31 Ekim 2024 Perşembe

Hayattan lezzet almak bir lüks müdür?

"Yılmazlık neden önemli biliyor musunuz? Kim olursanız olun, bazen işler iyi gitmez. Böyle zamanlarda insanın kendini toparlayıp ağaya kalkması gerekir. Ama hayatta cam gibi kırılmak da vardır. Kesif bir dairenin içine düşmek, kötü düşüncelere kapılmak, o kötü düşünceler sonucu yanlış kararlar almak, daha da yanlış yapınca iyice dibe vurmak da vardır. İşte bazı insanlar döne döne dibe vurur, bazıları da döne döne yükselir. İkinci gruptakiler sebatkâr kimselerdir. Israrcıdırlar. Yılmazdırlar. Her zekâ düzeyinde bu böyledir. Herkes için geçerlidir."
- Vedat Milor, Yeni Dünya Yeni Kurallar

Çocukluğumdan beri yemekle aram hep iyi oldu. Bu, her tabağına konanı yemek manasında değil elbette. Çok seçen, sebzeyle arası açık, etle, hamur işiyle, kızartmayla -gerçekten çok şaşırtıcı- arası iyi bir çocuktum. Yemek denen şeyin besleyici, doyurucu, sağlıklı tarafı tarih boyunca konuşuldu, konuşulmaya da devam edebilir, bunda bir beis yok. Ama ben keyif aldığım yemekten bir zarar göreceğime hiç inanmak istemedim. Batıl mı? Neden olmasın. Lise yıllarımda, Fındıkzade'nin güzel lokantaları eşliğinde damak tadı denen meseleyle karşı karşıya kaldım. Samatya'nın balıkçıları ve daha sonra Fatih'in etçileriyle birlikte zevklerim iyice yerine oturmuştu. Şurası kesindi: yemek yemek, lezzet almak, muhteşem bir şey. Bunu tek başına yapmak kadar sevdiğin birkaç arkadaşınla paylaşmak da o lezzeti artıran bir şey.

Damak tadı sonradan geliştirilebilir bir kabiliyet mi değil mi, hâlâ merak ettiğim konulardan biri. İyi yemek yapan, güzel sofralar kuran, lokantanın ya da restoranın iyisinden anlayan herkese kulak vermişimdir. Onlardan öğrendiğim, damak tadı elbette geliştirilebilir bir şey. Bunun için çaba, bilhassa kıyas yapabilme meziyeti gerekiyor. Diğer yandan, yemek yapımında nelerin doğru, nelerin yanlış olduğunu da öğrenmek lâzım. Aksi hâlde herkesin güzel dediğine güzel, kötü dediğine kötü demiş oluyoruz. Sonra bakıyoruz, sofra kültürünü sahiplenmiş, güzel yemeklerin ve içeceklerin izini sürmüş kimselerden bazıları, yaşamdan da zevk almasını gayet iyi biliyorlar. Bir yaşam görgüleri var. Konuşmaları, oturup kalkmaları, gezmeleri, paylaşmaları lezzetli bu insanların. Bir entelektüelin hiç yitmeyen merak duygusu gibi, bir iştah duyguları var. O duyguyla birlikte yürüyorlar, yaşıyorlar. Vedat Milor gibi.

Benim için anlatıcılık çok önemli bir hadise. Entelektüel birikiminiz, kemale ermişliğiniz, çevreniz, kartvizitiniz sizin için değerli olabilir. Ama benim için, bu görgünüzü ne kadar, ne derece aktardığınız daha önemli. Vedat Bey, hem televizyon ekranında hem de köşe yazılarında bu anlatıcılığın hakkını vermiş zihinlerimizden. Fevkalade donanımını, kendi yaşam pratikleri ve ilkeleri doğrultusunda bir çerçeve içine yerleştirmiş, bu çerçeveyi yaşadıkça genişletmiş, geliştirmiş. Hesap Lütfen'i okuduğumda bunu iyice fark etmiş, daha çok yazması gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü bu tip insanlara hep bir bakiye gözüyle bakarım. Bu tip insanlar kolay yetişmiyor. Üstelik anlatmaya, paylaşmaya meraklılar.

Vedat Milor'un özellikle İstanbul'a dair yeme-içme tavsiyeleriyle bir dönem kafayı bozmuştum. Gidebildiğim yerlerin lezzetlerini keşfettim, gidemediklerim hakkında bilgi topladım. Sonra büyüdük ve kirlendi dünya. Sevdiğimiz lokantalar elden ele geçtikçe değişti, kimileri kapandı, bazıları iktisadî gerekçelerle hayal kırıklığına uğrattı. 2000'li yıllardan sonra yaşanan her hadisenin insan ömründen alışı, karamsar bir psikolojinin dünya ahvali oluşu, insanımızın söğüşlenecek bir fırsat gibi görülmesi, besinlerin hijyen konusunda sürekli sınıfta kalması, ambalajlı ürünlerde karşılaşılan korkunç tezgahlar derken, yemek-içmek bir işkenceye dönüştü. Tıpkı yaşamak gibi. Vedat Milor'un yeme-içme ile ilişkisi, hayatla kurduğu ilişkinin bir özü aslında. Yemek yemeyi sevmekle yaşamayı sevmek arasında bir irtibat var. Bunu yazmalı, bunu konuşmalı diye düşünürken pek güzel bir çalışma okuyucuya sunuldu Kronik Kitap tarafından: Yeni Dünya, Yeni Kurallar. Kitabın alt başlığı: Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları. Yenal Bilgici'nin çok klas, çok yerinde sorular sorarak yönlendirdiği Milor, yaşam görgüsünü, entelektüel birikimini gayet lezzetli biçimde aktarıyor meraklılara. Hayatı nasıl tatlandırdığımızın, yemekleri nasıl tatlandırdığımızdan daha önemli olduğunu fısıldıyor. Ya da ben böyle anlamak istedim, hoşuma da gitti, içtenlikle söyleyebilirim.

Kitapta okuru bekleyen konuların sıralaması da gayet özenli: Bugünün dünyasıyla baş etmek, insan ne için yaşar, yaşam sevgisi bir kültürdür, ilham kimlerden alınır, en zayıf halkaysak nasıl ayakta kalacağız, komplo teorilerinden nasıl kaçacağız, yüz yılı deviren cumhuriyetimiz içinde neleri doğru neleri yanlış yaptık, geleceğin meslekleri, insan ufkunu nasıl genişletir... Vedat Bey, sorulara cevap verirken kendi analiz yöntemlerinden de bahsediyor. Nelere özellikle dikkat ettiğinden, yorum yaparken nelerden beslendiğinden. Bunlar için de Dünya Bankası Raporları da var, filmler de, kitaplar da, makaleler de. Bir okurun söyleşi kitaplarından mutlaka beklediği şeyler bunlar. Kitap bittikten başka hamleler yapabilmek, cesur davranabilmek, fikirlerini gözden geçirmek, yeni değerlendirmeler inşa edebilmek için elzem enstrümanlar. Milor'un iş ve insan ilişkilerine dair gözlemleri de bizim nesil için oldukça kıymetli. Çünkü kıramadığımız döngüleri kader olarak değerlendirip, yolumuzu karartmaya devam ediyoruz çoğu zaman. Mesela, bir 'freelance' metin yazarı olarak, birkaç yıldır seçtiğim çalışma tipinde ne kadar haklı olduğumu şu satırlarda görmek beni ziyadesiyle keyiflendirdi: "Çok uzun zaman önce 'Ben bir şirkette çalışamam' diyebildim mesela. Çünkü ben bir konudan hoşnut olmadığım zaman karşımdakinin ekonomik durumunu, statüsünü, bana zarar verme potansiyelini hiç düşünmeden aklımdakini pat pat söylerim. Tahmin edersiniz ki bu da modern dünyada, hele de hiyerarşinin hâkim olduğu şirketlerde pek işe yarar bir karakter özelliği sayılmaz. Kolay değil. Hele hele biri bana çok faydacı yaklaşırsa, 'Başkaları yapıyor, sen de yap' derse bende kontak atar. Bunun örneğini çok defa yaşadım. Bu yüzden bağımsızlığımın üzerine titrerim."

Milor, yurt dışındaki uzun yıllara dayanan iş ve ilişki tecrübelerini, toplum gözlemlerini, oldukça realist bakış açılarıyla okura sunuyor. Demokrasinin, güven toplumunun, orta sınıfın öneminden bahsediyor. Yerel kültürlerden ABD'nin loser dediği kesimlere, sosyal medyadan yapay zekaya, çok geniş bir alanda benimsediği fikirleri ve hatta filtreleri aktarıyor. Şu paragraf, memleketimizin güncel vaziyeti açısından da kayda değer: "Yadsınamayan bir gerçek var. Sağlam bir demokrasiyle sağlam bir orta sınıf arasında dolaysız bir ilişki bulunuyor. Daha mutlu toplumlar, insanların birbirine güven duyduğu; birbirlerine yapmacıklığa kaçmadan daha iyi davrandığı; yardımseverlik oranının yüksek olduğu; fertlerinin çok fazla tedirginlik, kızgınlık ve öfke hissetmediği toplumlar güçlü bir orta sınıfa dayanan toplumlar oluyor. Elbette demokrasi de buna paralel şekilde gelişiyor."

Rüştünü ispat etmiş, şöhretli, çevresinin ilgisine ve sevgisine mazhar olmuş, dolayısıyla epeyce alkışlanmış kimselerin yaşamda takındığı tavır hep dikkatimi çekmiştir. Erdemler, ilkeler, taviz verilmeyen hayat hassasiyetleri... Vedat Milor bu anlamda kayıtsızlığın da yeri geldiğinde önemli bir duruş olduğunu söylüyor. Her şeye hemen atlamanın, hemen her konuda yorum yapmanın ne gibi tehlikeler içerdiğini, sadece alkışlanmak için yaşamanın manasızlığını anlatıyor. Kişi kendini bilirse, neye karşı nasıl bir tavır alacağını da bilir elbette. Milor tam burada, Nobel ödüllü Fransız şair ve yazar Anatole France'un sözünü hatırlatılıyor: "Huzurlu bir kayıtsızlık erdemlerin en bilgesidir.

Hayattan lezzet almak, yaşam zevkini hissetmek, paylaşmak, bunları artırmak için ille de maddi güçlerin zirvede olması gerekmiyor. Birilerinin bunları da anlatması lazım. Çünkü rezilyans (psikolojik sağlamlık) meselesinde, yaşamdan tat almak en önemli yeri tutuyor. Zira depresyon zaten hareket kabiliyetini bitirdiği için, psikolojik düşüklükte yaşam giderek sönükleşiyor. Tüm dünyada insanlığın maruz kaldığı tablo ortada. Bu tablonun içinden anlamlı, coşkulu, huzurlu ve zevkli bir hayat çıkarmak imkânsız değil. Kitaplar da bu yüzden hayatî, bu yüzden başucumuzda, yanı başımızda bize destekçi. Yeni Dünya Yeni Kurallar da tüm bu konular üzerine gayet tatmin edici bir söyleşi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ekim 2024 Çarşamba

Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları'na küçük bir çıkma

“…Bu zevki o kadar kaybettik ki meselâ Abdülhak Şinasi gibi büyük muharrir daüssılaları anlatmakta emsalsiz olan üslubuyla daha dünkü hayatımızın manzaralarını ve çoğu aramızda yaşayan çehrelerini hatırlamaya başladığı zaman çoğumuz bu yazıları garipsedi. Abdülhak Şinasi Boğaziçi’ne ait çocukluk hatıra ve hülyalarını olgun yaşının tecrübeleriyle karıştırarak asil bir terkip yapıyordu. Bu suretle Frenk edebiyatlarının hemen her merhalesinde tesadüf edilen ve geçmiş zamanı uzaklığının ilave ettiği bir şiiriyetle geriye çağıran bir yazı nevi bizde güzel nümunelerini veriyordu. Fakat etrafımıza hiçbir hülyanın ısıtmadığı soğuk bir “vazgeçtim”le bakmaya alışmış olduğumuz için bunu anlamadık. Bütün Boğaziçi’ni mevsim ve saatlerinin hususî renkleri içinde ve ancak bazı rüyalar sona ererken duyulan garip bir melâl ile beraber veren bu yazılar bize neler öğretmiyordu? Onlardan sonra biz ihtiyar yalılara, sazsız, nağmesiz koylara, bugünün gürültücü Yahudi kalabalığını yadırgayan eski bahçelere büsbütün başka gözle baktık.”
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı

Tanpınar, Şinasi Hisar için “hatıraların ağacını kendi içinde büyütmesini o kadar iyi biliyor” demiş. Sanırım bu, Abdülhak Şinasi Hisar’ı en iyi tanımlayan cümle olabilir. Geçmişte yaşar Şinasi Hisar. Bir hayal âleminde, geçmişin getirdiği maddi delillere aklında kalan, aklının güzelleştirdiği cümleler ekler. Geçmişi bu kadar berrak nasıl hatırlıyor, diyebiliriz ama Hisar hatırladıklarını muhayyilesinde zenginleştirip öyle kâğıda döker. Öyle ki Boğaziçi Mehtapları onun çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinin hatıralarıdır. Ama Proust gibi zaman zaman bilinç akışı ve hayalle öyle bir süsler ki bu anıları, sanki bu anılar birkaç yıl önce yaşanmış sanabilir okur. Bu açıdan çok özel bir yazardır. Fakat Şinasi Hisar -bence- her okura hitap etmeyebilir. Hem anlatımı zaman zaman yorar çünkü çok uzun cümleler kullanır. Hem de Hisar’ın anlattığı anılar sıradan, normal halkın yaşadığı veya çok da yaşama imkânı olan şeyler değildir. En azından her zaman değildir. Mehtaplarda bahsettiği yüksek tabakanın (maddi yönden) saz sefasıdır. Elbette bu saz sefasının hanendeleri, sazendeleri, yemeği, içkisi, harçlıkları, yol paraları vs. bütün ücretleri bu sazı düzenleyene aittir (Örneğin Sait Halim Paşa). Ama su sazlı sözlü mehtap gecelerine katılmak bile belli bir maddi güç ve statü gerektirir. Eski İstanbul’daki ulaşımı da göz önünde bulundurursak, bazen gün doğumuna kadar süren bu eğlencelere katılmak için en azından bir yalıda oturup bir kayığa sahip olmak gerekir. Biraz daha uzakta oturanlar için de bir kayığa sahip olmak veya bunu kiralayabilecek güce sahip olmak önemlidir.

