31 Aralık 2012 Pazartesi

Aklını kullanıp cesur olamayanlara

Polisiye romanlarına aşina olanlar ve sevenler bilir; soluksuzca okumak, toplu taşıma araçlarında inilecek durak gelmesin diye trafiğin tıkanmasını dilemek, okurken türlü jest ve mimiklerle tepki vermek çok önemlidir. Bunlar aynı zamanda romana yapılan birer sevgi gösterisidir.

Barış Uygur, polisiye yazarlarımız arasına "Feriköy Mezarlığı'nda Randevu" ile girmiş, Süreyya Sami karakteriyle gönlümüze iki kurşun sıkmıştı. Seven sıkar ve her zaman sıkan sevilir. Süreyya Sami bu kez 2009 yılında. Akp'nin yeniden iktidar olduğu, Alex'in Fenerbahçe'yi sırtladığı, trafiğin kısmi felci atlatıp bir türlü düz koşulara başlayamadığı, paranın "yok" olmasının değişmediği 2009 yılında.

"Yaralarım kabuk tutmuştu ama iç organlarım hâlâ eski günlerini aratır durumdaydı. Üstelik eski günleri de öyle Osman Müftüoğlu'nun örnek göstereceği cinsten değildi doğrusu. İdrarımda biraz kan vardı ama zamanla düzeleceğini umdum. Eğer iç kanamam olsaydı şimdiye kadar zaten çoktan ölmüş olurdum. Zaten zamanla her şey düzelir. Hemen her şey."

Gözünüze afiyet; yazarın en sevdiğim huyu, her iki romanında da hangi yılda veya ortamda geçiyorsa onu gayet gerçekçi ama bir o kadar trajikomik anlatması. Özellikle "Cehennem Çiftliğinden Kaçış"da "İstanbul'dan bir okur"sanız bastığınız kaldırımları bile gözünüzde canlandırabilir, "ah o gemide ben de olsaydım" diye düşünebilir, "biz sevgilimle ilk kez orada öpüşmüştük" diyebilirsiniz. Bu romantik şeylerin dışında ülke siyaseti, yolsuzluk, düzensizlik, din ticareti ve türlü komplo teorileri de romanın konusunu süslüyor. Bu süsleme zerre kadar yormuyor, roman bir keskin nişancının gözyaşları gibi akıyor. Biraz mola vermek istediğinizde arkanızdan bir kurşun sıkılacağını hissedip kaçar gibi romanı okumaya devam ediyorsunuz. Sürükleyici olduğunu başka türlü anlatamayacağım. 2012 biterken oldukça yorgunum, yorgunuz, yorgunlar.

"Ne kadar akıllıysanız o kadar korkak olurdunuz. Tabii istisnaları da vardı. Çok aptal olduğunuzda bu sefer hiçbir şeyi anlamadığınız için her şeyden korkardınız. Hangi sınıfa girdiğimi merak ettim."

Eminim ki bu roman gerçekten akıllı olup, aklını kullanarak cesur olamayan okurlara oldukça iyi gelecektir. Harekete geçirecektir. Okuyup da hala harekete geçemeyen varsa bana mail atıp istediği serzenişlerde bulunabilir, içini dökebilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

29 Aralık 2012 Cumartesi

Çokça hüzünlü, azıcık da neşeli bir hikâye

Üç şey birbirine karışmıştı” diyor Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi kitabının başlarında: “Nazlı, ev, edebiyat.” Birbirine karışan bu üç şeyin hikâyesini anlatıyor elimdeki kitap. Herhangi bir kronolojik kaygı güdülmüyor, yazar içinden geldiği gibi kelimelere pay ediyor hikâyeyi.

Hikâyenin edebiyat kısmı ana karakterin yazarlık tutkusu üzerine kurulmuş. Yazar olmanın farklı dünyasını ana karakterin gözlerinden bize anlatan kitap, aslında kendi yazarının hikâyesini anlatmak ister gibi. Barış Bıçakçı’nın biyografisine paralel ipuçları da yakalayabiliyoruz: Arkadaşları ve yazarlık hakkındaki düşünceleri bunlardan sadece birkaçı. Ana karakterimiz Cemil’in bir roman denemesini İstanbul’da bir yayınevine getirmesiyle başlıyor roman. Kitabın sonuna kadar ise Cemil’in yayınevinden bir telefon beklediğine şahit oluyoruz. Hatta bu beklenti öyle bir hâl alıyor ki kahramanımız kendi kendine, onu arayacak olan editörle bile konuşmaya başlıyor. Bu bekleyişi satır aralarında şu şekilde yakalayabiliyoruz: ”Bir kitaptan ne çok şey bekliyorum değil mi Editör Hanım, tıpkı bir kadından beklediğim gibi."

Eğer eşiniz yazarsa ve yazdıklarını beğeniyorsanız, bu beğeniyi ”Güzel yazmışsın” diyerek değil; ellerini öperek ifade edebilirsiniz. Aynen böyle yapıyor Nazlı; Cemil’in romanını okumayı bitirdiğinde, kalkıp onun ellerini öpüyor. Yaklaşık 10 yıl önce işinden istifa edip kendini tabiri caizse yazmaya veren, haftada bir arkadaşlarıyla halı saha maçı oynamak haricinde evden çıkmayan bir eş ile yaşamak; kocasının oluşturduğu ruhsal söküklerden artık iplikleri toplamak, hassasça yapılması gereken bir iş olsa gerek. Kırklı yaşların verdiği iştiyakla ikisi de yeniden genç ve âşık olmayı için için istiyorlar. Hatta Cemil’in yakın arkadaşlarından birinin, evli olduğu hâlde genç bir kızla olan ilişkisini o kadar da garipsemiyorlar. “Ah keşke aşkımızı bir zaman makinesinde yenileyebilseydik!” düşüncesi de akıllarından geçmiyor değil, bir oda bir salon evlerinde.

Evleri, Ankara’nın çıkışında bir toplu konut sitesinde, ufacık bir çekmece gibi… Hayallerini, hayatlarını hapsettikleri bir çekmece… “Deniz tek tesellisi günlük ıstırapların.” diye söylenir ya Baudelaire; biz İstanbul’da yaşayanlar, “Bazı günler, bazı geceler, bazı hüzünler, bazı karanlıklar çok Ankaralı.” diye olumsuzlarız ya hayatı sıkıntılı zamanlarımızda. İşte bu roman, bunların zirvesinde geçiyor. İnsanlar bile etkilenirken yaşadıkları yerlerden, karakterler nasıl etkilenmesin? “İstanbul’da gün boyu dolaşırken Dünya’nın haline üzülürdüm. Ankara’da insan sadece Ankara’nın haline üzülüyor.” cümleleriyle vurguluyor bunu yazar.

Babasını kaybettiği hastanede doktor olan hayatının kadını Nazlı’ya yüklediği anlamlarla, yazdıkları yayınlanırsa mutluluğu yakalayabilmeyi bekleyen Cemil’in; ev ve edebiyat yan karakterleriyle bezenmiş çokça hüzünlü, azıcık da neşeli hikâyesi. Okuyunuz efendim, kendi hikâyenizin ileriki sayfaları hakkında birkaç ipucu sahibi olacaksınız.

Yavuz Selim Elmas
twitter.com/yselmas

27 Aralık 2012 Perşembe

Bütün oyunlar akıllı olsun

Ahmet Edip Başaran'ın ilk şiir kitabı Oyunbozan, okuyucuyu Fethi Gemuhluoğlu'nun "Kutsal emanet merhaba'dır!" sözüyle karşılıyor. Hemen bir sayfa çevirdikten sonra da hesabı kesiyor.

"Ölüme bakarız, kumarda kaybedilen paraya bakar gibi
Çabuk yaşarız, her dem ensemizde havlayan korkmak
Çabuk yaşarız, çabuk biter çünkü cimrilerin gündüzü
Yaşamak göze gelir, gece olunca ücretler peşin ödenir."


Ahmed Edip Başaran uzun soluklu şiirleriyle bizi varacağımız noktaya sağ salim ulaştırıyor. Yolculuk boyunca evden işe ve işten ilişkilere "oyunbozan" dizeler okumak mümkün.

Tek başına çok fazla anlam ifade eden bu dizelerin altı, hunharca çizilmeli fakat asla yıpratılmamalı. Zira Ahmet Edip Başaran şiirlerinde esas madde: ne olursa olsun kibarlık.

"Boynuma yaralı bir kolye geçirmişler, o sendin."

"Bir meleğin kokusu geçiyor aramızdan."


"Kurallara uymuyor üç günlük sakalla şiirler yazıyoruz,
Müdürler kızıyor."


Şiirde, şiirin adının da ne kadar "çekici" olduğunu yine şairin seçimleriyle görebiliyoruz. "Asfalta Yapışan Köpek", "Heybetli Sükûnet", "Ölmek İçin Temiz Değiliz", "Eve Geç Kalma Korkusu", "Seni Seviyorum Dede", "Prensesin Gözleri Siyah", "Güvercin Göz" ve "İnce Bilekliler İçin Bir Şarkı" oldukça güzel isimlere sahip harikulade incelikte şiirler.

"Bir söz diyeceğim size, üzgünüm acı bir söz:
Herkes kendi kalbine saplanan bir mermi sanki."

Bir şiir okuyucusunu etkileyen şeylerden biri de, okuduğu şiirlerde kendi adına rastlamak hiç kuşkusuz. "Oyunbozan"da ben 4 farklı şiirde adımla karşılaştım. Hoşuma gitmesiyle birlikte merakım da arttı ve Ahmet Edip Başaran'a "Yağız" adını kullanma sebebini sordum. Cevabı şöyle oldu: "Hitap muhatabını bulur der ya hani Hasan Aycın ağabey. Kelimeler sahibini bulmuş diyelim."

"Vakit yağız bir serinliği içti, durmasın bendeki hırıltı
Isıtılmış kederler gelip bulacak beni, nasıl olsa."


"Oyunbozan"ı hem oyunculara hem de mızıkçılara önermekle birlikte, şairi merak ettiğiniz sürece kendisini İtibar Dergisi'nde bulabileceğinizi de belirtmek isterim. Şimdi bütün oyunlar akıllı olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

26 Aralık 2012 Çarşamba

Yaşam ağaçsa, meyveleri ah'tır

"Hayatı, yazıdan daha çok önemsiyorum. Bir ağacı anlatmak yerine gölgesinde oturmak daha iyidir."
- Mustafa Kutlu

Kimi okuyarak, kimi görerek kimi de yazarak hayata karşı yaşama tercihini yapar. Kimin neyi daha fazla yaptığı, aslında yaşam öyküsü. Didem Madak'ın "Ah'lar Ağacı" bir şiir kitabından beklenen ne varsa, çok daha fazlasını ve ah'lısını sunuyor gözlerimizin çevresine. İki gözü iki çeşme ağlamak serbest, bitiren çıkabilir.

"Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta."

Zaman zaman kırgınlıklarımızı ve öfkelerimizi ifade etmekten kaçınır veya istesek de beceremeyiz. Bir ses ararız. Bu ses genelde ve görebilene şiir olur. Ve şair, bir anne gibi omzumuza dayar başını.

"Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır
Ölüsünü şiirle yıkadım."


Sanılmasın ki Didem Madak mutsuz veya karamsar bir şairdir. Bana kalırsa şair, dünyanın tüm hırslarından ve huzursuzluklarından kendini şiirle "kurtarmış", kurtarılmış bir "gölge"dir. Bu gölge yazın serinletir, kışın ise ısıtır. Yüreğinizi.

"İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülürdü toprağa."


Her şey bizim elimizde. Ne kadar kullanıp, neye uzatıp ve neden çekip çıkardığımız önemli elimizi. Eldir bir şairin kalbiyle beyni arasında birikenleri kağıda döken. Zaferimiz olabilir bir ah.

"Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadık kaç ah döküldü dallarımdan
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!"


Didem Madak iç ses olup söylüyor; gelin ve ahlar ağacından siz de biraz meyve toplayın.

Yağız Gönüler

24 Aralık 2012 Pazartesi

Mutluluğun formülünü arayanlara

Mutluluk nedir? Mutlu olabilmenin yolları nelerdir? Nasıl mutlu olunur? Varoluşumuzun en temel sorunsallarından biridir mutluluk ve herkese göre tanımı, ölçütü değişir. Kimi büyük, kimi küçük, kimi maddi, kimi manevi şeylerle mutlu olur. Kimimiz anlık mutluluklarla yetinir kimimiz sürekli mutluluğu ararız.

Müzik, sinema, edebiyat alanlarında evrensel bir sanatçı olmayı başarmış usta Zülfü Livaneli bize mutluluğun formüllerinden birini sunuyor, “Edebiyat Mutluluktur” diyor. Okumayı, yazmayı seven edebiyat gönüllülerini edebi metinler arasında gezindirirken yol göstermeyi de ihmal etmiyor.

"Edebiyatı, öncelikle bir yol gösterici olarak kabul etmeliyiz. Müzik gibi, resim gibi, başka birçok yol gibi, yazmak da hayatı algılamanın; anlamaya çalışmanın ve dolayısıyla hayata müdahale etmenin bir yolu. Duygu ve düşünceleri paylaşmak gibi basit bir şey değil."

Yunus'un, Nazım Hikmet'in, Yaşar Kemal'in, Dostoyevski'nin yolunu gösterirken neler okunmalı, nasıl yazılmalı, edebiyatın diğer disiplinlerle ilişkisi nedire dair edebiyatla ilgili zengin tavsiyelerde bulunuyor. Okurluk ve yazarlık tecrübelerini aktarırken popüler olannın peşine takılıp asıl olanı gözden kaçırmamamız konusunda uyarıyor.

"Büyük olan yazarların ve şairlerin sırrı, tumturaklı cümlelerde değil, gündelik dildeki kelimelere yükledikleri yeni ve şaşırtıcı anlamlarda gizlidir."

Livaneli'nin bir dönem yazdığı köşe yazılarından derleyerek hazırladığı bu kitabı büyük ustalara ve eserlere de saygı duruşu niteliği taşıyor.

"Edebiyatta kök nedir? Homeros'tur, İlyada'dır, Odysseia'dır, Dede Korkut'tur, Manas Destanı'dır, Cervantes'tir, Tolstoy'dur, Stendhal'dır."

Mutlu olmak için yeni formüller arıyor, edebiyata da ilgi duyuyorsanız Zülfü Livaneli'nin öyküler, romanlar, masallar dünyasındaki tavsiyelerine kulak vermelisiniz.

"Bazen düşler, insanın en temel gerçeğidir. Gerçek diye bellediğimizden daha gerçektir. Mitoslar ve masallar da öyle. Çünkü onlar, gündelik gerçek kabuğunun altındaki daha derin bir şeyi ifade eder."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

23 Aralık 2012 Pazar

İç hayatındaki bozuklukları gidermek isteyenlere

Merhum Nurettin Topçu üstâd, bir fikir ve mücadele adamı, bir akademisyen. Ders kitaplarına imza atmış bir öğretmen, ciddi bir muallim. "Psikoloji" de daha önce liselerde okutulmuş bir kitap. Zaman zaman sadeleştirilmiş, değiştirilmiş ama hep okutulmuş. Okurken zihnin derinliklerini keşfe çıkmak mümkün. Ancak bu keşif de zihninizin yanına kalbinizi de eklemezseniz, emniyet kemeri takmadan hatalı sollamaya maruz kalabilirsiniz.

"İnsan, medeniyet ve cemiyetin tesirleri ve bir de yaşın ilerlemesi ile olgunlaştıkça, gülmesi tebessüm şeklini alır; o da iradenin kontrolüne girer."

Birçok felsefe, sosyoloji, psikoloji ve mantık kitaplarına imza atmış üstâd, 70'li yıllardan sonra ahlak kitaplarını da külliyatına dahil etmiş. Bu da Nurettin Topçu'nun hemen her konuda fikir sahibi olduğunun ancak bu fikir sahipliğine entelektüeliteden ziyade "dava" gözüyle baktığının kanıtı. Dergâh Yayınları, Türk fikir cemiyetinin bu en büyük isminin kitaplarını yayınlayarak aslında her yaşa hizmet ediyor. Zira Nurettin Topçu; her devrin gözü, kulağı ve sesi.

"Ruhumuzu güzelliklere açabilmenin sırrı, ruhsal yaşayışın ona götüren yollarını bilmekle elde edilir. İç hayatımızın nerelerinde bozukluk bulunduğunu ve bunun giderilmesi için yaşayışımızda ne gibi değişiklikler yapmak lâzım geldiği anlaşıldıktan sonra, güzellik duygusu sonsuz bir şekilde yaşanabilir."

Dergâh Yayınları'yla Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın büyük bir titizlikle yayına hazırladıkları "Psikoloji"de, her "dersin" sonunda sorular var. Böylece okuyucu, okuduğunu anlamak ve konuyu pekiştirmek açısından özel bir sınava tabii tutuluyor.

"Aşkın aradığı vücut değildir, vücudu vasıta yaparak onun aradığı, bir ruhtur."

Psikoloji kitapları genelde uzanır biçimde okunur. Sanki bir psikologla seansa girilmiş gibi... Nurettin Topçu okurken ise ayaklar uzatılmaz. Başla ayaklar aynı hizaya yakın olursa, okuduklarınızdan çıkan anlam da nereye gideceğini şaşırır çünkü.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

21 Aralık 2012 Cuma

İncecikten yağan dizeler

"Şiirden hazzetmeyenler, Grapon Kâğıtları'nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mıırıldanabilirler."

Hayatta çıkmaza girdiğimiz kimi zamanlar vardır. Karamsarlığın, çaresizliğin ve belki de umutsuzluğun bir bulut gibi üzerimize çöktüğü işte bu zamanlarda, dile getirmek istediklerimiz yüreğimize oturur henüz yağmaya başlamamış sağanak bir yağmur gibi. Ses çıkaramayız. Bazen ses çıkarsak da, bunu sadece kendimizin duyacağını düşünürüz.

Vazgeçmeyiz, konuşuruz. Kağıtla, kalemle, kendimizle. Konuşuruz cesurca ve öfkemizi de acımızı da kelamla ortaya dökeriz. İsteriz ki bu kelamlar, akılda kalıcı ve yürek sızlatıcı olsun.

İşte tüm bunları yaparak fâni dünyayı terk etmiş, yürek sızlatan bir şair; Didem Madak. İzmir'in güvercin kalpli kadını...

"Bana birkaç hayatî meseleyi ödünç ver kalbim
Görüş günlerinde seninle konuşabilmem için.
Kalbim neden ben?
Sırf sevinesin diye seni bir kere bile
Elinden tutup parka götürmedim."


Öyle şiirler barındırıyor ki "Grapon Kâğıtları", okurken dizelerdeki isimleri veya mekanları değiştirsek, sanki kendi hayat hikâyemiz ortaya çıkacak. Bu yüzden her yeni şiiri okumaya başlarken korkuyor okuyucu. Korku iyidir, gerçekle yalanı birbirinden ayırma konusunda hız kazandırır.

"Dünya artık bir daha hiç
Bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?"


3 yaşındaki kızı Füsun'a, eşine ve şiire çok erken, 41 yaşında veda etti Didem Madak. Bir şey söylemek isteyip vazgeçer gibi, yol tam bitecekken döner gibi...

"Bir çamur deryasının içinde
Küçük beyaz mutluluk topları yakalamalı.
Bense vücuduma şiirler saplıyorum durmadan
Sen de bilirsin ya Allah
Dayanabileceği kadar acı verirmiş insana."


Karın yağışındaki inceliği, insanın da kalbinde aradığımız şu günlerde, incecikten yağan dizeler...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Aralık 2012 Perşembe

Gölgesinin sesine kulak verenlere

Gölgemizin sesi olur mu hiç? Oluyormuş. Stephen King ve Neil Gaiman gibi “ayarsız” yazarlardan övgü alması Jonathan Carroll’ı gözümüzde büyütmemize yeter aslında. Bir de Türkçeye çevrilen son kitabı "Gölgemizin Sesi"ni okuyun. Sıkı anlatımıyla Joe Lennox’un karmakarışık dünyasına girin...

Joe Lennox pısırık bir çocukluk geçirir. Büyük kardeşi Ross’a hayrandır, aynı zamanda da düşmandır. Ross ise eşkıyanın önde gidenidir. Derken Ross yaşadıkları kasabanın en belalı tipiyle kanka olur. Joe ise bu ikisinin işkencelerine maruz kalır.

Joe’nun hayatındaki önemli değişiklik ise büyük kardeşi Ross’un ani ölümüyle gerçekleşir. Ross’un trajik ölümü annelerinin hastaneye kapatılmasına neden olur. Aradan yıllar geçer, Joe kısa hikâyeler yazmaya başlar. Ross’un şeytani hayatını konu alan bir hikâyesi ise tiyatro oyununa çevrilerek, Joe’nun daha genç bir yazarken tanınmasını ve para kazanmasını sağlar.

Annesi de öldükten sonra babası başka biriyle evlenir. Joe, yaratıcı yazarlık dersleri için eşyalarını toplar Viyana’ya gelir. Viyana sessiz sokakları, romantizmi, lapa lapa yağan karları ve entelektüel birikimli insanlarıyla Joe’nun kaçmaya çalıştığı geçmişine çok iyi gelir. Tam da bu sırada gizemli bir çiftle tanışır: India ve Paul.

