Hakan Günday etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hakan Günday etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2022 Pazartesi

Distopik bir bugün: Zamir kim?

"Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!"

Zamir, sekiz yıl aradan sonra Hakan Günday’ın okuyucusuyla buluştuğu, Doğan Kitap’tan yayınlanan son romanı. Günday, bu süre içinde çeşitli senaryolar aracılığı ile ekranlarda yer almış olsa da uzunca bir zaman ara verdiği yazın dünyasında kendini özleten isimlerden.

Anlatı, en yalın haliyle hayata gözlerini doğuda bir sınır köyünde açan, açtığı gibi de kendini bir mülteci kampında bulan Zamir’in hikâyesini konu ediniyor. Zamir ismi bu metin için oldukça anlamlı; bu nedenle öncelikle kitaptan bir alıntı ile mülteci kampında bulunan, sahipsiz ve gelir gelmez bir patlayıcı ile yüzünü, gülüşünü, ağlamasını kaybeden bir bebeğe neden bu ismin verildiğini hatırlatmak istiyorum: “Bu bebek kimseye bir şey yapmadı. Bu bebek bir masum. Daha doğalı kaç gün oldu? Ama bakın, insanlar ona ne yaptı? Neden korkuyorum, biliyor musunuz? Bir gün büyür de insanlardan intikam almak ister diye korkuyorum. İçinde nefretle büyür diye korkuyorum. İşte bu bebeğin hayattaki en büyük mücadelesi bu olacak! Bu bebek daima vicdanı temiz kalsın diye savaşacak! Daima gerçek niyetiyle sınanacak! Ve şimdi biz ona öyle bir ad koyalım ki bu mücadelesini hiç unutmasın. Öyle bir ad olsun ki bu çocuk, sahip olduğu en kıymetli şeyin vicdanı olduğunu bilsin. Her şeyin bir niyet meselesi olduğunu anlasın! Niyeti daima iyi olsun! Adı her söylendiğinde bu çocuk doğru yoldan ayrılmaması gerektiğini hatırlasın. Bu öyle bir ad olsun ki...” O bebeğin adı Arapça’da “vicdan ve iyi niyet”, Rusça’da “barış için” anlamına gelen Türkçe’deyse “cümlede varlıkların adları yerine kullanılabilen kelime” olan Zamir oldu.” Ve Zamir romanı, bu isimle beraber, ekseriyetle barış ve vicdan kavramlarını merkeze alarak sadece onu, bunu değil; hepimizi anlatır, hepimizi eleştirir oldu.

Zamir, yaşadığı travmatik olayla beraber on yedi yaşına kadar All for All vakfının gözetiminde büyüyen, vakıf için olmayan yüzü aracılığıyla insanların vicdanına oynayarak bağış toplayan, sonrasında yaşadığı hayattan bunalıp vakıfla bağlarını kesen, uzunca bir süre tek başına ve ümitsiz bir halde yaşayan, ardından yaşadığı tüm acı olayları bir yakıta dönüştürüp heyecan içinde dünyada barışı sağlayacağının hayali ile Birinci Dünya Barışı Vakfı’nda çalışan bir sunucu. Zamir karakterinin barış sağlayan rolü aracılığıyla anlatıcı dünyanın dört bir yanındaki savaşlara, şiddete, kavgalara göndermelerde bulunuyor. Bu göndermelerin tamamı ya günümüzdeki olaylarla ya da tarihsel süreçte yaşanmış birtakım utanç kaynaklarıyla ilişkili halde okunabiliyor elbette. Anlatıcı, dünyanın sadece karanlık görünen tarafının değil, aydınlık, umutlu görünen yanının da karanlıktan beslendiğini barış sunucuları aracılığıyla çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Yine mülteciler konusunun işlendiği Daha isimli kitabının ardından bir gazete haberine denk gelen Günday, daha kötüsünü yazamayacağını, insanın aklına hayaline gelmeyeceğini zannettiği kötülüklerin dünyada zaten yaşandığını ifade ediyor. Bu eksende roman içinde okuyucunun sık sık bir soru ile karşı karşıya kalmasını amaçlıyor gibi: “Savaş için her şey mubahsa barış için de her şey mubah mı?” Bu sorular git gide çeşitleniyor anlatı boyunca: “Bir kişinin ölmesi mi binlerin ölmesi mi? İnsan barışı sağlamak için kötülükte nereye kadar gidebilir?” gibi.