Hisar, benim için en iyi İstanbul yazarı olabilir ama en “bizden” değildir. Ömrü konaklarda, yalılarda veya yüksek memuriyetlerde geçmiş biridir. Buna rağmen mazisinin hakkını kalemiyle vermiş, çalışkan bir yazardır. Şöyle der Geçmiş Zaman Köşkleri'nde: “ … Aynı zamanda Büyükada’da geçirdiğim günleri hep gizliden gizliye, benim için ehemmiyeti daha büyük olan, Rumelihisarı’na dönmek intizarıyla geçirdiğimi de bilirim. Beni dünyaya gelmiş olduğuma memnun eden bu uzun günleri hatırlıyorum. Bu ilahî zamanlardan gönlümde yakıcı bir toz kalmış. Ve içimi çektiğim zamanlar Rumelihisarı’yla birlikte Büyükada’yı duyuyorum. Güya ruhumun temelleri bu yerler, bu günler olmuş gibi!

Hisar, hatırladığı, hayaline taşıdığı Boğaziçi’ndeki mehtapları bütün detaylarıyla anlatır. Katılanları, yapılanları, gezilerin düzenlenme şeklini vs. hiçbir detayı atlamaz. Hatta bazen biraz fazla detay verir ve anlatımı boğabilir. Üstelik bu anılar onun çocuklukla ilk gençlik döneminin anılarıdır ve bu gezintilere çok da olumlu bakmayan bir ruh ve düşünce halindedir o zamanlar: “Ben de, kendi yaşımdaki, o zaman için alafranga bir terbiye alan bütün gençler gibi istifade ettiğim kolaylıklara muarız bir ruhla yaşardım. Duyduğum ahengi tasvip etmezdim. Çok Şarklı ve Asyalı bulduğum bu âdetleri, bu usulleri, fikrimle ve hissimle reddeder; kıymetlerini, faydalarını kabul etmezdim. Zira bunu takdir edebilmek de bir düşünce ve tecrübe, yani bir yaşlılık ve olgunluk mahsulüdür. Bütün bu meseleleri yatıştırmak ve hayatı uysal bir tarzda yaşamak ancak bir hayli zaman sonra mümkün olur” der, hâlbuki kitabın başından beri öyle bir tablo çizer ki biz Hisar’ı o zamanlar müthiş bir istekle bu mehtap gezintilerine katılmış sanırız.

Hisar, Boğaziçi Mehtapları'nda bir canlının gençlikten ölümüne kadar olan zamanını anlatır gibi bir çizgi çizer. Aslında yazara ondan yaşlılarca söylenen, mehtap gezilerinin sonuna yetiştiği, o cafcaflı zamanların geride kaldığıdır. Siyasi durumla bir görülür belki de bu dönemler çünkü Hisar’ın anlattığı yıllar, devletin de en zor zamanları, 1900’lerin başlarıdır. Buna rağmen canlı bir portreyle başlar kitap ve en son bittiğinde bizler, belki de bu gezintilerle en az bağ kurabilme olanağı olanlar, bir yakınımızı kaybetmiş gibi üzülürüz. Çünkü “şenlik dağılmış ve bir acı yel kalmıştır” geride. Artık boğaz, o muhteşem seslerden ve görüntülerden mahrumdur. Devlet gibi, bu gezintiler de ölmeye yatmıştır.

Peki, Hisar bu deneme/anı karışımı eser(ler)ini neden yazmıştır? Yazar, geçmişe çok önem verir ve geçmişte yaşar demiştim. Hisar için geçmiş, herhangi bir detayıyla (giyim-kuşam, yeme-içme, eğlence-hüzün vs.) çok önemlidir ve mutlaka kayıt altına alınmalıdır. Türk Milleti’nin maalesef yazılı kaynak bırakma huyu yoktur ve yazar bunun acısını çok çekmiştir. Bu çok renkli, cümbüşlü mehtap gezintileri, ona göre dönemin önemli olaylarındandır ve bu gezintilerin başka pek çok tarihi, kültürel olaylar gibi yazılması gerekir(di). Sitemle ve eleştiriyle karışık Türk yazar ve şairlerine yüklenir Hisar. Çünkü yabancılar mağlup Napolyon’u bile, yazılarıyla yüceltmiş, yenilmez bir imparator gibi dünyaya ilan etmişlerdir. Waterloo Savaşı’nı Fransızlar kaybetmiş ancak Hugo’nun L’expiation manzumesi basılınca Fransızlar “Waterloo ordumuz için bir mağlubiyet, fakat şiirimiz için bir muzafferiyet oldu!” demişlerdir. Yazı, sanat bu kadar önemlidir Hisar’ın gözünde. Hatta bazen savaşlardan da önemlidir. İskender’in, Homeros gibi bir şairi olmadığı için hayıflanması boşuna değildir. Bu açıdan, Hisar’ın kitabının XXIV. bölümünde, “Unutuluş” başlığı altında cevap aradığı “Sanat Neden Önemlidir” sorusu okullarda ders olarak okutulabilecek bir bölüm olmuştur. Tarih/mazi sadece savaşlardan ibaret değildir. Yazarın dediği gibi nice kahramanlık, galibiyet onu anlatacak bir şair/yazar olmadığı için yok olmuştur, unutulmuştur.

Şinasi Hisar’ın kitaplarını okurken kendimizi her zerresine vâkıf olmamız gereken bir kitap okur gibi hissediyor olabiliriz. Hisar’ın detaycılığı ve zaman zaman anlatımını uzatması aslında onu bir şiir gibi okumayı kolaylaştırır. Evet, şiirsel bir dile sahiptir Hisar. Onu okurken daha çok keyif alabilmek için bazen bilincimizi kapatmamız gerekir.

Boğaziçi Mehtapları o dönemi yaşamayan hatta o dönemde bile bu imkânları bulamayanlar için çok bir şey ifade etmeyebilir demiştim ancak sanatın ve musikinin önemi açısından da çok şey söyler. Çünkü mehtap gezintisi demek musiki demektir ve zaman zaman Hisar’ın bu musiki üzerinden dahi politik ve sosyolojik tespitleri vardır. Fakat yazar bunu asla kör göze parmak şeklinde yapmaz. Onun amacı politik veya sosyolojik tespit/eleştiri yapmak değil kültürel bir miras bırakmaktır. Onun klasik (yani muhteşem) üslûbuyla bu anı/denemeleri okumak Türkçenin en güzel hallerinden birini görmek demektir. Çünkü Abdülhak Şinasi Hisar biraz da anlatılan şey değil, o şeyin nasıl anlatıldığıdır.

Mehmet Akif Öztürk

Aşka, sessizliğe, varoluşa ağıt

Saat ustalarında ve terzilerde rastladığımız bir hâl vardır. Onlar, sürecin talebeleridir. Dükkâna giren kimseyi doğrudan müşteri gibi görmeyen, kendisine teslim edilen malzemeyi bir tecelli olarak kabul eden, istenenle verilebilecek olan arasındaki dengeyi kısa sürede kurabilecek idraki olan kimselerdir bunlar. Hâlâ varlar, burası bir gerçek. İlle de hepsini sanki bir ârif gibi kabul etmeyebiliriz, bu da bir gerçek. Her şeye rağmen yaşama katılma aşkı, sessizliğin haşyeti, varoluşun nur ve zulmet arasındaki sancıları bazı kimselerde cem oluyor ve ortaya ârifleri hatırlatan bir karakter çıkıveriyor. Belki de biz böyle kabul etmek istiyoruz. Gözlerimiz, sakladığı bu isteği kahvehane köşelerine de çevirebiliyor kimi zaman. Oradan da bir ârif çıkıverir elbet diye düşünüyoruz, zannediyoruz.

Mihail Nuayme, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte Amerika’ya göç eden Araplarca geliştirilen mehcer edebiyatının (edebü’l-mehcer) en önemli isimlerinden biri. Hayatına kısaca göz atıldığında zahirde ve batında göçle meşgul olduğu apaçık. Çocukluğunu geride bırakırken meşguliyet sahasını varlık ve yokluk sorunları, insanın metafizik gerilimi ve nihayet vahdet-i vücud sistemi oluşturmuş. Böylece mizacını da görebiliyoruz: kendi iç dünyasıyla meşgul, dış dünyaya karşı sessiz. Bu tip bir mizacın yegâne mesaisi Allah-âlem-insan meselesi üzerinedir şüphesiz. İşte böylesi bir mesai neticesinde ortaya çıkan kitaplarından biri de Kendini Arayan Adam. Yazıya başlarken gözlerimizi zaman zaman “acaba oralardan bir ârif çıkar mı?” diye çevirdiğimiz kahvehane köşelerinden bahsetmiştim. Arkaş’ın hikâyesi bu soruya bir cevap olarak doğuyor. Mihail Nuayme kendi iç yolculuğunu ve sorgulamalarını Arkaş üzerinden sunuyor okura. Okurun kitabın başından itibaren yazarı da karakteri de unutup kendini hikâyenin merkezine oturtması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Tıpkı bazı romanlarda, filmlerde ve şarkılarda olduğu gibi: anlatılan “bazılarımızın” hikâyesi.

Arkaş, New York’taki bir Arap kahvehanesinde çalışıyor. İlk başta hayata küsmüşçesine sessiz, alıngan ve kırılgan bir karaktere sahipmiş gibi insanlardan uzak, kopkoyu bir yalnızlığı hırka diye giymiş biri. İşi gereğince insanlarla ne kadar iç içeyse, tabiatı gereği de o kadar uzak. Bu uzaklık bize bir kendini beğenme olarak yansımıyor. Aksine, sufilerin her şeyin sadece çalışmayla olmayacağını anlatmak için kullandıkları “bidayeti parlak olanın nihayeti de parlak olur” sözünü hatırlatıyor. Ona doğuştan verilen bu iç hazine, aslında bütün insanlığın taşıdığı bir hazine. Sandığın kapağını açmak için gerekli olanlar tasavvuf tarihi boyunca kavramlaşmış meseleler üstelik: aşk, sükûnet, hüzün. Sufilerin düşünceyi daima varlık âleminin zirvesine çevirmeleri, her şeyin geçici oluşunu idrak etmeye özellikle çaba göstermeleri, daima “gözetilen” bir konumda olduğunu unutmama gayretleri, davranışlarını her zaman ve aksatmadan kul süzgecinden geçirmeleri… Arkaş’ın hikâyesinde tüm bunları en doğal biçimde görüyoruz. O, susmanın tadını çok erken denebilecek yaşlarda almış ve kavramış, hilenin ve yalanın olmadığı bu diyardan kendine en büyük yoldaş olarak da sabrı seçmiş. Gökyüzünden, topraktan, yaşamdan bir anlam çıkacaksa eğer, bunun ancak sessizlikle, derin düşünceyle olacağını bilmiş. Bu bilgi onu evvela kendine, saniyen Hakk’ı bilmeye götürüyor: “Çok konuşmak fikri dağıtır. İnsanlar sessizlikten ve düşünmekten kaçarlar. Bu durumda Allah’ı nasıl idrak edecekler? Allah’ın adını derin düşünme ve sessizlik içinde idrak etmeden, içlerinde onu bulamadan ananlar, ancak isimsiz bir şeye seslenmiş olurlar.

Sessizlik bahsinin içini farklı kavramlarla dolduruyor Arkaş. Böylece miskinliğe ve keşişliğe davetiye çıkarmadan, derviş olmadan ama dervişmeşrep olarak bir yaşam öneriyor. Bu yaşamda alışveriş bir tuzak, aldığını vermek ise bir kurtuluş anahtarı. Başkasını kınamak musibetin kendisi, kendini kınamak hakikat bilgisi. Âlemde ve insan vücudunda her şeyin mükemmel, yani merkezinde olduğunu görememek büyük cehalet. Sürekli başkalarıyla itişip kakışmak, her şeyden şikâyet etmek, arzulara boyun eğmek nefsin yakıtları. Arkaş’a göre tüm bunları takva sahibi gibi ortalıkta boy gösterenler üzerinde görmek de yeni zamanların bir garabeti: “Bu dünyada takva sahibi olduklarını iddia edip başlarına bir musibet geldiği vakit, ‘O, Allah’ın bir sınamasıdır’ diyenler de var. Oysa bütün insanlar gibi onlar da Allah’ın sınamacı değil de öğretici olduğunu unutmuşlardır. O, ancak sınamanın neticesini bilmeyenleri sınar.

Arkaş, Allah’ın bazen elemle bazen lütufla bazen de mahrum bırakarak irşad ettiğini fısıldıyor. Hakk katında sevilen, sevilmeyen, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi bir sınıflandırma yok. Ehil ya da ehil olmayan, asil ya da asil olmayan yok. Dolayısıyla Hakk’ın ‘her an yeni bir işte’ oluşu, insan hayatında farklı anlatım biçimleriyle yer alıyor. Tecellide örnekler, çeşitler, zamanlar ve mekanlar sonsuz. Bilgi basamaklarını yavaş yavaş tırmanmak için bu sonsuzluk bilincini edeple, şükürle, sabırla ve en önemlisi de sessizlikle süslemek gerekiyor. Süs demişken, konuşmanın bütün niyetleri gölgelediğinin farkında Arkaş. Bütün güzel ve iyi niyetlerin ifadesizlikte kıymet kazandığını söylüyor. Bu da Fahr-i Kâinat Efendimizin “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” hadis-i şerifini akıllara getiriyor. Arkaş, tüm bu hâliyle insanlar içinde nasıl mevki alıyor? Hiçbir mevkiye göz koymuyor. Melami gibi bir tavır takınıyor, melametten bahis açmadan. Sadece çalıştığı kahvehanede değil, başına her ne gelirse gelsin düşünceyi bir omzuna, sessizliği diğer omzuna konduruyor. Haksızlığa, çaresizliğe ve hatta zulme uğradığı zamanlarda bile. Bunlar da akla başka bir hadis-i şerifi getiriyor: "Haklı olduğu hâlde münakaşayı terk eden kimsenin cennetine kefilim."

Arkaş, hayatı kendi akışında kabul etmenin ardındaki sırrı da paylaşıyor bizlerle. Bu sırrın içinde hüznün ve mutluluğun geçiciliği var, üzülmenin ve sevilmenin sabit kalmayacağı gerçeği var. O, hayatı bütünüyle kabul etmenin insana huzur getireceğini, bu huzurla yaşamanın tüm kavgalardan, yarışlardan, nefs oyunlarından insanı koruyacağını söylüyor. Zaten Arkaş’ın en ârif yanı da bu. İdrak ettiklerini kendine saklamıyor, herkese açıyor. Bizi Fettah ve Rezzak isimlerini yeniden düşünmeye çağırıyor böylece. İnsana, kendi azizliğini fısıldıyor: “Büyük bir kral, ülkeyi ziyarete gelmişti. Biraz sonra da konvoyuyla oradan geçecekti. İşte bütün mesele buydu. İnsanları bir an bile olsa bir kralı görmek için evlerinden çıkaran, hayatlarının akışını durduran buydu. Oysa onların her biri birer kral değil miydi? İlahi tacı başlarının üstünde, ilahi izleri bedenlerinde, ilahi sırları kalplerinde ve içlerinde taşıyan onlar değil miydi? Bir kralı, kahramanı, pehlivanı seyretmeden önce, gece gündüz kendilerini seyretmeleri daha uygun değil miydi? Fakat bu akıllarına bile gelmez.

Arkaş’ın Günlüğü’nü bitirirken, kişinin kendi kıyametini koparmasına tanıklık ediyoruz. Hemen akabinde Nuayme’nin Arkaş’a yazdığı bir mektup var, kendisine yazdığı bir mektup gibi. Nuayme’nin tercümanı olan Arkaş, kitap bittikten sonra bizim de “uzağımızdaki yakın” oluveriyor. Onun aşka, sessizliğe, varoluşa yaktığı ağıtı kırık bir tebessümle kabul ediyoruz. Kitabı rafa yerleştirirken kendi kendimize söylüyoruz: “Ey olgunluk! Tökezleyişlerimi başıma kakma!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Ekim 2024 Cumartesi

Anadolu’nun işgalinde eski eserlere ne oldu?

Mondros Mütarekesi’nin ardından işgale uğrayan Anadolu topraklarındaki binlerce yıllık tarihi ve kültürel zenginliklere Batılı devletler göz dikmişti. Anadolu’nun işgali esnasında Yunanlılar, Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve Amerikalılar yoğun bir şekilde tarihi eser kaçakçılığı faaliyetinde bulunmuş ele geçirdikleri eserleri ait oldukları topraklardan kopararak yurt dışına götürmüşlerdi.

İşgal kuvvetlerinin Anadolu’da gerçekleştirdikleri kaçak kazılar ile kaçırdıkları eski eserlerin akıbetini Yahya Coşkun Esir Şehirlerin Eserleri isimli Kronik Kitap’tan çıkan kitabında tüm boyutlarıyla ortaya koyuyor. 2020-2023 yılları arasında Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı olarak yurtdışına kaçırılan eserlerin Türkiye’ye getirilmesi konusunda görev almış olan Yahya Coşkun, doktora tezi olan bu çalışmasında Anadolu’dan kaçırılan eserleri ve yapılan kaçak kazıları Cumhurbaşkanlığı Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleriyle, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Arşivi’den ilk kez yayınlanan belgelerle gözler önüne seriyor.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde müzeciliği, Müze-i Hümayun’un tesisini, arkeolojik kazıları, eski eserlerin hukukunun doğuşu ve gelişimini irdeleyen kitap esasında Anadolu’nun farklı bölgelerini işgal eden Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Amerikalıların eski eser kaçakçılığına odaklanıyor.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Osmanlı topraklarının dört bir yanında yaşanan işgallerde İtalyanlar, Fransızlar, Yunanlılar, İngilizler ve Amerikalılar eski eserlerle yakından ilgilenmiş, kazılarda tarihi eserler aramış veya mevcut eserleri kendi ülkelerine nakletmeye çalışmışlardı. Anadolu’da eski eser kaçakçılığı yapan işgal güçleri arkeolojiyi politik bir enstrüman olarak görmüş ve sahaya gönderdiği arkeologları bir nevi ajan olarak kullanmışlardır.

Yunanlıların işgal sahası içindeki eski eser bulunabilecek hemen her yeri kazdığı ve bu kazılarda çıkardıkları eserleri ülkelerine kaçırdıklarını ortaya koyan kitap, işgalcilerin Anadolu topraklarının yalnız üstüne değil, altına da göz diktiklerini vurguluyor. Yunanların işgal dönemindeki kaçak kazıları ve eski eserlere verdikleri zararların Osmanlı raporlarına açıkça yansıdığı ifade ediliyor.

Yunan kuvvetleri aynı zamanda işgal ettikleri bölgeler içinde Fransızların ve Amerikalıların arkeolojik kazı yapmalarına müsaade etmiş kimi zaman bu ülkelerin eser kaçırmasına izin vermişlerdir. Batı Anadolu’da gerçekleştirdikleri kaçak kazılarda ele geçirdikleri eski eserleri Yunanlılar Atina’daki Ulusal Müze’ye taşınmışlardır. Yunan işgal güçleri başta İzmir ve çevresi olmak üzere hem işgal esnasında hem de şehirleri terk ederken müzelerde, depolarda ve arazideki eski eserleri tahrip etmiş, saldırdıkları evlerde, camilerde yükte hafif pahada ağır ne varsa yağmalamışlardır.

İtalyanlar daha işgal öncesinde Roma’nın varisi oldukları iddiasıyla başlattıkları arkeolojik faaliyetlerini işgalle birlikte arttırmıştır. Bodrum Kalesi, Gökçallar Nekropolisi, Milyos Antik Kenti ve Antalya’da kaçak kazılar yaptıkları, İtalya’nın Antalya konsolosunun evinde ve konsoloshanede tarihi eserlerin yakalandığı belgelere yansımıştır. Isparta, Burdur, Elmalı, Fenike, Konya’da da İtalyanlar arkeolojik araştırma yapmışlardır. İtalyanların ordu ve konsolosluk eliyle gerçekleştirdikleri faaliyetler Osmanlı makamlarının tüm uyarılarına rağmen devam etmiş bazı eserler kaçırılarak Roma’daki Milli Müze’ye götürülmüştür.

Fransızlar Napolyon’un Mısır Seferi’nden itibaren geliştirdikleri sömürgeci arkeoloji geleneklerinin bir tezahürü olarak işgal devresinde başta İstanbul, Çanakkale, İzmir, Antalya ve Adana’daki birden çok yerde kaçak kazılar yaptıkları ve kimi eserleri de Fransa’ya taşıdıkları kitapta ele alınıyor. Fransızlar İstanbul’da özellikle Bakırköy ile Topkapı Sarayı’nda, Çanakkale’de Elaious Antik Kenti ve Karaağaçtepe’de, Antalya, İzmir ve Adana civarında eski eser kaçakçılığında faaliyet göstermişlerdir. Gelibolu’daki Elaious antik kentindeki kazılarda bulunan eserlerin büyük bir grubu Louvre Müzesi’ne götürülmüş çok az bir kısmı ise Müze-i Hümayun bırakıldığı belgelerde konu edilmiştir.

Ayrıca Fransızlarca Antep, Adana, Maraş gibi tarihi şehirler tahrip edilmiş, eski eserlere, cami, türbe ve benzeri dini yapılarla sivil mimarlık örneklerine yıkım ve yağmalarla ciddi zarar verilmiştir.

İngilizlerin Truva ve Karkamış’ta Amerikalıların ise Sardes’te izinsiz kazılar yaparak buldukları eserleri kendi kıtalarına taşıdıkları, Manisa’daki Bintepeler ve Alyat Tepe’de sondaj faaliyetleri gerçekleştirdikleri de tarihi vesikalardan hareketle kitapta etraflıca anlatılırken dönemin Amerikan konsolosu George Horton, Sardes’te bulunan elli sekiz sandık eserin ülkelerine götürülmesinde etkin şekilde rol oynadığının altı çiziliyor.

İşgal döneminde bulunan eski eserlerden yurt dışına kaçırılanlar kadar yurt dışına götürülmese bile ait olduğu yerden sökülen, bağlamından koparılan ve kayıt tutulmadan depolarda ve benzeri mekanlarda saklanan eserler de kayıp hükmündedir. Bu bağlamda işgal güçleri birçok eseri yerinden etmiş ve bilimsel bilgiye zarar vermişlerdir. Söz konusu buluntular Anadolu’da kalmış olsalar da hangi medeniyete, hangi döneme ait olduğu anlaşılamamakta ve tarihi katmanları takip etmeyi zorlaştırmıştır.

İşgal yıllarında hem Osmanlı idaresi ve hem de Büyük Millet Meclisi zorlu işgal koşullarına rağmen eski eserleri korumak için büyük mücadele vermişti. Osmanlı Devleti eserlerin yağmalanmasına direnmeye çalışmış başta Müze-i Hümayun olmak üzere taşra yöneticilerine kadar bürokrasinin birçok kademesi eski eser kaçakçılığını engellemek için gayret sarf etmiş ancak çok az netice almıştır. Ankara Hükümeti de 23 Nisan 1920’den itibaren Maarif Vekâleti ve Hars Müdüriyetiyle eski eserlerin talan edilmesini durdurmaya çalıştığı konuyu ciddiyetle ele aldığı anlaşılıyor. Hars Müdüriyeti ve Âsar-ı Atika Müzesi işgal bittikten, Cumhuriyet ilan edildikten sonra bile eski eserlerini izini sürmeye devam etmişti. Örneğin Amerikalıların Sardes’ten götürdükleri eserleri geri alabilmek için Müze Müdürü Halil Edhem Bey ciddi bir uğraş vermiştir. 27 Mart 1927’de Hars Müdüriyeti ve Maarif Vekaleti’nin desteğiyle çıkartılan bir kararla söz konusu eserler geri verilmedikçe hiçbir Amerikalıya kazı izni verilmeyeceği Amerikalılara bildirilmiştir. Nihayet 19 Temmuz 1924’de eserlerin büyük çoğunluğu yurda dönmüştür.

Anadolu’nun işgal yıllarındaki kültürel talanı belgeleyen kitap, yurt dışına kaçırılan eski eserlerin yasal yollara baş vurarak iade edilmesine sürecine katkı sunmakta ve eserlerin ait oldukları topraklara dönmesini sağlamak için bilimsel bir dayanak oluşturmaktadır.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

Kor gibi yanan yürek

Hecenin beş şairi, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy ve Enis Behiç Koryürek, Anadolu ve Asya Türk varlığının şiirde temsilcileri, Millî Edebiyat akımının baş aktörleri olarak karşımıza çıkar. Faruk Nafız Çamlıbel, Han Duvarları ile ünlense de dilden dile dolaşan, “Kıskanç” şiiridir. Biz fanilerin bildiğince, Zeki Müren ve birçok sanatçıdan dinlediğimiz , “İntizar” şarkısıdır. Beni en çok şaşırtanı ise Suat Sayın’ın söylediği "Yolcu ile Arabacı” şarkısı olmuştur. Arabesk diye küçümsediğimiz parçanın, sözlerinin Faruk Nafiz Çamlıbel’e ait olduğunu duyduğumuz an, sukuta uğrarız. Yine “Ah eden kim bu saat kuytuda?” bestesini Alâeddin Yavaşça’dan, "Keklik" bestesini Müzeyyen Senar’dan dinleyip ruhumuzu besleyebiliriz. Orhan Seyfi Orhon’un “Veda Busesi” şiirini kim bilmez ki, dudaklarımızdan yıllardır bıkıp usanmadan nesilden nesile “Alnına koyarken veda busesi” söylemeye devam ederiz. Radyoda Zeki Müren’in dudaklarından dökülen, “Sen gözlerimde bir renk / kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes olarak kalacaksın” şarkısını (Geçsin günler haftalar) mırıldanarak, erguvanlar içinde yol alırken, Kime yazılmış bu şarkı, kim yazmış? Suallerini yöneltiyorum. Ve bir yanan yüreğin ismi kulaklarımdan, hafızama gidiyor. Beş Hececilerden, Enis Behiç Koryürek adı dudaklardan dökülüyor. Hiç soruyor muyuz? Bir insan neden Koryürek soyadını alır? Milli şiirin temsilcisi Enis Behiç’i yakan dert, yüreğini kor içinde bırakan hasret ne olabilir?

Türk şiiri, Türk musikisi ile içiçe geçmiş bir bütünün parçasıdır. Aşkın dile gelişidir. Aşk hasret demektir aşk adamı yakar geçer.. “Hamdım yandım piştim elhamdülillah”. Pişmezsek yitip gideriz kuytu köşelerde. Arayan bulmaz ama bulan arayanlardır. Mecnun arayandı çöllere düştü, Ferhat arayandı dağları deldi. Aradığımız kendimizdir, gizli hazinenin içimizde olduğunu bildikten sonra pişeriz. Bizi bize hatırlatan, ayna görevi gören, dünyada bir nüve vardır. Evlat. Evet, evlat babanın sırrıdır. Onun ile pişer insan, olgunlaşır. Enis Behiç için hayat imtihanı tam buradan gelmiştir. Milli şiirin beşlisinden olan şairin hayatında, yüreğinin kor gibi yanmasına neden olan şey, çocuğunun hasretidir. Bir kez öpüp kokladığı oğlu Hasan’ı, ömrünün sonuna kadar bir daha göremez. Şairin hayat hikâyesi insanın içini burkan cinsten. Bir melodram filmin içinde, bu kadar olmaz dediğimiz, senaryo akışında sürüp giden bir ömür.

Enis Behiç Koryürek, 27 şubat 1893 yılında İstanbul Aksaray’da dünyaya gözlerini açar. Babası İsmail Behiç son sultan Vahdettin’in doktorudur. Çocukluğu, Makedonya’da, Selanik’te geçmiştir.1910 yılında girdiği mülkiyeyi derece ile bitirir. Yabancı dillere özellikle Fransızca olan ilgisiyle dikkatleri üstüne çeker.1910 yılında ilk şiirini yazar. Unutulmaması gereken bir felaket olarak adlandırdığı Balkan savaşları, onda derin izler bırakır. Ziya Gökalp’in desteği ile heceyi kullanır ve milli akım şairleri arasına girer. Şiirlerini, vatana sevdalı bir yüreğin derinliklerinden gelen epik tarzda yazar. En yakın arkadaşı Fethi Tevetoğlu’dur. Saray çevresinde büyüyen Enis Behiç, 1914 Hariciye nezaretinde kâtiplik vazifesine başlar. Çanakkale savaşının sonuna doğru Bükreş’e görevli gider. İşte hayatının dönüm noktası tam burada başlar. Vatanın bağrına saplanan süngülerin yanı sıra özelindeki sıkıntılarda yüreğini burada yakacaktır. Macaristan onu Koryürek yapacaktır. Fransız öğretmen Gabrielle Guillemet (Gabi) hanımla 1919 tarihinde evlenir. Nikâh, Anadolu’da emparyalist güçlere karşı milli mücadelenin başladığı zamana denk gelir. Vatana dönmek için çırpınan Behiç Koryürek’in cebinde beş parası yoktur. Macar başvekilinin keskin zekâsının ürünü bir yardımla, yurda döner ve Milli hükümetin yanında yer alır. Bu dönüş evliliğindeki ilk çatlaklığı verir, eşi onunla gelmek istemez. Bükreş’te korkusuz, rahat hayatını sürdürmek ister, ama milli duyguları yüksek olan Enis Behiç için bu mevzu bahis değildir. Ülkesine dönecektir.

Ben bir Türk’üm. Sen benimle bilerek evlendin. Ben Anadolu’ya geçmeye mecburum. Vatanım tehlikede!” cevabıyla kararından dönmez. Evlilikleri Gabinin aşırıya kaçan kıskançlıkları, bencilliği, Türk kültürüne olan yabancılığı ile çıkmaza girer. Evlendikten üç yıl sonra, Gabi iki aylık gebe iken boşanırlar. Antlaşmaya göre çocuk altı yaşına kadar annesinde kalacak, sonra babaya teslim edilecektir. Enis Behiç, doğacak çocuğa Hasan Argon ismin verilmesini şart koşar. 1923 yılında oğlu dünyaya gözlerini açar ama babası orada değildir. Altı yaşına kadar babasını hiç görmez, annesi Katolik kilisesinde onu Rogerius adıyla vaftiz ettirir.

“Benim değerli hazinem, Sevgili Hasan”

Macaristan’ın Kisvarda kentinde büyüyen Hasan Koryürek, babasını sadece bir kez görebilir. Annesi Gabinin akıl almaz engellemeleriyle, baba oğul birbirine hasret bir hayat sürerler. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda oğlun öfkesi, babanın ise yanan yüreğinin izleri görülür. Aslında mektuplar iki hasret gönlün çarpışması ve konuşmasından ibarettir. Yönlendirilmiş Hasan babasına kırgındır, ama büyüdükten sonra tüm gerçekler gün yüzüne çıktığında, buna sebebin annesi olduğunu öğrenir. Öyle ki babasının vefatını üstünden beş yıl geçtikten sonra haber alabilir. İkinci dünya savaşında hiçbir şeyleri kalmadığında, babasının gönderdiği giysileri saklandığı yerden çıkaran, annesinin yalanları da gün yüzüne çıkar. Annesinin mektuplaşmaya izin vermesinin nedeni tamamen maddiyat içindir. Enis Behiç, ilk mektuplarda oğlunun değil annenin cümleleri olduğunu yakalar. Hasan’a kendi kelimeleriyle yazmasını söyler, Türkçeyi öğrenmesini öğütler. “Üslup konusunda, yazdığım sözlerden biraz alındığını görüyorum. Fakat biraz anlayış genç delikanlı, dürüstlüğüne karşı nasıl şüphe ve kuşku duyabilirim? Seninle gurur duyan kendime karşı bir hareket olur.

Oğul Hasan, hakîkatler gün yüzüne çıkınca, babasının soyadını bir şeref madalyası gibi taşımaya karar verir, Türklüğünü inkâr etmez ama bir Katolik Macar vatandaşı olmaktan da gururludur. İbolya hanımla evlenir, dört çocuğu olur. Onlarda, Koryürek soyadını taşımaya devam ederler. Macaristan’da çok iyi bir gazeteci, yazar, tiyatrocu ve çevirmen olur. Yaşar Kemal'in İnce Memed’ini Macarcaya çevirir. 1956 Sovyetlere karşı başlatılan devrimci hareketin önemli figürlerinden biridir, Ruslar tarafından yargılanır, mesleğinden olur ama ilkelerinden taviz vermez. Fransa’ya kaçmayı reddeder.

“Şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar kendimi insan ve Macar hissetmemiştim.”

Enis Behiç Koryürek oğlunun Müslüman olmasını, bir Türk vatandaşı olarak hayat sürmesini çok ister ama bunu başaramaz. Oğluna hasret kor yüreğiyle, gözlerini bu dünyaya kapayarak gider.

Hasan Argon, Türk asıllı Macar vatandaşlığını devam ettirir. Baba oğul koşullardan bir araya gelemez. Hasan Türkiye’ye babasını ziyaret için çırpınır ama başaramaz. Behiç Koryürek’te elinde olmayana sebeplerle gidemez. Babasının ikinci eşi, üvey annesi Müfide hanımla mektuplaşır. Babasına ait eşyaları kendisine yollanır. Hasan Argon bunları saklar, albümler hazırlar. Evet, onlar bedenen bir araya gelmemiştir ama ruhları bir araya gelmeyi başarmış, aynı ilkelere sâhip olmuştur. Doç. Dr. Melek Çolak’ın, Budapeşte’ye Mektuplar adlı kitabında, birbirinin hasretiyle yanan babanın mektuplarına yer verilmiştir. Sadece yazışmalar değil, yazarın torunları ile olan konuşmaları, fotoğraflar, hayat hikâyeleri ile ayrıntılı bir çalışma bize takdim edilmiştir.

Şiirlerini yazarken, yüreğinin içinde Hasan diyen sesi gökyüzünü doldurmuş, dizelere dökülmüştür.

“Dünyayı iki şeyden
İbâret bilirim ben;
Biri, herşey olan: Sen!
Biri sen olmayanlar.”

Son zamanlarında tasavvufa yönelir. 1948 yılında Sâmiha Ayverdi ile yaptığı konuşmada “Yaşayan Ölü” eseri için mütefekkiri bir ummana, benzeri olmayan bir insana benzetir. İçindeki derunî boşlukları, Hem Sâmiha Ayverdi’ye, hem Kenan Rıfâî'ye açar. Aslında Enis Behiç Koryürek’in, Mehmet Ali Ayni ile olan dostluğundan sebep son zamanlarında tasavvufa yönelmesini, ruh çağırma seanslarını, açıklayacak tek kelime bir cümle vardır… Hasan Argon Koryürek. Evlat hasreti onu, yaşayan bir ölüye çevirmiş, pişirip şuuraltından Varidat-ı Süleyman Çelebi olarak tezahür ettirmiştir.

Kenan Büyükaksoy (Rıfâî) şöyle bir cevap vermiştir kendilerine; "Oğlum şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi." (Sâmiha Ayverdi, Mülakatlar).

Onun hakkında ne yazsak az gelecektir. Hangi şairin hayatı film olsa deseler hiç düşünmeden Enis Behiç Koryürek cevabı verilir.

“Geleceğinden ve mutluluğundan başka düşüncesi olmayan babanı sev, olur mu oğlum.”

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Dâvûd Kayserî'nin Fusûsu'l-Hikem şerhi

Vahdeti vücut olarak bilinen tasavvuf metafiziğini kuran isim İbn Arabi’dir. Ona kadar böyle bir metafizik sistem tasavvuf dünyasında kurulamamıştır. Yine de Chittick’in de deyişiyle İbn Arabi’yi Füsus üzerinden tanımak, tanımaya çalışmak yanlış olacaktır.

İbn Arabi esasında bütün düşüncelerini Fütuhat kitabında açıklamıştır. Fütuhat İbn Arabi’nin eksiksiz, boşluksuz her meseleyi açıkladığı, her mertebeden insana hitap ettiği devasa eseridir.

Ancak belki de bugüne kadar süren sansasyonel tartışmalardan olsa gerek herkesin dikkatini Füsus çekmiş, İbn Arabi okumak isteyen birçok insan ilk önce Füsus’a yönelmiştir. Oysa İbn Arabi’nin Füsus’un henüz daha başındayken “bu kitabı kendisinin yazmadığı, rüyasında Peygamberimiz (sav) tarafından verildiğini” söylemesi bile bizi düşündürtmeli, temkin ehli kılmalıydı.

Füsus, farklı bir makamdan kaleme alınmıştır. Kurduğu metafizik sisteme de tam anlamıyla yaklaşabilmek, temas edebilmek ancak bir “makam” ile mümkün olacaktır. Kaldı ki tüm Füsus şarihleri, velidir.

Arifler şerhi olan eserlerin şerhsiz okunmasını asla tavsiye etmemektedirler.

İşte Ketebe Yayınları tarafından yayımlanan Davud Kayserî’nin Füsus şerhi bu nedenle ayrı bir önem taşımaktadır. Her ne şekilde olursa olsun Füsus okumak isteyen birinin faydalanacağı, okuyabileceği engin derinlikli bir Füsus şerhi daha artık elimizde mevcut.

Tarikatlarda, tasavvufun yaşanılan kısmında, Füsus okunması müride tavsiye edilmez genelde. Füsus daha çok üst düzey kişilerin veya alanında çalışma yapmak isteyen kişilerin okuduğu, müracaat ettiği bir eserdir günümüzde.

Kitabı edinmeden önce Kayserî’nin eseri hakkında bilmemiz gereken bazı şeyler vardır. Öncelikle Kayserî, eserin İbn Arabi’ye Peygamberimiz (sav) tarafından verildiğine şüphesiz inanmaktadır. O nedenle, örneğin, Hz. İbrahim’in kurban etmek üzere götürdüğü oğlunun İsmail değil, İshak olduğunu hakikat olarak görür. Müfessirlerin çoğunun İsmail dediğine, azının İshak dediğine değinir ama nihayette İbn Arabi’nin mazur olduğunu çünkü eserin ona o şekilde “emredildiğini” belirtir. Ayrıca Kayserî, İbn Arabi’nin bütün eserlerine hâkimdir. Fusus’u şerh ederken başta Fütuhat olmak üzere Şeyh’in eserlerinden istifade eder.

İbn Arabi, Füsus ne kadar belli kesimler tarafından eleştirilse, hatta kötülense de tasavvuf dünyası için de Anadolu için de genel olarak benimsenmiş, hürmet gösterilmiş, hatta Şeyh’ül Ekber şeklinde anılmış büyük bir zattır. Onun kurduğu vahdeti vücut düşüncesi özellikle Anadolu tasavvufunu derinden etkilemiş, Osmanlı zamanları olmak üzere genel eğitimin Ekberi usulle olmasını sağlamıştır.

O nedenle belli bir makamdan ve emirle yazıldığını unutmadan, tartışmalı konulara takılmadan, polemiklerden etkilenmeden okunması, istifade edilmesi faydalı olabilecek bir eserdir. Böyle olması için de şerhinin okunması elzemdir. Tahir Uluç’un yetkin çevirisiyle Davud Kayserî şerhi her kütüphaneye, kitaplığa mutlaka uğramalıdır.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

25 Ekim 2024 Cuma

Kulluk direncini güçlendirmek ya da manevi yükseliş

Mecit Ömür Öztürk, yazdığı tüm kitaplarında okuruyla sohbet eden, dertleşen, sahici çözümler sunan bir yazar. Her kitabında fark edilen ilk şey, onun sakin kimliğinin eserlerine de yansıması. Hırsın, öfkenin insana getirdiği şerrin farkındayız. Seslerin yükselmesi, tehditlerin havada uçuşması ve cinayetler, insanın yegane kuvveti ve hakimiyeti kendinde görmesinden kaynaklanmıyor mu? Adaletsizlik ve merhametsizlik insanların yaşam çemberini kırıp, ruh bütünlüklerini kırmıyor mu her geçen gün? Tüm bunlar olup biterken elbette insanın manevi bütünlüğünü koruması, hâlini sürdürmesi hiç kolay değil. Ama elimizdeki enstrümanlara odaklanırsak, geçmişin ve geleceğin dertlerinden, endişelerinden bir nebze uzak durabilirsek, yolun açılmaması mümkün değil. Üstelik yol orada. Bizden istenen birkaç adım.

Ruhu Onaran Sohbetler serisinin ilk kitabı Sen Derviş Olamazsın'dı. Bu kitapta kişinin kendini çalışması ve manevi ilerleme üzerinde durmuştu Öztürk. İkinci kitap, Huzura Varınca. İsminden de anlaşılabileceği gibi kitabın bütününü kapsayan mesele namaz. Hikmetini anlamak için önemli çabalar göstermemiz gereken, hakikatini idrak edersek hem kendimizi hem de çevremizi etkileyebileceğimiz, yüzeysel meselelerden bizi koruyacak olan namaz. Hakkında sorularımızın ve sorgulamalarımızın hiç bitmediği, kimi zaman mazeretlerimiz kimi zaman da üşengeçliğimiz, yılgınlığımız yüzünden hakkını veremediğimiz namaz. Tam burada, bir büyüğümüzün sözü geldi aklıma. Hiçbir şey hak etmediğimiz hâlde, varlığımız için hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde, sadece bir nefes alışverişimizin bile şükründen kaçındığımız hâlde, her namazdan sonra sayısız şeyler istiyoruz. Acaba bunda da bir hikmet aramak gerekmez mi?

"Bütün kâinat sistemini ve özellikle yeryüzünün bütün olanaklarını menfaatleri doğrultusunda kullanan insan, öncelikle ona bu büyük hizmeti ikram edenle irtibata geçmenin yoluna bakmalıdır. Şükran ve minnet duygularını ancak O'na takdim etmelidir. Bütün kâinattan istifade edebiliyor olmanın şükrü manasını taşıyan ibadetleri O'na yönelik olarak yerine getirmelidir. Şükür duygusunu en yüksek seviyelerde taşıyan ibadet, namazdır. Namazda kalp, nimetleri kendisine, sevdiklerine ve bütün insanlara ihsan edeni bulur. Nimetlerin gerçek kaynağının huzuruna çıktığını idrak edince de şükranın en kuvvetlisini sunma pozisyonuna yükselmiş olur. İşte, namaz, 'Beni yaratan, yaşatan ve besleyen yalnızca Allah'tır' manasının insanın hem kendine hem çevresine (meleklere, cinlere ve diğer insanlara) ilanıdır."

Namaz... Bir sığınma olarak düşünürsek, bizi dünyadan, kötülükten korur. Bir onarım olarak düşünürsek hem kendimizin hem de sevdiğimiz insanların ruhunu gönendirmeye vesile olur. Bir sakinlik imkânı olarak düşünürsek var olan manevi hastalıkları giderir ve karşılaşılabilecek manevi sorunlardan da uzak tutar. Bir ilerleyiş ve yükseliş yolu olduğunu anlayabilirsek, cebimizdeki kartvizitin, sahip olduğumuz malların ve uğrunda çaba gösterdiğimiz dünyevi şeylerin gelip geçici olduğunu idrak ettirir, asıl kazancın Hakk katında nerede durduğumuzla ilgili olduğunu öğretir. Tüm bunların önüne koymamız gereken bir başka sırrı da hatırlama ve hatırlatmadır. Kişiye, bir Sahibi'nin olduğunu hatırlatır namaz. Bugün insanların en büyük sorunları ait hissedememe, bağ kuramama, varoluşu anlamlandıramama olarak kabul ediliyor. Namaz, kişiyi varoluşsal vakumun içine çekerek ona kim olduğunu hatırlatır. Yaratıcın belli der. Sen, O'nun rızasını kazanmak ve O'nu yaşamının her anında hissetmek, O'nu yaşamak, O'nun ilminden nasip almak için neler yapıyorsun, yapmalısın, işte bunları hatırlatır. Bu hatırlama ve hatırlayış, insanı çok boyutlu bir alana, metafiziğe götürür. Pek çok insan, işte bu farkındalıktan sonra tasavvufla karşılaşmış, ondan beslenmeye başlamıştır, bunu da hatırlatmış olalım.

İbn Arabî'nin Namazın Sırları olarak tercüme edilmiş kitabını okuyanlar bilirler. İnsanı namaza götüren sebepler, o insanın yaratılış maksadıyla ilgilidir. Herkes kendi mizacına göre yaşar, ibadet eder, vazife görür. Herkesin namaza gidiş, namazı eda ediş biçimleri de bu sebeple farklıdır. Ancak namazla beraber pek çok hayrın, pek çok güzelliğin kaynağına yönelme de başlar. İbn Arabî, "Namaz da nurdur Allah, şeytanı nurlarla taşlamıştır. Öyleyse namaz, şeytanın kuldan uzaklaşmasını sağlayan şeydir. Allah şöyle buyurur: Namaz kötülükten ve ahlaksızlıktan alıkoyar. (Ankebut, 45)" der. Kulun şeytanından uzaklaşması, kendine yaklaşması için en büyük imkân, namazdır. Öztürk, kitabında "Kâmil bir namazda insanın bütün iç yapıları, hep birlikte aynı anda kendilerini yaratan Rabbimize yönelme hedefine kilitlenir. Kişinin iç dünyasındaki güç ve yetenekler, tam kapasite ve organize bir şekilde Allah'a yaklaşma eylemine yönelir. Allah'a yaklaşmak, O'nunla -hâşâ- fiziksel ya da maddî bakımdan değil, manevî olarak yakınlık kurmaktır. Bu yakınlaşma, bir yandan da kişinin Allah indinde itibar ve değerinin yükseliyor olmasının da ifadesidir. İnsanın, ilahi huzurda olma duygusunu yakalayabilmesi için öncelikle perdesini aşması lazımdır. Bu da en iyi namazla mümkün olabilir." derken İbn Arabî'nin Fütuhat'ından bir inceliğe işaret eder:

"Allahu Teâlâ, secdedeki kuluyla iftihar eder ve bunun sebebini mukarreb meleklere şöyle izah eder: Ben sizi bir amelinizi vesile etmeksizin kendime yaklaştırdım ve sizi meleklerimin seçkinlerinden yaptım. Şu secdedeki kuluma gelince onunla yakınlık makamı arasında nefsin arzuları, maddi istekler, geçim sıkıntıları, mal idaresi, aile ve arkadaşlar gibi pek çok engeller vardır. O, bunların hepsini aşarak secdeye kadar geldi ve yakınlaştı. Ey meleklerim! Bu kulumun kıyametini bilin ve benim uğrumda katlandığı sıkıntılar sebebiyle onun hakkını gözetin!"

Tefekkürün, samimiyetin, hakkaniyetin, teslimiyetin, ferahlığın, tasdik edişin, manevi kazancın merkezi olan namaz; her an bize açtığı sırlarıyla hem hediye hem de şifa olma vasfını anlamamız için bizi bekliyor. Mecit Ömür Öztürk'ün Huzura Varınca'sı, namazın kulluk direnci kazanmadaki önemini vurgulama noktasında zoru kolaylaştıran nitelikte bir başucu kitabı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ekim 2024 Pazartesi

Dirilişe önderlik eden bir mücahide: Sâmiha Ayverdi

Oğuz Kağan yeni topraklar edinmek için yola çıkar. Tan ağarırken çadırına bir ışık hüzmesi içinde gök yeleli kurt gelir ve ona rehberlik edeceğini söyler. O günden beri Türk’e önderlik eden ak yeleliler, aksakallılar var olur. Aksakal, bilgeliği ve aklı temsil eder. Türk’ün akıl anlayışı salt görünen değil görünmeyeni idrak edip hakikati bulmak, onu tanımaktır. İşte Aksakallılar bize hakîkatleri gösteren er kişilerdir. Devleti devlet yapan, töreyi kuran bilgelerdir. Onlar ezel âleminin içinde yer alır, fânî dünyada elbise giyer, çıkarırlar. Türk’ün bilgesi er kişidir, onun cinsiyetine hüviyetine bakılmaz. Hakkın divanında belli olan, takvaya sarılan, kem nazarla bakmayan, gāfil olmayan, Mevlâ’ya erişen kişi demektir. İşte bu erler biz Türklere, “Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ni”, anlatan, öğreten, uğrunda yok olmayı belleten Kâmil İnsanlardır. İslâm’la tanışan Türk, yaradılış gāyesini çok iyi kavramış, bunu hayatın her evresine ve devlet yapılanmasına da yansıtmayı başarmıştır. Kızılelma’sı olan İl’â’yi kelimetullah’ı, Gök yeleli kurtlar önderliğinde gerçekleştirmeye devam ederler. Kadim Türk tarihinde, değişen devirler çağlar boyunca Gök yeleli, görk gözlüler var ola gelmiş gelecektir. Onlar sadece elbise değiştirirler. (Eski dil don değiştirme) 20.asrın Müslüman Türklerine önderlik eden, gök yeleli ve gözlü isimlerinden biri de Sâmiha Ayverdi’dir.

Sâmiha Ayverdi, sadece bir edebiyatçı değildir. Sadece mütefekkir ve yazar da değildir. O yazısını yazıp elinde kahve fincanıyla boğaz manzarasını izleyip, sokakta gördüklerini kâğıda dökmez. Bizâtihi sahteciliğine aldanmadan fânî dünyanın içindedir. Hayal dünyası yahut inzivâ halinde yaşamaz. Kendi yurdunu, insanını beş duyusu ile tetkik eder. O, anâsır-ı erbaa’yı hakîkatiyle vücudunda cemetmiş olduğundan, beşeri, yurdunu, İslâm âleminin vaziyetini, gidişatını doğru tespit etmiştir. Tetkik neticelerini kaleminden çıkan derunî harflerle bize aktarır. O, kalemi tutanın kendi eli olmadığını her dem yeniler. Bu yüzdendir ki kaleminden damlayan kelimeler insanın idrakine nüfuz eder. Bize aktardığı her çıplak hakîkatin sonunda nasıl feraha çıkacağımızı da, kırmadan incitmeden, yeise düşürmeden nasihat eder. Şaşalı, entrikalı hikâyeler aktarmaz, yanı başımızda gördüğümüz, küçük, sıradan görünenler üstünden, bizi biz yapan değerlerimizi anlatır.

Bu yüzdendir ki sadece yazar değildir, çünkü o insan yetiştirmeye kendini vakfetmiş, Müslüman Türk toplumunun toprak altında kalmış ‘Yada’ taşını yeryüzüne çıkarmaya adamıştır. Müslüman Türk’ün, yada taşının gücünün,aşkta yani Allah ve peygamber aşkında olduğunu sohbetlerinde, yazılarında, konferanslarında söyleyip durmuştur. Gönül çerağımızı yakıp, nefs mağaramızdaki yedi başlı ejderden kurtarmak için yorulmadan mücadele eden yiğittir. Beşeri insan yapmak için mücâdele verirken aynı zamanda milleti millet yapan değerleri muhâfaza eder. Muhâfazakârlıktan anladığı; olduğu gibi korumak değil, çağa uygun yeniden dirilişi sağlamaktır. Diline, tarihine, sanatına sâhip çıkmayan toplumların âkıbetinin yok olmak olduğunu söyler. Mimarimizin, musîkîmizin, san’atımızın, , şiirimizin ve Türk’ün Türk olan değerlerinin her birini korur kollar. O, Osmanlı’da kuzey yıldızı olmuş, Türk İslam medeniyetinin yeniden diriltmek; yeniçağa uygun, yüksek, dünyaya yön veren medeniyet sevdasının peşindedir. Bu yolda “kim benimle?” demez, silahını kuşanıp, Yunus gibi heybesini yüklenir, sırtını Allah’a dayayıp yola çıkar. Peki, onu bu kadar yiğit, korkusuz bir er kişiye döndüren kuvvet ne idi? Bu kuvvet sırrını nerede aramak lazımdır?

Onun bu sırrı peygamber efendimizin şu kıssasında gizli olsa gerektir.

Peygamber efendimizi öldürmek üzere gelen Gaves Ey Muhammed benden nasıl korkmazsın elimde kılıç var, seni kim koruyacak?" der. İki cihan serveri tarafından “Allah” cevabı verilir, bunun üzerine Zü’l-celâl ve’l-ikrâm tarafından yardımına gönderilen Cebrail düşman elindeki kılıcı düşürür, kılıç peygamberimizin eline geçer. Adı güzel Hz. Muhammed (s.a.v), Gaves’e “Peki seni şimdi kim koruyacak?” der. İşte, milleti millet yapan değerleri koruyan, onu yaşatan Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, peygamber efendimiz Hz. Muhammed’i kendisine şiar edinmiş, sırtını Allah’a dayamıştır. Onun tek güvencesi, mülkümüzün sâhibidir. Medeniyet kuruculuğunda baş saflarda yer alan Mücahide Hatun, vaktin sâhiplerindendir. Onun, Yunus Emre için ezel anasının doğurmuş olduğu ulû kişi demesini bizler de kendisi için kullanabiliriz. Hayatının her aşamasında aksiyoner olarak yer alır, salt düşüncelerle, kalem ile aktarmaz, yetiştirmez, önderlik etmekle kalmaz. Olmasını istediği ne varsa, onu yapmak için harekete geçer. Bu yüzdendir ki fikrini aksiyona çeviren nadir kişilerdendir.

Kölelikten Efendiliğe kitabını Hicri Takviminin 1400 yılında İslâm âlemine yazmıştır. İçinde devlet reislerine yazılmış mektuplar da bulunur. Bu küçük risâle bir kılavuz niteliği taşır. Siyâsetten arınmış, onun mazgalından bakmayan, ilim ve îmanı hareket noktası kabul eden bir İslâm Birliği ister. Kölelikten Efendiliğe kitabı Müslüman milletleri Îl’â-yi Kelimetullah’a davettir. Yazmış olduğu bu risâleyi, fantezi ve hevese kapılarak aceleyle yazmadığını, İslâm âleminin içinde bulunduğu horlanış ve ıztırabın gün yüzüne çıkmasını istemiştir. Ve çamura saplanmış bir halde uyuyakalan Müslümanların uyanıp çamurdan çıkması için yazmıştır. Bu mektuplara gelecek olan eleştirilere, özellikle kim oluyor da yazıyor diyenlere kendisinin cevabı nettir. “Müslüman Türk Kadınıdır” .

Bozkurt ana olan Sâmiha Ayverdi, bu risâlede dikkati başka bir yere çeker. Batı dünyası, bâtıl inanışlarını, yakıştırma naslarını kendi hüviyetine ait ne varsa her zaman diri tutarak, şâşalı kutlamalar yaparak kitleleri etkilemeyi başararak, onları her dâim Doğu dünyasına özellikle Müslüman Türk’e karşı ayakta tutmayı başarmıştır. Peki, Müslüman Türk ve Tüm İslâm âlemi ne kadar uyanıktır? Ve kendisine hain tuzaklar kuranlar karşında ne yapmaktadır? Bunların cevabını da yine kendisi verir. Hicrî takvim kutlamalarının da yaptığı bu mektuplar bir öncülük örneğidir ve önemli günler içinde geçerliliğini de korur. Yine aynı şekilde eski güzel âdetlerimizi yaşatmak için harekete geçer. Ad koyma, çocuk iftarı (1957 yılında ilk kez kendileri yeniden bu âdeti başlatmıştır.) âmin alayı, semâ çıkarması; usulüne uygun şekilde semâzenlik öğrenme konusunda yine öncü kişidir. O her dâim Müslüman Türk’ün derûnî ve ledunnî kıymetlerini ayakta tutmayı kendisine vâzife bilmiştir. Bu mevzûlarda uyarıcılığını her platformda sürdürmüştür. İşte O, dağılmış İslâm âleminin kenetlenmesi gerektiğini bunu yapacak olanların da gönülleri kararmamış, îman ateşiyle yanıp tutuşmuş, vatan ve millet aşkıyla dolu, şuurlu, şahsî ihtirastan uzak, siyâsî kaygı gütmeyen devlet adamları, bürokratlar, münevverler ve âlimler tarafından olacaktır.

Koca Mehmet Akif Ersoy,

“Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”

Mısrâsındaki, îmanı ve vatanı için her şeyden vazgeçmiş olan Türk’ün son devirlerde, bu ihtişamlı târihî vazîfesinden, Allah’ın Türk milletine bahşetmiş olduğu İslâm’ın sancaktarlığından ayağının kaymış olduğunu, Îl’a’yi kelimetullah gāyesinden uzaklaştığını üzülerek bizlere söyler.

Kölelikten Efendiliğe'de, tüm İslam âlemini dâvet eder. Kültür emperyalizmi ve ithal düşüncelerle Türk’ün ve tüm İslâm âleminin, diş bileyen düşmanlar tarafından boğazına takılmış köle zincirlerinden kurtulması gerektiğini, sadece Anadolu’ya değil tüm dünyaya haykırmıştır.

Mensubu olmaktan Allah’a hamd ettiği Türk milletine ise, siyâsî ve medeniyetin belkemiği olan, Osmanlı, Selçuklu Devletlerinin sırrını iki kelimeyle açıklar. Tevhide dayalı devletçilik anlayışı.

Sâmiha Ayverdi için İslam, dünyanın direğidir. Onun için Müslüman dünyasının uyanışı kâinatın salahıdır. Müslümanın gaflet uykusunda gördüğü rüyalar kâinatın kargaşalığının ve fesadının işaretidir.

Misyonerlik karşısında Türkiye” kitabında ise, Hristiyan dünyasının Müslüman ve Türklere bakış açısını, gāyelerini gözler önüne serer. Misyonerlerin kol gezdiği, Türk İslâm coğrafyasındaki faaliyetlerin amacı; Türk’ü Türk yapan aslî unsurdan yani İslâmdan uzaklaştırmak ve emperyalizme köle yapmaktır. Misyonerlere gönderdiği mektuplar onun tek başına açtığı mücadeleye şâhitlik eder. Her iki dünyayı birbiriyle kıyaslarken bizlere o kadim, ulvî değerlerimizin asıl kaynağının îmanımız olduğunu gösterir. Bilge Kağan’ın “Ey Türk titre ve kendine dön” sözünü 1400 yıl sonra postunu giymiş, yeniden diriltmiştir.

Batının sunduğu düşüncelere kapı açan, onları baş tacı eden her ferde uyarı yapmayı ihmal etmez.

Peygamberimizin kıyâmete kadar sürecek bir hak ve hakikat direktifi olan veda Hutbesi,632 senesinde söylendi. Gözlerini uyuşturarak gafletlerinden uyanmaya çalışan garplı devletlerin İnsan Hakları Beyannamesi ise, 1789’da yayımlandı. Görülüyor ki, haçlı garbın emekleyerek elde etmeye uğraştığı ferdî hürriyet ve istiklâl, İslâmiyet’in zuhuru ile beraber doğmuş; her geçtiği yere de tesirlerini beraber götürmüştür.” (Misyonerlik Karşısında Türkiye)

Hangi millet olursa olsun din ve îmanı boş kalmış ise onun bu boşluğundan faydalanmasını bilen zümrelerin faaliyetleri alıp yürüyecektir. Sâmiha Ayverdi, gittikçe îman noktasından uzaklaşan Türk milletinin yürüdüğü yolda karşısına çıkıp yanlıştan dönmesi için uyarmıştır. Uyarmakla kalmamış, her doğanı kendi evlâdı gören bir anne olarak tek dişli canavarın karşısında sed olmuştur. Onun bu tür faaliyetlere verecek, heba edecek bir vatan evlâdı yoktur. Gençlere el uzatan, onların gönüllerini karartan her oluşumun karşısında durmuş, elini taşın değil ateşin içine sokmuştur. Ateşe atılmaktan, sindirilmekten korkmamıştır. Türk milletinin üstüne atılan lavları îman aşkıyla söndürmek için ön saflarda yer alan cihad eridir.

Kaybolan Anahtar, Ne İdik Ne Olduk, Dünden Bugüne Ne Kalmıştır, Arkamızda Dönen Dolaplar, Türk Rus Münasebetleri ve Muhabereleri, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, millî gāye ve hafızamızı canlandırmak, bizleri uyarmak üzere yazılmış eserlerdir.

Millî Kültür ve Meseleleri ve Maârif Davamız, öğretmen, bürokrat ve kültür insanlarının okuması zarûrî olan rehber kitaplarının arasında saymak yeridir. Burada ele aldığı konular kanayan her yaramızın merhemini anlattığı gibi medeniyeti nasıl kuracağımızı da tek tek açıklar. Ona göre, aydınlarımızın temel sorunlarından birisinin millî hafızadan, gāyeden ve kendi değerlerinden uzaklaştıran düşüncelere kapılıp gitmesidir. Sâmiha Ayverdi’ye göre, aydınlarımız, fikir dünyasının millî maârif süzgecinden geçmeden, batı menşeli her değere yatkın ruh haleti içinde olduklarına, halkın batıya kuşkuya bakmasına rağmen münevverlerin ona koşmakta, özbenliğinden kaçmaktadır. Kaybolan Anahtar kitabında bu düşüncelerini rastlarız. Halk ve münevver arasındaki bağın kopuk oluş nedenlerin başında, kendini araç olarak gören bürokrat ve siyasîlere güvenmemesi, aydınlarımızın Türk irfan ve îmanını yıkmak, küçük düşürmek isteyenlerle kol kola olması neticesi kafalarına bu tohumların ekilmesidir. Bunun sonucunda da halkın inanç ve töresinden uzak yaşayışı vardır. Bir diğer etken ise, devletin her dâim bu hâkim zümre aydınların saflarında yer alması, onu devletine olan güvenini de sarsmıştır. Sâmiha Ayverdi halkın tek güvendiği zümrenin din adamları olduğunu söyler. İşte Halk ve münevver arasındaki düğümü çözüp birleştirecek olan din adamlarıdır. Bu önemli zümreyi cehâlete teslim edilmemesi, bilgi ve irfandan uzak tutan merdiven altı din tüccarların elinden kurtarılması elzemdir. Bilgi ve irfan sofralarında yetişen, memleket aşkıyla dolu, ilerici bir rûh ve kafa yapısına sahip mücâhit ruhlu münevver din adamlarının yetişmesi mühim bir konudur. Çünkü vatanperver, ilerici münevver hocalar kütleyi dış saldırılara karşı uyaracak en önemli kuvvettir. (Bknz, Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Davamız).

Hatta ve belki köyden de evvel, gafletlere bürünmüş ve târihi gerçeklere sırt çevirmiş şehirli münevveri uyandırmak îcap etmektedir. Zîra münevveri câhil olan bir memleket, düşman orduları ile yaka yakaya cenk eden herhangi bir memleketten daha büyük tehlikelere mâruzdur.” (Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Davamız)

Bozkurt ananın rehberliğinde, Türk milletinin millî şuuru nasıl inşa edilecektir?

Medeniyet ve millî şuur inşâsında, sanat’a çok mühim bir vazîfe verir. Sağa hizmet eden sanatçıların, saz şairlerinin âşıklarının en ücra köylere giderek cer hocaları gibi “Millî şuuru “ oluşturmaları gerektiğini söyler. Sivil toplum Kuruluşları kurarak Türk sanatının yaşaması sağlanmalıdır. Bizâtihi kendisi birçok dernek ve vâkfın kurulmasına öncülük etmiştir.

Sadece münevver din adamları ve sanatkârlara da iş düşmez, gençlere de aynı şekilde vazife vermiştir. Sol görüşlerin misyonlarına karşı şuurlu, münevver ve vatanperver gençlerden oluşan ekiplerin, vatan aşkıyla bunların karşıların da saf tutması gerektiğini, mücâdele vermesi gerektiğini söyler. Yanında yetiştirdiği birçok talebesi onun bu sözlerinden hareket ederek vatanın her ücra köşesine gönüllü olarak gider.

Göründüğü gibi sadece tetkik değil Türk milletine de tedavisini sunan biridir. O bu görüşlerini, insanda da tatbik etmiş, bugün Türk kültürünü, irfanını yaşatan, hareket noktası îmanı olan, vatan aşkını kendisine vird edinmiş münevverler, bürokratlar, doktorlar vs yetiştirmiştir.

Evet, o neden “Bozkurt Anadır?” denildiğinde, Oğuz Kağan’ın karşısına çıkıp beni takip et diyen, ona yol yordamı gösteren Gökbörü’nün yaptığını yapmamışta ne yapmıştır? O, Hani Gök Börü nerede? diyen evlâdlarına “buradayım” demiş, onun sıkışıp kaldığı, gerek gönül dağını gerek dış yurdunu ithal düşünce işgalinden kurtarmak için eritmiştir. Türk’e bilgelik eden öncülerden olmuştur.

Türk milleti ve Müslümanlık için kendini adayan bu aziz insan , usanmayacağımız, her dem doğan, yaşayanlardan olmuştur. O ezel anasının doğurduğu ulû kişilerdendir. İşte Bozkurt Ana, vatan ana, alperen ana… Anne olan Sâmiha Ayverdi, kendisine kimsin sen? Diyenlere şöyle seslenmiştir.

Kim olduğumu söyledim. Müslüman ve Türk’üm elhamdüllah. Sıfatımın da sıfatszılık olduğunu tekrar edebiliri. Esâsen cesaretim de, yokluğun verdiği bu huzurlu varlıktan ileri gelmektedir vesselâm.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

“Ellerini bağlama, gece aynaya bakma…”

Sermet Muhtar Alus, eski İstanbul’a dair hemen her konuda yazmış bir isim. O, mazinin sayfalarını bize açarken her sokağı adımlamış, her evin yaşantısını izlemiş, mevsimlerden insan tiplerine kadar her konuyla ilgilenmiş. Bitmek bilmez bir merak, yorulmak bilmez bir araştırma meziyeti görüyoruz Alus’un metinlerinde. Burada dikkati çeken bir başka önemli şey de bir insan hafızasının bu kadar hatırayı nasıl depo edebildiği. Yeme içme kültüründen okullara, sokak satıcılarından tanınmış ya da mahalleler arasında iz bırakmış şahsiyetlere, matbuat hayatından bayram günlerine kadar İstanbul’u didik didik etmiş bir yazar olan Alus’un kalem bereketine gün geçtikçe daha çok şaşırıyoruz. Büyüyen Yayınları, Sermet Muhtar Alus İstanbul Kitaplığı adı altında şimdiye kadar pek çok çalışmayı meraklı okurlara sundu, sunmaya da devam ediyor. Bu çalışmalardan birisi de Eski İstanbul’da Derin İlimler.

1931-1963 yıllarını kapsayan metinlerde Alus; nazar, büyü, uğur, niyet, falcılar, rüya tabirleri, hipnotizma, kıyafetname ve kocakarı rivayetlerine kadar günümüzde de yoğun rağbet gören alanlara dalmış. Bizim toplumumuzda nazar ve büyü, ‘popülaritesini’ asla kaybetmemiş meseleler. Ticaretin aksaklık yaşayanlar, kendine eş bulamayanlar, derslerinde başarılı olamayanlar, sık sık hasta olanlar, evliliğinde bir türlü saadete kavuşamayanlar için başvurulan iki yol vardır: nazardan korunma, büyü bozma. Elbette bunlar için önce ‘baktırmak’ gerekir. Bu baktırma işlemi bazen nefesi kuvvetli bir hocaya, bazen de falcılığıyla ün salmış birine yaptırılır. Nazarın etkisini hafifletip ortadan kaldırmak, büyüyü bozmak için oradan oraya savrulan insanlar bazen paralarını, bazen de zamanlarını kaybederler. Peki başarıya ulaşanlar yok mudur? Elbette vardır. Bunlar da daha çok güvenli yolu tercih edenler arasından çıkar. Yani geçmişten bugüne uygulanan, cevaz verilen, Kur’an ayetleri ve dualarla süslenmiş çeşit çeşit zırhlar. Yanına kimi zaman okunmuş sular, muskalar, yakılması gereken bitkiler veya tütsüler de eklenir.

Alus’un gözlemleri ve notları arasında gezinirken, bu dertlerin insanların içini kemirdiğini ve dolayısıyla çaresiz kalmamak için oradan oraya koşturduğunu görmek mümkün. Onun esprili anlatımıyla, okunan metin hayal gücümüzün etkisiyle bir diziye, filme dönüşebiliyor. Mesela, nazarın şiddetinden korunmak için “Hurma çekirdeğinden lalın, beş pençe mavi mavi boncuk, kaplumbağa yavrusu, yirmi yedilik ve maşallah yazılı armudiye altını, şap ile mazı, maî beze dikili nohut (nazar değerse nohut çatlarmış)” üstte taşınacaklar arasında. Olumsuz faaliyetler içinde bulunan insanlar yok muydu? Onlar da vardı ve birilerinin arasını bozmak, evini dağıtmak, canına mevlit okutmak için daima çabaladılar. Bu yönde neler yapıldığını yazıp kimselere kötü yol göstermeyelim ama büyü tutmaması için Alus’un derlediklerine bir göz atalım: “Kurt kıçı taşımak, üzerinde fındık içinde cıva bulundurmak, suya maydanoz tohumu atıp o su ile her gün yüzünü ve mümkünse vücudunu yıkamak, zar bozan tütsüsü yakmak, leylek tersi kurusunu yemeğine ekmek.

İstanbul’umuzun niyet kuyuları, belki şimdi değil ama geçmişte halkının yoğun ilgisini görmüş. Öyle ki çevre illerden, hatta ta uzaklardan da gelen gelene. Yeter ki baht açıklığı olsun, kısmetler taşsın, iyi haberler gelsin, muratlara kavuşulsun, kayıplar bulunsun, şerler def olsun. Alus sayıyor bizler için en çok rağbet gören niyet kuyularını: Sümbül Efendi Dergâhı’nda, merkadin civarındaki kuyu, bir de avludaki selvi. Ne niyetler, ne dualar, ne usuller. Bir diğer namlı kuyu da Merkezefendi’deki kuyu. O daracık delikten inenler, muratları için birkaç taş yahut birazcık su alıp evine götürenler. Başka? Ayvansaray’daki Tokmaklı Dede, Silivrikapı’daki Elekli Dede, Zindankapısı’ndaki Baba Cafer: “Oraya da havaleli sübyanları, saralıları, evhamlıları götürürlerdi. Sevda çekerek yemeyip içmeyip iğne iplik olanları taşırlardı. Ne dersiniz okunmaya, tesbihten geçmeye, hacet dilemeye gelenler arasında Beyoğlu’nun, Galata’nın yosmaları da arabasıyla.

Gün içinde yaşanan bazı hadiselerin ya da dikkat edilmesi gereken davranışların, Frenklerde de bir karşılığı olduğunu hatırlatıyor Sermet Muhtar Alus. Bir kibritle üç sigara yakmak iyi değildir, on üç rakamı sevilmez, yemekte tuzluğun devrilmesi hayra yorulmaz, gibi. Bizlerde de bunun envaı var elbette. Kimine kocakarı efsanesi denmiş, kimine nine masalı. Ama bir şekilde hayatın içine tatbik edilmiş, nasihat olarak aktarılmış, bugünlere kadar gelmiş kaideler bunlar. İşte Alus’un hatırlattığı, memleketimizden bazı kocakarı efsaneleri yahut uyarıları: Elini şakağından çeksene, elini şakağına koymak düşünce getirir. Ellerini bağlama, bahtın kapanır. Ayın son çarşambası bir yere gidilmez. Sala vakti dikiş dikilmez, bekleyeceksin. Gömleğin, yeleğin düğmesi sallanıyorsa hemen dik, böylece düşmanın ağzı burnu da dikilir. Hastalıktan bahsederken mutlaka üstünüze afiyet denir. Kapı eşiğine basmadan geç, eşiğe sakın oturma. Ev süpürülmüş fakat süpürülenler bir kenarda bırakılmış, üzerinden geçerken destur de. Bıçakla ekmek kesilmez. Sofrada konuşmak nimete hürmetsizliktir. Ayakta su içmek olmaz, mutlaka çömelecek ve sol avuç, başın üzerine konacak. Eli çeneye koymak gam getirir. Ayakkabını kıbleye karşı giyme. Hıçkırık veya kulak çınlamasında dost-düşman seni anıyor, salavat getir. Gece aynaya bakma, iyi saatte olsunlar çarparlar…

Kimisi ehl-i irfanın dikkat ettiği usuller, kimiyse nerden geldiği belirsiz âdetler. Velhasıl; Alus’un hipnotizma gözlemleri, rüya tabiri örnekleri, dergâh hatıraları ile sona eren bu kitap, epey eğlenceli. Laf aramızda, bazı sayfaları okurken “şunu not alayım da, bir deneyeyim” diyeceksiniz mutlaka…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Ekim 2024 Perşembe

Kalpler kılıç zoruyla fethedilebilir mi?

İslam’ın kılıç zoruyla yayıldığı iddiası farklı milletlerden pek çok kişinin savunduğu bir görüştür. Bu görüşe göre İslam, şiddet kullanarak, insanların dinini zorla değiştirerek yayılmıştır.

Oysa Batılı yazarlardan dahi vicdan sahibi olanlar İslam’ın değil, diğer dinlerin şiddeti yöntem olarak benimsediklerini, İslam’ın yayılmasındaki ana etkenin hoşgörü olduğunu belirtmişlerdir.

17. yüzyılda Antalya Ortodoks Patriği Makarios, Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı Ruslara reva gördükleri insanlık dışı davranışlarla, Osmanlı Sultanı tarafından Ortodoks Hıristiyanlara karşı gösterilen hoşgörülü tavrı karşılaştırarak Sultan için dua eder: “Allah, Türk hâkimiyetini ebediyen devam ettirsin. Çünkü onlar, vergilerini aldıktan sonra tebaalarından, Hıristiyan olsun, Nasturi olsun, Yahudi olsun hiçbirinin din işine karışmıyorlar. Oysa şu melun Polonyalılar, din kardeşleri, kendilerine baş eğmeye razı oldukları halde, onlardan vergi ve haraç topladıkları yetmiyormuş gibi, binlercesini de alçakça şehit ettiler.

Yukarıdaki pasaj Ebulfazl İzzetî’nin İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş adlı eserinden. Eser, Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Müellif, İslam’ın yayılışının kılıç zoruyla olmadığını maddeler halinde her konuyu irdeleyerek ele alıyor.

Müellif, İslam inancını yalınlığı, akla uygunluğu, canlılığı, yapıcılığı, kuşatıcı ve tutarlılığı bakımından açıklıyor. İslam’ın insana bakışını, entelektüel ve kültürel etkenlerini, İslam uygarlığını, ekonomik etkenleri Batı ve diğer dinlerle de kıyaslayarak ortaya seriyor. Her açıdan konuyu ele alan müellif boşluk bırakmıyor. Sufiliğin tebliğ etkinliklerini bölgeleri tarayarak anlatıyor.

Müellifin belirttiği rakamlara göre günümüzde İslam 42 kadar ülkenin ana dini, 45 kadarının çoğunluk dini ve diğer birçok ülkenin de yüzde onu aşkın bir oranda güçlü azınlık dini durumunda. Bu da bugün yeryüzünün hemen her yerinde Müslüman toplulukların, bireylerin yaşadığını göstermektedir. İnsanlar belli bir şeyleri yapmaya fiziki olarak elbette zorlanabilirler ama bir inancı, bir dini, ruhsal bir akaidi kabul etmeye zorlanamazlar. Baskı içerisindeyken kabul ettiğini dile getirseler bile baskı kalktıktan sonra tekrar eski yaşantılarına geri döneceklerdir. Oysa İslam’da öyle olmamıştır. İslam yayıldığı bölgelerde kalıcı olarak varlığını sürdürmüş, her milletten kendisine inanan çıkmıştır.

Böyle olunca da durumu sadece kılıç zoruyla, savaşla oldu şeklinde açıklamak yeterli olmayacaktır. İslam, insanlara bir yaşam tarzı sunmuştur: Güvende olacakları, zihnen ve kalben ferah hissedecekleri, toplumsal düzenlemelerle refah içinde yaşayacakları bir yaşam. Bu yaşamı kardeşlik ile tesis etmiştir. “Bütün inananlar kardeştir.” Üstünlük sadece takvadadır. Irkçılık, haramdır. Hal böyle olunca gayrimüslimler de hiçbir şekilde ezilmemiş, kendi inançları doğrultusunda özgürce yaşamışlardır.

Batı’nın medeniyeti ve demokrasisi, insanlara vaat edildiği gibi özgürlük de kardeşlik de getirmedi. Her an bir bölgede savaş hakim, ırkçılık her geçen gün artmakta. Tersini iddia edenler olsa da gerçek entelektüeller Batı’nın çuvalladığını, kurtuluşun ancak İslam ile mümkün olduğunu dile getiriyorlar. Ünlü tarihçi Toynbee, şöyle yazıyor: “Uzaklıkların Batı teknolojisinin marifetiyle fethedildiği, içinde insanlığın kurtuluşu uğruna Batılı yaşama tarzının Rus yaşama tarzına karşı yarışa koyulduğu modern dünyada, zamanın gereksinimlerini karşılamak konusunda, İslam’ın, inananların kardeşliği esasına dayanan ümmet anlayışı, birbirinden soyutlanmış bir düzine ulusun bağımsız egemenliğini öngören Batılı demokrasi geleneğinden daha tutarlı görünüyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Kendimizle aramızdaki mesafe

"Tenhalığı seviyorum, sık görüşülmeyen ama bağı da koparılmayan dostlukları, sakin mekanları, az rastlanılmayı, kendimle kalmayı, kendimi saklamayı ve de sınırlarımı."
- Tezer Özlü

Fragman/pasaj türü, edebiyata Walter Benjamin’le mi girdi tam emin değilim. Ama özellikle son zamanlarda hem Dünya Edebiyatı’nda hem de bizim edebiyatımızda bir artış gösterdiği görülüyor. (Fragmanla pasajı aynı türler olarak çok görmesem de benzerliklerin çokluğu bu iki türü birbiri yerine kullanmamıza neden olabiliyor.) Bizde de bu türde metin yazan veya az da olsa bu türde eser veren yazarlar var. Elbette Enis Batur’un birçok kitabı buna örnek gösterilebilir. Okunması ve hazmedilmesi başka birçok türe göre kolay bu kısa yazıların yazılması, bence, o kadar da kolay değil. Bir kere tek veya bir iki alana değil birçok alana hâkim olabilmek ve çok iyi bir gözlemci olmak gerekiyor. Fragmanı, oturup bazı konular hakkında kısa kısa yazılar yazmak olarak görürsek yanılırız. O kısa yazıların bir cevher içermesi gerekiyor. En azından büyük kısmının. Bu yüzden ben bu türü en iyi şairlerin yazabileceğini düşünüyorum. Tabiî önümüzde bir Walter Benjamin örneği varken bunun tek şart olabileceğini asla öne süremeyiz.

Fragmanı klasik denemeyle karıştırmamak gerekir. Biçim özelliklerine girmeye gerek yok burada. Ama vurucu metinler olması gerekir fragmanların. En sıradan konudan bahsetse bile. Ki fragmanların zaten belli konulardan ziyade konu skalası geniş olduğu için her konuyu içine alması olağan bir durum. (Enis Batur içbükeyler için böyle bir tarz kullanıyordu.) Fragman türü yazılar okura nefes aldırıyor ama içerik açısından kesinlikle hafif diyemeyiz.

Şair/yazar Yağız Gönüler nesir alanında hayatının verimli zamanlarına giriş yapmış bulunuyor verdiği eserlerle. Bundan sonra daha fazla kitap göreceğimizi düşündüğüm yazarın son kitabı Kendinin Yorgunu, Profil Kitap etiketiyle yayımlandı. Kitabın alt başlığı bence daha geniş bir meseleyi ihtiva ediyor: İçedönük Fragmanlar. Kişisel olarak şunu söyleyebilirim, son zamanlarda özellikle kitabın ilk yarısı itibariyle, kendime bu kadar yakın az kitap okumuşumdur. Zaten bu yüzden birkaç fragman okuyup sonra devam etme niyetiyle başladığım kitabı hiç ara vermeden bitirdim. Yazarın bana yakın cümlelerinden biri şu mesela: “İçedönük olmak zor değil. Hatta bunun zorlukla bir ilgisi yok. Zor olan, bunu tuhaf bulmaları.

İlkokulda, ortaokulda, lisede hatta üniversitede fazla konuşmayı sevmediğim için aldığım tepkiler geldi aklıma. Hatta bunu bir “hastalık” olarak görenler. Ama Türk insanı böyledir, yalnız kalamaz. Türk insanı içedönüklüğü, bir kafede oturup tek başına kahve içmeyi, kitap okumayı, düşünmeyi anlamaz. Özellikle yaşlılar kendi başlarına yemek yemek bile istemez. Topluluk (genelde niteliksiz) insanıdır Türk insanı. Böyle olmayan ve olmak da istemeyene “öteki” gözüyle bakar. Biraz sert bir yorum olmuş olabilir ama benim uzun yıllardır hem yakın çevremde hem daha uzak insanlarda gözlemlediğim bu: Türk insanı kendiyle vakit geçirmek istemez hatta -Dücane Cündioğlu mu diyordu- kendiyle yalnız kalmaktan korkar. Üstelik bunu yapabilene de pek iyi gözle bakmaz.

Biz içedönükler bazen -ya da genelde- hayatın kıyısında durmayı severiz ama aslında kendimizin merkezindeyizdir. Çok da meftun olmadığımız hayatın bırakın kıyısında kalalım: “Gemim yol mu alıyor, su mu alıyor ben ona bakıyorum. Ya hu güzel kardeşim, bu dünya bir düğünse, ben halaya katılmak zorunda mıyım?” Yani Jung’un da dediği ve yazarın da dikkat çektiği gibi… Freud her zaman haklı olmayabilir: “Dışadönük olan, normal olarak çoğunluğun tutumunu benimser, içedönük olansa bu tutumu reddeder. Birisi için değerli olan öbürüne bazı durumlarda hiçbir şey ifade etmez. Freud bile, içedönük tipin, hastalıklı şekilde kendisiyle meşgul olduğunu ileri sürmüştü.

Yağız Gönüler’in kitabı elbette sadece içedönüklük üzerinden gitmiyor. Kitabın ilerlediği öbür kanal ise “tutku”. Tutku, insanı açıklarken kullanılan en kompleks kavramlardan biri bence. Çünkü rasyonel sebeplerle, mantıklı argümanlarla açıklanamıyor. İnsan hayatında bu kadar etkili, bazen maddi/manevi zarar verebilen ama kolay kolay kopulamayan bir şey tutku. Fakat doğru yol üzerinde olduğunu anladığımızda da, yazara göre, cennet inşasının başlaması demek. Elbette kendi kalbinde. Fragman yazmak biraz da böyle dağınık bir konu dağılımı getirir. Yağız Gönüler’de de bu şekilde olmuş ama içedönüklük ve tutku kavramları kitabın her anında karşımıza çıkabilir. Yazarın önceki metinlerinde çok sık görmediğimiz ama bu kitabın özellikle ilk yarısında bolca gördüğümüz ironik bir dil ve mizahi bir anlatım okuru canlı/diri tutuyor. Bu anlatım biçimi sonlara doğru bariz biçimde azalsa da yazara yakışmış ve ciddi konularda dahi okuru yer yer sesli güldürmeye kadar varmış. İroni önemli bir yöntemdir ve yazarın zekâsının da göstergelerinden biridir. Bu anlatım bu kitaba çok yakışmış. Zaman zaman, bazen sıkça Cioran’da bile görülebilen bu mizah ve ironi metinlere, bir bakıma, hava aldırıyor.

Yağız Gönüler insan olma istikametini hiç kaybetmiyor kitapta. Hatası, doğrusu, günahı, sevabı, tutkusu, hissizliği ile insan olduğumuzu bize hiç unutturmadan insanın hep bir hareket, hep bir devr-i daim halinde olduğunu, aynı kalmadığını/kalmaması gerektiğini hatırlatıyor: “İçinde anlam bulduğun, giderek benimsediğin, özümsediğin bir şeyin, kısa bir zaman sonra mayhoş, ekşi bir tat vermesi, meğer bana bundan bir anlam çıkmazmış demek, o yanılgıyla yüzleşmen, peşinden zaten hep böyle olmuyor mu diye gülümsemen. Anlamın bulunan, sonra kaybolan, sonra tekrar bulunan bir şey olduğunu bilmen. Ve yola öylece devam etmen, yeni bir şeyde, yeni anlamlar bulacağını bilerek. Kendi içini yeniden açarak, bir başka anlama teşne, bir başka anlama meyyal. Ne güzel.

Bazen bu tür kitapları okumak iyi geliyor. Birkaç saatte bizi olduğumuz ruh halinden alıyor, bize kim olduğumuzu, ne olmamamız gerektiğini hissettiriyor, arada şaka yapıyor arada biraz dürtüyor, bazen canımızı yakıyor, bazı sayfalarda kapağı kapattırıp düşündürüyor, sorgulatıyor ve daha fresh bir hale getirip koltuğumuza bırakıyor. Yağız Gönüler’in bu kitabı tam da bu söylediğim gibi. Yazar fragman işini iyi kotarmış. Burada kalmaması dileğiyle. (Bak, Enis Batur hiç bırakıyor mu?)

Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com

İstanbul penceresinden Türk milletine ait güzellikler

Türk edebiyatında İstanbul yazarları diye özel bir sınıftan bahsetmek mümkün. Bu sınıfın yazarları İstanbul sevgilerini çoğu zaman nostaljik bir havayla işlemiştir. Bazı yazarlar da değişen zamanı ve insanı göz önünde bulundurarak, kalemin eleştiri ucunu sivrileştirerek çalışmışlardır çok sevdikleri şehri.

Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hem Huzur’da hem de Beş Şehir’de işlediği İstanbul’da nostalji yüksek dozdadır. Mümtaz’ı, yani Tanpınar’ı çoğu zaman geçmişte yaşayan, geçmişte kalmak isteyen biri olarak görürüz. Oysa Tanpınar’ın kalem emeği geçmişi bugüne taşımak değil, geçmişin izlerini unutmadan ve o izlerden beslenerek bir gelecek, yenilik inşa etmektir. Çeşmeleriyle, bahçeleriyle, müziğiyle, esnafıyla bir İstanbul vardır, ona dönmek mümkün değildir, fakat o gerçeği bilerek geçmişe yürümek mümkündür. Abdülhak Şinasi Hisar’a baktığımızda daha farklı İstanbul resimleri görürüz. Boğaziçi Yalıları, Geçmiş Zaman Köşkleri ve Boğaziçi Mehtapları gibi denemelerinde İstanbul’daki değişime sık sık işaret eder Hisar. Zaten bu eserleri “bir zamanlar böyle bir İstanbul vardı” dedirtmek için, o İstanbul’u hissettirmek ve hiç değilse anıları geleceğe taşımak için yazdığını da söylemiştir.

İstanbul yazarları arasında Sâmiha Ayverdi ismi de kendine mahsus bir yerde durur. Bu yer, bir Türk münevverinin geçmişe ve geleceğe nasıl bakması gerektiğine dair her an ışıldayan ipuçları verir. Ayverdi, memleketin geçmiş sayfalarını didiklerken İstanbul’u da baş köşeye koyar. Çünkü İstanbul; edebiyatıyla, tarihiyle, sanatıyla, folkloruyla kıyamete dek yaşayacak bir kaynak suyudur. Bu suyu, çıkış yeri itibariyle pir ü paktır. Giderek dünya kokmayı marifet zanneden insanların elinde su, ulaşması gereken yerlere bu temizlikte ulaşamamıştır. Giderek suyun kaynağı da unutulmuş, yolunu o kaynağa doğru ilerletmeye, genişletmeye çalışan kalemler de etraftan çekilmiştir. Oysa İstanbul hakkında konuşmak, memleket hakkında konuşmaktır. Bir insan İstanbul üzerine düşündüğünde; memleketin eğitim, ticaret, spor, siyaset, mimari ve akla gelebilecek diğer her meselesine dair de düşünüyor demektir. Sâmiha Ayverdi okurları, onun olağanüstü hafızasına ve dillere destan üslubuna hem romanlarında hem de hatıra kitaplarında defalarca şahit olmuştur. Bir de İstanbul kitapları vardır ki asla bir defa okunmayla yetinilmeyecek, bilhassa ‘İstanbul hastalığı’na tutulanlar nezdinde çok özel bir yerde duracaktır daima. Söz buraya gelmişken, bu hastalığın ne olduğunu merhum Ahmed Yüksel Özemre’den okuyalım: “İstanbul, ehlini meczup kılan bir ‘maraz’dır. Bu marazın kendisinden başka devâsı yoktur. Her hasta ‘plasebo’ ilaçla aldatılıp teskin edilebilir de İstanbul ‘hasta’sını sadece İstanbul teskin eder. İstanbul divânesi olan herkes İstanbul'u yaşamaya mahkûmdur.

1952’de neşredilen İstanbul Geceleri ve 1966’da neşredilen Boğaziçi’nde Tarih; Ayverdi’nin defalarca okunan İstanbul kitaplarıdır. İlkinde “İstanbul medeniyetini kimler vücuda getirdi?” sorusuna teferruatları ve lezzetli cevaplar bulan okur, ikincisinde “İstanbul ağacının ince bir kolu, narin bir sürgünü olan Boğaziçi dalının beş asırdır eteğimize düşen tarihi”ni enine boyuna keşfetme imkânı yakalar. Ayverdi’nin İstanbul kitaplarından bir üçleme çıkarılacaksa şayet, bu iki şaheserin gölgesinde kalan demek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama keşfedilmemiş üçüncüsü de İki Âşinâ’dır. Ayverdi’nin vefatından sonra, 2003’te neşredilen kitap, onun Çamlıca’da geçen günlerinden ağaç sevgisine, İstanbul folklorunun mazide kalan âdetlerinden artık görülme ihtimali giderek azalan ehl-i irfan insan portrelerine uzanıyor. Yekpare düşünüldüğünde, Nihad Sami Banarlı’nın "Türk evlâtları ne zaman Süleymâniye'nin önünden onu gören gözlerle geçer, millî romantizmini, idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrakinin şuûrunda olur" cümlesindeki millî romantizm kavramının ne olduğunu açığa çıkaran bir çalışmadır. Sâmiha Hanım bu kavramı kendince şöyle izah eder: “Türk milletine âit bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk hâlinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gömül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmektedir.

Eserlerinde Rabbiyle ve mürşidiyle konuşmalarına defalarca şahit olduğumuz Ayverdi, İki Âşinâ’da tabiatla konuşur, pergelin bir ayağını geçip giden zamana uzatırken diğer ayağını memleket gerçeğine daldırır. Oradan bizlere İstanbul beyefendilerini ve hanımefendilerini anlatır. Sokak satıcılarının seslerinden maarif meselelerine geçişler yapar. Türk müziğinden Türk şiirine halatlar atar, edebi ve ebedi mirasımızın köklerine uzanır. Buradan Türk mimarisinin, Sinan’ın eserlerinin bizlere neler anlattığını ve bu anlatılanlarla aramızdaki mesafeyi sorgular. Elbette ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi’yle aralarındaki hatıralardan da bize hafıza kayıtları düşmeyi ihmal etmez. Hemen bir misal verelim. Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakit Süleymaniye'ye uzun uzun baktıktan sonra kardeşi Sâmiha Ayverdi'ye şöyle der: "Bak, gerçi Süleymaniye bir câmi, bir mâbettir, ama onun yanından değil, denizden görülmesi istenmiş ve şehrin bu noktası seçilerek inşâ edilmiştir. İstediğin kadar yanına git, içine gir, sedefçinin, hattatın, dökümcünün, mermercinin, müzehhibin hünerlerini seyret, burada ifrâta varmamış tezyînat ne kadar sâde ve sâdeliğinde de ihtişâma sahip olmakla beraber binâ Osmanlıya hışımla ve düşmanca bakan milletlere gözdağı verircesine, göğsünü Haliç'e germiş bir heybet ve haşmetle meydan okumuşluğun, Jüstinyen'in süslere boğulmuşluğuna karşı, sâdeliğin ve tevâzuun ta kendisidir."

Yazımızı bitirirken, onun şu sözlerinin tıpkı kendi gibi ne kadar hayatta olduğunu inkar etmek mümkün mü diye soralım ve okuyalım: “Evet, hurma ağacı gibi biz de buraların yabancısıyız. Bir zamanlar ilmin, hünerin, san'atın, zarâfetin, refah, adâlet ve medeniyetin çiçeklendiği bu topraklarda biz şu anda belki o hurma ağacından daha da garibiz. Zira İslâm dünyası mahzun ve yaralıdır. Bu dağınık, bu zedelenmiş muazzam vücut, sağlığına kastetmiş menfi güçlerin hâlen zebunudur. İstikbali ve akıbeti hakkında dostları değil düşmanları karar vermekte, onu dertli hasta zayıf görmekte menfaati olan kuvvetler idare etmektedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Ekim 2024 Perşembe

Muhammed Mâsum’un marifet sırları

Ehlullah, kerametin; peygamberin mucizelerinden biri olduğunu söyler. Böylece hem kendilerinde olan “güzel” şeylerin Hz. Peygamber’in velayetinden kaynaklandığını vurgulamış olurlar hem de benliklerine dair bir şeyin olmadığını, olanın tamamen ihsan olduğunu anlatmış olurlar.

Keramet bahsi uzun bir konudur ama kısaca değinmekte fayda vardır. Genel olarak arifler, kerametten uzak durmayı tercih etmişlerdir. Keramet, kendisinden sadır olan kişide benliğe neden olabilir çünkü. Ayrıca Allah ile araya perde de olabilir. Keramet amaca dönüşebilir. Mürid veya talip için de tuzaktır, kerametten etkilenebilir ve kerameti gözünde büyüterek vesveseye kapılabilir, böylece Allah’ın ihsanını unutma gafletine düşebilir.

O nedenle bazı arifler tasarruf sahibi olsalar dahi tasarrufta bulunmaktan kaçınmışlardır. Bazı arifler ise tasarrufta bulunmuşlardır. İki çeşit arifin durumu da hikmet gereğince yapıldığından güzeldir. Tasarrufta bulunan ariflerden bazıları, yaşadıkları halleri, keşifleri, sadır olan kerametleri kaleme dökmüşlerdir.

Böylece müritler şevklenmiş, tasavvuf yoluna olan imanları tazelenmiş, Allah’ın ihsanının sınırsızlığı bu şekilde de kullara ayan olmuştur.

Yevakitü’l-Harameyn, Muhammed Mâsum’un kerametlerini, nail olduğu keşifleri anlattığı eser olarak ehli tasavvufun güzide eserlerinden biri. Muhammed Masum, İmâm-ı Rabbânî’nin oğlu. Daha çocukluğundan itibaren istidadını göstermiş, ilmi mertebeleri hızlıca geçmiş, manevi hallere küçüklüğünden itibaren erişmiş bir ulu zat. Zaten genelde böyledir: Arifler, ezelden seçilmiş kimselerdir ve onlar seçilmişliklerini çocukluklarından itibaren etrafındakilere gösterirler, bu da Allah’ın bir lütfudur.

Buyurdular ki: Perşembe gecesi seher vaktinde bazı manevi hallere kavuşmak için dua ve niyazla Allah’a yalvardım. Bir saat sonra bu halden çıkıp ‘Kulun iradesi ne demektir?’ diye düşündüm; bu düşünce sebebiyle kalbim rahatladı ve gönlüm felaha erdi. Sabah namazından sonra zikir halkasında bulunurken gördüm ki çok büyük bir hilatı bana ihsan buyurdular. O anda bu hilatın ne olduğunu anlamak için teveccüh eyledim. Bunun hilat-ı ubudiyet yani kulluk hilatı olduğu bildirildi. Bu nimeti veren Allah’a hamdolsun.

Bu kerameti, keşfi okuduğumuzda ilk başta bizi ilgilendiren bir şey yokmuş gibi gelebilir. Halbuki bu kısacık pasajda, müride yol gösterici detaylar mevcuttur. Malumdur, Pazartesi ve Perşembe geceleri için ayrıca seher vakti için hadislerde dahi dua ve ibadetin bereketi işaret edilmiştir. Ariflerin bu vakitlere nasıl da ihtimam gösterdiklerini böylece bir kez daha görmüş oluyoruz. Marifeti elde etmek için duanın, niyazın şart olduğunu görüyoruz. Ayrıca vasıl olunan ikramların, makamların tamamen Allah’ın ihsan ettiği nimetler olduğunu fark ediyoruz.

Yevakitü’l-Harameyn her Hak yolu talibinin edinmesi gereken bir hazine. Okuyanın istifadesi bol olsun. Şeyh Muhammed Masum Hazretleri’nin himmeti üzerimize olsun efendim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_