılabilirlik açısından geleneksel medyadan farklı olan sanal ortamın dezavantajları bulunuyor. Bunlardan birkaçını tekzip yapılamaması, binde bir ihtimal tekzip yapılsa bile yalanın etkisinin geri döndürülememesi, gerçeğin artık geçmişin konusu olması sebebiyle önemi kalmaması ve uğranılan zararın telafisinin olması bunlardan birkaçı.
Kitabın genelinde insanların yalan söyleme ihtiyacı ve istediğine değiniliyor ve bu durum, psiko-bilişsel süreçler ile hakikat-sonrası olguları ilişkilendirilerek açıklanmaya çalışılıyor. Burada zihnin yapısı ve işleyişine dikkat çeken yazar, insanın akla değil duyguya önem vermesi, nesnellik aramaması, öznelliği abartması, kişisel inançlarını her şeyin önüne koyması gibi gerekçeler sıralıyor ve psiko-bilişsel acıklamalara yer veriyor. Genellikle, ‘hayatında kendini yeterince meşgul eden gerçeği olduğu’ düşüncesiyle hareket eden insanın, sıkıcı ya da gereksiz bulduğu gerçeğin ilgisini çekmemesi nedeniyle bilgiyi kontrol etmeden ve/veya yalan olduğunu bile bile kullanıma sunmaktan çekinmediği belirtiliyor. Bunun yanında insanın yapısal olarak her zaman zeki olduğu düşüncesi yanlışını kabul etmemesi konusunda meşrulaştırma işlevi gördüğünün altı çiziliyor. Bu tutumu irrasyonel hareket olarak tanımlayan yazar, söz konusu çelişkiyi insanın bir konudaki inanç ve uyum arayışı olduğunu yapılmış deneylerle açıklıyor. Deney örneklerinde mahalle baskısı, kitleye uyma, önyargı ve partizanlık gibi parametrelerin de kullanıldığı ve benzer sonuçlar verdiği görülüyor. Bu çalışmalardan inanç ve duygunun aklın üzerini örterek bilinci teslimiyete ve güdülenmiş akılla hareket etmeye sevk ettiği sonucu çıkıyor.
Kitapta ele alınanları psikolojik ve sosyolojik süreçler dışında siyaset, sermaye, medya ve bilim başlıklarında sıralamak mümkün. Genel olarak bu dört alanın birbiriyle olan gizli ve çıkar amaçlı ilişkileri üzerinde duruluyor. Bu dörtlü çetenin verileri nasıl manipüle ederek kitleleri yanılttığı gösterilmeye çalışılıyor.
Yazar, siyaset kurumunun bir yandan politikalarını yalan üzerinden kurgulayıp toplumu yanılttığını bir yandan da devlet eliyle verileri çıkar amaçlı ve keyfi kullandığını iddia ediyor. Tüm bu süreçlerde devletin yanıbaşında olan sermaye maddi destek sağlarken aslında kazancını büyütmenin peşindedir. Gerekirse bilimsellik olgusunun ağırlığı kullanılarak toplumların yönlendirilmesi sağlanıyor. Bu ağda en bariz görünenin medyanın işleyişi olduğunu söylemek mümkün. Zira medya kendisine verilen aldatma görevini layıkıyla yerine getiriyor. Konuya önce geleneksel medya açısından bakan yazar tarihsel olaylara değinerek medyanın gerçeğin peşinden gitmek yerine kâr için sansasyon haberciliğini keşfine odaklanıyor. Bu keşif, günümüz reyting medyasının temel mantığını da oluşturan ‘gerçeğin değil kitlenin duymak istediğinin verilmesi gerektiği’ anlayışını meydana getiriyor.
Geleneksel işleyiş böyle iken yeni medyanın işin içine girmesi durumu başka bir boyuta taşıdığı görülüyor. Oyuna artık insanların bireysel olarak girebildiği bu aşamada yalanın eskisi gibi planlanarak söylenmesine gerek kalmıyor. Hız ve erişilebilirliğin üst seviyede oluşu plansız hareket etmeyi kolaylaştırıyor. Zira planlama, bir şeyin gerçek veya yalan oluşunu önemsizleştiren üretim ve tüketimin hızıyla yarışamayacak durumdadır. Geleneksel medyanın mücadele etmede oldukça zorlandığı sosyal medya meselenin köpürtme tarafındadır. Gerçek ya da yalan, doğru ya da yanlış ne kadar enformasyon kullanılırsa o kadar iyidir. Sosyal medyanın kontrolsüz yükselişi değişen haberciliği ortaya çıkarmıştır. ‘Tık avcılığına’ dayalı denetimsiz, özensiz, niteliksiz içerik ‘kullan-at’ mantığıyla işlemektedir. Yapılan araştırmalar yalan haberin gerçek haberden daha çok paylaşıldığını ve ses getirdiğini göstermiştir. Kitleye istediğini vermek için sınırsız manipülasyon yapılmaktadır. Son kertede sosyal medyanın algoritmatik ve filtreli yapısı önem kazanmaktadır. Bu yapı sayesinde istenilen enformasyon seçilebilen kişinin alanına yönlendirilebilmektedir. Algoritma ve filtre yöntemi, hakikat-sonrası olgusunun ticaretten siyasete kadar kullanılabilir uçsuz bir alanın kapılarını açmıştır.
Yazar kısa bir bölümde postmodernizm ve içeriğine değinerek hakikat-sonrası kavramıyla aralarındaki yakınlığa dikkat çekiyor. Teknik özellikleri açısından bağ kurduğu analizini “postmodernizm hakikat-sonrasının atasıdır” şeklinde yorumluyor.
Kitapta karşı kaşıya olduğumuz bu yıkıcı süreci engellemeye yönelik önerilere yer veriliyor. Yazarın en fazla öne çıkardığı ‘eğitim’ ve ‘geleneksel medyayı destekleme’ önerileri, ‘hakikat-sonrasının eğitimli insanların ürünü’ olduğu, geleneksel medyanın da ‘piyasaya tutunmak adına sosyal medyayı fütursuzca taklit ettiği’ tespitleriyle yazar tarafından geçersiz hâle getiriliyor.
Hakikat-Sonrası’nda gerçeğin öneminin ve değerinin kaybedildiği günümüz dünyasının analizi yapılıyor. Bu bağlamda özellikle sermaye, siyaset, bilim ve medyanın perde arkasındaki çıkar ilişkilerine dikkat çekiliyor. Kitap konuyu anlama ve farkındalığı arttırma adına önemli bir ufuk açsa da çözüm açısından günümüz insanının sistem karşısındaki çaresizliğinin ilamı oluyor.
Hamiş: Konuya ilgi duyanların Pasajlar dergisinin ‘post-truth’ sayısını kaçırmamaları tavsiye olunur.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
20 Mayıs 2020 Çarşamba
Bastırılan tüm duygular tatillerde ortaya çıkar
"Senin sosyallik ve dostluk maskenin arkasında barbar bir kimlik var."
- Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam
İnsanın ruh sağlığıyla psikologlar, toplumun vaziyetiyle de sosyologlar ilgilenir. Meslekî zorunluluklar bir yerde insanın yaşam biçimi hâline gelir. Dünyaya ve insanlara daima mesleklerinden, açılan yeni pencerelerden ve yollardan bakmak alışkanlık oluverir. Buna tutku da diyebiliriz. Peki edebiyatçılar ne yapar? Pardon, soruyu değiştireyim: İyi edebiyatçılar ne yapar? Onlar hem psikologların hem de sosyologların yap(a)madığını yazarlar. Önce yaşarlar, gözlem yaparlar, sık sık dalıp giderler -ki her dalıp gitme memleketin insanından ve vaziyetinden mütevellit kaygıyla korku arasında düşünmedir, bir gidip gelmedir- ve nihayet yazıya geçirirler.
Sema Kaygusuz, trajedinin tek bir insanın başına gelip onunla sınırlı kalmadığını gösteriyor Barbarın Kahkahası'nda. Facialar, rezillikler, utangaçlıklar, hor görülmeler tek bir insanın başına gelip de mekanı terk etmiyor. Halkalar hâlinde yayılıyor. Bu yayılış esnasında öfke nöbetleri, varoluş sancıları, ebeveyn kaygıları, ergenlik şımarıklıkları, özgüven eksiklikleri, bağnazlıklar, yobazlıklar, gevşeklikler de yayılıyor etrafa. Trajedi büyüyor. Bir barbar var roman, kim o barbar?
Barbar romandaki herkes. Hatta romanı okuyan herkes. Komple bir barbarlık var. Metindeki bu komple barbarlığa dair konuşmak yersiz, çünkü o zaman romanın büyüsü bozulacak. Şifresi demedim, büyüsü. Romanın bir şifresi yok, ipucu yok, çözülmesi gereken cinayetleri de yok. Herkesin aslında birbiriyle komşu olduğu fakat bu komşuluğu kabul etmemek için her türlü dolabı çevirebileceği bir ortamda, bir motelde, bir mahallede, bir semtte, bir şehirde, bir ülkede, bir coğrafyada, bir kıtada, bir dünyada, çözülebilecek tek şifre insanla çocuk arasındaki ilişki belki de. İnsanın çocukluğu, çocuksuluğu arasındaki paslanmış ilişki. Kısacası insanın kendisiyle olan ilişkisi.
"Gaibe karışan hayalettir çocukluğumuz. Kimi zaman matem havasında, kimi zaman nostaljik içlenmeyle yad ettiğimiz çağ, zannedildiği gibi çocukluğumuz değil, bağrımızda saklı çocuksuluğumuzdur."
Evet, ne demiştik? Bir motel ve birçok karakter. Ancak Sema Kaygusuz metni öyle bir kurmuş ki hiç hissettirmeden sizi önce o moteldeki bir odaya yerleştiriyor, sonra da elinize bir dürbün, bir not defteri, kalem ve soğuk içecek verip şipidak terliklerle o gölgelikten öteki gölgeliğe yürütüyor. Böylece olan biten hiçbir şeyi kaçırmadığınız gibi kendinizi de barbarların ortasında bir barbar olarak buluyorsunuz. Onların dilini bilmiyorsunuz, sizin dilinizi de onlar bilmiyor. Zaten barbar da o demek, yerleşik dili bilmeyen... "Ben bu insanı anlayamam" deyip kaçmak istediğinizde biri dikiliyor karşınıza, "biz de zaten senin dilinden anlamıyoruz" diye. Peki hem yakından hem de dürbünle izlerken olanları, ne tür barbarlar var sahnede? Bakalım bu tirat size de iyi(!) gelecek mi?..
"Sen yapabilirsin. En büyük meziyetin dağılıp tekrar şekil almak. Bütün dertlerini son kullanma tarihini doldurmadan tüketiyorsun. Ateşte erisen, başka şekil alırsın. Kendini kullanma kılavuzun var senin. Daha ne istiyorsun? Al tepe tepe çalıştır, bozulunca söker yenisini yaparsın. Ama ben bildiğin lastik top gibi bi şeyim. Duvardan seker yere düşerim, suya atlar yüzeye çıkarım. Her yere zıplar, aynı biçim geri dönerim. Sen şimdi bu topu alıp uçan balon falan yapmaya kalkıyorsun. Hayatta en illet olduğum şey, tekrar etmek. Eh niye beni tekrarlayıp duruyorsun canımın içi! Yoksa bende sana ait bir şey mi var? Hı?"
Hani sidik yarıştırmak diye bir deyim vardır ya, Kaygusuz bizi bu deyimin tam içine bırakıveriyor. Ortada bir sidik muhabbeti. Havlulara kim çiş yaptı? Kim o şerefsiz? Kim o hain? Kim o kendini bilmez? Kim o duygusal olarak sorunları olabilecek kimse? Kim o insan? Herkesin ağzından farklı bir sıfat türüyor böylece. Peki kim bu herkesler ve nasıllar? Evlenir evlenmez ciddi bir entelektüel kriz yaşayan çift, kasaba milliyetçisi, mutsuz Müslüman, pasif agresif, gıybet makinesi, kadim tıbbın tutkunu, bas bas onaylanma ihtiyacım var diye bağıran bir ergen, her şeyi bilen, hiçbir şeyi bilmeyen, orta yolcu. Karakterlerin isimleri önemli değil. Yazar hiç yormadan, psikoloji bilmişliği yapmadan bir toplumu olduğu gibi sığdırıyor motele. Yaz tatili, tatil olduğundan utanıyor neredeyse.
"Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçek arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."
Sanki bir romanın içinde birçok hikâye varmış gibi geliyor insana. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi. Hepimizin hikâyeleri yani. O çocuğun zıpkınla denize dalma hevesi, ölmek üzere olan hayvanları motelin orta yerine getirmesinde, hepimize dair bir şey yok mu? Görülme isteği, onaylanma ihtiyacı, aynalama, gölgeleme, 'var'ım deme, 'yok' sayılma ve daha neler neler. Çocuk çünkü. Kendinin düşmanı olurken bile insana dost olabilen. Dostluk için yaratılmış gibi duran. Peki aşk yaşadığını zannederken aslında sessizleşmeyi, sönükleşmeyi, şahsiyetsizleşmeyi tadan hiç yok mu aramızda? Elbet var. Tüm bunlar olurken bilgin ve dalgın bir tavırla olanı biteni kaydeden, ölümden sonrası için bir iz bırakmak isteyen yok mu? Çok var eminim ki, eminiz ki. Kaygusuz hepsini toplamış ve demiş ki kısaca: "Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kabusu anlatmamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır."
İnsan ruhundaki karmaşayı bir yaz tatiline, o insanların yaşadığı ülkeyi de bir motele sığdırmış Sema Kaygusuz. Sevgi ve nefret, saygı ve hırçınlık, masumiyet ve intikam bu yüzden iç içe Barbarın Kahkahası'nda.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Wilhelm Reich, Dinle Küçük Adam
İnsanın ruh sağlığıyla psikologlar, toplumun vaziyetiyle de sosyologlar ilgilenir. Meslekî zorunluluklar bir yerde insanın yaşam biçimi hâline gelir. Dünyaya ve insanlara daima mesleklerinden, açılan yeni pencerelerden ve yollardan bakmak alışkanlık oluverir. Buna tutku da diyebiliriz. Peki edebiyatçılar ne yapar? Pardon, soruyu değiştireyim: İyi edebiyatçılar ne yapar? Onlar hem psikologların hem de sosyologların yap(a)madığını yazarlar. Önce yaşarlar, gözlem yaparlar, sık sık dalıp giderler -ki her dalıp gitme memleketin insanından ve vaziyetinden mütevellit kaygıyla korku arasında düşünmedir, bir gidip gelmedir- ve nihayet yazıya geçirirler.
Sema Kaygusuz, trajedinin tek bir insanın başına gelip onunla sınırlı kalmadığını gösteriyor Barbarın Kahkahası'nda. Facialar, rezillikler, utangaçlıklar, hor görülmeler tek bir insanın başına gelip de mekanı terk etmiyor. Halkalar hâlinde yayılıyor. Bu yayılış esnasında öfke nöbetleri, varoluş sancıları, ebeveyn kaygıları, ergenlik şımarıklıkları, özgüven eksiklikleri, bağnazlıklar, yobazlıklar, gevşeklikler de yayılıyor etrafa. Trajedi büyüyor. Bir barbar var roman, kim o barbar?
Barbar romandaki herkes. Hatta romanı okuyan herkes. Komple bir barbarlık var. Metindeki bu komple barbarlığa dair konuşmak yersiz, çünkü o zaman romanın büyüsü bozulacak. Şifresi demedim, büyüsü. Romanın bir şifresi yok, ipucu yok, çözülmesi gereken cinayetleri de yok. Herkesin aslında birbiriyle komşu olduğu fakat bu komşuluğu kabul etmemek için her türlü dolabı çevirebileceği bir ortamda, bir motelde, bir mahallede, bir semtte, bir şehirde, bir ülkede, bir coğrafyada, bir kıtada, bir dünyada, çözülebilecek tek şifre insanla çocuk arasındaki ilişki belki de. İnsanın çocukluğu, çocuksuluğu arasındaki paslanmış ilişki. Kısacası insanın kendisiyle olan ilişkisi.
"Gaibe karışan hayalettir çocukluğumuz. Kimi zaman matem havasında, kimi zaman nostaljik içlenmeyle yad ettiğimiz çağ, zannedildiği gibi çocukluğumuz değil, bağrımızda saklı çocuksuluğumuzdur."
Evet, ne demiştik? Bir motel ve birçok karakter. Ancak Sema Kaygusuz metni öyle bir kurmuş ki hiç hissettirmeden sizi önce o moteldeki bir odaya yerleştiriyor, sonra da elinize bir dürbün, bir not defteri, kalem ve soğuk içecek verip şipidak terliklerle o gölgelikten öteki gölgeliğe yürütüyor. Böylece olan biten hiçbir şeyi kaçırmadığınız gibi kendinizi de barbarların ortasında bir barbar olarak buluyorsunuz. Onların dilini bilmiyorsunuz, sizin dilinizi de onlar bilmiyor. Zaten barbar da o demek, yerleşik dili bilmeyen... "Ben bu insanı anlayamam" deyip kaçmak istediğinizde biri dikiliyor karşınıza, "biz de zaten senin dilinden anlamıyoruz" diye. Peki hem yakından hem de dürbünle izlerken olanları, ne tür barbarlar var sahnede? Bakalım bu tirat size de iyi(!) gelecek mi?..
"Sen yapabilirsin. En büyük meziyetin dağılıp tekrar şekil almak. Bütün dertlerini son kullanma tarihini doldurmadan tüketiyorsun. Ateşte erisen, başka şekil alırsın. Kendini kullanma kılavuzun var senin. Daha ne istiyorsun? Al tepe tepe çalıştır, bozulunca söker yenisini yaparsın. Ama ben bildiğin lastik top gibi bi şeyim. Duvardan seker yere düşerim, suya atlar yüzeye çıkarım. Her yere zıplar, aynı biçim geri dönerim. Sen şimdi bu topu alıp uçan balon falan yapmaya kalkıyorsun. Hayatta en illet olduğum şey, tekrar etmek. Eh niye beni tekrarlayıp duruyorsun canımın içi! Yoksa bende sana ait bir şey mi var? Hı?"
Hani sidik yarıştırmak diye bir deyim vardır ya, Kaygusuz bizi bu deyimin tam içine bırakıveriyor. Ortada bir sidik muhabbeti. Havlulara kim çiş yaptı? Kim o şerefsiz? Kim o hain? Kim o kendini bilmez? Kim o duygusal olarak sorunları olabilecek kimse? Kim o insan? Herkesin ağzından farklı bir sıfat türüyor böylece. Peki kim bu herkesler ve nasıllar? Evlenir evlenmez ciddi bir entelektüel kriz yaşayan çift, kasaba milliyetçisi, mutsuz Müslüman, pasif agresif, gıybet makinesi, kadim tıbbın tutkunu, bas bas onaylanma ihtiyacım var diye bağıran bir ergen, her şeyi bilen, hiçbir şeyi bilmeyen, orta yolcu. Karakterlerin isimleri önemli değil. Yazar hiç yormadan, psikoloji bilmişliği yapmadan bir toplumu olduğu gibi sığdırıyor motele. Yaz tatili, tatil olduğundan utanıyor neredeyse.
"Aşkı kemirerek de yan yana gelir insanlar. Onların ikisi de birbirinin kemirgeni olmuş bence. Gerçek arkadaş olsalardı çoktan bitmişti ilişkileri. Arzuyu kabullenip aşkı yaşasalardı altı aya varmaz ayrılırlardı. İkisini de beceremedikleri için sonunda yabancı topraklara esir düşmüşler. Birbirlerini suçlamaktan başka dil kuramıyorlar."
Sanki bir romanın içinde birçok hikâye varmış gibi geliyor insana. Benim hikâyem, senin hikâyen, onun hikâyesi. Hepimizin hikâyeleri yani. O çocuğun zıpkınla denize dalma hevesi, ölmek üzere olan hayvanları motelin orta yerine getirmesinde, hepimize dair bir şey yok mu? Görülme isteği, onaylanma ihtiyacı, aynalama, gölgeleme, 'var'ım deme, 'yok' sayılma ve daha neler neler. Çocuk çünkü. Kendinin düşmanı olurken bile insana dost olabilen. Dostluk için yaratılmış gibi duran. Peki aşk yaşadığını zannederken aslında sessizleşmeyi, sönükleşmeyi, şahsiyetsizleşmeyi tadan hiç yok mu aramızda? Elbet var. Tüm bunlar olurken bilgin ve dalgın bir tavırla olanı biteni kaydeden, ölümden sonrası için bir iz bırakmak isteyen yok mu? Çok var eminim ki, eminiz ki. Kaygusuz hepsini toplamış ve demiş ki kısaca: "Bugün sırdaşlık nedir biliyor musun? Saklanmaktır. İçin için delirdiğini herkesten saklamaktır. Gördüğün kabusu anlatmamaktır. Tırnağın kadar güvenmediğin puştlarla iç içe yaşamaktır."
İnsan ruhundaki karmaşayı bir yaz tatiline, o insanların yaşadığı ülkeyi de bir motele sığdırmış Sema Kaygusuz. Sevgi ve nefret, saygı ve hırçınlık, masumiyet ve intikam bu yüzden iç içe Barbarın Kahkahası'nda.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
19 Mayıs 2020 Salı
Bürokrasi labirentinde kaybolan insanların ruh halleri
Yakın zamanda kurulan Vakıfbank Kültür Yayınları, yayın hayatına başlarken seçtiği ilginç ve önemli kitaplarla kısa zamanda adını duyurmayı başardı. Bunlardan biri de Balzac’ın Çalışanın Fizyolojisi adlı, ilk olarak 1841’de yayınlanan ve Türkçe’ye çevrilmesi neredeyse 180 yılı bulan ilginç eseri.
İlginç diyorum çünkü Balzac’ı Balzac yapan eserlerine pek de benzemiyor. Roman deseniz değil, deneme değil, anı değil, kronik değil, kendine özgü bir tür gibi. Sanki Balzac, onca zorluğun ve mücadelenin içinde beş parasız boğuşurken asap bozucu bir biçimde ‘kapağı devlete atıp’ anlamlı hiçbir şey yapmaksızın ‘salla başını al maaşını’ konforunda yaşayan memurların üzerinde oluşturdukları zehirli etkiden kurtulup yoluna devam edebilmek için gerçekte ne olduklarını ifşa etmek ve kaleminin üzerindeki yüklerinden kurtulup esas işine dönebilmek için verdiği bir arada içinde biriken duyguları ifadeye döküyor. Sonuç nasıl olursa öyle bir tür içinde bu insan tipiyle toplumun gözleri önünde hesaplaşmak istiyor.
Her bir memur tipini ayrı ayrı ifşa edip maskesini düşürmek, ‘dünyanın en aydınlanmış ulusu’ dediği Fransa’yı -kendi ifadesiyle- ‘aptal yerine koyan’ bu insanlarla hesaplaşarak bir yazarın en önemli görevini, toplumunu gerekirse kendi kendisine karşı savunma misyonunu yerine getiriyor. Devlet memuru tipi neyi simgeliyor ya da neyi çağrıştırıyorsa Balzac bunun tam karşı kutbunu temsil ediyor çünkü.
Kendisini Balzac’çı olarak tanımlayan biyografi sanatının büyük ismi -kutup yıldızı mı demeli!- Stefan Zweig, ‘Fransız edebiyatının Napoléon’u dediği hukuk fakültesi öğrencisi Balzac’tan, “Yirmi yaşındaki gencin, noter ya da avukat olmak yerine bir yazar, bir edebiyatçı, bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak istediğini açıklaması, böyle bir şeyi hiç tahmin etmeyen ailede şok etkisi yaratır.” diye bahseder.
Yazarların en hayalperestlerinden biri olarak kabul edilen Balzac, hukuk gibi, mesleklerin en realistiyle karşılaştığında muhtemelen dayanılmaz acılar çekmiş, bu realist dünya karşısında kendisini fazlasıyla savunmasız ve korunaksız hissetmiştir. Edebiyat, onun için bir seçim değil kor halinde yanan karmaşık ruh dünyasının kurtuluşa ermek için zorunlu olarak kendini attığı bir ateş, ateşin en parlak halindeyken yukarı doğru yaptığı bir atılış haliyle geçtiği yeni bir faz belki de.
Bu geçişin tamamlanabilmesi için Balzac’ın hayatta yapamadığı ya da başarısız olduğu ne varsa ateşe atıp yakması gerekiyordu ve de. Kalemi sertti bu yüzden. Kendini yeniden kurmak ve bağımsızlığa ulaşmak için yakması gereken şeylerin ilk sırasında toplumu aldatan insanlar geliyordu ve memurları da bu insanlar arasında görüyordu. Hukuk fakültesinden birilerini birilerine karşı değil toplumu topluma karşı savunabilmek için ayrılıyor, adaletsizliklerin görüldüğü mahkemeler yerine ortaya çıktığı hayatın diplerine dalıyordu.
“Hissettiği tek şey, içinde nereye yönlendireceğini bilmediği bir güç olduğuydu” ve bu güç, ateşin koru arttıkça daha fazla şey yakmaya ihtiyaç duyuyordu. Siyasetin, toplumsal hayatın ve sahte ahlakın çürümüş yanlarını yakarak temizleyebileceğini düşünüyordu.
Balzac, sadece yüreğinde değil davranışlarında da cesur olmak istiyordu. Sadece söyleyerek değil yaparak, karşı çıkarak, acı çekerek yüreğindeki cesareti hissedebiliyordu. İş hayatında ve özel ilişkilerindeki bütün başarısızlıklarından da yazarak değil yakarak kurtuluyordu. Çalışanın Fizyolojisi, tipik bir Balzac kitabı, keskin kaleminden süzülen edebi eser gibi değildir bu yüzden. Yüreğiyle değil beyniyle, ruhuyla değil keskin gözleriyle yazmıştır.
Yazmak için yakmak zorunda olduğu türden, sadece bir kerelik yapılan işlerdendir. Sonraki yıllarda okunması, tekrar tekrar basılması da gerekmemektedir belki. Eserleri arasında önemsenen bir yer işgal etmemektedir. Ama bunu yazan Balzac olduğu için elbetteki değerlidir. Balzac bu kitapçıkla, her şeyi mesele yapan büyük bir yazarın sıradanlığı parçalayıp esas gerçeği gün yüzüne çıkarma ihtiyacını geçici bir zaman için giderir. Tıpkı Eldivenin Geleneksel Tarihi, Süslenmenin Felsefesi, Gastronominin Fizyolojisi, Bir Şampanya Şisesinin Ahlaki Yönden İncelenmesi kitaplarında olduğu gibi ironi dolu eğlenceli metinlerde ele aldığı tipolojiler onu adım adım İnsanlık Komedyası’na götürmüştür.
Balzac bir ifşacıdır. Otuz yaşına geldiklerinde bütün sevgi beklentileri boşa çıkan çaresiz evlilikler içindeki kadınların gerçek hikayesini, zenginliği ve fakirliği, yokluğu ve şatafatı, debdebeyi, paranın ve siyasetin sunduğu yalancı iktidarın insanları ahlaken ne denli çürütebileceğini toplumun bütün tabakalarını içine alacak şekilde ele alır, mesele yapar ve adeta kağıda işler. Satırlarda öfkeli ve zeki bir elin kazmak ya da nakşetmek için gereğinden fazla güç uygulayan darbeleri hissedilir. Bu nedenle, her köşe başında kendine sayısız düşman edinir. Ne var ki eleştirilerden ve düşmanlıklardan etkilenmeyecek kadar büyük, yaşam dolu ve içten gelen bir gücün tesirindedir.
Balzac, “En iyi esinler bana hep en derin korkuları ve çaresizlikleri yaşadığım saatlerde gelir” demiştir ve Çalışanın Fizyolojisi bir bakıma esin gelmeyen zamanlarda yaptığı işlerdendir. Bu sayede çok cesur ve korkusuzca kalemini kılıca dönüştürüyor, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kaybolan insanların ruh hallerini kelimenin tam anlamıyla ifşa ediyordu. “Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir haziran böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir.” diyordu. “Oğlunuza özel bir gelir ya da toprak bırakamayacaksanız...oğlunuza tüm bu eksiklikleri telafi edecek bir deha da aktaramadıysanız, o barbarca, acımasız, ölümcül ifadeyi asla ve kat’a kullanmayınız: ‘o bir memur olacak!" diyordu.
Sanat ve düşünce insanının devlet memuru kadar değer görmüyor oluşunun hesabını sorması gerekiyordu. Büyük Fransız halkının bu büyüklüğünü kaynağına iade etmesi ve ‘memur zihniyetli’ insanların toplumu teslim almasına karşı çıkıp bir şey söylemesi gerekiyordu. Onlar söylemiyorsa eğer, Balzac bütün bir halkı adına bunu yapabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyordu kendisini esin gelmediği zamanlarda.
Heyecansız memurlar için, “Onun için atmosferin durumu koridorların havasıdır, vantilatörsüz odaları dolduran erkek soluğudur, kağıtların ve tüy kalemlerin rayihasıdır; onun toprağı döşeme taşları ya da odacının süzgeçli sulama kabıyla ıslatıp nemlendirdiği, yama yama acayip molozların süslediği parke zeminidir. Gökkubbesi bakıp bakıp esnediği tavan, fiziki çevresi de uçuşan toz zerreleridir.” derken elbette açıkça küçümsüyordu. Bütün memurlar adına havasızlıktan boğulacak gibi oluyor, ayağını toprağa basma ihtiyacı duyuyordu.
Çalışanın Fizyoloji, farklı memur tiplerinin herkesin gözü önünde olduğu halde görünmeyenlerini içeren bir eğlenceli metindir. Benim açımdan fazlasıyla bildik ve tanıdık tipler ve konular bunlar. Genel olarak güncelliğini koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat kitapta bir yer var ki hepsinden daha eğlenceli ve şaşırtıcı. Bu, Özel Kalem tipine dair anlattıkları kısım.
Geçmişinde -1 günlüğüne de olsa- Özel Kalem müdürlüğü yapıp, daha fazla acı çekmemek için kendi isteğiyle derhal ayrılmış biri olarak Özel Kalem tipi beni de yakından ilgilendirdiği için belki de en çok ilgimi çeken yer burası oldu.
Bölüme şöyle başlıyor Balzac: “Özel kalem her daim genç bir adamdır. Yetenekleri ve yetileri sadece bakanın kendisine malumdur.” Sonrasında şöyle şeyler söylüyor:
“Bakanın şikâyetlerini dinler ve onunla birlikte güler. Bakanın maşası rolünü oynar, gazetelerle, lobilerle, editörlerle tatlı tatlı konuşur. Bakanın çeşitli çıkarlarıyla arasındaki gizemli bağlantıdır. Günah çıkartma hücresindeki bir rahip gibi ağzı sıkıdır: hem bilir hem bilmez; bazen her şeyi bilir, bazen hiçbir şeyden haberi yoktur. Neşeden gözleri pırıl pırıl olmalıdır; bakanın kendisi hakkında diyemediğini o diyebilir. Son olarak, onun refakatindeyken bakan kendisi olmaya cüret edebilir...” (sf.59)
“Bu genç adam tam olarak bir devlet adamı değildir, ama siyasetçidir. Arada sırada tek kişilik bir partinin siyasetçiliğini yapar. Neredeyse her daim çok genç olan özel kalem...sadık bir dost rolü oynar, onu pohpohlar ve tavsiyelerde bulunur. Daha iyi danışmanlık verebilmek için dalkavukluğa mecbur olur ya da danışmanlık veriyormuş gibi gözükmek için onu pohpohlar. Bu işi yapan neredeyse tüm genç adamların solgun bir yüzü vardır. Denilen şeyi onayladıklarını ya da onaylamadıkları intibaını uyandırdıkları aralıksız kafa sallama hareketleri, bize kafalarında tuhaf bir şeyin olup bittiğini anlatır. Ne derseniz deyin, ayrım yapmadan onaylar. Özel kalemlerin dağarcıkları, ‘ama’lar, ‘gelgelelim’ler, ‘ne de olsa’lar, ‘ben olsam’lar, ‘sizin yerinizde olsamlar’la (bunu çok kullanırlar) doludur. Yani çelişkilere çıkan tüm ifadelerle.” (sf.59)
Özel kalem tipi, kendine ait olmayan bir güce yaslanan her insanda olduğu gibi dalaverelere bel bağlamak zorundadır. Saygınlık ve prestij için yapamayacağı çok az şey vardır. Gücün her zaman içinde, yanında ve yakınındadır, gerektiğinde kullanım hakkına da sahiptir ama hiçbir zaman gerçek bir iktidar duygusuna sahip değildir. Bu yakıcı hâl, iktidarın asıl kaynağına gün geçtikçe daha fazla bağlanma ve onu yüceltme ihtiyacı doğurur. Bir süre sonra yüceltmelerine devam edebilmek için bu kez kendisini yüceltecek birilerine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, kendinden verdikçe eksildiğini hissederek arası giderek açılan güç karşısında her geçen gün değersizleşiyor ve önemsizleşiyormuş hissine kapılır. Hayatı boyunca kurtulmak istediği bu his hiç olmadığı kadar bütün ruhunu sardıkça bundan kurtulmak için gerçek sahibi olmadığı gücü kendininmiş gibi gören insanlar arar ve bu sayede iktidarla bağ kurma arayışında hazır bekleyenlerin en zayıfları arasından çok geçmeden bulur. Sonrasında her iki taraf da birbirini kullanır ama günün sonunda iki taraf da her güçsüz insanda olduğu gibi güçle temas ettikçe zayıflıklarının esiri haline gelerek büyüklük kompleksine kapılıp her sıradanlıktan kahramanlık çıkarmaya çalışır.
Sonrasındaysa bir Balzac çıkar işte ve bu görkemli rüya acı bir sonla nihayet bulur.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
İlginç diyorum çünkü Balzac’ı Balzac yapan eserlerine pek de benzemiyor. Roman deseniz değil, deneme değil, anı değil, kronik değil, kendine özgü bir tür gibi. Sanki Balzac, onca zorluğun ve mücadelenin içinde beş parasız boğuşurken asap bozucu bir biçimde ‘kapağı devlete atıp’ anlamlı hiçbir şey yapmaksızın ‘salla başını al maaşını’ konforunda yaşayan memurların üzerinde oluşturdukları zehirli etkiden kurtulup yoluna devam edebilmek için gerçekte ne olduklarını ifşa etmek ve kaleminin üzerindeki yüklerinden kurtulup esas işine dönebilmek için verdiği bir arada içinde biriken duyguları ifadeye döküyor. Sonuç nasıl olursa öyle bir tür içinde bu insan tipiyle toplumun gözleri önünde hesaplaşmak istiyor.
Her bir memur tipini ayrı ayrı ifşa edip maskesini düşürmek, ‘dünyanın en aydınlanmış ulusu’ dediği Fransa’yı -kendi ifadesiyle- ‘aptal yerine koyan’ bu insanlarla hesaplaşarak bir yazarın en önemli görevini, toplumunu gerekirse kendi kendisine karşı savunma misyonunu yerine getiriyor. Devlet memuru tipi neyi simgeliyor ya da neyi çağrıştırıyorsa Balzac bunun tam karşı kutbunu temsil ediyor çünkü.
Kendisini Balzac’çı olarak tanımlayan biyografi sanatının büyük ismi -kutup yıldızı mı demeli!- Stefan Zweig, ‘Fransız edebiyatının Napoléon’u dediği hukuk fakültesi öğrencisi Balzac’tan, “Yirmi yaşındaki gencin, noter ya da avukat olmak yerine bir yazar, bir edebiyatçı, bağımsızca eserler yaratan bir insan olmak istediğini açıklaması, böyle bir şeyi hiç tahmin etmeyen ailede şok etkisi yaratır.” diye bahseder.
Yazarların en hayalperestlerinden biri olarak kabul edilen Balzac, hukuk gibi, mesleklerin en realistiyle karşılaştığında muhtemelen dayanılmaz acılar çekmiş, bu realist dünya karşısında kendisini fazlasıyla savunmasız ve korunaksız hissetmiştir. Edebiyat, onun için bir seçim değil kor halinde yanan karmaşık ruh dünyasının kurtuluşa ermek için zorunlu olarak kendini attığı bir ateş, ateşin en parlak halindeyken yukarı doğru yaptığı bir atılış haliyle geçtiği yeni bir faz belki de.
Bu geçişin tamamlanabilmesi için Balzac’ın hayatta yapamadığı ya da başarısız olduğu ne varsa ateşe atıp yakması gerekiyordu ve de. Kalemi sertti bu yüzden. Kendini yeniden kurmak ve bağımsızlığa ulaşmak için yakması gereken şeylerin ilk sırasında toplumu aldatan insanlar geliyordu ve memurları da bu insanlar arasında görüyordu. Hukuk fakültesinden birilerini birilerine karşı değil toplumu topluma karşı savunabilmek için ayrılıyor, adaletsizliklerin görüldüğü mahkemeler yerine ortaya çıktığı hayatın diplerine dalıyordu.
“Hissettiği tek şey, içinde nereye yönlendireceğini bilmediği bir güç olduğuydu” ve bu güç, ateşin koru arttıkça daha fazla şey yakmaya ihtiyaç duyuyordu. Siyasetin, toplumsal hayatın ve sahte ahlakın çürümüş yanlarını yakarak temizleyebileceğini düşünüyordu.
Balzac, sadece yüreğinde değil davranışlarında da cesur olmak istiyordu. Sadece söyleyerek değil yaparak, karşı çıkarak, acı çekerek yüreğindeki cesareti hissedebiliyordu. İş hayatında ve özel ilişkilerindeki bütün başarısızlıklarından da yazarak değil yakarak kurtuluyordu. Çalışanın Fizyolojisi, tipik bir Balzac kitabı, keskin kaleminden süzülen edebi eser gibi değildir bu yüzden. Yüreğiyle değil beyniyle, ruhuyla değil keskin gözleriyle yazmıştır.
Yazmak için yakmak zorunda olduğu türden, sadece bir kerelik yapılan işlerdendir. Sonraki yıllarda okunması, tekrar tekrar basılması da gerekmemektedir belki. Eserleri arasında önemsenen bir yer işgal etmemektedir. Ama bunu yazan Balzac olduğu için elbetteki değerlidir. Balzac bu kitapçıkla, her şeyi mesele yapan büyük bir yazarın sıradanlığı parçalayıp esas gerçeği gün yüzüne çıkarma ihtiyacını geçici bir zaman için giderir. Tıpkı Eldivenin Geleneksel Tarihi, Süslenmenin Felsefesi, Gastronominin Fizyolojisi, Bir Şampanya Şisesinin Ahlaki Yönden İncelenmesi kitaplarında olduğu gibi ironi dolu eğlenceli metinlerde ele aldığı tipolojiler onu adım adım İnsanlık Komedyası’na götürmüştür.
Balzac bir ifşacıdır. Otuz yaşına geldiklerinde bütün sevgi beklentileri boşa çıkan çaresiz evlilikler içindeki kadınların gerçek hikayesini, zenginliği ve fakirliği, yokluğu ve şatafatı, debdebeyi, paranın ve siyasetin sunduğu yalancı iktidarın insanları ahlaken ne denli çürütebileceğini toplumun bütün tabakalarını içine alacak şekilde ele alır, mesele yapar ve adeta kağıda işler. Satırlarda öfkeli ve zeki bir elin kazmak ya da nakşetmek için gereğinden fazla güç uygulayan darbeleri hissedilir. Bu nedenle, her köşe başında kendine sayısız düşman edinir. Ne var ki eleştirilerden ve düşmanlıklardan etkilenmeyecek kadar büyük, yaşam dolu ve içten gelen bir gücün tesirindedir.
Balzac, “En iyi esinler bana hep en derin korkuları ve çaresizlikleri yaşadığım saatlerde gelir” demiştir ve Çalışanın Fizyolojisi bir bakıma esin gelmeyen zamanlarda yaptığı işlerdendir. Bu sayede çok cesur ve korkusuzca kalemini kılıca dönüştürüyor, bürokrasinin karmaşık labirentlerinde kaybolan insanların ruh hallerini kelimenin tam anlamıyla ifşa ediyordu. “Bir çalışan, doğa tarihi yasalarından bihaber bir haziran böceğinden daha fazla sorumluluk sahibi değildir.” diyordu. “Oğlunuza özel bir gelir ya da toprak bırakamayacaksanız...oğlunuza tüm bu eksiklikleri telafi edecek bir deha da aktaramadıysanız, o barbarca, acımasız, ölümcül ifadeyi asla ve kat’a kullanmayınız: ‘o bir memur olacak!" diyordu.
Sanat ve düşünce insanının devlet memuru kadar değer görmüyor oluşunun hesabını sorması gerekiyordu. Büyük Fransız halkının bu büyüklüğünü kaynağına iade etmesi ve ‘memur zihniyetli’ insanların toplumu teslim almasına karşı çıkıp bir şey söylemesi gerekiyordu. Onlar söylemiyorsa eğer, Balzac bütün bir halkı adına bunu yapabilecek kadar güçlü ve cesur hissediyordu kendisini esin gelmediği zamanlarda.
Heyecansız memurlar için, “Onun için atmosferin durumu koridorların havasıdır, vantilatörsüz odaları dolduran erkek soluğudur, kağıtların ve tüy kalemlerin rayihasıdır; onun toprağı döşeme taşları ya da odacının süzgeçli sulama kabıyla ıslatıp nemlendirdiği, yama yama acayip molozların süslediği parke zeminidir. Gökkubbesi bakıp bakıp esnediği tavan, fiziki çevresi de uçuşan toz zerreleridir.” derken elbette açıkça küçümsüyordu. Bütün memurlar adına havasızlıktan boğulacak gibi oluyor, ayağını toprağa basma ihtiyacı duyuyordu.
Çalışanın Fizyoloji, farklı memur tiplerinin herkesin gözü önünde olduğu halde görünmeyenlerini içeren bir eğlenceli metindir. Benim açımdan fazlasıyla bildik ve tanıdık tipler ve konular bunlar. Genel olarak güncelliğini koruduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fakat kitapta bir yer var ki hepsinden daha eğlenceli ve şaşırtıcı. Bu, Özel Kalem tipine dair anlattıkları kısım.
Geçmişinde -1 günlüğüne de olsa- Özel Kalem müdürlüğü yapıp, daha fazla acı çekmemek için kendi isteğiyle derhal ayrılmış biri olarak Özel Kalem tipi beni de yakından ilgilendirdiği için belki de en çok ilgimi çeken yer burası oldu.
Bölüme şöyle başlıyor Balzac: “Özel kalem her daim genç bir adamdır. Yetenekleri ve yetileri sadece bakanın kendisine malumdur.” Sonrasında şöyle şeyler söylüyor:
“Bakanın şikâyetlerini dinler ve onunla birlikte güler. Bakanın maşası rolünü oynar, gazetelerle, lobilerle, editörlerle tatlı tatlı konuşur. Bakanın çeşitli çıkarlarıyla arasındaki gizemli bağlantıdır. Günah çıkartma hücresindeki bir rahip gibi ağzı sıkıdır: hem bilir hem bilmez; bazen her şeyi bilir, bazen hiçbir şeyden haberi yoktur. Neşeden gözleri pırıl pırıl olmalıdır; bakanın kendisi hakkında diyemediğini o diyebilir. Son olarak, onun refakatindeyken bakan kendisi olmaya cüret edebilir...” (sf.59)
“Bu genç adam tam olarak bir devlet adamı değildir, ama siyasetçidir. Arada sırada tek kişilik bir partinin siyasetçiliğini yapar. Neredeyse her daim çok genç olan özel kalem...sadık bir dost rolü oynar, onu pohpohlar ve tavsiyelerde bulunur. Daha iyi danışmanlık verebilmek için dalkavukluğa mecbur olur ya da danışmanlık veriyormuş gibi gözükmek için onu pohpohlar. Bu işi yapan neredeyse tüm genç adamların solgun bir yüzü vardır. Denilen şeyi onayladıklarını ya da onaylamadıkları intibaını uyandırdıkları aralıksız kafa sallama hareketleri, bize kafalarında tuhaf bir şeyin olup bittiğini anlatır. Ne derseniz deyin, ayrım yapmadan onaylar. Özel kalemlerin dağarcıkları, ‘ama’lar, ‘gelgelelim’ler, ‘ne de olsa’lar, ‘ben olsam’lar, ‘sizin yerinizde olsamlar’la (bunu çok kullanırlar) doludur. Yani çelişkilere çıkan tüm ifadelerle.” (sf.59)
Özel kalem tipi, kendine ait olmayan bir güce yaslanan her insanda olduğu gibi dalaverelere bel bağlamak zorundadır. Saygınlık ve prestij için yapamayacağı çok az şey vardır. Gücün her zaman içinde, yanında ve yakınındadır, gerektiğinde kullanım hakkına da sahiptir ama hiçbir zaman gerçek bir iktidar duygusuna sahip değildir. Bu yakıcı hâl, iktidarın asıl kaynağına gün geçtikçe daha fazla bağlanma ve onu yüceltme ihtiyacı doğurur. Bir süre sonra yüceltmelerine devam edebilmek için bu kez kendisini yüceltecek birilerine ihtiyaç duyar. Aksi takdirde, kendinden verdikçe eksildiğini hissederek arası giderek açılan güç karşısında her geçen gün değersizleşiyor ve önemsizleşiyormuş hissine kapılır. Hayatı boyunca kurtulmak istediği bu his hiç olmadığı kadar bütün ruhunu sardıkça bundan kurtulmak için gerçek sahibi olmadığı gücü kendininmiş gibi gören insanlar arar ve bu sayede iktidarla bağ kurma arayışında hazır bekleyenlerin en zayıfları arasından çok geçmeden bulur. Sonrasında her iki taraf da birbirini kullanır ama günün sonunda iki taraf da her güçsüz insanda olduğu gibi güçle temas ettikçe zayıflıklarının esiri haline gelerek büyüklük kompleksine kapılıp her sıradanlıktan kahramanlık çıkarmaya çalışır.
Sonrasındaysa bir Balzac çıkar işte ve bu görkemli rüya acı bir sonla nihayet bulur.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)