Yaşadığımız zamanda, teknoloji hiç olmadığı kadar ilerlemişken gördüğümüz her türlü şiddet olayı (savaşlar, kadına şiddet, çocuklara şiddet vb) sadece bir tık uzağımızda kalıyor. Haliyle, dokunamadığımız, birlikte aynı kareyi paylaşamadığımız bu insanların haberi bir süre içimizi acıtsa da uzun vadede sadece bir haber olmanın ötesinde bir anlam taşıyamayabiliyor. Zaman öyle hızlı akıyor ki anda kalıp gerçek bir sorgulama, eleştiri, düşünme içine girmek mümkün olmuyor. Kitapta bu akış hızının hissiyatı Zamir’in bir uçaktan inip bir uçağa bindiği yoğun program aracılığıyla da okuyucuya geçiriliyor. Bu yoğunluğun gösterdiği başka bir şey de dünyanın dört bir yanında aynı anda kaos yaşandığı gerçeği. Belki eskiden olduğu gibi topla tüfekle değil ama politikayla, muktedir olanla ve hatta iyi görünen sivil toplum kuruluşlarıyla.

Kitapta Zamir kendine verilen isim ile beraber, hayatına dair iki önemli soruyu kendine sürekli hatırlatarak devam ediyor yürümeye. Bir patlamadan yüzünü kaybederek kurtulan, bu kurtuluş serüveninde de tam üç defa ölüp yeniden hayata dönen biri olarak “Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” diye bir sorgulamanın peşine düşüyor mütemadiyen. Teknik anlamda, okuyucular olarak biz de Zamir’in bir dönüm noktası yaşayacağını hissediyoruz en başından itibaren ama Zamir, kendi ağzıyla şöyle cevap veriyor bu sorulara: “Oysa yakında büyülü bir an gelecek ve ben bambaşka bir insan olacaktım. Varlığım sonunda bir anlam kazanacaktı. Doğduktan 40 yıl sonra ilk kez gerçekten de yaşadığımı hissedecektim. Hepsinden önemlisi, sonunda o iki soru yanıtını bulacaktı.(…) Çünkü ben dünyayı değiştirecektim.” Gerçekten de yapıyor Zamir bu dediğini. Kitabın bu noktasında panteist bir yaklaşımla insanın tanrı oluşuna gönderme yapıyor, eğer herkes tanrı olabilecek kadar kıymetli ise insanın insanı öldürdüğü bir dünyanın mümkün olmadığını vurguluyor. Tasavvufta, şamanizmde, budizmde ve dahi birçok inanç sisteminde bu anlayış halihazırda zaten var; ancak Zamir bu anlayışı eyleme de geçirerek bir fark ortaya koyuyor. (Romanı henüz okumamış olanlar nedeniyle sahnenin ayrıntılarına daha fazla giremiyorum.)

Hakan Günday, önceki kitaplarında da olduğu gibi karanlık, distopik bir dünya yaratıyor okuyucusuna. Daha doğrusu, var olan distopik bir dünyayı geleceğe atfetmeden, zaten asırlardır yaşandığını vurgulayarak anlatıyor satırlarında. Gelecekle ilgili kötücül senaryoları düşünmenin ve üretmenin bir hayal ürünü olduğundan, o kötü diye adlandırdığımız her şeyin bugün de yaşanıyor olduğundan ve bizlerin de bu senaryoların sadece izleyicisi olduğumuzdan dem vuruyor. “Ve o hikâyelerin gelecekte geçtiğini iddia etmek, bugün herkesin herkese saldırdığı ya da baskı uyguladığı ülkelerde yaşayan insanlara yapılabilecek en büyük hakaretti! Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulabilecek tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!” Bazı kitaplar içindeki tek bir cümle ile tüm anlatıyı özetler nitelikte olabiliyor. Hatta bazı kitapları içindeki o tek cümle için bile okuyabileceğini düşünüyor insan. Epigrafta paylaştığım “Bu dünya öyle bir yer ki… Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur! (…) Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!” cümlesi benim için tam da bu minvalde. Özetlemek gerekirse dünyanın sadece distopik yarınlarda değil, bugün de korkunç bir yer olduğunu ancak ümidin yine insanda zuhur edeceğini, insanın en kötüyü de en iyiyi de içinde sakladığını, güncel ve tarihsel zengin göndermelerle anlatan, son derece akıcı bir kitap Zamir.

Şimdi geriye tek bir soru kalıyor: Zamir, hangimiz? Zamir, gerçekten de kim?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

23 Mart 2019 Cumartesi

İnsan, iyi olmak için çabalamak zorunda olan kötüdür

Belki bir miktar basmakalıp bir ifade olacak ama kesinlikle okuması cesaret isteyen kitaplar var. Okuduğunuz sözcükleri zihninizde yaratacağı tahribata, üzerine bir hayat inşa ettiğiniz değerlerinize dair sorgulara hazır olmadığınız için defalarca kapağını kapatıp fırlatmak isteyeceğiniz ama ne kadar acı da olsa gerçeğin dayanılmaz cazibesine kapılıp yeniden ve yeniden sayfalarının arasına döneceğimiz kitaplar. Kimseye anlatmaya cesaret edemeyeceğiniz bir rüya gibi okursunuz bu kitapları. Kinyas ve Kayra kesinlikle bu kitaplardan biri.