Kendisinden yaşça büyük olan ancak hiç de yaşlıymış gibi görünmeyen bu çiftle sıkı fıkı olur; ve onlar Joe’ya hayatında hiç kimseden görmediği bir sevgi verirler. Joe, çok geçmeden India’ya aşık olur ve bu aşk karşılıksız kalmaz. Özel sihirbazlık yeteneklerine sahip Paul’un ani ve şüpheli ölümü üzerine kitaptaki gerilimli dakikalar başlar. Paul de zaten karısı ve en yakın arkadaşının arasındaki ilişkiyi ölmeden hemen önce öğrenmiştir. Ve çok sinirlenmiştir.

Jonathan Carroll, insanın içindeki “gölgelere” yani karanlık anılara kafayı takmış bu kitapta. Hepimizde var olan karanlığı ve herkesten sakladığımız taraflarımızı gözler önüne seriyor. İnsanın geçmişinden kaçmasının mümkün olmadığını dile getiriyor. Tabii kitapta genç yazarımız Joe, geçmişinden kaçmaya çalışırken beyhude çabalarının da sonucunu çok ağır bir şekilde yaşıyor.

İyi yazar, iyi kitap... Gölgesinin sesine kulak verenlere...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

18 Aralık 2012 Salı

Kaygı ve tebessüm bir arada

"Hagi, kaleye baktı. Bir çalım nefis bir hareket, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi, Hagi..."
- Ercan Taner, R.Wien - Galatasaray, 11.08.1999.

Balkanlardan o kadar farklı karakterler çıktı ki, doğdukları ülkelerin yeniden merak edilmesini sağladılar. Emil Michel Cioran mesela. Okuduktan sonra şunu fark etmek mümkün; keşke Gheorghe Hagi'den önce Cioran'ı tanısaydık. O zaman belki Hagi'nin gollerine daha felsefi yorumlar yapardık.

"İnsanları günler ve günler boyunca uzanık kalmaya mecbur edin: Savaşların ve sloganların başaramadığını sedirler başarırdı. Zira Sıkıntı'nın harekâtları, işgörürlük açısından, silah ve ideolojilerinkini aşar."

Yazar 1934'de -yani 23 yaşındayken- Bükreş'te yayınlanan ilk kitabı "Ümitsizliğin Doruklarında"yı, Rumence ve Fransızca yazdığı her şeyin temeli kabul eder. Eserlerini çoğunu da Fransızca yazmıştır. Metis Yayınları sağ olsun, birçok eserini dilimize kazandırmıştır. Özellikle "Çürümenin Kitabı", "Burukluk", "Tarih ve Ütopya" en sevilen kitapları. Cioran bu kitaplarını sevdiğimizi bilse eminim bize de "bir iki çift söz" ederdi. Çakılır kalırdık.

"Bir yazarın sustuklarının, söylemiş olabileceklerinin, dilsiz derinliklerinin üzerine eğiliriz. Bir eser bırakırsa, kendini izah ederse, tarafımızdan unutulmayı teminat altına almış olur."

İlk baskısını Eylül 1993'te yapan "Burukluk"ta, kimi zaman çok ciddi kimi zamansa gülmekten göbek hoplatan aforizmalar mevcut. Aforizma nedir, ne değildir için "Burukluk" okunabilir. Cioran'dan sonra yazılmış hiçbir şey de asla aforizma olamaz. Kitabı okuduktan sonra benimle aynı fikri düşünüp tebrik telefonları açacak, adıma çelenkler yaptıracaksınız. Zahmet etmeyin.

"Melankolisiz bir dünyada bülbüller geğirmeye başlardı."

Kitapta müzikten aşka, tarihten boşluğa, dinden batıya ve yalnızlıktan kansızlığa kadar birçok konuda özel bölümler var. Okuduktan sonra tek bir kelimeyle özetlemek isterseniz o da kitabın adı olur: Burukluk.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Aralık 2012 Pazartesi

Peşinden gidecek bir amacı olanlara

Jonathan Safran Foer’in “Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın” romanı beni tek kelimeyle “çarptı”. Gerek çığır açan yazı tekniği, gerek çevirisi okura unutulmaz bir deneyim yaşatıyor.

Oskar Schellözel” bir çocuk. Babası gibi gülüyor, konuşuyor, akıl yürütüyor; babasının yaşayan en büyük hayranı. Yaşının küçük olmasını önemsemeden babasının ardından bulduğu bir anahtarın hangi kilidi açtığının peşine düşüyor. Hem de New York gibi bir şehirde…

11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden, annesi ve babannesiyle hayata devam etmeye çalışan saplantılı bir ruh hali içindedir Oskar. Takıntıları ve alışkanlıkları vardır. Toplu taşıma araçlarına binemez örneğin. Zekâ oyunlarına karşı büyük bir ilgisi vardır. Küfretmesi yasak olduğu için kelimelerin fonetik kullanımıyla oynar ve “Goethe’mi ye, dalyanak!” der.

Oskar hazır cevaptır, kurnazdır, üzüldüğünde vücudunu morartır, pek arkadaşı yoktur, kavgayı sevmez. Babasının trajik gidişinden sonra bir vazodan çıkan anahtarın, hangi kilidi açtığını öğrenmek aynı zamanda, babasının nasıl öldüğünü de aydınlatmasını sağlayacaktır. Bunun peşinden gider.

Foer, büyük bir romancı. Gerçek bir labirent dahisi. Kitabı okumaya başladıktan sonra harikulâde cümlelerle okuru Oskar’ın peşinden sürüklüyor. Kitabın Oskar’ın gözünden görsellerle süslenmesi ise çarpıcı özellikler taşıyor.

Bu kitap özellikle “peşinden gidecek bir amacı olan” ruhlara çok; ama çok iyi gelecektir. Mutlaka edinin.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Aralık 2012 Pazar

Unutmak ve hatırlamak arasında kalanlara

Unutmak, zor bir kelime. Anlam olarak da öyle. Neleri unutabiliriz, ne kadar unutabiliriz veya ne zaman unuttuğumuzu anlarız? İşte burada da hatırlamak girer işin içine. Unuttuğumuz her şeyi birbir hatırlamaya başladığımızda durum sıkıcı bir noktaya ulaşır. Canımız sıkılır. Friedrich Schiller'e göre "Affettmek ve unutmak iyi insanların işidir", Pablo Neruda'ya göre "Aşk ne kadar kısa ve unutmak ne kadar uzun"dur. Bu paragrafı ve unutmakla hatırlamak arasındaki tüm didişmeleri noktalayacak söz ise Albert Camus'ya aittir: "Hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırız.". Şimdi lütfen sakince dağılalım, toparlandıktan sonra okumaya devam edelim.

"Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü..."

Latife Tekin'i ilk kez "Unutma Bahçesi" ile okudum. Ruhuna Kitap yazarlarından kıymetli dostum Tuna Bahar'ın "bu kitap tam senlik" sloganıyla elime tutuşturduğu kitapla, bugüne kadar anla(ya)madığım bir çok şeyi anladım. En azından anlamaya çalıştım. Bu sıradan bir insanı anlamak olduğu gibi gerek iş gerekse ev yaşantımda tavırları ve duruşları daha iyi anlamama imkan tanıdı. Huzurlarınızda Latife Tekin'e bu önemli romanı için ve Tuna Bahar'a bu romanı bana hediye ettiği için teşekkür ediyorum.

"İnsanları mutlu bir sessizliğin sarmasına dayanamayıp bir sözle gerginlik yaratan kişiler vardır."

Kitabın hikayesine asla değinmeyeceğim. Çünkü tek bir cümle merakınızı tekme tokat dövebilir. 1980 sonrasında gerek değişik üslubu gerekse farklı anlatım tarzlarıyla takdirleri toplayan Latife Tekin ile siz de bu kitapla tanışın. Hem unutmaya dair yeni şeyler keşfedeceksiniz, hem de insanlar arasında garipsediğiniz tavırları daha iyi anlayabileceksiniz.

"Neyin peşinde olduğumuzu anlayanlar kendi düşleriyle kanatlanıp üstümüze üstümüze uçuyorlar, olay bu kadar basit, görebilene… Onları geri püskürtmenin çaresine bakmalıyız, hayatlarında isteyip de gerçekleştiremedikleri ne varsa hesabını bizden sormaya kalkıyorlar."

Unutmayı ve unutulmayı hak eden her şeyi ve herkesi unutun. Bu roman bir başlangıç olabilir sizin için...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Aralık 2012 Cumartesi

Geçen zamanın biriktirdiklerini toplamak

"Her şey daha çok zaman olsun diye hızlandı.
Zaman ise gittikçe azalmakta."

- Elias Canetti

Başlığı düşünürken epey zorlandım. Çünkü Şükrü Erbaş'ın şiirleri zamanda yolculuğa çıkartırken, bu yolculuktan bir şeylerin de toplanmasını sağlıyor.

Şükrü Erbaş'ın şiirlerini okurken her ne kadar kafanızı toplamakta zorluk yaşasanız da, "manevi getirisi yüksek" dizeler kitap bittiğinde size içli bir şarkı söylettiriyor. Birbirinden farklı makamlara sahip bu şarkıların türleri, geçen zamanda izi kalan her şeye dokunuyor.

Bu bazen bir sevgisizlik şarkısı:

"Sokak köpeklerinden öğreniyordum
Sevgisizliğin açık yarasını."


Bazen yoksulluk şarkısı:

"Sevgilim
Yoksulluktur biraz da
Yüzünde gamzelenip duran sözlerim..."


Bazen de bir keder şarkısı olabiliyor:

"Ey gönül haresi keder,
İnsan kendinden ne kadar uzağa gider..."


İlk şiiri 1978 yılında Varlık Dergisi'nde yayınlanan Yozgat şairi Şükrü Erbaş, bir şehrin sesi olup yeni kaldırımlar yapabiliyor zihnimize:

"Kentler de insanlar gibi mizah duygusuyla birlikte kederini de yitiriyor sanırım. Geriye, belleksiz sokaklarda bir yeni zaman politikacısı ile plastik şarkılar kalıyor. Yozgat, bundan ne kadar uzak durabilirdi ki..."

Şiirde sevdiğim şeylerden biri de, diğer şairlerin dizeleriyle karşılaşmak. Onlara "gönderilen selamı" okurken daha önce, aynı dizeyi daha önce okumuş olmanın tadı ise fırından yeni çıkmış zeytinli açma gibi. Gülten Akın, Ece Ayhan, Metin Eloğlu ve Behçet Necatigil bu selam verilen şairlerden bazıları.

Ne diyordu ince şeylerin annesi
"Ötekini oku, derinde dipte duranı."
...
Biliyor musun, hoyratlık değil de
İncelik yakıyor canımı..."


Geçen zamanın biriktirdiklerini toplamak isteyenler. Sıradaki şarkı, Şükrü Erbaş'tan sizin için geliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Her şeyden önce sakin ol

Sevgili okurlar, yazının başında kişisel bir düşüncemi açıklamamdan umarım rahatsız olmazsınız. Olay şu: Zaten yarım akıllıyımdır, bir de kalan yarısını havaya uçurmamı sağlayan bu kitapları nereden bulup çıkarıyorum hiçbir fikrim yok.

Steven Hall’un bu kitabı, yani “Köpekbalığı Metinleri”, "The Raw Shark Texts" adıyla 2007’de İngiltere’de çıktığında patlama etkisi yaratmış. Kült bir eser haline gelmiş. 2011’de Alef Yayınevi sayesinde Türkçeye de çevrilip yayımlandı. Kitabı okuyan herkes Türkçe çevirisi konusunda fikir birliğine varmış durumda: Aylin Ülçer’in bu çevirisi kesinlikle harikulâde! Böyle zor bir bilim kurgu metninin bu kadar ustaca çevrilmesi herkese nasip olmaz. Kitabı resmen mutluluktan havalara uçarak okuyorsunuz.

Gelelim kitaba… İsimde psikiyatrideki ünlü mürekkep testleriyle ilgili bir sözcük oyunu var: The Rorschach Tests – The Raw Shark Texts. Kitabı birinci ağızdan, yani başkarakterimiz Eric Sanderson’ın ağzından okuyoruz. Eric, bir sabah uyanır; kim olduğunu, nerede olduğunu, niye orada olduğunu, başına neler geldiğini, hatta adını bile hatırlamaz. Kendine gelmeye çalışırken bir zarf bulur ve üstünde “Bu mektup sana, hemen şimdi aç” yazdığını görür. Mektubun ilk cümlesi çarpıcıdır: “Eric, her şeyden önce, sakin ol.” Bu kısa mektubun bitişindeki imza ise okuru havaya uçuran ilk dinamit olur: İlk Eric Sanderson!

Eric hafızasını yitirmiş bir erkektir ve peşinde onun anılarını tüketerek hayatta kalan çok tehlikeli, hatta en tehlikeli sanal köpekbalığı vardır: Ludovician. Evine gelen zarflarda İlk Eric Sanderson, onu Doktor Randle’a yönlendirir, çok geçmeden Randle’ın yardımcı olamayacağını bu yüzden Eric’in kurtuluşunun kesin çözümü için Doktor Trey Fidorous’u bulmasını ister. Ve Eric yollara düşer.

Tabi bu arada gelen zarflarda Eric’in Ludovician’dan nasıl saklanması ve korunması gerektiği de ayrıntılı olarak anlatılır. Eric zamanla bu hayata alışmaya başlar; ancak hazmetmek hiç de kolay değildir. Alışma döneminde Ludovician’ın birkaç kere saldırısına uğrar ve resmen aklını yitirme noktasına gelir. Tereddütlü bir ruh hali, sürekli tetikte olma durumu, kimseye güvenememe duvarı Eric’i yavaş yavaş yormaya başlar.

Açıkça söylemek gerekirse “Köpekbalığı Metinleri” için söylenecek çok fazla şey var, buraya sığdırmak mümkün değil. 520 sayfalık bir kitap olması gözünüzü sakın korkutmasın, sayfalar öyle bir çırpıda geçiyor ki, Eric’in Trey Fidorous’u bulmak için çıktığı yolculukta siz de ona eşlik ediyorsunuz.

Steven Hall’un hayal gücüne hayran olmamak elde değil. Eric’in başına gelen olaylarda Ludovician’ı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Ve her bölümün sonunda kendinize şunu tekrarlıyorsunuz: Her şeyden önce, sakin ol. Bütün bunların üstüne kitabın beklenmedik sürprizi sonunda ise Steven Hall’u ayakta alkışlıyorsunuz. Başyapıt!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

7 Aralık 2012 Cuma

Kin'in Yas'ının portresi

23 yaşında bir üniversite öğrencisi. Bir sabah, okuduğu okulun kapısına geldiğinde bir an için durur. Fakültenin giriş kapısından içeri giren diğer öğrencilere bıkkınlıkta bakar. Canı sıkılıyordur. Hatta canı çok sıkılıyordur. Hepimizin durduk yere bir çılgınlık yapmayı düşündüğü bazı zamanlar olmuştur. Onun çılgınlığı ise en yakın kırtasiyeden sekiz ortalı bir defter alıp fakültenin yakınındaki bir kahvehaneye girip, aldığı defterin ilk satırına ilk cümleyi yazmak olur:

“Asansör dördüncü katta durdu.”

Genç yazar, kitabını yazmaya başladığında şu hayattaki temel iddiası olan “Hiçbir şey yok”u destekleyen olaylar anlatır, diyaloglar yaratır. Kitabının sonuna geldiğindeyse hayatla ilgili bazı görüşlerinde değişiklikler olur, son cümleyi “Her şey var” olarak kaydeder.

Yazarımız, kendi zihninden defalarca kez kaçmıştır. Ailesinin evinde Hakan adında bir et yığınını bırakıp gitmeyi kaç kez arzulamıştır! Kimi zaman bunu başarmıştır ya da başardığına inanmıştır. Neticenin değişmediğini görünce, başarılı olup olmamayı da umursamamaya başlamıştır.

Dışarıya karşı açık bir genç insan olup, başkalarıyla çok fazla ortak noktada buluşacağına maalesef herkes gibi bir zamanlar o da inanmıştır. Müzik bilgisi muazzamdır. Edebiyata neden inansın ki, yazılmış sanatsal eserler onun için tuvalette okunmak için yazılmıştır. Hayatında çoğu şeyi zorunluluktan veya meraktan yapmıştır. Üniversitede okumak gibi örneğin… Üniversitede okumak onun için beyhude bir çabadır. Yine de gidip bakmakta fayda vardır. Bu yüzden Ankara’da Fransızca eğitimine başlamış, yarıda bırakarak Brüksel’e gitmiş, sonra geri dönerek bir Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin zeminine botlarının izini bırakmıştır.

Romanını tamamladıktan sonra bir kitabevine girip eline rastgele kitaplar alıp, içindeki yayınevi bilgilerini not etmiştir. Yedi tane yayınevi adresini yazınca bu kadarın yeteceğini düşünmüş, sıkıcı kitap raflarını terk ederek yazdığı romanın yedi tane çıktısını almıştır. Bu yedi yayınevinin üçü çalışmayı reddetmiştir, üçü cevap bile vermemiştir, bir tanesi ise “gel basalım” demiştir.

23 yaşındayken yazdığı romanı 24 yaşındayken elinde tutan bu delikanlı, Türkçede daha önce yan yana gelmemiş kelimeleri bir araya getirdiğinin farkındadır. Kelimelerin ve harflerin kavuşmasına, sınırları aşmasına daha o zamanlar kafa yormaya başlamıştır; ancak o zamanlar bilmediği şey, ilk romanının çıkmasından tam 11 sene sonra alfabenin ilk ve son harfini bir araya getirip “AZ” romanını yazacak olmasıdır. Kalıcılık gibi bir derdimiz vardır.

Bu dert’e hemdert olacak çareler bulma arayışındayızdır. Bizim bu genç yazarımız da bir düşünceyi, bir yaşayışı kendisinden önce yazanlara rağmen, hâlâ orijinal bir şekilde kendince ifade etmekteyse, yedi yıl sonra yazacağı “Azil” de “Her şey söylenmiş olabilir, ama ben daha söylemedim. Ve eğer ben söylememişsem, henüz her şey söylenmemiştir” görüşünde olduğu içindir.

Hayatın acımasız olduğunu bilmeyen var mı aramızda? Hayat, sandığımızın aksine “şanslı” diye damgaladığımız insanlara da acımasızlığını yapar. Hayat bu, güven olmaz; yapacağını herkese, her yerde ve her şekilde yapar. Pekiyi hayat, bu genç yazarımıza ne yapacaktır?

Genç yazarımız şu günlerde 37. yaşında doğru dörtnala ilerlemektedir. Ürkek bakışlarla girdiği kahvehaneyi, 23 yaşında bir gencin kuyruklu yalanlı hayalleriyle bilmektedir. Biz karakterlere takılmadan şunu söyleyelim, Kin’in Yas’ının Portresi hep genç kalacaktır. Dorian Gray gibi. Ve elbette Kinyas ve Kayra da…

Kayra, zihnini ölüme terk ettiği o evde; Kinyas, ailesinin yanında, yaratıldıkları yaşta ebediyen yaşayacaklardır. Nerede mi yaşayacaklardır? Tabii ki bizim henüz ölmeyen zihinlerimizde!..

Hakan Günday kitapları seni de yaraladı, biliyorum. Ancak hâlâ hayattasın öyle değil mi? Henüz ölmeyeceğini söyleyebilirim şimdilik sana. Ne de olsa Kinyas ve Kayra’nın mottosunu artık hepimiz biliyoruz. O yüzden Hakan Günday son kitabını yazana kadar hayattayız!

“Omnes Vulnerant Ultima Necat!”
-Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür!–


Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

6 Aralık 2012 Perşembe

Koynunda kedi besleyenlere

"Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun."
- İrlanda atasözü

"Üzgün Kediler Gazeli", ilk baskısı 2007'de yapılan, üçüncü baskısını Kırmızı Kedi'de Mart 2012'de yapan bir kitap. Bu da şu anlama geliyor; yıllar geçer, biz sadece iç çekeriz. İç çektikçe de şiir okuruz. Haydar Ergülen'e Metin Altıok Şiir Ödülü'nü kazandıran bu şiirleri, bir kedinin hem inceliğini hem de asaletini taşıyor. Şair, şiirlerini okurken bir kediyi bizim koynumuza sokuyor, kedi mırıldarken biz de onu seviyoruz. Dizelerin altını çizmek gibi.

"O bir çay istemişti, trenin içinde
Biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
Ben yalnız kalmıştım, senin içinde
Oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

Aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin."


7 bölümden oluşan kitapta Haydar Ergülen'in 1992'den 2007'ye kadar yazdığı şiirler bize kimi zaman nefes oluyor, kimi zaman da gazel. Şairin en sevdiğim özelliği kelimeleri yormadan, kafaları karıştırmadan ve duyguları abartmadan, dizeleri çok sağlam temellere oturtması. Biz de şiir okuyucusu olarak bu sağlam temellerin üzerine kendi duygularımızı ekliyoruz ve ortaya çıkan eseri -adı her ne olursa olsun- keyifle izliyoruz.

"Lambası hep açık yüreği bir şair feneri
İçli bir şiirdir onda insan olma hüneri."


