Necdet Subaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necdet Subaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2022 Cuma

Konuştuğu gibi yazmak

Sık sık insanoğlunun en nezih keşfinin yazı olduğunu düşünüyorum. Açık söylemek gerekirse yazı sesten de histen de öte geliyor bana ve yazıyla her karşılaşmam, her irtibatım, her deneyimim farklı bir boyutta hayrete dönüşüyor. Meseleyi derli toplu ele alan düşüncenin belirli bir düzen içinde zihnin imbiğinden süzülmüş hâli görüntüyü berraklaştırdığı kanaatindeyim. Kitaplar bu berraklığın zirveye doğru yükselen dağı oluyor. Okur ne kadar yükseğe çıkabilirse perspektif o kadar genişliyor. Bu değerlendirme elbette sesin, sözün, konuşmanın ehemmiyetsiz olduğu anlamına gelmiyor. Üslubu ve derinliği olan samimiyeti ve hissiyatı barındıran söz de aşağı kalır değil. Nitekim ikisi arasında analoji kurulduğu vakidir. Örneğin bazı insanlara kitap gibi konuşuyor tabiri yakıştırılır. Öylesi insanlarla karşılaşmak rahatlatmakla, dinlendirmekte kalmaz öğretir de. Dili öğretir, üslubu öğretir, nezaketi, zarafeti, tecrübeyi öğretir. Maalesef bu insanlar azdır ve pek kadri kıymeti de bilinmez.

Kitap gibi konuşanların dışında bir de hitap gibi yazanlar vardır. Daha doğrusu hitap eder veya konuşur gibi yazanlar. Bunun bir adım ötesi konuştuğu gibi yazanlardır. Gözlemlediğim kadarıyla genellikle yazarların/şairlerin konuşmaları yazmaları gibi olmuyor. Yazdıkları ve söyledikleri aynı birikime ve düşünsel havuza dayanıyor şüphesiz fakat bu iki eylemde aynı tarz, aynı üslup, aynı akış bulunmuyor. Satıra dökülen üslupla dilde sadır olan farklı cereyan ediyor. O estetik ve bilge bütünlük sağlanamıyor. İkisini bir potada eriten ise yok denecek kadar az olsa gerek. Bu yazıya konu olan kitabın yazarını onlardan biri olarak görüyorum. Uzun süredir eserlerine aşinayım. Önce akademik kitaplarıyla tanıdım, sonra televizyon ekranından takip ettim. Kısa bir süre öncesinde de yüz yüze tanışma fırsatı buldum. Necdet Subaşı’dan bahsediyorum. Bu kanaatim, akademik eserleri bir yana son yıllarda ağırlık verdiği edebi eserlerindeki dil ile konuşması arasındaki uyumdan dolayı. Kısacası Necdet Subaşı konuştuğu/konuşur gibi yazıyor ve yazdığı gibi de konuşuyor. Yaklaşınca Haber Ver bu örneğin -şimdilik- sonuncusu. Kısa süre önce Mahya Yayıncılık’tan çıkan eser iki yüz kırk sayfadan oluşuyor. Kitapta çoğunluğu 2018 olmak üzere geçtiğimiz dört yılda yazılmış yetmişten fazla deneme yer alıyor.

Yaklaşınca Haber Ver eleştiri kadar ziyadesiyle özeleştiri içeriyor. Hatta Necdet Subaşı kitabın hemen başında bir tanıdığının akademi dışı yazdığı kitaplara yönelik ‘sert’ eleştirisini ekleyerek bir özeleştiriyle giriş yapıyor. Eleştirinin üç temel noktası bulunuyor. Bunlardan ilki Necdet Subaşı’nın yazdıkları kişisel konular etrafında şekillendiği, bu konularda bıçak sırtı meselelere girmekten çekindiği ve amacının kendini mutlu etmeye yönelik olduğu; ikincisi, bu eserlerde derinlik ve mesaj kaygısı bulunmadığı; üçüncüsü ise ulvi bir misyonu olmayan bu yazıların Ümmet’in herhangi bir derdine çare sunmadığı yönünde. Necdet Subaşı bir süre etkisinde kaldığını belirttiği bu eleştirileri dikkate almakla birlikte kendisi olarak devam vermeyi uygun bulduğunu belirtiyor.

Büyük anlatılar, teorik çözümlemeler, idealist reçeteler önemli olabilir fakat çoğu zaman gündelik hayatın akışıyla teğet bile geçmeyen bu uğraşları bir daha sorgulamamız gerekiyor sanıyorum. Farkında değiliz belki ama kendimize dünyayı kurtarmak gibi aşırı-misyon yüklediğimizde insana ulaşmayan hamasi söylemlerin, elitist tavırların kurbanı oluyoruz. Dokunduğumuz ya da bize dokunan da aynı akıbete uğruyor. Oysa hayat kendi akışında devam ediyor ve belki de her şey bu kadar çetrefilli değil. Sorunlar kolayca çözülebilir, sorular basitçe cevaplanabilir şeylerdir. Necdet Subaşı’nın yazdıkları her defasında bunları getiriyor aklıma. İnsanı basite indirgemeden meselelere basitçe yaklaşmak gerekiyor olabilir. Zira aksi çözümsüzlüğü üretiyor.

Kitabın içeriğine gelirsek, çoğunlukla olanı yazmak zordur. Daha doğrusu, zor olan doğal olanı, olağan olanı yazmaktır. Çünkü olağanlık pek ilgi çekici değildir. İnsan söz konusu olduğunda ilgi çekici bir kurguya, olağanüstü bir anlatıya ihtiyaç duyulur. Necdet Subaşı merceğini doğal olana, olağan olana tutuyor. Bu yöntem ona yaşam kadar ölümün de hayatın içinde yer aldığını ve tükenişlerin, eksikliklerin, sorunların, kötülüklerin en az iyilik ve mutluluklar kadar hayatın parçası olduğunu söylemesine müsaade ediyor. Hayatı zorlaştıran meselelerin aslında kurgu olup olmadığını sorgulatıyor.

Necdet Subaşı bugünün gündelik hayatının içinden yazıyor fakat nostaljiyle kurduğu sıkı temas ayrıksı bir görüntü vermesine yol açıyor. Gelecek endişesi varmış gibi durmadan geçmişe yönelmesi geçmişte yaşıyor ya da orada kalmak istiyor izlenimi veriyor. Hemen hemen her konuda geçmişe gidiyor ve bir şeyler getirip anlatıyor fakat anlattıklarının öznel hissiyatını kısmen yansıtırken edebi ruhaniyetini gizli bırakıyor. Bu ketlemeyi kasıtlı mı yapıyor bilemiyorum ama bazı yerlerde edebi ruhaniyet dediğim şeyi görmek mümkün olabiliyor. Örneğin “Geçenlerde o günlerden kalma bir defteri incelerken en çok da cildinin yıpranmışlığı dikkatimi çekmişti. Eğer dikkat edilse onların üzerinde avuç içlerimizin bütün sıcaklığını, terini ve donmuşluğunu görmek mümkündü.” diyerek aslında ‘edebiyat parçalamada’ da ehil olduğunu gösteriyor.

Edebiyat demişken, edebiyat bir dereceye kadar özneldir çünkü edebi metinde varoluşu gereği daha fazla kişinin ortak paydada buluşması için olabildiğince geniş bir çerçeve çizilir. Necdet Subaşı ise yazılarındaki tercihini kişisel tecrübeye indirgemeden yana seçiyor. Bu yazılarda okur kendi hayatına paralellikler kurulabilir elbette fakat öznelliğin dozu önemli sanıyorum. Örneğin Necdet Subaşı’nın hayatına giren insanları en ince detayına kadar hatırlaması ve yazması onun anlatının genelleştirilmesine engel olan şeylerin başında geliyor diye düşünüyorum. Öte yandan bu kadar ismi, bu kadar yüzü, bu kadar detayı hatırlamak benim gibi isim ve yüz hafızası kötü olan biri için pek anlaşılır değil. Okurken bile yoran bu detayların yazarı yormadığı bir dünya tahayyül edemiyorum.

Necdet Subaşı okumak farkındalığımı arttırıyor diyebilirim. Bazen zihinde var olan, dolayıp duran, kendini belli eden ama bariz şekilde ortaya çıkmayan düşünceler oluşur. Sonra birinin konuşmasında veya bir metinde denk gelince ‘işte bu, havsalamda vardı bu vesileyle açığa çıktı, somutlaştı’ dersiniz. Şahsen Necdet Subaşı yazılarında (ve konuşmalarında) bu durumla sık sık karşı karşıya kalıyorum. Kısacası zihnimde var olan şeyi derli toplu şekilde o ifade ediyor.

Kitaptaki denemeler birçok kimlik altında yazılmış. Evlat, baba, dost, sosyolog, hoca, okur, yazar, bürokrat… Bazı yazılarında tek kimlik, bazı yazılarında birkaç kimliği bir arada kullanılmış. Elbette dini hassasiyetler ve manevi değerler üzerinde şekilleniyor bu yazılar. En önemlisi sanıyorum eleştirilerine kendisini de ekleyerek özeleştiriye dönüştürmesi. Malumdur, bizde eleştiri katiyen sevilmez, özeleştiri zinhar yapılmaz.

Necdet Subaşı değerlendirmeleri ile temelde insan olmanın hâllerini, fıtratı çözümlüyor. Denemelerde hayat ve ölüm iç içe geçiyor. Her ikisinin de doğallığı kadar insanda hem yaraya hem merheme dönüştüğünü gösteriyor. Hayatımıza giren çıkan insanlardan, bizde bıraktığı etkilerden bahsediyor. Günlük hayat pratiklerini ele alırken bu pratiklerin uzanabildiği tüm alanlara değiniyor. Ev, sokak, işyeri ve toplum içinde aile, akraba, arkadaş, insan ilişkilerine değiniyor. Siyaset, eğitim kuruluşları, bürokrasi gibi kurumsal yapılar da bundan nasibini alıyor. Taşra ve kent hayatının dinsel motiflerini araya giriyor ve bu arada kuşaklar arası değişime dikkat çekerken aslında dini hassasiyeti olanların dönüşümünü vurguluyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

22 Ağustos 2021 Pazar

Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?

"Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu, yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum, ölmeden hatırlamak."
- Sezen Aksu

İnsanoğlu, yaşı kaç olursa olsun önünde hep uzun bir yol olduğunu düşünür. Bilhassa gençler için bu yol tarifi mümkün olmayan yerlere ulaşacak kadar uzun, geniş ve parlaktır. Oysa hayat, içinde barındırdığı dertlerle insanı karşılar. Ta en başından bu böyledir. Doğarız ve sanki nice dertlerle çevrili bir hayat dairesinin içinde hapsoluruz. Başımıza gelenler karşısında şaşkınlığa uğramamız hep bundandır. Halbuki biraz kalp gözüyle bakıp da görebilsek, bu dert denen şeylerin bizi olgunlaştırmak, yürüdüğümüz yol boyunca istikametimizi korumak için verilmiş birer fener olduğunu yakalayabiliriz. Böylece sürekli şikayet etmek yerine şaşırmanın vadisinde biraz dinlenip, kendimize hayat dersleri çıkarabiliriz. Hani Sâmiha Ayverdi, Ateş Ağacı'nda "Hayatta olan şeylere 'neden' diyen kimse acemidir" diyor ya, eh, durum biraz böyle bizler için. Çoğu zaman dersimizi hayatın ta kendisinden alıyoruz.

Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey soru sormak. Çünkü sormadıkça, birilerinin bizim adımıza çoktan hazırlayıp sunduğu cevapların üzerine düşüveriyoruz. Ancak hazır cevaplarla ayağa kalkabilen kimseler olduğumuzda düşeceğimiz bir sonraki istasyon da hazır biçimde bizi bekliyor. Oldukça velud bir yazar olarak oldukça düşündüğü her hâlinden belli olan Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'ta kendisinin uzun yıllar evvel sorduğu besbelli olan sorulara şimdiki tecrübesiyle cevaplar veriyor. "Anladık ki ağlamadıkça bize bir şey vermiyorlar, anladık ki sızlamadıkça bizi gören yok; ama işin gerçek fasıllarını kavramak için yaşımızın bir hayli ilerlemesi gerekiyormuş" demesi de bundan olsa gerek. "Sosyolojiye ilgim vardı, psikolojiye uzak değildim, dinî inançlarım tartışma dışıydı, pazarlığa tabi olmayacak kabullerim, kimseye ödünç verilmeyecek hayallerim ve henüz bir Allah'ın kuluna açılmamış itiraflarım vardı. Sırtımda binbir meşakkatle taşıdığım yüklerin semeresi hayatın denklerini çözmeye yetiyor muydu?" sorusu, okurları henüz ilk sayfalardan itibaren 'tebessümünü koruyan bir ciddiyet' halkası içine alırken, onunla hemdert olacağını da belli ediyor. Zira Subaşı'nın kendisini yaktığını söylediği soru, bu kitapla buluşan tüm okurlar için de önemli bir başlangıç istasyonu: "Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?"

Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'taki her makalesine sıradan bir konu başlığı değil, hayatımıza yön veren ve dolayısıyla bizim de sık sık yönümüzü belirleyen meseleleri seçmiş. İmtihan, zaman, coğrafya, masumiyet, fıtrat, irade, ruh, nefis ve beden, kalp, idrak, anne, cinsiyet, dil, din, zamanın ruhu, kökler, kültür, tarih, göç, kabile, kuşak, gelenek, ahlak, düzenlilik, yetişme süreçleri, müfredat, muhit, güvenlik, anlam arayışı, bilme biçimleri gibi meseleler; farkında olarak ya da olmayarak hayata bıraktığımız izi belirlerken aynı zamanda bizde iz bırakmış meseleler. Subaşı belki de bu başlıkların sık sık yapıldığı gibi birbirinden ayrı olarak değil, yekpare biçimde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kendi fıtratımızdan bahsederken üzerinde doğup büyüdüğümüz coğrafyadan bahsetmemek mümkün mü? Ailemizden bahsederken köklerimize, oradan da kültür ve tarih mirasımıza değinmemek olur mu? Bir düzenlilik arıyorsak bu aynı zamanda güvenlik ve muhit arayışımızla da ilgili değil mi? Ruh, nefis ve beden; kalpten ayrı düşünülebilir mi? Zamanın ruhunu anlayabilmek için tarihle ilgilenmemiz gerekmiyor mu? İşte tüm bu soruların peşine düşüyor Subaşı. Derdi bir cevap aramak, net bir sonuca ulaşmak değil. Ne kestirme ifadeler ne de buyurgan bir dile yanaşıyor. O, okuyucuyu bir dost bilerek, oldukça dostane dille ve "iki keklik bir derede su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar" misali bir anlam çemberi kuruyor.

Yaşı kaç olursa olsun, nasıl bir geçmişe ya da geleceğe sahip olursa olsun insanların sık sık başladığı yere döndüğü bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar gün olur hayatımıza coşku, tutku, neşe, huzur ve kuvvet katar, gün olur; durgunluk, bezginlik, yorgunluk, anlamsızlık, bedbahtlık verir. İki arada bir derede kaldığımız gibi iki ileri bir geri gidişimiz de hayatın en olağan hâlidir. Asıl mesele şekilden ziyade derttedir. Mesele durmak değil, neden durulduğudur. Gitmek değil, neden gidildiğidir. Anlam boşluğuna düşmek herkes için mümkündür ama bu boşlukta olduğunu dahi bilmemek büyük gaflettir. Feraset, yediğini içtiğini bildiğin kadar kendini ve hatta çevreni de iyi gözlemlemektir. İnsan bir şey bilecekse eğer bu her şeyin kendinde dağıldığı ve kendinde toplandığı olmalı. Anlam peşine düşmek kadar anlam boşluğuna düşmek de değerlidir ama mesele nereye düştüğünü bilmektir. Yeryüzü kaymak gibi yollar, manzaralı köprüler ve tertemiz konaklama yerlerinden ibaret değildir. Bataklıklar da vardır yokuşlar da, kuyular da vardır karanlıklar da. Dimdik durup dümdüz yürümek her insan için erdemli yahut havalı görünebilir ama her şey göründüğü gibi değildir. Hayat derdi içinde yeniden ayağa kalkıp daha isabetli fikirler edinmek, güzeli ve iyiyi tespit edip kuyudan su çıkarmak, bir çeşmede yüz yıkayabilmek için eğilmek de vardır, düşmek de, yuvarlanmak da. Nihayetinde "insan acizdir muhtaçtır fazla artistlik yapmamalıdır". Şair sözüdür ve elhak doğrudur.

"Bir anlam arayışının içinde doğarız ve ömrümüz bizi mütemadiyen tatmin edecek güçlü bir açıklama trafiğinin peşinde geçer. Hayat, bizi bulan sorularla ve bunları karşılayacak cevaplarla her dem yeni bir anlam kazanır" diyor Subaşı. Çoğu zaman insan, varoluşunu fiziki ve maddi yapısıyla kurduğunu, sürdürdüğünü düşünür. Oysa manevi yapı her şeydir. Din, ahlak, kalp günümüzde her ne kadar burun kıvrılan, dudak bükülen, 'bu çağa bir şey söyleyemeyen' duruma indirilse de insan için evet, her şeydir. Fakat bu her şey olan meseleler kolay cevaplanabilir sorular sunmaz. Samimiyet ister. Kimileri felsefeyle kimileri dinle "ben neden varım?" sorusunu cevaplamaya çalışır. Bir yandan da ahlak gelir, "gel de bana bir anlam ver ve hayatında bir yere koy!" der. Zordur ama şarttır bu kavramlarla dost olmak. Bir de kalp vardır ki o bozulunca her şey bozulur. Bu yüzden bir kalp taşıdığının bilincinde olmak ne kadar kıymetliyse o kalbi korumaya çalışmak da o kadar kıymetlidir:

"Kalbi kararmış bir dünyada değerli kalabilmek önemlidir ve aklı başında olan biri için iyi bir kalbe sahip olmaktan daha önemli bir şey yoktur. Kalbimiz varsa insanızdır, ondan yana rahatsak ancak o zaman hakiki bir öze ve sahici bir cevhere sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi mutlu hissedebiliriz. Onu taşımakla yüreklenir, onu korumakla kendimizi mutlu ve huzurlu hissederiz" diyor Subaşı ve bu önemli konuyu şöyle derinleştiriyor: "İyi, güzel ve doğru olana erişmek ve bütün bunları varlığımızla bütünleştirmek için sahip olmamız gereken tek şey sağlam ve canlı bir kalbe sahip olmaktır. Aklımız bize yol gösterir, gönlümüz bir şeylere meyleder, vicdanımız bizi adil kılar ama bunlarla bir ömür yol alabilmenin ön koşulu sağlam ve diri bir kalbe sahip olmaktan geçer. Kalbi kara olanın da kalbi fesat olanın da insan için iyi gelecek hiçbir yanı yoktur. Rezillikler orada pompalanır, bilumum kargaşalar onunla hayat bulur. Kötü kalp kendini dışarı vurduğunda ortada sadece fitne ve fesada bir yol bulunur. Oysa temiz ve hassas bir kalple biz, insanlığımızın her daim sınandığı bir imtihan alanında kendimizi bulmanın, fıtratımıza yönelmenin imkân ve ihtimallerini sürekli yoklar, iyi, doğru ve güzele karşı her daim hareket hâlinde olan bir duyarlılıkla hayatta yerimizi alırız."

COVID-19 pandemisiyle birlikte yediden yetmişe büyük bir boşluğun içine düştük. Cinsiyet, dil, din, ırk gözetmeden insanları ölümle burun buruna getiren ve sırf bu yüzden en insani, en demokratik virüs olarak gösterilen koronavirüs bazı şeyleri gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek için belki de bir imkân yarattı. Yine hepimiz; dinle, felsefeyle, kişisel gelişimle, psikolojiyle bir şeylere cevap aramaya başladık. Derdimiz Hayat, bana derdimizin her zaman hayat olacağını yeniden hatırlattı. Kitabı okurken, 'herkes bin bir şey yazıp söyledi şu süreçte, esas böyle kitaplar üzerinde durulmalı' diye düşündüm. Bunca zaman okuduğum binlerce kitap arasında çok ayrı bir yere koydum. Tıpkı Engin Geçtan'ın İnsan Olmak'ı, Hermann Hesse'nin Siddhartha'sı, Kuşeyrî'nin Risâle'si gibi. Özellikle hayata böyle farklı gözlüklerle bakmayı sevenler için bu örnekleri veriyorum. Derdimiz Hayat, Necdet Subaşı'nın bu coğrafya insanına ve bilhassa gençlere çıkardığı, günlük yaşamla iç içe geçmiş, oldukça samimi bir harita. Bir haritayla hayatın anlamına kavuşulmaz ama güzel bir hikâye kurulabilir. Tıpkı tam tersinin de olabileceği gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Müslümanların kamusal alanda temsili ya da imtihanı

“Tarih tekerrür etmez, fakat bize yol gösterir.”
- Timothy Synder, Tiranlık Üzerine

Bizler, göz boyayan tabiriyle ‘gelişmekte olan’, asli anlamıyla ‘gelişmemiş’ toplumlar, modernizmin nasıl hayatımızın içine usul usul girerek değiştirdiğini fark edemediysek sekülarizmin iliklerimize kadar doluşundan da haberdar olamadık. Bazı şeylerin zamanı geçtiğinde ehemmiyeti de kayboluyor. Hemen arkasından zamanı geçmeye aday yeni şeyler beliriyor ve onların da zamanı hızla geçiyor. Esasında tekerrür eden zaman değil, bizlerin ‘eşya’ karşısındaki tutumumuz. İçine saplanıp kaldığımız din mülahazalarında da aynı şey söz konusu. Belki, yeni bir çıkış arıyorsak saptanması gereken şey değişimin nasıldan ziyade neden olduğu olabilir. Bizler daha çok değişimin nasıl olduğunu ele alıyor gibiyiz. Sanırım yaşananı gözlemleyerek resmetmek ve/veya tanımlamak çok daha kolayımıza geliyor. Olguların değil olayların tecessüsündeyiz. Yaşadığımız değişim sosyolojik bir gereklilik mi veya siyasi tercihlerin sonucu mu ya da ekonomik şartların getirisi mi oluşuyla pek ilgilenmiyoruz. Veyahut ilgimiz, bilgeliğimizi inşa ettiğimiz ‘ithal ikame bilim’ oluyor. Dönüp dolaşıp her sorunumuzun müsebbibi olarak öne sürdüğümüz eğitim, sorunun kendisini barındıran kodlarıyla eğitim, bu sorunu ne oranda çözer? Daha ötesi bu yaşadıklarımız bir sorun mu, sanki ondan da emin değiliz. Kendisini muhafazakâr ya da dindar diye niteleyen kesim her şeyi kabullenmiş gibi eğlenceli bir yorgunluk ve konformist bir bıkkınlıkla kesif bir boşlukta kendinden geçmişçesine savruluyor. Hakikati popülizm, retorik ve hamaset ile perdeliyor.

Necdet Subaşı’nın oluşturduğu Kamusal Maneviyat kavramsallaştırması moderniteye ek olarak sekülarizmin de etkisiyle geldiğimiz yeri özetleyen bir tabir. Henüz moderniteyi ve postmodernizmi çözümleyememiş ve zihnimizde oturtamamışken bir yük daha biniyor dimağımıza. Vurgulananın modernite ve sekülarizmle ilişkisi olan kamu, edilgen olanın dinle irtibatlı olan maneviyat oluşu bize bunu söylüyor. Necdet Subaşı, Kamusal Maneviyat’ta bu topraklarda yaşayan Müslümanların dini ve dünyevi değerler arasındaki sıkışmışlık durumunu veya boşvermişlik tutumunu dile getiriyor. Teori ve pratik ya da ideal ile olanın çatıştığı bir alanda tüm bunlar yokmuş gibi davranmaya çalışan kesimin acziyetini gösteriyor. Mahya Yayıncılık etiketli iki yüz on iki sayfalık kitap beş bölümden oluşuyor. Yazarın çok yönlü okumaları ve engin birikiminin yansıması olan metin yormayan akademik üslubuyla dikkat çekiyor.

Din-devlet olgusuna tarihsel perspektiften bakan Subaşı, Tanzimat’la başlayan dinin pasifize ediliş sürecinin Cumhuriyet’le birlikte doruk noktaya çıktığını vurgulayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) kuruluş amacı ve işlevini sorguluyor. DİB’in, dinin kamusal alandaki kurumsallaşması örneği olması bir yana, devletin toplumu dizayn etme yöntemi olup olmadığı ve Osmanlı dönemindeki şeyhülislamlıkla benzerliği üzerinde duruyor. Süreci Cumhuriyet’in ilanından 2000’li yıllara kadar siyasi yapıyla eşsüremli olarak ele alarak siyaset kurumunun DİB ile kurduğu ilişkiyi irdeliyor. Buradan, siyasi erkin müdahaleleriyle şekillenen resmî din olgusunun kurumsallaşmanın temelini oluşturduğu sonucu çıkıyor. 1920’lerden itibaren katı olarak uygulanan Batılılaşma, modernleşme ve Kemalist elitizmin yol açtığı laik/seküler yaşam biçiminde dinin yorumu da nasibini alarak yeni form kazandığı görülüyor. Süreç 1990’lara gelindiğinde tersine dönerek dini temsillerin kamusal alanda etkisini arttırmaya başlamasıyla yeni bir maneviyatı ortaya çıkarıyor. Meselenin özü de burası aslında. Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği nokta, bu yeni maneviyatın dinin kaynakları ve gelenekle ilişkisinin niteliği oluyor. Müslümanların verdiği ‘ılımlı’ ya da ‘radikal’ tepkiler ele alınarak sonuçlarıyla değerlendiriliyor.

Kamusal Maneviyat’ta laik/seküler anlayışın şekillendirdiği ortamda oluşan dini anlayışın farklı alanlara yansımalarına da değiniliyor. Bunlara ulema-aydın-entelektüel analizi, Arapsaçına dönmüş eğitim konusu, yarıştırılan dindarlıkların neden olduğu yorgunluk, cemaatler, oryantalizm ile sömürgecilik ve onların uzantısı olan ‘İslamofobi’, Avrupa’daki İslami algı ve siyasi baskılara maruz kalan İslami kesim, Tarihin Sonu, Medeniyetler Çatışması, 11 Eylül olayları ve sonuçları gibi başlıkları sayabiliriz. Ayrıca Muhammed Arkoun (1928-2010), Ali Şeriati (1933-1977) ve Doğan Özlem’in değerlendirildiği müstakil başlıklar yer alıyor. Müellif, birbirinden farklı bu üç ismin dine bakışını yorumluyor.

İlgimi fazladan çeken birkaç detayı belirtmek isterim. Necdet Subaşı, Batı’nın kendisi için ‘klasik’ olarak tanımladığı ‘şey’den mülhem İslami geleneğin kaynaklarına bakmayı öneriyor. Böylelikle bugünü geçmişle bağlayacak ve geleceğe projeksiyon sunabilecek esaslı bir yorum ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor. Hayli iyi niyetli bu öneriye konu olan alanın hâlihazırda bazı cemaatler ve tasavvufi oluşumların tahakkümü altında olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Oraya girmek ‘savaşı’ daha da kızıştırabilir. Diğer yandan Müslümanların dini anlayışları üzerinden yaptığı çatışma ve gösterdiği reaksiyoner tavrın sebep olduğu durumu ‘din yorgunluğu’ kavramsallaştırmasıyla tanımlıyor. Bu kavram dinin nasıl araçsallaştırıldığını ve tüketildiğini veciz şekilde anlatıyor. Son olarak, İslami kesimin analiz edildiği bir çalışmada Türkiye’de felsefe alanında isim yapmış birinin (Doğan Özlem) din ile mesafeli duruşu ‘nesnel’ olarak değerlendirilebiliyor. Bu sonuncusu pek alışık olmadığımız bir durum.

Kamusal Maneviyat’ta Türkiye’deki ‘resmî’ İslami kurumsallaşma ve gündelik hayata yansımaları ele alınıyor. Yazar, sekülerleşen dünya ile bütünleşmeye çalışan Müslümanların sisteme eklemlenmek adına geçirdiği dönüşümü ve değişen dini anlayışı gözler önüne seriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

4 Şubat 2020 Salı

İnsanın arada kalmışlığına bir şerh

En son ne zaman bir kenara, bir köşeye, bir soteye çekilip kendinizi dinlediniz? Böyle bir şey artık lüks. Çocukken köyde en çok yaptığım şeylerden biri evimizin az ötesindeki mezarlığın yanıbaşında bulunan armut ağacına çıkıp ‘dinlemekti’. O anki aklımla kuşları, rüzgârı, sessizliği dinlerdim. Hayatın yoğunlaşarak zamanın daraldığı hissi veren günümüz dünyasında bu pek mümkün görünmüyor. Durup bir soluk almaya, neler oluyor diye etrafa bakmaya, gidişatı kontrol etmeye ihtiyacımız var. Kısacası aciziz ve nefeslenecek aralara muhtacız. Bu ihtiyaç giderilirse önce kendimizi sonra hayatımıza bir şekilde giren her şeyi dinlemeye, sorgulamaya ve anlamaya başlayabiliriz. Eğer daha sağlıklı ve nitelikli bir hayat istiyorsak buna zorunluyuz.

Necdet Subaşı, Mahir Zaman'la Yakaza Hâlleri’nde iç dünyasıyla söyleşirken insana kendisiyle iletişim kurmanın yollarından birini gösteriyor. İnsan kendisiyle iletişim kurar mı demeyin. Zira insanının bidayetten beri var olan kadim sorunudur iletişimsizlik. İnsanın hem kendiyle hem de çevresiyle, ‘diğeriyle’, ‘ötekiyle’ çözümleyemediği bu ontolojik duruma/soruna ister yozlaşma deyin ister yabancılaşma; farketmiyor. İsterseniz daha felsefi bir edayla ‘zamanın ruhu’ diyerek sorumluluğu insanın sırtından indirin. Yine farketmiyor. Mevzu, insanın evvela özüyle iletişimini kuramamasıyla başlıyor. İnsan kendini tanımıyor, ‘kendini bilmiyor’. Kendini bilmeyenin başka bir şey bilmesini beklemenin abesliğinin bile farkında değil.

Mahya Yayıncılık tarafından neşredilen yüz seksen dört sayfalık eser 2015’te yayınlanan bir radyo programında “irticalen yapılan konuşmaların” bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Bir konuşmanın yazıya aktarılmasından olsa gerek bir sohbet havasında cereyan ediyor metin. Dil açısından (yazı diline alışkın) okura farklı gelebilecek iki özelliği var Mahir Zamanla Yakaza Hâlleri’nin. İlki, konuşma dilini yazı dilinden ayıran en önemli özellik olan devrik cümlelerin yoğunluğu ve kısa cümleler. Kısa oluşları derin anlamlı olmalarına engel olmuyor. İkincisi ise metnin kısmen örtük bir anlam dünyası taşıyor olması. Bu örtük anlam karşısında elbette kepçeyi kazana daldıran kişi kendi nasibince faydalanacaktır. Şu da var ki, metindeki anlam dünyasının kimine derin ya da örtük gelmemesi de ihtimal dâhilinde. Detaylar, kaybolan anlamı bulma derdinde olan için bir anlam taşıyor. Zaman akmakla mahirdir. Bu maharetin gücü altında ezilen insanın en belirgin özelliği ise yakaza hâlinde olmak olabilir. Temelde ‘arada kalmışlığa’ işaret etse de yakaza kavramının her insanda açığa çıkışı farklılıklar gösterir. Buradaki gizem insanın kemalatıyla doğru orantılıdır şüphesiz.

Kitapta yazarın yaşamsal süreçte önemli bulduğu on dört kavram ele alınıyor. Sırasıyla yakaza, konuşmak, yol, aklıselim, dostluk, sıradanlık ve sıra dışılık, önyargı, kendini bilmek, zamanın ruhu, muhabbet, gurbet, niyet, dert ve vefa olguları değerlendiriliyor. Necdet Subaşı’nın İslami bir perspektiften kendine has bakış açısıyla ele aldığı bu kavramların anlamsal karşılığı ile hayat içinde bulduğu karşılık mukayese ediliyor. Okur, insanın zihninde olgunlaştırıp idealize ettiği değerleri hayatın akışı içinde yaşarken nasıl yozlaştırdığını, nasıl görmezden geldiğini, nasıl unuttuğunu görebiliyor.

Necdet Subaşı yaptığı değerlendirmelerde toplumsal gerçekliğimizle yoğurulmuş tecrübelerinden ve teorik bilgiyle pratik eylemin farkını ortaya koyan gözlemlerinden faydalanıyor. Yalın bir üslupla günlük yaşamdan, tarihten örnekler veriyor ve az da olsa literatüre değiniyor. Bu yöntemle bir yandan farkındalığı arttırarak anlattıklarına gerçeği konu ederken bir yandan da anlaşılır bir dille insana özüne, fıtratına, ruhuna dönmeyi salık veriyor. En çok da geleneğin, gelenekselin modern dünyanın pratikleri içinde nasıl eriyip kaybolduğunu gösteriyor.

Kitap, ‘insanın yaşarken geçirdiği aşamalar (onun) arada kalmışlığına nasıl etki eder’ sorusunun cevabını arıyor. Aidiyetlerin, geleneklerin, değerlerin süreç içindeki, ‘zaman içindeki’ dönüşümleri ve insanın nerede durduğu açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Meseleleri olabildiğince hassas ele alan Necdet Subaşı bu sosyolojik alanda bir arkeolog edasıyla ve kavramlara takla attırmadan olması gerekenle olan arasındaki farkı sade bir üslupla ortaya koymaya çalışmış. Belki de zamanla unuttuklarımızı hatırlatmayı denemiş. Amacı ne olursa olsun anlatılanlar hayatın dağdağası içinde insanın manevi tarafından gelen hafif bir esinti gibi dokunup geçerken zaman tüm maharetiyle akmaya devam ediyor. Şerh, düşüldüğüyle mi kalıyor; zaman gösterecektir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

11 Ekim 2019 Cuma

Tedâvülden kalkmayan kitaplar

Burada hayatım boyunca okuduğum, karıştırdığım, bir şekilde elime alıp oyalandığım kitaplardan söz etmiyorum. Herkes gibi ben de bir dünyanın içinden geliyorum. Herkes gibi beni de inşâ eden, yapılandıran, hatta çoğumuza ters gelse de kurgulayan bir arka plan var... / ... Burada hayatımızın hangi kesitinde, ne tür kitaplarla karşılaştığımızı anlatmaya çalışıyorum.
- Necdet Subaşı, Tedavüldeki Kitaplar

Kitapla ilişkimiz her ne olursa olsun onunla karşılaşmamızın mutlaka bir hikâyesi vardır. Kitap ya da okuma kimimiz için hiçbir anlam ifade etmezken kimimiz çocukluğumuzdan itibaren bunu uğraş hâline getirerek yaşamımızın önemli bir parçası yaparız. Bir kısmımız diğer işlerimiz arasında elden geldiğince okumayı devam ettirmeye çalışırken çok azımız okumayı hayatının merkezine koyarak diğer işlerini ona göre şekillendirme şansını yakalar. Okumanın, özellikle kitap okumanın ‘zul’ addedildiği toplumumuzda her ne kadar yeterince okumadan yapılıyor olsa da, yazarlık ve akademisyenlik evvela birer okuma işidir.

Duran Boz’un editörlüğünü yaptığı Okuma Hikâyeleri’nde yazarlığı ile tanınan (İslami değerleri önceleyen) isimlerin kitapla karşılaşmaları anlatılır. Eserde yer alan yazarların kendi kaleminden okumaya nasıl başladıklarını, neler okuduklarını, imkân(sızlık)larını ve sonrasında okuma eğilimlerinin neye evrildiğini öğreniriz. Aşağı yukarı benzer süreçlerden geçmiş, hemen hemen aynı kitapları okumuşlardır. Çok azı kitabın bol olduğu, bu konuda çevresinden destek aldığı bir ortamın içine doğmuştur. Çoğunluk ise kitaba lüks demenin bile tasavvurların ötesindeki bir yaşamın içinden gelmektedir. Yazılar kısa kısadır lakin vermek istenilen mesaj oldukça nettir: ‘Okuma uğraşı bu insanların hayatlarının şekillenmesinde çok önemli bir role sahiptir.’ Onlar okumanın hayatı nasıl değiştirdiğinin canlı görüntüsü olarak karşımızda durur. Yaptıkları çalışmalar, ulaştıkları başarılar bunun kanıtıdır.

Benzer yazıların tek kişilik ve uzun versiyonları da bulunuyor. Necdet Subaşı’nın okuma serüvenini anlatan Tedâvüldeki Kitaplar onlardan biri. Tedâvüldeki Kitaplar için müellifin hangi dönemde ne tür kitapların hayatına girdiğini anlattığı bir anı/eleştiri kitabı diyebiliriz. 2015’te Tezkire Yayıncılık’tan “Kritik Öyküler” alt başlığıyla baskısı yapılan eser kısa süre önce Mahya Yayıncılık tarafından beş yeni yazı eklenerek tekrar yayınlandı. Toplamda yirmi üç yazının yer aldığı kitap yüz yetmiş beş sayfadan oluşuyor. Her birinin sonuna tarih düşülen yazıların yeni eklenenler hariç (on sekizinin) 2015 yılının yaz döneminde kaleme alındığı görülüyor. Necdet Subaşı o yıl ‘tatilini’ yazarak renklendirmiş sanırım. Edebiyata ilgisinin en baştan beri var olduğunu belirten müellifin Türkçeye hakimiyeti çalışmayı üst seviyede tutuyor. Akıcı dili, geniş kelime haznesi, kapsamlı anlatımı bunun göstergesi diyebiliriz. Elbette sosyolog gözlemini de unutmamak gerekiyor.

İmam hatipli ve ilahiyat çıkışlı olan Necdet Subaşı din sosyolojisi alanında uzmanlaşmış bir akademisyen. Dolayısıyla yazılarında sadece teolog kimliğinin değil sosyolog kimliğinin de yansımaları görülüyor. Çocukluk döneminden başlayarak üniversite günleri de dâhil öğrencilik yıllarında yoluna çıkan kitapları dönemin ruhuyla birlikte ele alıyor. İsminin Tedâvüldeki Kitaplar oluşunun sebebi bu olsa gerek. Zira muhatabını 1970’li ve 1980’li yıllara götüren yazıları okurken o yılların hâlet-i rûhiyesini din referanslı bir perspektiften görebiliyorsunuz. Yalnız, geçen zamana inat söz konusu kitapların birçoğunun kullanımına devam edildiğinin de altını çizmek gerekiyor.

Necdet Subaşı’nın okuma serüveni babasının sayılı kitaplarını dizdiği küçük bir dolaptan hatırı sayılır kişisel kitaplığa kadar uzanıyor. Çocukluk dönemindeki okuma algısı üzerinde duran Subaşı, babasının tesiriyle okuma adabını edindiğini söylüyor. Kitaba ulaşma imkânının kitaba olan ilgi gibi az olduğu dönemler olmasına karşın yazarın çevresinde nitelikli ve ciddi bir okuma çabası olduğu anlaşılıyor. Yazarın babasının da aralarında olduğu bir grup genel anlayışın dışına çıkmaya çalışmaktadır. Toplumun geneli kitaba ve Kur’an’a geleneksel din algısıya bakmaktadır ve onlara göre kitap Kur’an ve ilmihâlle özdeşleşmiş bir olgudur. Dolayısıyla okumak da Kur’an ve ilmihâl okumakla sınırlıdır. Necdet Subaşı babası sayesinde bu algının dışında kalmış nispeten daha geniş bir kitap listesine ulaşabilmiştir. Ama henüz yolun çok başında olduğunu daha sonra anlayacaktır.

Kitapta, genelde Anadolu insanının özelde dindar kesimin maruz kaldığı uygulamaların tümüne rastlamak mümkün. Konjonktürel olarak siyasi ve ekonomik politikaların ötesinde ötekileştirilen, aşağılanan, yadsınan bu kesim kendi imkânlarıyla var olmaya ve direnmeye çalışıyor. Subaşı gibi din eksenli eğitime yönelenler (ya da yöneltilenler) bu direncin açığa çıkışıdır belki de. Diğer yandan resmî tarih kurgusuna uygun olarak şekillendirilen pedagojik uygulamaların söz konusu direnci güçlendirdiğini söylemek de mümkün. Yalnız bu direnç kısıtlıdır çünkü toplumun çoğunluğu söz konusu pedagojik tornadan geçtiğinde sistemin istediği karaktere dönüşmektedir. Yeri gelmişken, resmî tarih kurgusunun karşısında kutsal tarih kurgusunun olduğunu belirtmek gerekiyor sanırım. Hamaset ve retorikten ibaret kutsal tarih anlayışıyla hareket eden bu kesimin temsilcileri bugün iktidarın nimetlerinden faydalanarak kapitalist sistemden nemalanma yarışını sürdürüyor. Yazar hem resmî tarih kurgusuna hem de karşıt tez olarak kutsal tarih kurgusuna yer verilen kitapların toplumsal etkilerine değiniyor. Buradaki birbirine karşıt anlayışların ürettiği ideolojik holiganizm her iki yöntemin sığlıkta yarıştığını gösteriyor.

Necdet Subaşı, 1970’lerden 1980’lere gelinceye kadar geçen süreç içinde hem aldığı eğitim hem de yaptığı okumalar sonrasında içinde büyüdüğü ve yaşadığı İslami anlayışın bazı sorunları olduğunu gözlemliyor. Müdahale etmenin pek mümkün olmadığı bu sorunlu anlayışa karşı yapılan radikal çıkışlar problemi daha da büyütmektedir. Yeterli bilgi ve gerekli sağduyuya sahip olmadan dini metinlerin içine dalanlar ifrat ve tefrit batağına saplanarak en yakınlarına bile sert tepki vermekten çekinmemektedir. Çözüm sunmaktan bahsedenler başka sorunları ortaya çıkarmıştır. Radikal çıkışların özellikle Seyyid Kutub gibi eyleme dönük yazarları ‘eksik anlamadan kaynaklı hatalı yorumlamaya’ bağlayan Necdet Subaşı, bu tür kitapların belirli bir metodolojiye göre okunması gerektiğini belirtiyor. Yöntemsizlik savrulmalara neden olmuştur. Toplum bu süreçte sağ-sol, gelenekçi-modern gibi ayrıştırıcı çatışmaların içine girmiştir. Taklitçi seküler aydınlanma hareketinin sonuçlarıyla karşı karşıyadır. İlmi olarak eksik ve hatalı uygulamaları din olarak yaşayan eskilerin yaşadığı huzur ve dine bağlılığı bilgiyle donanmış ve hataları fark edebilen yeni neslin bulamayışı ilginç bir detay olarak değiniliyor. Necdet Subaşı’nın konuyu ele alışı, dinin geleneksel yorumuyla yaşanan döneme hitap eden modern-teolojik yorumunu dengelemeye çalıştığı izlenimi verdi bana.

Kitapta dönemin İslami söyleminde kendine yer bulan yerli ve yabancı isimlere oldukça geniş bir yer ayrılıyor. Bu topraklarda öne çıkan isimlerin ‘İslami açıdan özgül ağırlığı’ okuyucunun zihinsel endazesine bırakarak örneklendirirsek; Necip Fazıl Kısakürek, Necmettin Erbakan, Kadir Mısıroğlu, Ahmed Davudoğlu, İsmet Özel, Hayrettin Karaman ve Mehmet Şevket Eygi’yi sayabiliriz. Bizzat arafta olduğunu söyleyen Cemil Meriç de listede yerini alıyor. Mehmed Said Hatiboğlu, Süleyman Uludağ, Süleyman Ateş gibi isimler meselenin akademik tarafında konumlanıyor. Dini söylemin akademik alanına, Necdet Subaşı’nın dikkat çektiği gibi, itirazlar edilse de Şerif Mardin dâhil edilebilir. Bunların dışında imam hatip ve İslam enstitülerinde ders veren isimler de bulunuyor fakat Subaşı’nın anlattıklarından onların etkinliğinin ders verdikleriyle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Birçoğunun ismi sıralanıyor fakat cümle bittiğinde unutulmuş oluyor. Diğer tarafta İslam coğrafyasında ses getirmiş isimler var. Bazılarının ‘Çeviri Müslümanlığı’ diyerek itibarsızlaştırmaya çalıştığı alanın temsilcileri arasında Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Muhammed İkbal, Ali Şeriati ilk akla gelenler oluyor. Elbette daha teknik konularda söz söyleyen isimler de var fakat tabana inemediğinden olsa gerek gündemi diğerleri kadar meşgul edemediği anlaşılıyor. Sanırım en ilginç örnek, İslam enstitülerinde ders veren Pakistan asıllı Muhammed Hamidullah ve Üsküp göçmeni Tayyip Okiç. Yalnız dini alandaki yerli otoriteler tarafından Hamidullah’a gösterilen tepki nedense Okiç’ten esirgeniyor! Ve tasnifde kendine bir yer bulamayan Ercümend Özkan… Sanırım Ercümend Özkan hep ‘güzide’ bir yere sahip olacak.

Teolojik çalışmaların yanında edebi eserlere de değinen müellif Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Günbay Yıldız gibi ‘hidayet romancılığı’nın önde gelen yazarlarını anmadan geçmiyor. Siyasi hesaplaşmalar nedeniyle neredeyse ilmi eserler kadar sorunlu bir yayın süreci yaşayan edebi eserlerin İslami kesimin düşün dünyasında oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.

Okur, Tedâvüldeki Kitaplar’da kendi okuma sürecine dair okunan kitaplardan ziyade hissiyat açısından benzerlikler bulacaktır diye düşünüyorum. Her ne kadar ayrıştığım noktalar olsa da benim için öyle oldu. Tedâvüldeki Kitaplar’a kısmen de olsa bir eleştiri hatta özeleştiri metni diyebiliriz. Kitapların gerçekliği perdeleyen birer engelleyici mi yoksa yol gösteren birer kılavuz mu sorularına cevap arama çabası olarak değerlendirmek de mümkün. Hangi dönemde ne tür kitapların okunduğunu göstermesi açısından önemli fakat daha önemlisi çıktıları bakımından analiz yapmaya olanak sağlaması. Necdet Subaşı’nın değindiği kitaplara bir bütün olarak baktığımızda, dönemsel olarak Müslümanların zihin haritasını oluşturan, şekillendiren ve en azından etkileyen tüm ‘değişkenleri’ görmek mümkün. Dolayısıyla 1970 ve 1980’lerde İslami kesimin fikir dünyasını ören kitapların neye yol açtığını, Müslümanların dini algılama ve yaşama biçimlerininin değişim aşamalarını ve günümüze yansımalarını gözlemlenebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

18 Nisan 2017 Salı

Durup düşünmek için sızıya ihtiyacımız var

Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği topluma yabancılaşmadan ele almış olan Necdet Subaşı, gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden harmanladığı son kitabı “Söz Uçar Sızı Kalır” ile yaşadıklarını içtenlikle aktarmaya, tanıklıklarını samimiyetle dile getirmeye devam ediyor.

Söz Uçar Sızı Kalır”, bilindik sosyal bilimlerin dilinden değil de daha çok güçlü bir edebiyat damarından beslenen bütüncül bir perspektif ile 17 Ocak 2014’ten 17 Haziran 2016’ya değin aralıklarla kaleme alınan 71 fragman metinden oluşuyor.

Yaz Dediler Ânı” ile başlayan sürecin son basamağını teşkil eden “Söz Uçar Sızı Kalır”da Subaşı, olağanüstü bir çaba ve dikkatle geldiği yolları, mecra ve güzergâhları gözden geçirmekte. Kendi ifadesiyle mahallesinde apartmanların, sokakların görünürde dile getirdiğinden daha farklı, derinlikli bakışın gözden kaçırmayacağı bir şeyin peşindedir. Yol, yoldaşsız yürünmez anlayışınca muhatabını bu arayıştan mahrum bırakmamayı, hatta bizzat onu bu arayışa ortak etmeyi arzular. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamda aynada kendini görme cesareti bulanlara seslenir: “Biz orada şenlik şamata senin gelmeni bekliyoruz. Bağırmamız sana kendimi duyurmak istediğimizden. Kaybolduğumuzdan değil, korktuğumuzdan hiç değil. Hem öyle olsaydık ıslık çalardık. Ordayız bekliyoruz.

Subaşı, kitabını edebiyatta kendine yer açmak için, kritikçilerin insafına teslim olmak ya da can sıkıntısından ne dediği belli olmayan karalamalarla milletin tadını tuzunu kaçırmak için yazmamıştır. Kendi kontratıdır “Söz Uçar Sızı Kalır”. Bundan sonraki yaşamında kişiliğini rehin vermemek, kimseye gereksiz yere “eyvallah” dememek için aklı başında, kalbi temiz, vicdan sahibi dostlarına, rehin bıraktığı kaporadır. Mesleği gereği dünyası hiçbir artistliğe meydan vermeyecek şekilde kitapla ve onun etrafında yer alan farklı okumalarla ilgili olduğundan, bu alanda sahtekârlıkların da geçer akçesinin kitaplı oluşunun gayet farkındadır. Ceketinin bir cebinde ajandası, öbür cebinde Kutsal Kitab’ı, astarında Kur’an’ı eksik olmayanların; ceketinden de, içindekilerden de vazgeçemeyenlerin durduğu yeri gayya kuyusu görür Subaşı, oralardan beri durmaya çalışır, Allah’a sığınır. Onun kaporası ki, işlerin ahbap - çavuş ilişki ağlarıyla örülerek yürütüldüğü bir dünyada ayağının kaymaması, kalbinin kararmaması, ruhunun daralmaması, aklının devre dışı kalmaması, burnunun bir karış havada olmaması duasına denk düşer.

Gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleriyle başı dertte olan Subaşı, Gülten Akın’dan mülhem, itip onu, balına dadanan bu çağı sevmemiştir. Dertli kekliğin dertsizlere dert açması gibi muhatab bildiğine sormadan edemez: “İnsan varlığından emin olmadığı bir dünyada nasıl kendisi olarak kalabilir?

Bünyamin gibi elinde bir kitap, sırtında büyük bir yükle evine yüz çevirip de sözü düşürmez. Çünkü bilir söz düşerse dünya düşer. Durup düşünmek, etrafı kolaçan etmek için sözün bıraktığı sızıya ihtiyacımız vardır, onu da bilir. Felsefe okumuş, sosyoloji ile ilgilenmiş, antropolojiyi ihmal etmemiştir. Psikolojide derinleşmeyi çok istemiş, siyasete bulaşmamış; ama neyin siyaset olduğunu anlayacak kadar hakikatle temas aralığı hep olmuştur. Bütün bu ilgilerini sürdürürken dinden ve imandan da bir haber olmamıştır. Başkaları ne düzeyde kendilerine sahip çıkar bilinmez; ama o, koskocaman bir maziyi ardına almıştır. Mazisi olmayanın ufku olmaz, ufku olmayanın da nazarı olmaz.

Söz Uçar Sızı Kalır”, içeridekilerin sustuğu dışarıdakilerin de haksız ithamlarla üzerine yürüdüğü mahalleye bizzat mahalleden birisi olarak içeriden bir göz atma telaşesinin ürünüdür. En makbulü de içeriden bakabilmekte ya zaten. Yoksa nasıl bahsedebileceğiz aidiyetten, samimiyetten, iyi niyetten. Subaşı, mahallesine indikçe dünyayı konuşmayı devam eder. İnsanda fiziki olduğu kadar entelektüel anlamda da eski mekânlara yer var mıdır, sorgular. Eski evlere, eski yaylaklara olduğu kadar eski düşünsel mecralara ve duraklara nostaljik bir gezi yapar. Yeni dünyanın değer ve iklimleriyle karşılaşınca yüzleşmek yerine kendi havzalarında yaşamaya ikna edilmişcesine herkesi yerli yerinde bulur. Eski usulde işleyen bir dil, inançlar, teminatlar, sadakatler… Her şeyin aynı olduğunu yerinde müşahede eder. Müşterisi olduktan sonra değiştirmenin hiçbir anlamı ve kadir kıymeti olmadığına kanaat getirir. Feuerbach’ın dediği gibi biz biraz da yediklerimiziz. Dolayısıyla ağzı kelimelerle tıka basa dolu olmaktan konuşamayan elçilerden ziyade mahallesine doymuştur Subaşı. Tok bir şekilde konuşur. Sözü yere düşürmez; ama kıymet bilene sızısını bırakır.

Haydar Barış Aybakır

29 Aralık 2016 Perşembe

Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor

Kalbine dikkat et, sevdiklerine dikkat et, sevmediklerine de…” diyor Necdet Subaşı Hoca; kalbin, sevginin, nefretin, dikkatin derin bir unutuluşa mahkûm edildiği modern zamanlarda. Modern zamanlara inat hayatın ana eksenine işaret ediyor aslında. Dikkate, sevgiye, insana… Nereye yöneldiğini ya da hangi rüzgârla savrulduğunu fark edemeyen zihinlere bir merkezi işaret ediyor, kalbi… Görselin, görüntünün içinde yitip gitmeye karşı sahici olana çağırıyor. Zamanın behrinde yaşanmış sımsıcak, samimi hayatlara çağırıyor hepimizi, samimiyete… Yok sayılan, görmezden gelinen, geçmişin karanlık dehlizlerine hapsedilen tarihi ve talihimizi çağırıyor şimdiki zamanlara. Sımsıcak kalemi ve samimi kelamıyla…

Subaşı’nın Zamanın Behrinde Ramazan, Yaz Dediler Ânı, Tedavüldeki Kitaplar & Kritik Öyküler adlı kitaplarını okuyunca söylemek istediklerim daha net anlaşılacak. Kişisel öyküsü etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor aynı zamanda. Evde yapılan, sade, gösterişsiz, riyasız iftarları anlatıyor. Yer sofrasını, Tanrı misafirlerini… Yemeklerin duayla herkesi doyurduğu zamanları… Kaderi kitaplardan ezberlenmiş cümlelerle çizilmiş kayıp kuşakları anlatıyor sonra. Maceraları kitap satırlarından akanları…

Yıllar boyu resmi ideoloji ve onun uzantısı akademyanın görmezden geldiği, hatta nefret ettiği İslam’ın sosyal yönü ve etkileriyle ilgili, ilintili birbirinden derin akademik çalışmaların sahibi Necdet Subaşı. Yüzlerce makalenin, onlarca kitabın… Subaşı, “Din ve Toplum Arasındaki İlişkileri Anlam(landırm)ak Ya da Türkiye’de Din Sosyolojisi Çalışmaları” adlı makalesinde, “İslam’ın kendine özgü sistematiği, değer inşası, toplumsal birikime yön vererek dönüşebilen geleneği hâlâ belirleyicidir. Gündelik hayatta var olan görüntülerin onu açıkça göz ardı eden çalışmalardan yola çıkılarak yorumlanabileceğini düşünmek pek rağbet görmemektedir.” diyerek İslam’ın toplumsal belirleyiciliğinin altını bir kez daha çiziyor.

Necdet Hoca, akademik bir ciddiyet içinde ama asla asık suratlı değil. Entelektüel ve aydın vasfı su götürmez ama halkına, kültürüne, içinden geldiği sosyo/ekonomik yapıya yabancılaşanlardan değil. Akademisyen yönü aydın çehresinden, aydın çehresi akademik yönünden seçilmez. Soğuk, asık suratlı hoca profilini yerle bir eden bir sıcaklığa ve samimiyete sahip. Güçlü bir edebiyat damarını akademik birikimle tahkim ediyor. Tabiî ki yapaylıktan uzak, içimizden biri gibi seslenen üslubuyla…

Türk modernleşmesi, çağdaş Türk düşüncesi, modernleşmenin topluma etkileri, din, Alevilik, kültürel farklılaşmalar, Diyanet, yurt dışındaki Türkler, gündelik hayat çalıştığı, ilgilendiği alanlardan bazıları. Bir imparatorluk bakiyesi olan, birçok farklı unsurun bir araya gelmesiyle oluşan Türkiye gerçeğini komplekssiz, hırslarına yenik düşmeden tanıma ve tanıtma gayretinde. İdeolojik bir kampın sınırlarında durarak başkalarını ötekileştirmeden tanımaya çalışıyor.

Modern Cumhuriyet, resmi ideoloji toplumu yeniden inşa ederken dini anlamlandırma aşamasında hem sosyal bilimler alanında hem de yaşam noktasında tedirginlik ve kafa karışıklığı içindeydi. Radikal modernleşme çabası içinde din negatif anlamda bile yeterince değerlendirilmeye tâbi tutulmadı. Dinin toplumsal bağlamı uzun süre görmezden gelindi. Din tartışmaları kısır laiklik ve laikleşme konuları etrafında dönüp durdu. Bu laiklik fetişizmi dini araştırmaları kısıtladı, fakirleştirdi. Bu durum Necdet Hoca’nın da altını çizdiği gibi velud bir alanın akim kalmasına sebep oldu. Düşünsel kısırlığın önemli nedenlerinden biri olarak bugüne kadar geldi. Böylelikle ne İslam tam anlamıyla anlaşıldı ne de doğru dürüst bir İslam eleştirisi ortaya çıktı.

Necdet Subaşı, Anadolu’nun, derin milletimizin sorunlarına, açmazlarına ciddi, sahici çözümler arayan bir gönül insanı. Tribünlere oynamak gibi bir gayesi yok. Bizi yakan ateşin yine bizim ateşimiz olduğunun farkında. Mezheplerin, meşreplerin birer savaş sebebi kılınmasının karşısında. “Bugün aklı başında herhangi bir Müslüman’ın gelenek içinde ortaya çıkmış en önemli kurumlardan birisi olan mezhep kavramını ulu orta eleştirmek, ulu orta reddetmek yerine bu durumun kendi sosyolojik tabiatı hakkında kafa yormasının daha yararlı, daha verimli olduğunu düşünüyorum.” diyerek enerjimizi boşa harcamamanın gerekliliğine işaret ediyor.

Yazımızı Mustafa Oral’ın sitemizde yayınlanan mülakatında Necdet Subaşı hakkında söyledikleriyle bitirelim. “Doğduğum yıl babam iş kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Bir kolunu ve bir gözünü kaybetmişti. Babam benim sağ kolumdu; ben sağ kolumu kaybetmiştim. Babam benim gören gözümdü; ben sağ gözümü kaybetmiştim. Bir körlük, bir çolaklık hüküm sürüyordu bende. Bize düşen, bundan sonra 'sol' gözü, 'sol' eli kullanmaktı. Kıbrıs’tan kalan karartmalar, ardından sağ elin ve sağ gözün kaybı hayatımı zorlaştırıyor, içimde gecelerin çoğalmasına neden oluyordu. Gittikçe içe kapanıyordum. Konuşmayı unutuyordum. On üç yaşındaydım. Bir gün Mevlânâ diyarından Necdet Subaşı isminde bir öğretmen kasabaya tayin oldu. Bana verdiği ilk şey Efendimizin hicretini anlatan 'Hicret' isimli bir kasetti. Onun ile yavaş yavaş sağ gözüm görmeye, sağ kolum uzamaya, kalbimin sağ tarafı tutmaya başladı. Onun etkisi ile namaza ve yazmaya hicret ettim.

On üç yaşındaydım. Ablam Şefika, Manisa’da açan bir karanfildi. Bana mesir macunu ayarında nesir ve şiir tohumları getirirdi yazları. Öğretmenimiz Necdet Subaşı kasabaya Mevlana’dan gül tohumları getirirdi. Avuç avuç üzerimize serperdi. O günlerde namaza başladım. O tohumlar bir gün sürgün verir umuduyla yazmaya başladım. Anlayacağınız yazmaya namazla birlikte başladım. Yazımız namazımızla yaşıttır.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

12 Nisan 2016 Salı

"Gerisi Hikâye"lerde kalmasın

Necdet Subaşı’na sosyal bilimci dersek haksızlık etmiş olur muyuz? Sanmıyorum, ama eksik bir beyanda bulunduğumuz açık. Bu eksiklik, hocanın sosyal bilimciliğinin değerlendirilmesine yönelik iyi ya da kötü tarzda atıf yapılmamasından kaynaklı değil. Eksiklik, bizzat sosyal bilimlerin kurumsallaşma süreçleri ile alakalı bir durum. Her ne kadar burası, bu hikâyeyi anlatmanın yeri olmasa da, sosyal bilimlere dair özet bir değerlendirme, Necdet Subaşı’nın gerek akademik çalışmalarından sonra gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden oluşan sırasıyla “Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar” kitaplarındaki kaygıyı gerekse de bu kitapların sonuncusu ve aynı kaygının bir ürünü olarak raflarda yerini alan “Gerisi Hikâye”yi daha anlaşılır kılacaktır.

Sosyal bilimler, kapitalist dünya-ekonomisinin gerilimlerini gözlerden saklamaya ve kontrol altında tutmaya yönelik geliştirilen bilgi yapıları içerisinde kurumsallaşmış bir alandır. Bu bilgi yapıları içerisinde sosyal bilimler, zamanla oluşan ve iki kültür diyebileceğimiz doğa ve beşeri kültür arasında sıkışıp kalmıştır. Bilim kültürü, doğrunun ve olgusal olanın kavranmasına yönelik bilginin eksenel ağırlığının doğa bilimlerinde kurumsallaşmasıyken karşıt kutbunda beşeri kültür de iyi ve güzel bilgiye ulaşmayı amaçlamaktaydı. Bu iki kültür arasına sıkışan sosyal bilim de, iki kültürün arasındaki kavrayışlara meydan okuyan gelişmelere tepki olarak ortaya çıktı ve disiplinlere ayrıldı. Bir tarafta nomotetik yöntemleri benimseyerek bilim kültürüne yakın duran iktisat, siyaset ve sosyoloji; diğer tarafta idiografik yöntemleri benimseyerek beşeri kültüre yakın duran tarih, antropoloji ve oryantalizm adı altında Şark incelemeleri.

Subaşı’nda, sosyal bilimlere sirayet eden bu çatışmanın izlerini görmek mümkündür. Özellikle akademide yürüttüğü çalışmalarının başında gelen “din”in sosyoloji (doğa bilimlerindeki Newtoncu kabullerin sosyal dünyaya aktarılması ile dünyayı deterministik ve ampirik yolla kavramaya çalışan pozitivizmin etkisinde) literatüründe toplumsal bir olgu şeklinde ele alınmasına karşı çıkmıştır. Bu tavrını toplumbilim alanında yeni çalışmalarla da destekleyerek Rönesans ve Aydınlanma ile bilimsellik adı altında getirilmeye çalışılan tanımlamaların yetersiz ve yanlışlığına vurgu yapmıştır. Ona göre din, aşkın bir varlığın ürünüdür ve bunu hâl olmaktan çıkartılarak gündelik hayatın fenomeni haline getirilmeye çalışılan bir din ile hemhal olan modern insanın anlaması zor bir durumdur.

Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği toplumuna yabancılaşmadan ele almış olsa da; bunları iyi su böreği yapan annesi ya da ona her daim dualar eden babasıyla konuşamayacak, üzerine birkaç kelam edemeyecekse neye yarardı bunca telaşe, kime faydası vardı bütün bu yapıp etmelerin? Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenârî’nin soğuk medrese duvarlarından bıkması gibi Subaşı da akademinin bu cansız ve ruhsuz yapısından, toplumla ilişkisizliğinden bunalmıştı. Değişik dil dünyaları arasında gezmeyi öğrenmiş, babası, annesi, akrabaları, hısım ve akranlarının kıyısında şehirle kontak kurmayı seçmiş; ama bir yanını da memleket hikâyelerine teslim etmişti.

Böylece evrenselci bilimin nesnel verilere ulaşmak için tarafsızlık iddiasında olan araştırmacılarıyla yüklü akademinin soğuk duvarlarını aşan Subaşı, bir iş, bir sorumluluk üzerine yola çıkarak kaleme almış “Gerisi Hikâye”yi. Bizim adımıza değil bizle birlikte konuşmuş, diğerleri gibi güzelim çayı porselen bardakta verip tadını da tadımızı da bozmamıştı. Bu yönüyle, akademik çalışmalarının dışında kalan diğer kitapları (“Yaz Dediler Ânı”, “Zamanın Behrinde Ramazan Hikâyeleri”, “Tedavüldeki Kitaplar”, “Dışarıdaki Havalar”) ile aynı kaygının, telaşenin mahsulü olarak onlarla da bir bütünlük arz etmiş, eksik kalan parçayı tamamlamıştır. 4 Haziran 2014’ten 28 Eylül 2015’e değin aralıklarla yazdığı 52 hikâyeden oluşan “Gerisi Hikâye”de yaşadıklarını tüm içtenliği ile daha da yaşanabilir bir hayata duyduğu özlemle aktarmış; kendi tanıklıklarını dile getirdiği hikâyelerinde aktörlerle didişmeden, zaman ve coğrafya yerine hisse ve anlama yoğunlaşarak bir zihniyet analizinde bulunmuş Subaşı. “Gerisi Hikâye”, çoğunlukla geçmişten bahsediyor; içinde Subaşı’nın kendini vurduğu yolların geçtiği köylere, şehirlere ve dağlara gidiyor; annesinden ve babasından söz ediyor; ne yapıp edip lafı eşine, çocuklarına getiriyor; onları, birlikte tanıdığı dünyalarıyla, dostları ve ilgileriyle günümüze taşıyordu. Yeni kuşaklara, hâla birer imge ya da metafor olarak gelen pek çok şeyin kendi hayatında sahici birer “şey” olduğunu hatırlatmak istiyordu. Bunu o kadar açık bir şekilde yapıyordu ki, dikkatli bir takipçi, sürek avına çıkar gibi isterse onun hikâyelerinde aradığını bulabilir ve pusuya yatmış bir avcı gibi onu itiraflarında vurabilirdi. Olsun, utanılacak bir şey yoktu; çünkü yanlış yaşanmamıştı hayat. Belki de maharet, zor olsa da, perdeleri kaldırabilmekteydi.

Hikâyeleri etrafında yazılmamış bir tarihi de anlatıyor kitabında Subaşı; ama anlattığı yaşanmamış bir hikâyenin tasarısı olmaktan ziyade bizzat yaşadıkları, yaşadıklarımızdan başka da bir şey değildi. Nerede, her kimle olursa olsun edindiği insanlık hikâyelerini, kendi insanlık durumumuzu restore edebilsin diye çocukluğuyla, gençliğiyle, birliktelikleriyle, bugünüyle kaleminden damıtarak içtenlikle işlemiş kağıda.

Herkesin bir gündeminin, takip ettiği bir hikâyesinin, dikkat kesildiği bir ajandasının olduğunu söyleyen Subaşı, kendini içinde bulduğu dinin halk ve aydınlar katında nasıl şekil aldığını, işlendiğini ve dahil olduğu gerçekliğini akademik çalışmalarından bu yana hep gündeminin birinci maddesi olarak tutmuş ve “Gerisi Hikâye”de de güçlü bir edebiyat damarıyla farklı açılardan işlemiştir.

Necdet Subaşı’nın hikâyesini okuduktan sonra “Tacir ile İfrit Öyküsü” geldi aklıma. İfritle olan serüvenini anlatan tacire Şeyhin dediği gibi “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!

Eğer, Subaşı’nın hikâyesi için tek bir yorum yeterli kabul edilseydi, Şeyhin tacire söylediklerinden daha ötesi olabilir miydi? Şayet, kaygı veren dünyamızda düşünebilen varsa!

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs
* Bu yazı daha önce İhtimal Dergisi'nin 2. sayısında (Mart-Nisan 2016) yayımlanmıştır.