Kabullenilmesi zor gerçekler, inkar edilemeyecek bir çıplaklıkla çıkıyor karşımıza. Yok saydığımız, ötelediğimiz, düşman bellediğimiz, zararları üzerine masal masal, şiir şiir, ayet ayet ninni ninni nutuklar attığımız kötülüğün bir kanser hücresi gibi zihnimizde gönlümüzde bilincimizin her noktasında bizimle beraber yaşamaya devam ettiğini okuyucuya da kabul ettiren bir hikaye.

Kinyas, Kayra ve Tolga aslında sadece bir kişi ve herkesin seçebileceği üç farklı yolun hikayesi bu roman. Bu bireysel seçimin yanında sömürü kapitalizm şiddet ekseninde Batı ve Afrika halklarının bir panoraması. Özetle insan iyi olmak için çabalamak zorunda olan bir kötüdür diyor roman bize. İçimizdeki kötüyü öldürmek için önce onunla acılı bir yüzleşmeye katlanmamız gerek. Bu kötülük devlet, din, baba, eğitim vb. hayata dair iktidar unsurlarının baskısıyla ortaya çıkıyor ve yine bu unsurların baskılamasıyla örtülmeye çalışılıyor. Perdenin altında bütün çıplaklığıyla kötülüğü görmek mümkün.

Kötülük korkutmuyor insanı ama kötülüğün görünür olması dayanılmaz bir acı. Bu nedenle perdeyi kaldırmaya kimse cesaret edemiyor. Hakan Günday’ın yaptığı şey kafalarımızı perdenin altına sokup bizi çürümüş insanlığımızla göz göze getirmek. Bazı maçlar için şöyle derler; kalbi olan izlemesin. Kinyas ve Kayra için söylenebilecek belki de en doğru söz; tabusu olan okumasın. Yıkılan tabuların altında ezilmekten kurtulamaz zira.

Suçun kaynağı olarak parayı gücü ya da başka bir şeyi sunmuyor gözlerimizin önüne. Suç bizzat insanla birlikte var olmuş bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor romanda. Acı da tam burada hissediliyor, roman kişileri suçu ve vahşeti en savunmasız oldukları kişilerden yani ailelerinden görüyor. Ve en nihayetinde mutluluk ve yaşama isteği kafamızı perdenin altından çıkarabilmemize bağlanıyor.

Kinyas ve Kayra yaşamın anlamı ve gerekliliğine dair dünyanın çırılçıplak pisliği içinde yapılan bir tercih yolculuğunun romanı.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

8 Kasım 2013 Cuma

Bir daha denemekten korkmayanlara

"Bana hayatımı unutturan bir şey vardı üstümde… Fazladan bir şey… Aşk." diyor Hakan Günday’ın son romanı "Daha"nın kahramanı "Gaza". Ama ne bir aşk öyküsü ne de gülümseten tatlı anların anlatıldığı bir roman. Daha’dan başka söyleyecek sözü olmayanların öyküsü. Daha az ve daha fazla arasında kalmışların hikayesi... Dahaları üzerlerine yıkılanların anlatısı… Ve Daha, bir daha denerken öğrenen, bir daha çabalarken ölüp dirilen Gaza’nın hayatı. Günday, kitabını Rönesans resminin dört temel ögesini baz alarak bölümlendirmiş. Hikayenin açılma, kapanma, tıkanma, durma, ilerleme ve bitişini bu tekniklere bağlı kalarak anlatmış.

Gaza henüz 9 yaşındayken insan kaçakçısı olmayı öğrenmiş bir çocuk. Her fırsatta kendisine "Babam bir katil olmasa… ben doğmayacaktım" diyen, babasından ölesiye nefret eden ve bu nefreti yıllar geçtikçe katlanarak çoğalan bir çocuk. Hiç küçük olamadan, hiç temiz halini göremediği bir dünyada kendince kendi mücadelesini veren bir çocuk.

Doğudan-batıya umut taşıyan bir köprünün yavaş yavaş yıpranıp hasar alan ve sonunda kopan iplerinden biri Gaza. Kaçakları sırtında, kalbinde, ruhunda taşıyan bu köprünün kendisi aslında.

Daha, Gaza karakterinin nefretinden beslenen bir roman. Pek çok paragrafta kişiler, düzen, toplum ve işleyişe indirilen acımasız giyotinler görmek mümkün…

"Sokağında savaş mı var? Ha? Evinin önünde insanlar birbirini mi öldürüyor? Git, çık, savaş sen de o zaman! Öl, yaralan, sakat kal! Açlık mı var sizin orada? Çocuk yap, onu ye! Kendini ye! Ama kalkıp da dünyanın öbür ucuna gideceğim diye benim hayatıma sıçma!"

Hikaye boyunca Gaza, Hakan Günday’ın eleştirmek istediği ne varsa bunları kırmak, yıkmak ve öldürmek yöntemiyle yapmasını sağlayan bir makine görevini üstleniyor. Hayatının kumandası babasının elinde olan ve tüm çocukluğu boyunca kumandayı ele geçirmek için direnen ve neticede deliren bir makine. Deliren ve önüne gelen her şeyi yerle bir eden…

Anlattığı olaylarda ani çıkışlar ve kırıklar yaratmasıyla tanınan Hakan Günday Daha’da da okurun bu beklentisini karşılıyor ve olaylar kitabın ortalarında bir anda bambaşka bir hal alarak değişime uğruyor. İlk iki bölüm boyunca Gaza, babası, yaptıkları iş ve içinde bulundukları koşullara yoğunlaşan Günday kalan iki bölümde Gazayı yapayalnız bırakıyor ve hikaye Gazanın öfkesine karışan yalnızlık, korku ve delilikle birlikte her bir ara bölümde hızla değişip dönüşerek finale ilerliyor.

"Nefretimi bu dünyadan çıkarınca geriye ne kaldığını bulabilsem, bitecekti bütün bu hikaye."

"Biyolojik gerçekler bir günde değişse ve insan yalan söylediği anda, beyin kanamasından ölse, dünya öyle boşalırdı ki dinozorlara yeniden yer açılırdı."

"Maddenin olmayan bir haliydim, olmaya da niyetim yoktu."

Son kertede yaşı ilerledikçe öfkesi de ilerleyen, öfkeyi doğurup onu yiyen ve bu sayede hayatta kalan bir insan haline geliyor Gaza. Ancak öfkeyle birlikte umudu da doğuruyor. Belki bilinçli, belki bilinçsiz tecavüz ettiği tüm kaçak hayatlardan umuda gebe kalıyor ve Daha bir umudun bir amacın romanı halini alıyor. En önemlisi Kaybettikçe daha çok hırslanan, delirdikçe daha çok akıllanmak isteyen, uzaklaştıkça daha çok uzaklaşmayı dileyen ve bir ölünün peşinden sürüklenerek hayattaki tüm insanları yeniden sevebileceğine inanan bir adamın romanı oluyor Daha…

Günday’ın Daha’sı bu noktadan bakıldığından geçmişin hayaletlerine kezzap dökmeyi, ama o kezzaptan önce döken kişinin içip hayatta kalmayı öğrenmesi gerektiği mesajını veriyor.

"Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, geleceğe doğru yeterince hızlanamamış ve geçmişime yakalanmıştım."

Gaza kurtuluşu simgelerken kurtulamamayı, başarırken başarısız olmayı, insanlardan tiksinirken onlarsız yapamamayı ve salt yalnızlığı resmediyor.

"Sokaktaki hayat fazla kişiseldi. En küçük şey için bile insanlarla yüz yüze konuşmak gerekiyordu. Ancak dünya bensiz de dönebilirdi."

Daha, bir baba oğul öyküsü olması bakımından da önem taşıyor. Aile ilişkileri, babanın oğula sorumlulukları, oğulun babaya görevleri, bunların günümüz aile yapısında nasıl işlediği ve önem sıralaması yapıldığında neyin nerede durduğu gibi soru işaretleri yaratıp okurun kendi kendisini yanıtlamasını sağlıyor.

Hepsinden ayrı düşünüldüğünde Hakan Günday’ın bir diğer farklı özelliğine bu romanda da rastlamak mümkün Hemen hemen tüm kitaplarında eşcinsellik ve ötekileştirilen bireyin sorunlarına dikkat çeken anlatımlara veren Günday Daha’da da büyük ölçüde bu duruma dikkat çekiyor.

Son olarak Daha için Gaza'nın babası Ahad’ın adının tersinden, altüst ettiği bir hayatın altında kalanların anlatısı denilebilir. Bir çocuğun çocukluğuyla bir yetişkinin yetersizliğinden doğan travmanın değiştirdikleri… Gaza’nın dahaları… bir daha bin daha milyon dahalar… Ama bir türlü silinmeyen geçmiş yüzünden hep aynı sona açılan Daha kapıları…

Daha Hakan Günday’ın müthiş edebi zekası ve kusursuz bakış açısıyla taçlanan melankolik ve karanlık bir kitap. Tam da karanlık kış günlerinde okunacak türden.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

20 Şubat 2013 Çarşamba

Delirmekten korkmak ya da korkudan delirmek isteyenlere

2009’un yavan geçen sonbahar günlerinde biz yerimizde zıp zıp zıplıyorduk. Bunun nedeni Hakan Günday’ın yeni romanının çıkacağını haber almamızdı. Adı Ziyan olan roman bir türlü gelmiyordu. Sonunda roman geldi, romanla birlikte korku da geldi, korkuyla birlikte “delirme” fikri kafamızdan aşağı boca edildi.

Marifetli kalemin sahibi kitabın arka kapak yazısında, “Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim. Ama hepinizi” diyordu. Aklımızı başımızdan alıyordu.

Takdir edersiniz ki, Azil’den sonra nasıl bir romanla karşılaşacağımızı tahmin edemiyorduk. Romanlarının birbirini izleyiş sırasında herhangi bir çıkarım yapmak mümkün olmuyordu. Zaten Günday romanlarının en büyük heyecanı da bence burada yatıyordu. Öngörülemezlik!

Azil’de bolca artistik felsefe patinajları yaptıran yazarımız, Ziyan’ın kapağında yüzümüze haykırıyordu. Başarılı bir kapaktı, çünkü okurların zihinlerinde ilk beliren düşünce “asker” oluyordu.

Doğu’da askerlik yapan bir gençle tanıştırdı bizi Günday. Sonra onun tek başına çok yalnız olduğunu düşündü ve o nöbet tutarken bir oyun arkadaşı daha çağırdı: Atatürk’e suikast girişimden yargılanarak idam edilen Ziya Hurşit. Bu beklenmedik karşılaşma beraberinde bir kamyon dolusu olaylar getirdi. Issız, soğuk ve farklı dilleri konuşan bir toplumda yaşayabilmenin, her şeye rağmen varolabilmenin mücadelesine tanık olduk.

Hakan Günday’ın roman yazmaktaki temel nedeni sorular sormaktır. O kadar çok soru işaretsiz soru sordu ki Ziyan’da, nefesler keskin bıçaklarla kesildi. Olayın kurgusu, bireyin toplum içinden toplum dışına nasıl da alelade kayabildiği gerçeğiyle örülmüştü. Peki bu durumda öfkesiz bir Hakan Günday karakteri düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Askerin öfkesinin ayyuka çıktığı noktada Günday şu alıntıyla terk edilmiş bir duvar dibinde tekmeliyor insanoğlunu: “Bireyin halka duyduğu nefret daim olmalıdır.” (Georges Darien)

Romanı sadece askerlik yapan erkeklerin dramı diye düşünenler varmış. Yazık. Asker olmak burada basit bir motiftir aslında. (Tüm roman askeri bir kışlada geçse de…)

Ziyan, herkesin korku karşısındaki çaresiz delirmelerini konu ediniyor kendisine. Ziyan’daki delirmek fikri alışılmışın biraz daha dışında, Gündayca bir fikir; bıçağın kemiğe dayanmasıyla ilgili bir fikir, nefretle yoğrulmuş bir fikir. Korkmakla delirmek arasındaki dengeyi tutturan bir fikir!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

7 Aralık 2012 Cuma

Kin'in Yas'ının portresi

23 yaşında bir üniversite öğrencisi. Bir sabah, okuduğu okulun kapısına geldiğinde bir an için durur. Fakültenin giriş kapısından içeri giren diğer öğrencilere bıkkınlıkta bakar. Canı sıkılıyordur. Hatta canı çok sıkılıyordur. Hepimizin durduk yere bir çılgınlık yapmayı düşündüğü bazı zamanlar olmuştur. Onun çılgınlığı ise en yakın kırtasiyeden sekiz ortalı bir defter alıp fakültenin yakınındaki bir kahvehaneye girip, aldığı defterin ilk satırına ilk cümleyi yazmak olur:

“Asansör dördüncü katta durdu.”

Genç yazar, kitabını yazmaya başladığında şu hayattaki temel iddiası olan “Hiçbir şey yok”u destekleyen olaylar anlatır, diyaloglar yaratır. Kitabının sonuna geldiğindeyse hayatla ilgili bazı görüşlerinde değişiklikler olur, son cümleyi “Her şey var” olarak kaydeder.

Yazarımız, kendi zihninden defalarca kez kaçmıştır. Ailesinin evinde Hakan adında bir et yığınını bırakıp gitmeyi kaç kez arzulamıştır! Kimi zaman bunu başarmıştır ya da başardığına inanmıştır. Neticenin değişmediğini görünce, başarılı olup olmamayı da umursamamaya başlamıştır.

Dışarıya karşı açık bir genç insan olup, başkalarıyla çok fazla ortak noktada buluşacağına maalesef herkes gibi bir zamanlar o da inanmıştır. Müzik bilgisi muazzamdır. Edebiyata neden inansın ki, yazılmış sanatsal eserler onun için tuvalette okunmak için yazılmıştır. Hayatında çoğu şeyi zorunluluktan veya meraktan yapmıştır. Üniversitede okumak gibi örneğin… Üniversitede okumak onun için beyhude bir çabadır. Yine de gidip bakmakta fayda vardır. Bu yüzden Ankara’da Fransızca eğitimine başlamış, yarıda bırakarak Brüksel’e gitmiş, sonra geri dönerek bir Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin zeminine botlarının izini bırakmıştır.

Romanını tamamladıktan sonra bir kitabevine girip eline rastgele kitaplar alıp, içindeki yayınevi bilgilerini not etmiştir. Yedi tane yayınevi adresini yazınca bu kadarın yeteceğini düşünmüş, sıkıcı kitap raflarını terk ederek yazdığı romanın yedi tane çıktısını almıştır. Bu yedi yayınevinin üçü çalışmayı reddetmiştir, üçü cevap bile vermemiştir, bir tanesi ise “gel basalım” demiştir.

23 yaşındayken yazdığı romanı 24 yaşındayken elinde tutan bu delikanlı, Türkçede daha önce yan yana gelmemiş kelimeleri bir araya getirdiğinin farkındadır. Kelimelerin ve harflerin kavuşmasına, sınırları aşmasına daha o zamanlar kafa yormaya başlamıştır; ancak o zamanlar bilmediği şey, ilk romanının çıkmasından tam 11 sene sonra alfabenin ilk ve son harfini bir araya getirip “AZ” romanını yazacak olmasıdır. Kalıcılık gibi bir derdimiz vardır.

Bu dert’e hemdert olacak çareler bulma arayışındayızdır. Bizim bu genç yazarımız da bir düşünceyi, bir yaşayışı kendisinden önce yazanlara rağmen, hâlâ orijinal bir şekilde kendince ifade etmekteyse, yedi yıl sonra yazacağı “Azil” de “Her şey söylenmiş olabilir, ama ben daha söylemedim. Ve eğer ben söylememişsem, henüz her şey söylenmemiştir” görüşünde olduğu içindir.

Hayatın acımasız olduğunu bilmeyen var mı aramızda? Hayat, sandığımızın aksine “şanslı” diye damgaladığımız insanlara da acımasızlığını yapar. Hayat bu, güven olmaz; yapacağını herkese, her yerde ve her şekilde yapar. Pekiyi hayat, bu genç yazarımıza ne yapacaktır?

Genç yazarımız şu günlerde 37. yaşında doğru dörtnala ilerlemektedir. Ürkek bakışlarla girdiği kahvehaneyi, 23 yaşında bir gencin kuyruklu yalanlı hayalleriyle bilmektedir. Biz karakterlere takılmadan şunu söyleyelim, Kin’in Yas’ının Portresi hep genç kalacaktır. Dorian Gray gibi. Ve elbette Kinyas ve Kayra da…

Kayra, zihnini ölüme terk ettiği o evde; Kinyas, ailesinin yanında, yaratıldıkları yaşta ebediyen yaşayacaklardır. Nerede mi yaşayacaklardır? Tabii ki bizim henüz ölmeyen zihinlerimizde!..

Hakan Günday kitapları seni de yaraladı, biliyorum. Ancak hâlâ hayattasın öyle değil mi? Henüz ölmeyeceğini söyleyebilirim şimdilik sana. Ne de olsa Kinyas ve Kayra’nın mottosunu artık hepimiz biliyoruz. O yüzden Hakan Günday son kitabını yazana kadar hayattayız!

“Omnes Vulnerant Ultima Necat!”
-Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür!–


Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

19 Temmuz 2012 Perşembe

Bazılarımızın hayatının romanı

"Hayatımın romanı" dediğimiz şey aslında iki türlüdür. Kimimiz, yaşadığımızın hayatın bir benzerini görürüz okuduğumuz romanda ve buna "hayatımın romanı" deriz. Kimimizin ise okuduğu kitap, o yaşına kadar okudukları arasında en sevdiğiyse hayatının romanı olur. Ben burada özellikle ikincisinden yanayım.

"Bir zamanlar uyurdum, hatırlıyorum o günleri."

"Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar."

"Varlığıma nedensizlikten delirdim ben. Hiçbir nedeni kendime yakıştıramadığımdan. Hepsini giydim. Hiçbiri olmadı."


Hakan Günday'ın ilk romanıdır Kinyas ve Kayra. 2000 yılında yayınlanmıştır. Bu sebeple özellikle 1986 doğumluların lise ve üniversite hayatına büyük etkisi olmuş bir kitaptır. İşin ilginç tarafı, Kinyas ve Kayra'yı bir çok Hakan Günday hayranı çok sonraları okumuştur. Ben lise yıllarımda yarısına kadar okuyabilmiş, sonra temelli bırakmış ve aradan 10 yıl sonra yeniden okumuş olma durumumu birçok yakınımda görünce bu yorumu çıkardım. Daha sonraki okumalarımda ve Hakan Günday incelemelerimde gördüm ki bu kitabın çıkışında Oğuz Atay, Hermann Hesse, Albert CamusElias Canetti ve Louis-Ferdinand Celine gibi efsanelerin rolü oldukça fazla. Bunu Hakan Günday bazen söylüyor, bazen de kitaplarında belli ediyor.

"Ne kadar yalnızsan o kadar uzağa gidersin. Ne kadar terk edersen o kadar ölürsün."

"Ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı. Kimsenin onları çözecek kadar tırnakları yok."

"Çok şey gördüm. Beni yüzüstü gömün."


Çok uzatmadan romandan bahsedeyim. Öncelikle kitap, ilerledikçe sizi içine çekecektir. Çünkü ortada var olan savaş, psikolojik bir savaştır. Dolayısıyla kitap, okuyanın yaşamına okuduğu süreç ve sonrasında derin etki edebilecektir. Üç bölüme ayrılan kitapta önce "Kinyas, Kayra ve Hayat" üzerinden yoğun bir beyin istilası gerçekleştiriyor Hakan Günday. Burada hayata dair derin ama sonradan fark edilebilecek çelişkide aforizmaları yakalamak mümkün. Yazarın silahını gözlerimize doğrulttuğu bölüm ise 2.bölüm: "Kayra'nın Yolu". Bu bölümde bir karakterin diğer karakterin üzerinden sarsa sarsa yürümelerine tanıklık ediyoruz. Üçüncü bölümde Hakan Günday bu kez silahını beynimize doğrultuyor: "Kinyas'ın Yolu". Tek atışlık bir final bekliyorsanız unutun. Zira bu kitabın "efsane" olarak görülme sebebi bu. Kitabın son sayfasından sonra yazarın silahı patlamaya başlıyor. Burada hayatının hangi anında o kurşunlara yakalandığınız önemli.

"Çünkü bir saat sonra yaşayacaklarını bilemeyecek kadar insansındır."

"Daha anlayamamıştı. Sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olamazdı. Kimse için."

"Yatağı olmayan insanların birilerini dinleyecek kadar sabrı yoktur."


Kitabı okuduktan sonra vücudunuzda kalan yara izlerini temizlemeye çalışmayın, yeni kitaplar mutlaka işe yarayacaktır. Yazımın başında da söylediğim gibi, ister sizin hayatınızdan kesitler sunsun, ister okuduğunuz en iyi kitap olsun; bu kitap bazılarımızın hayatının romanı. Bu kesin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Mayıs 2012 Pazar

İki harf arasında mekik dokuyanlara

“..Sonra da hayatı boyunca kurmuş olduğu bütün hayalleri düşündü. İçlerinden sadece biri gerçek olmuştu. o da gerçekleşmemesi gerektiği için hayal olarak kurulmuştu. sadece hayalde kalacağı için kurmaya cesaret ettiği tek hayali gerçek olmuştu. Sonra başka bir şey düşündü: kim seçiyor acaba, dedi içinden. Hangi hayalin gerçek olacağını? O hayali kuran mı, yoksa o hayali kurduran mı?..”

AZ, Hakan Günday'ın son romanın adı. Aynı zamanda da müthiş bir kelime. Alfabenin başlangıç ve son harfi birleşiyor, ortaya “az” bir şeyler çıkıyor. Belki de içimizdeki tüm “çok”ları vurgulamak için...

Hayatımızdaki birçok şey küçük bir kelimeyle başlıyor. Bir işe başlarken, bir ilişkiye başlarken ya da veda ederken, yeni biriyle tanışırken yahut onay verirken ve reddederken. Tek kelimeyle çok anlamı ortaya koyabiliyoruz, iki harfle sonsuz ifade sunabiliyoruz. Adı küçük, kendi büyük bir roman AZ.

“Belki de az, çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de seni az tanıyorum demek, seni kendimden iyi biliyorum demektir. Belki de az, her şey demektir.”

Bu romanda A'dan Z'ye şiddetin her türlüsü mevcut. Aşkın, nefretin, çocukların, inancın, hırsın, hayatın ve daha nice şeyin öfkesi saklı sayfalarda.

Bir harften öteki harfe geçene kadar veya yan yana getirene kadar mekik dokuyan, kendini “az” ifade etmeyi seven ve çok anlaşılmak istenen ruhlara...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Nisan 2012 Pazar

Yarım kalan bir şeyler arayanlara

Hayatta hepimizin yarım bıraktığı şeyler olabilir. Eğitim, iş, aşk veya başka herhangi bir şey. Hakan Günday'ın bu romanı her ne kadar bir gençlik romanıymış gibi dursa da, buram buram hüzün kokuyor. Evet yanlış duymadınız, Hakan Günday ve hüzün...

"Dibe vurmak diye bir şey yok. Çünkü dünyanın dibi yok. En fazla yerin dibine geçerim, oradan da girer dünyanın öbür tarafından çıkarım."

1.baskısı Ekim 2003'te yayınlanan "Piç", Barbaros, Hakan, Afgan ve Cenk'in maceralarını anlatıyor. Buradaki "macera" kelimesi size çok keyifli gelebilir ama öyle değil. 4 karakterin de yitik duyguları, bitik hayalleri var. Yarım kalmış öyküleri var. Okuduğunuzda siz de kendinizden er ya da geç bir şeyler bulabileceksiniz bu yıkık dökük öykülerde.

"Hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. Üzülürsün. Pişman olursun. Sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."

Sanırım bu son alıntı, kitabın da özeti. Günler geçiyor, dengeler değişiyor. Hatta duygular değişiyor. Bazen hangi zamanlarda nasıl duygular hissedeceğimizi bile bilemiyoruz, karar veremiyoruz, yalpalıyoruz. "İmdat!" diye bağıramıyoruz, içimize atıyoruz ve konuşmak istediklerimiz yankılanıyor içimizdeki duvarlarda.

"Piçlerin babalarıyla olan ilişkileri mezar taşı kadar soğuk, yeni dökülmüş kan kadar sıcaktır. Hayal kırıklıkları hayat kırıklıklarına dönüşür ve piçlerle babaları sonsuza dek ayrılırlar."

Hem piçtiler, hem de hiçtiler. "Aslında" buram buram hüzün kokan bir roman. Geceleri okuyunuz...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

27 Mart 2012 Salı

Türlü tezgahlardan ve tekrarlardan bıkanlara

Malafa, kuyumcularda yüzük düzeltme veya yüzük numarası alma aracı olarak kullanılır. Bize uzak bir kelime gibi dursa da, aslında mutlaka hayatımızda bir kez kullandığımız yahut kullanacağımız bir araç. Hakan Günday'ın bu kıvrak kitabı, bir gün içinde geçiyor. Bir kuyumcu, turist kafilesi ve tezgahtarlığın kurnazlıkları.

"Dünya bir tezgahtır. Tezgahın hangi tarafında hayat olduğuysa ancak ölünce anlaşılır."

Kitabın içinde kelime anlamını aramak isteyeceğiniz onlarca kelime var. Ahçik, meterlemek, tram, paks, tetas, pörç ve koks gibi. İnternette ufak bir araştırmayla rahatlıkla öğrenip, kitabın ilk boş sayfasına not almanızı tavsiye ediyorum. Kısa bir süre sonra hemen ezberleyeceksiniz zaten.

2009 yılında tiyatroya da uyarlanan bu kitaba büyük bir hevesle başlamıştım. Zira kuyumculardan ve dişçilerden daima nefret etmişimdir. Kimse kusura bakmasın ama bu kitap aslında hikayeden çok hayatın ve elbette tezgahın gerçeklerini püskürtüyor.

"İnsanın en zor dayanabildiği çalışma koşulu olan tekrar, sağlıklı bir aklın ani ölümüne neden olur."

Reklamcılık öğrencilerine de okumaları tavsiye edilen "Malafa"da Hakan Günday'ın eşsiz aforizmaları, müthiş hikaye kurgusu ve kaçınılması gereken üçkağıtçılıkların altı çizilmeden okunmuyor. Okurken birkaç sayfa sonra kitabın yorulduğunu, sayfaların buruştuğunu göreceksiniz. Tadına doyamıyorsunuz çünkü.

"Günahların bedeli ve işleyenlerin belleği yoktur. Anımsamayan ödemez."

Bazı sinema filmleri ve hatta kitaplar için "inanılmaz!", "sürüklüyor!", "gerilmekten bıkacaksınız!" gibi samimiyetsiz sloganlar görüyoruz. Bu kitap için, bildiğiniz tüm sloganları bir kenara bırakın ve sadece 1 saatinizi ayırın. 1 saat sonunda kitap bitmiş, siz de harikulade bir roman okumuş olacaksınız.

Hayatının belli bir döneminde türlü tezgahlara gelip zarara uğrayanlara ve yaşamındaki tekrarlardan bıkanlara, kaynamış mısır sıcaklığında ve mayhoşluğunda bir kitap "Malafa"..

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler