Bir isim yaradılanı hayata katan. Bazen saltanatı bazen de ölümü olan. Yetmiyor isme sahip olmak, önemli olan onda vücut bulup taşımak. Varlığı da yokluğu da İsimle Ateş Arasında kalan. Taşıyamayınca ateşe düşüp, yakıp kavuran.
"İsim hayattan evveldi. İsim sebepti. İsim her şeydi."
"Çalıntı bir isim ile girdim onun hayatına. Ben artık yeni bir isim, yeni bir isim olduğuma bakılırsa yeni bir hayattım. Esame bir kağıt parçasıydı nihayetinde. Dokundum. İçim titredi. Kaderimin onda yazılı olduğunu o vakit nereden bilecektim?.."
"Bir isim, bazen insanı nerelere kadar getiriyordu!.."
Bir yeniçerinin esamesiyle yeni bir hayata başlamak isterken ateşe düşen Numan, Numan’ı ateşe düşüren Nihade ve Numan’ı bu ateşten kendisi bile koruyamayan kızı Nur’un çevresinde örülmeye başlanan bir hikâye. Tıpkı Nihade’nin usulca saçlarını ördüğü gibi…
Onun siyah saçlarının karanlığında gün be gün kaybolurken Numan, kızı Nur’un ışığını da kaybediyor. Aşk ise buhur dükkânının kokuları arasında gittikçe büyüyor.
Aşık, maşuk, koku.
"Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkânı yoktu."
"Onu gördüğüm o ile göremediğim o arasındaki uçurumları hesaba katmayarak sevdim."
"Kelâmın taşımaya güç yetiremediği tek şeydi koku. Kelâma yüklenemediği için haldi koku."
Diğer tarafta bir ismin saltanatını yüklenen padişahlar, padişahlarına büyük bir aşkla bağlanırken tüm yaşamları tek bir esameye bağlı yeniçeriler, saltanatı layıkıyla sürdürmeyi bekleyen şehzadeler. Asırlar içinde tam bir daireye dönüşen düzen garip bir şekilde geriye gitmeye başlıyor, padişah merkeze çekilip daire küçüldükçe yeniçerile dairenin dışında kalıyor.Şehzade iyi padişah olamıyor, yeniçeri ocağı bozuluyor, padişah kendi ordusunu yok ediyor. Bir mazurlar ve mağdurlar imparatorluğu. Koca bir imparatorluğun, hikâyesi kendi ağızlarından anlatılıyor. Okur padişahın da, yeniçerinin de insanı duygularına, zaaflarına tanıklık ediyor.
İktidar, savaş, yangın.
Bir de hiç görünmeden romanın asıl kahramanı olmayı başaranlar; Kanuni ve Mansur. Biri “Muhteşem”liğiyle sınırları zorlayan, diğeri o muhteşem dairenin sınırlarının dışında kalan. İsimlerinin gücüyle varlıkları daima hissediliyor. İsimleri varlıkların beyanındadır çünkü...
"Yükseliş, gerileme, yok oluş."
"Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus baş eğişle baş eğdim. Acıyan yerlerimin daha az acıyacağına dair ümidimi tümden yitirdim. Kaçmadım artık yaralarımdan. Yanarak var olmayı kabullenmekle sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye."
Yazıcı (Nazan Bekiroğlu) ilk aşk tasvirlerini İsimle Ateş Arasında yapıyor. Kalemiyle kağıt üzerinde ilk bu romanıyla yangınlar çıkarıyor. İçinden şiirsiz geçilemeyecek cümlelerini burada kurmaya başlıyor. Hazmetmesi zor, kitap elde elde asılı, ruh bedende boşlukta... Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara...
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Nazan Bekiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazan Bekiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Mart 2013 Cuma
14 Ekim 2012 Pazar
Sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için
"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim..."
Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.
"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."
"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."
"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."
Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.
"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”
"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."
Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.
"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"
İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.
"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."
"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...
"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...
"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."
Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.
"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.
"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."
"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."
"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."
Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.
"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”
"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."
Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.
"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"
İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.
"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."
"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...
"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...
"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."
Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.
"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"
Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia
20 Mart 2012 Salı
Asıl ülkeye hiç ulaşamayanlara
“Kaç zamandır yazmak istiyorum. Şimdiye kadar hiç kimsenin söyleyemediği şeyleri, hiç kimsenin söyleyemediği biçimde yazmak istiyorum. İçim sımsıcak, içim kıpır kıpır, içim lale tarlası. Kağıdın üzerine düşmeden donuveren damlacıklara dönmeden içim, yazmak istiyorum. O zaman, içimden geçenleri yazabilince, başarabilince ruhuma kanat takmayı, var olacağım sanki. Paylaştıkça çoğalacak, bölüştükçe varlığımın anlamını çözecebileceğim.”
Şimdiyle geçmişin, modern hikâyeyle klasik metinlerin arasında gidip gelen dipsiz, uçsuz bucaksız kelimeleriyle, kendi içimize döndüren bir kurguyla baş başa bırakıyor bizi Nazan Bekiroğlu. Osmanlı’nın göz kamaştırıcı saraylarında, tarihi yarımadanın aşk kokan sokaklarında, boğazın serin derinliğinde düşsel bir gezintiye çıkaran bir cariye, hattat, nakkaş, padişah masalı onunkisi. Okuru farkına bile varmadan içine çeken, kendini kaybettiren bir masal.
Bekiroğlu zengin kelime haznesiyle insan ruhunun gizli odalarında keşfe çıkarıyor adeta. Ve sırlarımızı bizden bile daha iyi biliyor. Yüreğindeki aşkı, masalı açıyor bizlere. Hem bu zamandan hem de geçmişe ait bir ruhla tanıştırıyor. Bensersiz üslubu ise tehlikeli adledilebilecek bir yola sürüklüyor eli kalem tutanı. Zira bir süre sonra ifadelerinizden onun kelimelerinin sızdığını görmek çok olası. Kült olacak, aforizma niteliği taşıyabilecek onlarca cümleyi barındırıyor metninde.
“Nihayetinde her şarkı kendi sonuna kadar vardı.”
“Yalnızlık, kuşku yok ki bu yüzden, sözcüklerin, kendi içini en çok dolduranı idi ve bu yüzden aklımızda en çok ve çabuk kalan sözcüktü yalnızlık.”
Eski aşkların bir bir kayboluşunu medeniyetle, batılılaşmayla ilintilendirirken; âşık ile maşuk’un, ilahi aşkla beşeri aşk arasında gidip gelmenin, Araf’ta kalmanın ızdırabını da sanki yaşatıyor okuyana.
“Gerçekle düşün arasında bir yerde, denizle gökyüzü arasında bir yerde, ölmekle var olmanın arasında bir yerde” sayıklayan, “zamansızlığın ortasında mutlak olanı, hiç eskimeyecek ve kalıcı olanı” arayan, o asla ulaşılamayan “asıl ülke”de geçen masalın kahramanı olmak isteyenlere; varlıklarla yetindirmeyen yoklukları aratan bir başucu kitabı “Nun Masalları”.
Ahu Akkaya
Şimdiyle geçmişin, modern hikâyeyle klasik metinlerin arasında gidip gelen dipsiz, uçsuz bucaksız kelimeleriyle, kendi içimize döndüren bir kurguyla baş başa bırakıyor bizi Nazan Bekiroğlu. Osmanlı’nın göz kamaştırıcı saraylarında, tarihi yarımadanın aşk kokan sokaklarında, boğazın serin derinliğinde düşsel bir gezintiye çıkaran bir cariye, hattat, nakkaş, padişah masalı onunkisi. Okuru farkına bile varmadan içine çeken, kendini kaybettiren bir masal.
Bekiroğlu zengin kelime haznesiyle insan ruhunun gizli odalarında keşfe çıkarıyor adeta. Ve sırlarımızı bizden bile daha iyi biliyor. Yüreğindeki aşkı, masalı açıyor bizlere. Hem bu zamandan hem de geçmişe ait bir ruhla tanıştırıyor. Bensersiz üslubu ise tehlikeli adledilebilecek bir yola sürüklüyor eli kalem tutanı. Zira bir süre sonra ifadelerinizden onun kelimelerinin sızdığını görmek çok olası. Kült olacak, aforizma niteliği taşıyabilecek onlarca cümleyi barındırıyor metninde.
“Nihayetinde her şarkı kendi sonuna kadar vardı.”
“Yalnızlık, kuşku yok ki bu yüzden, sözcüklerin, kendi içini en çok dolduranı idi ve bu yüzden aklımızda en çok ve çabuk kalan sözcüktü yalnızlık.”
Eski aşkların bir bir kayboluşunu medeniyetle, batılılaşmayla ilintilendirirken; âşık ile maşuk’un, ilahi aşkla beşeri aşk arasında gidip gelmenin, Araf’ta kalmanın ızdırabını da sanki yaşatıyor okuyana.
“Gerçekle düşün arasında bir yerde, denizle gökyüzü arasında bir yerde, ölmekle var olmanın arasında bir yerde” sayıklayan, “zamansızlığın ortasında mutlak olanı, hiç eskimeyecek ve kalıcı olanı” arayan, o asla ulaşılamayan “asıl ülke”de geçen masalın kahramanı olmak isteyenlere; varlıklarla yetindirmeyen yoklukları aratan bir başucu kitabı “Nun Masalları”.
Ahu Akkaya
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)