Yaşayan en kıymetli şairlerimizden biri olan Haydar Ergülen'in şiirleri bana kalırsa birçok farklı ruha hitap edebilir. Ama önceliğiniz kedi sevmek olmalıdır. Zira kedi sevmiyorsanız, aslında birçok şeyi de sevmiyorsunuz demektir. "Kediler duyguları konusunda dürüsttürler, insanlar ise duygularını gizlerler" demiştir Ernest Hemingway. Ustanın bir bildiği mutlaka vardır dememe gerek yok çünkü görünen köyde kılavuz dağıtılması yasaktır.

"Kedilerimin kardeşiyim, inceliği ve mahcubiyeti onlardan öğrendim
Beni turnasız türkülerin beni solgun bir kedinin kalbinde unuttular."


Bir kediyi beslerken yaşanan hislerin bütününü hatırlatacak şiirler daima vardır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

4 Aralık 2012 Salı

Kırılmaktan korkmayanlara

"Şimdiki aklım olsa öyle yapmazdım. Ama öyle yapmasaydım da şimdiki aklım olmazdı."

Emrah Serbes, son dönemin güçlü ve sahici kalemlerinden. Belki bir kısmınız Behzat Ç.'nin yazarı olarak biliyor onu, bir kısmınız Afili Filintalar'dan tanıyor, bazılarınız da Erken Kaybedenler'dendir... Tanışıklığınız nereden kaynaklı ve hangi düzeyde olursa olsun, bu sahici ve ziyadesiyle Ankaralı kalemle muhabbetinizi arttıracak bir kitap tavsiyem var: Hikâyem Paramparça.

Hikâyem Paramparça, Emrah Serbes'in Afili Filintilar'da ve Birikim Dergisi'nden yayımlanmış yazılarından ve yeni bir hikayesinden oluşuyor.

"Hepimiz yanlış hatıralara sahibiz. Öyle yaşanmadı ki onlar."

Kısa cümleler, keskin bir gözlem gücü ve hep içimizde bir yerlere dokunan sözcükler...

Emrah Serbes, insana Ankara'yı sevdiren kalemlerden biri.

Hikayem Paramparça'nın da fonunda Ankara var, hafiften görünen. Ve ancak yakından bakınca görülebilecek kırıklarımız, kırgınlıklarımız.

Ve fazlasıyla gerçek hayatımız...

"Mesai saatleri içinde eğlenmeye tolerans payı bırakabilirler, yas tutmaya değil. Ölüm izni bu yüzden var. Yakını ölmüş kişi, acısını unutana kadar hizmet dışıdır. Ayakaltında dolaşması da istenmez. Acısını unutmak için kendini işine adamış insan tipi de bu yüzden çok sevilir. Çünkü hepimiz, acısını unutmak için ya da unuttuğu için, kendimizi bir şeylere adamışız."

Daha evvel rastlamış olabileceğiniz satırların üzerinden geçebilir ve Galip İşhanı isimli yeni ve fena halde etkileyici bir hikayeye kapılıp gidebilirsiniz okurken.

Hikâyem Paramparça, bir insana baktığında gördüğünden daha fazlasını sezenlere ve kırılmaktan korkmayanlara iyi gelecek bir kitap.

"Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

2 Aralık 2012 Pazar

Hayatımızdan düşen ilk yaprak: çocukluğumuz

"Şair, yenilgiyle başlayan adamdır
Şiire!"

Keder ödünç bir şey midir? Belki de, kim bilir. Şimdilik 6 baskı yapan "Keder Gibi Ödünç", Haydar Ergülen'e Cemal Süreya Şiir Ödülü'nü kazandırmış bir kitap. Şair, her ne kadar "mırıldandığım şeylersin" dese de, çocukluktan yaşlılığa ve hatta topraktan göğe uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Emniyet kemeriniz takılı olduğu müddetçe sarsıntılardan korunuyorsunuz. Olası bir okuma yorgunluğu ise dizeler arasındaki dönüşlerde kalp ritminizi harekete geçirebiliyor.

"Çocuktum, ayıramazdım ha aşk ha zeytin
Aşkı yazsam kağıttan utanırdım, o benden mahcup
Zeytine uzansam dalından kırılırdım, benden de çocuk
İkisini de gözle toplamayı sonra öğrendim."


Haydar Ergülen'in şiirlerinde harflerin gülüştüğünü, hayvanların asil duygularını ve doğanın kuvvetli anlatımını bulmak mümkün. Her bir dize resmen "benim kıymetimi bilin" deyip altını çizdiriyor.

"Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce
Sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerle
Benimse kâlp hususunda cilalı bir cümlem bile yok
Mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de."


"Kırmızı Kedi"yi tebrik ediyorum. Özellikle şiire değer verip şiir kitaplarını ayrı güzellikte basmaları, kapaklarındaki kusursuz tasarım ve rahat okunabilirlik tek kelimeyle takdirlik. Alıntıyla bitirmek pek huyum değildir ama kendimi tutmak istemiyorum: "Alınyazısıdır şiir, elyazısı geveze."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hayatının baharında olanlara

Bazı kitaplar vardır ki, herhangi bir sebepten dolayı çıkar çıkmaz ilgimizi bir şekilde çekerler. Bu durum çok sık tekrarlanmaz ve bence güzelliği de buradadır. O kitabın hemen ilgimizi çekmesi adından, kapağından, yazarından, yayınevinden, çevirmeninden, tanıtımındaki bir cümleden kaynaklanabilir. Orasına biz karar veremeyiz.

2012 Tüyap Kitap Fuarı öncesinde Bayan Jean Brodie’nin Baharı’nın tanıtım bülteni geldiğinde çok heyecanlanmıştım. İşim gereği günde onlarca kitap tanıtım bülteni aldığım için bu kadar tepki vermemem gerekirdi. Ancak bu kitap yayıneviyle, çevirmeniyle, kapak tasarımıyla, modern bir klasik eser oluşuyla beni hemen etkiledi.

Muriel Spark’ın bu erken dönem, öncü romanı 1961’de yayımlanmış. Roman, Edinburgh’ta yatılı bir kız okulunda geçiyor. Bayan Jean Brodie, bizzat seçtiği 6 tane kızı geleceğe hazırlayan bir ilkokul öğretmeni. Eğitim sisteminde kendi doğrularından şaşmıyor ve okul yönetimiyle her sömestr kavga ediyor. Kendisini okuldan uzaklaştırmak isteyenlere karşı her zaman galip geliyor.

Romanın yayımlandığı dönemde diğer tüm türdeşlerinden ayrılan özelliği ise Muriel Spark’ın “prolepsis” tekniğini kullanmasıdır. Bu teknikte yazarımız şunu çok iyi başarıyor: Belli bir karakteri anlatırken ya da iki karakteri karşılıklı konuştururken bir anda yıllar sonrasına götürebiliyor sizi. Bu roman sayfalar arasına sığdırılmış zaman sıçramalarıyla yazılmış. Bayan Brodie’nin herhangi bir kızını önce on, sonra on beş, sonra on yedi, sonra otuz yaşında okuyabiliyoruz.

Bayan Brodie hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmamış. Kendini, seçtiği kızları kültür ve sanat alanında çok iyi hanımefendiler olarak yetiştirip, onları “kaymağın da kaymağı” yapmak istiyor. Kızlar büyüdükçe, biricik öğretmenlerinin özel hayatıyla da ilgilenmeye başlıyorlar. Bayan Brodie, kızlarına çok güveniyor ve okuduğumuz zaman sıçramalarında anlıyoruz ki, Bayan Brodie’nin okuldan atılması ve emekliliğe zorlanması kendi grubundan bir kızın ihaneti yüzünden oluyor. Ancak bunu romanın sonuna kadar öğrenemediğimiz gibi, kızın nedenleriyle birlikte zaman sıçramalarıyla okuma şansımızı olacak ve kafamızda soru işaretleri kalmayacak.

Muriel Spark’ın bu romanı kesinlikle okunmayı hak ediyor. Romanın eğlenceli ve bilgilendirici yazılması benim sempatimi kazandı. Şunu da söylemeden edemeyeceğim; bu roman biraz da genç kızların aşkı, hayatı ve cinselliği keşfetmelerinin romanı. Bu yüzden erkek okurlar biraz sıkılabilir. Bence kitabı alanlar ne anlatıldığından çok nasıl anlatıldığına dikkat ederlerse çok daha fazla keyif alırlar. Püren Özgören’in enfes çevirisi, Nazlım Dumlu’nun nefis kapak tasarımıyla Siren Yayınları’nı bir kez daha tebrik ediyorum.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

29 Kasım 2012 Perşembe

Bir intikam romanı

"Geceyi en önde aşan, sahici ölüme ne dersin?"
- Kaan İnce

Bu kitabı bir türlü okuyamadım. İsmini çok duymuştum ama vakit bulamadım. "Tol"un ne anlama geldiğini de biliyordum ama unuttum. En yakın zamanda okumam gerektiğini biliyorum. Arkadaşlarım önermişti ama koşturuyorum, ekmek parası derdi yoruyor beni. Tüm bunlardan en azından birini söylediğinizi duydum. İyi yoldasınız, en azından kitabı öyle veya böyle bir şekilde duymuşsunuz. Geriye sadece okumanız kalmış. Bu da sanırım yolun tamamı. Murat Uyurkulak'tan kinci, nefretçi ve öfkeli bir roman. "Zuhaha" değil, Tol.

"Ve sıkıntı öldürüyor. Acı ve öfke değil, sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum, makul olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor. Sıkıntı eğlence istiyor, tatil istiyor çünkü. (...) Sıkıntı çözüyor, öfke bağlıyor. Sıkıntı plan program demek çünkü. Acı kendi yasasını durmadan fısıldıyor, öfke hatırlatıyor oysa. Ama sıkıntı savuruyor, parçalıyor, gebertiyor. Sıkıntı kutlamalar, şenlikler istiyor çünkü. Sıkıntı ille de dans diyor, kahkaha diyor, acının da öfkenin de içini boşaltıyor. Acı ve öfke korkuyu yeniyor, sıkıntı okşuyor. Sıkıntı arzuyu kaşıyor, acı ve öfke terbiye ediyor. Acı değil, öfke değil, sıkıntı öldürüyor."

Murat Uyurkulak'ın 2002'de yayınlanan bu ilk romanı Almanca ve Fransızca'ya çevrildi. "Ne olmuş çevrildiyse?" diyorsanız, bugüne kadar "yalandan çevrilen" kitaplardan sıkılmışsınız veya inancınızı kaybetmişsiniz demektir. Çok açık şekilde söylüyorum ki "Tol", kurgu olarak "en iyi" diyebileceğim 10 Türk romanından biri. Yalanım varsa bütün doğrular gözlüğümün camını kırsın.

"Her yaşın kendine göre bir güzelliği yoktu. Emin olduğun, farkında olduğun hiçbir yaşın güzelliği yoktu. Yaş öyle bir şey olacaktı ki sen bilmeyecektin. Sana yaşını sorduklarında şaşıracaktın, şöyle bir durup hesaplamak zorunda kalacaktın. Yaş günü hediyesi verenlere ajan provokatör gözüyle bakacaktın. “Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!” diye bağıracaktın."

Radikal Kitap'ın 10.yıl özel sayısında haklı olarak ve açık ara farkla 2000'lerin en iyi romanı seçilen Tol, varoluşuna bile öfke duyan ruhlara iyi gelebilir. O kadar iyi. İnanın. Romanda okuyucuyu en çok etkilemesi gereken, içinde sakladığı gizemde aslında hayatımızın en acı taraflarının olması. Gerek siyasi, gerek hayati.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Kasım 2012 Pazar

Bir kadının iç dünyasındaki fırtınalar

"Hayat biraz da çalıntı anlarla yaşanır halde gelmiyor mu?.."

Gençlik yıllarında yaşadığı bir aşkın içinde açtığı derin yara ve boşlukla orta yaşlarını süren Ulya'nın, bu boşluğu sanatla dolduruşunun hikâyesidir Taş ve Ten. Hem taşa ve hem de tene (kendine) derin bir bakış yönelterek ne yapacağını hiç bilememenin kuytularında gezinir kahramanımız Ulya. Zamanın, bu iki olgu üzerinde biriktirdikleriyle olgunluk çağına varır ama aslında o kalbi kırık, şüpheci, güveni yerle bir edilmiş küçük kız olmaktan kurtulamamıştır.

"Bir zamanlar aşkın insanı çoğalttığına inanmıştım. Sonra sanat bu duygunun saflığının, tutkudan başka hiçbir şeye yakın durmamaya, varsayım ve beklentiden uzak kalabilmeye bağlı olduğunu öğretti."

Tutkudan uzak, dostluğun ağır bastığı bir ilişkide huzurlu ve sakin yıllar geçiren Ulya'nın duyguları mesleği (heykeltraşlık) gereği çıktığı bir yurtdışı gezisiyle altüst olacaktır. Bu gezide evinde misafir olduğu, kendisinden yaşça küçük olan Sina, Ulya'yı yıllar öncesinde bıraktığı acı dolu aşka ve yoğun tutkulara geri döndürür. Yarım kalmış bir aşkı yıllar sonra benzer konumunda bir adamla yeniden yaşar gibidir. Dört günlük bu kısa tanışıklığın son gecesinde birbirlerine içlerini açar, geçmişin ağıdını yakarlar.

"İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak. Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyirci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne büyük yalnızlık!"

Tarihsel ve coğrafi arka planıyla zamana direnmenin anlatımıdır Taş ve Ten. Unutmak asla yoktur. Kadını, kadın düşünce ve duygularını içerden, ama bir o kadar da objektif bir gözle, antifeminist bir tavırla dile getirerek Türk romanında kendine önemli bir yer edinen İnci Aral, bu romanında da Ulya aracılığıyla bir kadının iç dünyasındaki fırtınaları, çelişkileri, melankoliyi anlatır. Kabuk bağlamış bir yaranın tekrar açılışına, kuşkuyla umut arasında gidip gelmelere, kışın bitip baharın gelişine tanıklık etmek gibi...

"Hayallerden daha yalnız, daha yoksul geri dönmez mi çoğu zaman insan?"

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

24 Kasım 2012 Cumartesi

Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler

Üç duygu vardır ki insan hayatının tamamında yerleri hep derin olmuştur. Ortaokulda şiddete maruz kalırsanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. İlk aşkınızla lisede tanıştıysanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. Yalnızlık, ömür boyu.

Murat Uyurkulak; yapıtları Almanca ve Fransızca'ya çevrilen bir hikâye ustası. Usta diyorum zira Türk edebiyatına sunduğu üç kitabıyla da bunu gösterdi. "Bazuka"ya başlamadan önce sizi bombalanmaya hazır olmak için Can Yücel'in çevirdiği, William Shakespeare'in "66.Sone"sinden bir söz karşılıyor: Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...

"Genelde çok konuşmam, söyleyecek önemli bir lafım varsa da sona saklarım, gözlemlerime göre böylesi daha tesirli oluyor, bir vakitten sonra sen ağzını açtığında herkes kulak kesilmeye başlıyor."

"Tutkular Kitaplığı", "Kurtuluş On İki", "Kuş Yuvası", "Pembe", "Şarap", "Derviş", "Kırmızı", "Gülsüm" ve kitabın adı olan "Aşk, Yalnızlık ve Bazuka" hikâyeleriyle, girişte belirttiğim gibi üç duygu sarsacak zihninizi. Hikâyelerin hepsi sanki farklı filmlerin en önemli sahnelerini anlatıyor bize. Başlarken bünyenizi ele geçiren merak, ortalarda yerini heyecana ve biterken de şaşkınlığa bırakıyor. Murat Uyurkulak, okuyucuyu ayakta uyutuyor.

"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır..."

Kaktüs gibi olan hikâyeleri okurken dikkat edin, gözünüze batmasın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Kasım 2012 Pazartesi

Vücudunun hayatta olduğunu unutmak isteyenlere

"Ne de olsa müzik her zaman zafer için çalar, hüzünlü olsa bile."

Ustalara saygı kuşağına hoş geldiniz. Andrey Platonov’un Türkçede yayımlanan ilk yapıtı Can, kim bilir kaç defa rafta dururken gözümüze takıldı da almadık. Belki sadece elimize alıp sayfalarını karıştırdık. Ancak Can’ı anlamak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor.

Birçok eleştirmen ve okura göre Platonov, 20. Yüzyılın en sıradışı Rus yazarıdır. Bu tarz bir düşüncede hem kendi hayatının hem de yazdıklarının bir hayli etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

"Sanki insanın birini sevmesi kalbe çok ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu."

İtiraf edeyim ki, "yoksulluğu ve yoksunluğu" hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim. Bir insanın bile isteye kendini diri diri toprağa gömme çabasını, bu çabasında yaşamdan ve diğer her şeyden ümidini kesmesini ağır bir suçluluk duygusuyla okudum.

Açlıkta, kimsesizlikte, coğrafyada olmayan bir yerde neden hayata tutunmalıyız? Her türlü yozlaşmışlık, çürümüşlük, terkedilmişlik, görmezden gelinmişlik içerisindeyken nasıl olur da hayata devam ederiz?

"Kadın, acısına sımsıkı sarılmıştı ve onu kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Bu şu anlama geliyordu: Bir insanın zihninin ya da kalbinin en derinlerinde bir düşman yatmaktaydı; sevgi dolu kollarda olsa da, çocuklarının öpücüklerine boğulsa da, hayatını karartmaya devam eden bir düşman."

Can’da öyle bir sefalete şahit ediyor ki bizi Platonov, artık bir insanın can çekişmesinden çok daha öte bir anlamı olan, kalbimizi kanatan o cümleyi söyletiyor bir anneye: "Ne mutlu anne karnında ölene."

Can’daki karakterler yaşamayı istemiyorlar, yaşamamak için çırpınıyorlar. Onları tekrar yaşama döndürmeye çalışan tek kişi Çagatayev oluyor. Çagatayev, adı Canlar olan bu küçük halkı yaşama döndürebiliyor mu döndüremiyor mu okuyunca görün bence. Ancak bu küçük halkın en yaşlısı Sufyan’ın şu cümlesindeki umutsuzluğu okuyunca taş kesiliyorsunuz: "Ruhlarımız tükendi yaşamaktan!"

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

14 Kasım 2012 Çarşamba

İlk göz yaşını kaldırımda dökenlere

"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, sf.182.

Emrah Serbes'in polisiye romanları "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"den sonra yayınladığı "Erken Kaybedenler", yalnızlıktan tükenmiş, yoldan çıkmış bir neslin konuşmasıdır. Erken uyarı: toplu taşıma araçlarında okurken zorluk yaşayabilirsiniz. Zira siz güldükçe, diğer "konuklar" da sizin halinize gülecektir. Roman o kadar duygusal ve samimi ki, gülmekten ağlıyorsunuz.

"Öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok dedim. Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."

Erkek çocuklar, veletlikten hemen sonraki ve ergenlikten hemen önceki o kısa fakat alengirli dönemde çığırlarından çıkarlar. Fakat bu hal, sıklıkla mantığın almayacağı kadar mantıklı gelişmelere de sebebiyet verebilir. Okuyucu için hızlı ve şenlikli bir geriye dönüş romanı olan "Erken Kaybedenler", çocukluğun kederli anlarına da söz sahipliği yapmaktadır bazen.

"Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle..."

Sanılmasın ki bu kitap sadece erkeklere hitap ediyor. Hiç alakası yok, bir o kadar da alakası var. Lakin, o hani çocuklukta arzulanan ama asla ulaşılamayacak olan kız vardır ya, hani şu kitap kapağında ortada duran, işte onlar da okumalıdırlar romanı. Sinsi sinsi gülmek ve geçmişe dönmek, güzel anıları hatırlamak için illegal bir yöntem olacaktır bu.

"Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin."

Lafı çok uzatmaya gerek yok, çünkü bu roman yeterince erken başlayıp erken bitiyor. Kaybedilmiş en güzel anılarını yeniden hatırlayıp, ilk göz yaşını kaldırımda döktüğü o güne dönmek isteyenler, "yiyorsa" okuyunuz.

Dipnotları çok sevmesem de: Emrah Serbes'in yeni romanı "Hikayem Paramparça" çıktı. Merakla alınız. Elbette o da okunacak ve Ruhuna Kitap'ta önerilecektir. Kimliği belirsiz ruhlara, şimdilik.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Kasım 2012 Pazartesi

Gerçek, kıymetlidir

"Geceleri okumaktan özenle uzak durunuz."

Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.

"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."

Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.

"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"

"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"

"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."


Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Kasım 2012 Pazar

Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?

Torsten Krol, hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir yazar. Blog yazarınızın gizemli yazarlara karşı zaafı olduğunu artık az çok anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Fısıltı gazetesi ise Torsten Krol’un hangi ünlü yazarın takma ismi olduğu yönündeki teorilerini geliştirmeye devam ederken kulağımıza en çok çalınan isim Stephen King’ten başkası değildir.

Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...

Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.

Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.

Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.

Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.

Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.

Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.

Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

10 Kasım 2012 Cumartesi

Erken bir konuşmaya şahit olmak

"Evet, vardın. Var olmuştun. Bir tüfekle göğsümden vurulmuş gibi hissettim."

Kuşkulanmaktan korkmayan, ölüm tehlikesine aldırmayan, nedenleri arayan, hayat veren ya da bunu geri çevirme bilmecesini kendi kendine soran bu kitap, ithaf bölümünde ciddiyetle belirtildiği gibi tüm kadınlara adanıyor. Yalnız bu adanma, erkekleri aldatmamalı. Bence bu kitabı en önce erkekler okumalı ve bol bol not almalı. Bazen erken bir konuşmaya şahit olmak, çok şey kazandırabilir insana.

Feminist ve öfkeli gazeteci-yazar Oriana Fallaci, 2006 yılında hayata veda etmişti. Özellikle Humeyni ve Ebu'l Hasan Beni Sadr ile yaptığı röportajlar ve İslam karşıtlığı ile ses getirmişti. Öyle ki, Muhammed Ali ile yaptığı bir röportajı yarıda kesmişti. Çünkü Muhammed Ali, Müslüman kimliğini gururla anlatıyordu ona. Rahatsız olur Fallaci... Bu arada İtalyan yönetmen Federico Fellini'den yediği fırçayı da eklemem gerekir. Fallaci, Fellini'den hiç hoşlanmadığını belirtir. Fellini de onun arkasından "pis yalancı" ve "küçük arsız, kaltak" diyerek hakaret eder. Kısacası çok "farklı" bir karakterdir Oriana Fallaci.

"Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise kısacık ayraçlar, sonradan bedelleri acıyla, fazlasıyla ödenen..."

Erkeğinden ayrılan bir kadının hamile olduğunu anlamasıyla birlikte iç dünyasında fırtınalar kopar. Adeta çocuğuyla bir düelloya girer. Öyle şeyler hisseder ki bazen bir dağın zirvesinde bazen de bir okyanusun derinliklerinde kaybolur. Çare arar, bulmakla bulmamak arasında kalır. Korkunç bir savaş verir, mağlubu belirsiz olan.

"Senden korkuyorum. Seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni neden?"

Fallaci'nin bu kitabı her ne kadar kadınlara ithaf edildiyse de, her erkeğin mutlaka okuması gereken çarpıcı bir yapıt. Bir kadının bedeninde filizlenen o küçücük canlıyla yaptığı erken bir konuşmayı dinlemek için en ideal metinleri barındıran bu kitabı dilimize kazandıran Pınar Kür'e de şükran borçluyuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Kasım 2012 Cuma

İyi insan olmaya niyetlenenlere

İnsan olmak ötekinin ıstırabıyla hemhal olmakla başlar.” yazıyordu kitabın ilk sayfalarında, altını çizdim. Gökyüzünde, gün daha henüz doğuyorken yolculuk yapıyordum bulutların arasında ve her kitabın bir vakti olduğunu tekrar duyumsuyordum.

Kemal Sayar, ismini sıkça duyduğum, çokça tavsiye aldığım bir isimdi ve okuduğum ilk kitabı tam vaktinde girdi kütüphaneme, zihnime ve kalbime…

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Kemal Sayar’ın toplumsal ve bireysel hayatlarımızda etkili olan hallere, meselelere dair yazılarının yer aldığı deneme kitabı.

Kemal Sayar, bir psikiyatri profesörü olduğu için belki de, yazdığı her şeyi hem bir bilimsel temele oturtuyor hem de insan halleriyle, ruhun derinliklerinde gizli olanla açıklıyor. Bir yandan da yılların tecrübesiyle, biriktirdiği insan hikâyeleriyle keskin bir gözlem gücünün ürünü sonuçları ortaya koyuyor.

"Dünya merhamet eksikliğinden can çekişiyor."

Son dönemde yaşadığımız toplumsal dönüşümlerden, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, eksikliğini hissettiklerimizden dem vuruyor. Yaşadığımız değişimlerin yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve ilişkilerimiz üzerindeki etkilerini açıklıyor detaylı bir şekilde. Aşka da söz geliyor elbette:

"Serinliğin krallığı her yerde kendisini gösteriyor. Aşk, içi boşaltılmış bir kelime olarak bundan nasipleniyor. Aşk için de bir sorumluluk altına girmeniz gerekmiyor, o dışarıdan gelip omzunuza konacak, doğru kişiyi buluvermenizle birlikte, birden içinizdeki bütün kırılganlığı, emniyetsizliği ve yalnızlığı iyileştirecektir. Aşkı sağlamak ötekinin görevidir o halde bir şeyler yolunda gitmiyorsa bu diğerinin suçu olsa gerektir. Günümüz dünyasında 'ilişki'ye o kadar yük bindiriliyor ki. Çift ilişkisi; bağ kurma, anlam bulma ve coşkunun yegane kaynağı oluveriyor modern şehir hayatında. Issızlığın ortasında bir birine umutsuzca yapışmış iki insan."

Tüm bu değişimlerin, vak’aların arasında insan kalmanın, iyi kalmanın ve hüznün de acının da kıymetini bilip yaşamanın gerekliliğini anlatıyor Kemal Sayar; bir psikiyatrist gözünden ve bir edebiyatçı kaleminden.

"Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar. Bu arınışla insan oluruz. Terapist kimdi? Ben mi, yoksa bu narin kız mı? Onun saflığı beni de yıkadı. Arındım. Ve kirlenmiş, yönünü şaşırmış bir dünyada ele geçirdiğimiz o masumiyetin her bir anını kıymetlendirerek konuştuk. Birbirimize fısıldadık. Samimiyet ruhun özgürlüğüdür. O da ben de o kadar içten, o kadar yapmacıksız, o kadar kendimizdik ki. Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sedece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını. akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu. Onu anladım. O beni anladı. Odadan çıkarken gözyaşları dinmişti. Benimse başım dönmüş, sersemlemiştim. 'Biraz yağmur' diye mırıldandım, 'kimseyi incitmez'."

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, içinde bulunduğu zamanın ruh halini anlamak isteyenlere ve bu çağda iyi insan olmaya niyetlenenlere iyi gelecek bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Her şeyi sil baştan öğrenin

İzlenesi bütün filmleri, dizileri, ıvır zıvırı izlediniz mi? Okunabilecek bütün hikaye türlerini elden geçirdiniz mi? Birbirinin türevi olan bütün yiyecekleri tıkınıp tadılacakları tattınız mı? Dünyanın her yerini belgeseller, dergiler, gezi programları ile gezip bitirdiniz mi? Şu herkesin becerdiği falanca kızın / oğlanın defterini siz de dürdünüz mü? Tüketilebilecek her şeyin en az bir kere tadına baktınız mı? Elde edemedikleriniz için yeterince dua ettiniz mi? Peşinden koşmaya değer bulduğunuz herhangi bir şey kaldı mı? Eğer kalmadıysa, aynı bokları tekrar tekrar farklı biçimlerde deneyimleyebilmek için size sunulmuş mutlu mesut / umutsuz acınası kısır döngülerinizin içinde kendinize yeterince tur bindirebildiyseniz hazır olun. Bu gösterinin peygamberiyle tanışmanızın vakti gelmiş demektir.

Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un peygamberi Tender Branson size her şeyi sil baştan öğretecek. İstediğiniz her şeyi sorun ona. Psikolojiyle mi ilgilisiniz? İntihar etmek üzere olan birinin telefonuna nasıl cevap vereceğinizi sorun. Beş parasız nasıl yaşayabileceğinizi mi öğrenmek istiyorsunuz sorun cevaplasın. Sevgilinize götüreceğiniz hangi çiçeğin ne anlama geldiğini mi merak ediyorsunuz? Cevabı Google’da değil bu adamda. Başka sorunlarınız mı var? Kürkteki kan lekesi nasıl çıkarılır? Istakoz nasıl pişirilir? Perde ve masa örtülerindeki çiş lekeleri nasıl çıkarılır? Oturma odasının duvarındaki kurşun delikleri nasıl gizlenir? Ben ciddiyim hepsini sorun. Ona gecelik smokin ve şapkalardaki bıçak deliklerini nasıl onaracağınızı sorun. Boş park yeri bulmak için nasıl dua etmeniz gerektiğini sorun. Batmakta olan bir gemide, yanmakta olan bir mağazada sonuna kadar nasıl dans edebileceğinizi ve buna rağmen hayatta kalabileceğinizi sorun.

Fakat ne yaparsanız yapın ona kısırdöngülerinizi nasıl kıracağınızı tüketilebilecek hiçbir şey bırakmamışken hala anlam vermeyi başarabileceğiniz bir şeylerin kalıp kalmadığını, yaşamınızı devam ettirmek için ne gibi bir nedeniniz olduğunu, neden var olduğunuzu, bu kainatın orta yerinde neden nefes almaya devam ettiğinizi, amacınızın ne olduğunu sakın sormayın çünkü alacağınız cevaplar hiç hoşunuza gitmeyebilir.

Unutmayın ki yeraltı edebiyatı kendinizi mutlu hissetmek için beyninize tıkıştırabileceğiniz herhangi bir şey anlatmaz...

M. Murat Bilge

6 Kasım 2012 Salı

Her şey ölümcüldür

"Sizin için kendi ailenizden, kendi odanızdan ve kendi geçmişinizden daha tehlikeli bir şey yoktur."
- Andre Gide

Şu sıralar öykücülüğümüzde üzerinde dikkatle durduğum 3 isim var. Barış Bıçakçı, Ahmet Büke ve Yalçın Tosun. Her biri de edebiyatımıza büyük değerler katacak gibi görünüyor. Hatta bunu söylemek için geç bile kalmış olabiliriz. Yalçın Tosun'un daha önce "Peruk Gibi Hüzünlü" adlı öyküsünü önermiştim. "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler", yazarın ilk kitabıydı. Ben bazen sondan başlamayı seviyorum. Zira hepimiz doğarak başlıyoruz bir şeylere, ölümden doğuma doğru gitmek de güzeldir bu vesileyle.

"Normalde cumartesileri hiç kalkmam yataktan. Çocukluğumun en mutlu günlerini köyün o en uzun, böcek sesleriyle dolu serini güzel gecelerini hatırlamaya çalışırım. Sisler arasında bazı yüzler belirir sonra. Bazı adlar yankılanır, ıhlamur kokularını titreterek yayılır yeşilliğe: Sinan, Cevher. Çocukluğumu paylaştıklarımın yanında olmak isterim. Bir zamanlar olduğum kişi olmak... Sonra birden yine küçük kız düşer aklıma. Bir yerlerden tanıdık gelen tedirgin edici iri gözlerini, korkular zaman geride kaldığında bıraktığı buruk tadı, kendimi ve bana çok uzakmış gibi gelen geçmişi düşünür oyalanırım..."

Şimdiye kadar okuduğum en tehlikeli öykülerden biri oldu bu kitap. Zira birçok şeyi hatırlamaya çalışmama sebep oldu. Bu da çıkılabilecek en tehlikeli yolculuklardan biri oldu benim için. Anılar ve acılar, kederler ve sevinçler, yaralar ve hatıralar, keyifler ve ikiyüzlülükler. Hepsinin zihninizde akmasına sebep olan bir öykü diyebilirim.

"Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor."

"2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü"ne layık görülen bu kitabın bütününde bir fikir hakim. Fakat bu fikri direkt söylemek istemem. Öykü okurken en keyifli olan bu bulmacadan kimseyi mahrum bırakamam. Gençlik "sevivermeleri", güvensiz aileler, şiire göz kırpıp selam veren cümleler, dar çukurlar ve geniş parklar. Hepsine hazır olun ve okuyun. Çünkü okumalısınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

5 Kasım 2012 Pazartesi

Küçük insanların büyük duyguları

Sokak benim için bütün bir dünyanın sembolüdür, dünyayı nasıl görüyorsam sokağı da öyle biçimlendirdim” diyor ve Midak Sokağı'nın hikâyesini anlatmaya başlıyor Necip Mahfuz.

Arap yarımadasının Yaşar Kemal'i olarak anılan Mahfuz, realist bakış açısıyla, arka plana toplumsal sorunları yerleştirerek küçük insanlar üzerinden büyük olayları dile getirir. Bu insanların büyük hırslarını, aşklarını, acılarını, hayalkırıklıklarını, mutluluklarını anlatır. Romanlarının büyük çoğunluğu çok sevdiği, Nobel ödülünü almak için bile dışına adım atmadığı ülkesi Mısır'da geçer. Nil Deltası'ndan Kahire'nin sokaklarına kadar uzanır hikâyeleri. Mısır'ın tüm değer yargılarını gündelik yaşam içerisinde irdeler.

Romanın ana karakteri, ismini de aldığı Midak Sokağı'dır. Geleneksel değerlerine tutunan sokak, gelişen Kahire'ye ayak uyduramamaktadır. Mahfuz ilk sayfalardaki betimlemeleriyle sokağın içine çeker okurunu. Evlerin, dükkânların, Kirşa'nın kahvesinin birer sakini oluruz biz de. Yoksulluktan bıkan ve gözünü yükseklere diken güzel Hamide, Hamide'ye aşık genç Abbas ve yaşlı ama zengin Selim ve Hamide'yi düşlediği hayata ulaştıracağını vaadeden İbrahim Faraj romanın diğer baş karakterleridir.

Hamide Midak Sokağı'ndan kurtulmanın yollarını ararken Abbas ve Selim'i kendi hayallerinden çok uzakta, sönük, geleneksel adamlar olarak görür. Kahire'nin ışıklı caddelerinde yürüdüğü bir gün yakışıklı ve gizemli İbrahim Faraj karşısına çıkar ve ona düşlediği hayatın kapılarını aralar. Hamide, Faraj'ın çağrısına uyup peşine düşer fakat çok farklı bir dünyayla karşılaşır. Önce direnir ama sonra kaderine razı olur. Geride kalbi kırık bıraktığı Abbas'la yolları bir gün tekrar kesişir. Onları trajik bir son beklemektedir.

“Aşktan ölen insan kederli ölsün; ölüm olmayan aşkta hayır yoktur.”

Mısır Edebiyatı'nın baş yapıtlarından Midak Sokağı'nda göze çarpan Batılılaşma sorunu, sınıf atlama, lüks yaşam düşkünlüğü gibi kavramlar Osmanlı-Türk romanının pek çok önemli eseriyle benzerlik göstermektedir. Doğu-Batı değerlerinin, dini gelenek ve göreneklerin karşılaştırması her iki ülke edebiyatının da ele aldığı temel öğelerdir.

Doğu Masalları'nı andıran bir atmosferde, küçük insanların büyük duygularına tanıklık etmek istiyorsanız Midak Sokağı'ndan ağır adımlarla geçmelisiniz.

“Zira her şeyin bir sonu yok mudur? Evet, her şey nihayetine varır.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

2 Kasım 2012 Cuma

Duygusuz kelime oyunlarını unutun

"Rüyalar onarıcıdır, biliyorum."

Maalesef popüler kültür, harflerin canını sıkıp kelimelerin iliğini kemiğini kurutabiliyor. Kitapçıların rafları gerçekten kötü yayınevlerinin "çok satan" kitaplarıyla dolu. Bu kitaplar Twitter dansözlüğü ile yola çıkıyor, sonra da bir kenarda "motor" su kaynatıyor. Ebediyen de öyle olacaktır, umudumuz bu en azından.

"Suratına bakınca bir tatil köyü görür gibi oluyordum."

Acımasız başladım, biliyorum. Ancak siz de bilmelisiniz ki kelime oyunu bir deha belirtisi değildir. Bir şeyi ispat etme isteğiyle yapılamaz, yapılmamalıdır. Elinize sözlük alın, siz de yaparsınız. Belki de yapamazsınız. Mühim olan ne kadar gerçeğe yakın, ne kadar duygulu ve ne kadar samimi olduğunuz. Çaba, bu yönde olmalıdır. 1987 doğumlu Gökhan Yılmaz, ilk kitabı "Biraz Kuşlar, Azıcık Allah"ta yer yer anne gibi azarlıyor bir küçük çocuğu. Bazen de küçük bir çocuk olup hayata kafa atıyor, ağzıyla yüzünün yerini değiştiriyor. Kitabın içi cinlik dolu. Tövbe estağfurullah.

"Kuşlardan hiçbir şey anlamayan insanlar vardı gerçekten. Kuşlar en iyi dilbilgisi kitabıydı halbuki. Okullarda kuşlar bilgisi öğretilmeliydi. Kuşlardan güzel kimse ölemezdi. Kuşlardan güzel kimse bilemezdi mavinin rengini. Bir kuş rengini yitiriyorsa canı yanmış demekti. Gözlerine bakmadan da anlaşılabilirdi. Ama..."

Gökhan Yılmaz'ın öyküleri daha önce Lacivert, Öykü Teknesi, Melantis, Kül Öykü, Dergâh, Yeniyazı, Özgür Edebiyat, Kitap-lık ve Notos dergilerinde ya­yımlanmış. Bazılarına denk gelmiş, kendisini hafızama almıştım. Öykü mutlaka okuyunuz, bu sizi ruhsal yorgunluklardan uzak tutacaktır. En azından ben öyle yapıyorum diyerek sıyrılabilirim bu iddiamdan.

"Denize düşen yılan sanılır.

...
O zaman, hadi önce boşalalım ve sonra ağlayalım.
Sonra da ilişkimizi düzene sokalım?
...
Yine erkeksi fiiller... Sevişirken kendinden geçiyorsun.
Senden geçmemden daha iyi değil mi bu?
Ne diyeceğime bileniyorum."


Yazarı bu taze kitabı için öncelikle tebrik ediyor, sonralıkla da bu bol kuyulu ve bol "dilsiz eleştirilen" edebiyat yolculuğunda başarılar diliyorum. Sabırla birlikte. Kitap için de son sözüm şu; yazarın ikinci kitabı için şimdiden merak uyandırıyor. Oysa merak kolay uyanmaz, hep horlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Kasım 2012 Perşembe

Bir dönemin çığlığını duymak için

Nevzat Çelik'in 1.baskısı 1984 Nisan'ında yapılmış bu kitabı, bir devrin de sesi olma özelliğini taşıyor. Kitap, Şubat 1999'a kadar 22 baskı yaptı (Alan Yayıncılık), sonrasında ise farklı bir yayınevi (İmge Kitabevi) tarafından basılmaya başlanmıştı.

1984'te Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü ile alkışlanan "Şafak Türküsü", yazarın Ahmed Arif, Nâzım Hikmet ve hatta Attilâ İlhan'dan etkilendiği "kurşunlarıyla" dolu.

"Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
Oysa birazdan boynumu kıracaklar
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün."


1980 itibariyle siyasi sebeplerden ötürü idamla yargılandı Nevzat Çelik. Tam 7 yıl cezaevinde kaldı. Birçok şeye tanık oldu. Şiirlerinde bunları rahatlıkla görebilirsiniz. İlk şiiri de bu dönemde (1982) yayınlandı. Aldığı ödüllerin dışında birçok şiiri de bestelendi, hafızalarda yer edindi.

"Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama..."


Her ne kadar belli bir kesime/kitleye yüzü dönük bir şair olsa da, Nevzat Çelik yukarıda da dediğim gibi bir dönemin sesi. O sese kulak vermemiz gerekebiliyor, özellikle de dönemi iyice görebilmek için. Bu görüşün ne kadar objektif olduğundan çok, ne kadar duygulu/samimi olduğu önemli okuyucular için.

"Nevzat, altındaki sandalyeye boynuna da ilmiği geçirdikten sonra vuracak olan çingenenin bir eyyam önce oturduğu sokakta oturan bir kadıncağızı sevmişliğini düşünecek kadar içi geniş olmadadır. Çünkü bu doğru kararlılıktır."
Bu sözler Can Yücel'e ait. Nevzat Çelik hakkındaki sözleri kitabın ilk sayfalarında yer alıyor.

"Şafak Türküsü", bir dönemin sesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Kapan’a kısılmış bir yazar

Bir yazarın kitabını yazmak ne kadar zordur belki bilirsiniz, bir de Vüs’at Bener’e ait bir kitabı yazmak, işleri daha da zorlaştırıyor.

Vüs’at Bener’in yazısı nasıl anlatılır? Bu büyük ustanın eserleri çoğunlukla otobiyografik özellikler taşıdığı için onun yazısını anlatırken bir bakıma aslında onu anlatıyoruz.

“Seni öyküler dışı tutacağım. Öyküler ancak bizim dışımızda yaşanmışlık sanrılarında uyutacak bir kısa zaman için-içi sıkılanları. Onlara bir ölçü duygu da katacağım hatır için! Yazık ki deliremeyeceğim.”

Aile bireylerinin hayatındaki yerini, yersizliğini; boşa düşmelerini, zemine yapışmalarını; yine cebi delik gezmelerini, hastalıklarını, kimseyle konuşmak istememesini samimi bir dille anlatmaktan başka bir şey yapmıyor Usta.

1950’den yılından beri yazan bir sanatçı olarak, bugün varolan eserlerinin sayısı az sayılır. Bu durum da onun ince eleyip sık dokuduğundan ve kısa hikâyelerinden yoğunluktan kaynaklanır. “Yorumsuz” hikâyesinde boşuna dememiş: “Yazım ipliklendi. Boğazıma dolanıyor.” diye.

Kendisiyle ve hayatla kavgalı bir yazar Vüs’at Bener. Onun öykülerini okurken ister istemez parmak uçlarındaki ve bıyığındaki sigara sarılarını görür gibi olup, çatallı sesiyle “Bak şimdi anlatacağım öykünün, Gogol’ün ünlü öyküsüyle ilgisi yok” deyişini duyabilirsiniz.

“Yaşamımın son basamaklarını çıkıyorum. Huzur yok. Hani bir iki senecik kendimle barışık yaşayabilseydim, ne gezer.”

Türk Edebiyatının birkaç büyük ustasından biri olan Vüs’at O. Bener yabancı bir yazar olsaydı, buralarda üstüne toz kondurmazlardı. Mutlaka keşfedin ve okuyun.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar