30 Kasım 2023 Perşembe

Kurtuluşun ve kuruluşun metni: Mevlid

"Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ana"

Mevlid-i Şerif’in en aşina olunan Tevhid Bahri’ne bu ifadeler ile başlıyor Süleyman Çelebi hazretleri. Kendi dili ve üslubu ile Türkçe bir Bismillah diyor bu dörtlükte Yüzyıllarca okunacak neredeyse kutsal sayılacak bir metne niyetlendiğini ve işinin ne kadar zor olduğunu biliyor gibi bir Bismillah demiş Süleyman Dedemiz burada. Bu Türkçe Bismillah deme tarzı yüzlerce yıl sonra gelen Türk şair ve ozanlarına da ilham olmuş olmalı ki Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dede Korkut adlı şiirine ‘Allah Allah demeyince/ Güzel işler onabilmez’ diyerek başlarken bir başka şiirinde de ‘Şol gökleri kaldıranın/ Donatarak dolduranın/ Ol deyince olduranın / Doksan dokuz ismi ile’ diyerek Besmelesini çekmiştir. Süleyman Çelebi’den Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na tabiri caizse sıçradık fakat bu sıçrayışın elbette bir manası var. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Loras’tan çıkan kitaplarına verdiği isim ile söylersek ‘Zemin Metin’lerden biridir ve Türk dili ve kimliğine hassasiyet gösteren tüm yazar ve şairler neyi nasıl söyleyecekleri ile ilgili ilhamı bunlardan almışlardır yıllar boyunca. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu Süleyman Çelebi’ye, Süleyman Çobanoğlu’nu Yunus Emre’ye bağlayan ve yüzyılları aşan bağ zemin metinlerin gücünde aranmalıdır.

Samet Altıntaş’ın Lejand Kitap’tan çıkan "Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım: Bir Kurucu Metin Olarak Mevlid’in Hikayesi" ismini taşıyan kitabı yeni okudum. Kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak daha kitabı almadan aklımda idi fakat kitabı okudukça bunun pek mümkün olmayacağına kanaat getirmiştim. Yine de Süleyman Çelebi’nin Bismillah’ı ile başlarsam işlerim kolaylaşır belki diyerek oturduğum bilgisayar başında şimdi ikinci paragrafı yazmakta olduğumu görüyorum. Bismillah önemli. Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Zemin Metin olarak adlandırdıkları Mevlid-i Şerif’e ‘Bir Kurucu Metin’ diyor Samet Altıntaş. Kurucu Metin ifadesini de Mevlidi- Şerif’in Bursa’da yazılmış olması ile ilişkilendiriyor. Osmanlı Devleti’nin temellerinin Bursa’da atılması, şehrin devlete başkentlik yapması şehrin kurucu vasıflarını ortaya koyarken, devletin en netameli en kritik zamanlarında Bursa’da yazılan yazılan Mevlid-i Şerif de kurucu metin olmayı hak ediyor.

Konu dallanıp budaklanmadan Mevlid-i Şerif ile ilgili şahsi hikayemi de paylaşayım. Sanırım üniversite yıllarına kadar Mevlid-i Şerif diye bir eserden haberdar değildim. Hemen her mübarek gecede imamdan dinlediğim bu eserin okunan Kuran-ı Kerim’den ya da dualardan bir farkı yoktu benim için. Kısacası kutsal bir metindi Mevlid-i Şerif. Hem zaman içinde hem de Samet Altıntaş’ın kitabını okuduğumda öğrendim ki bu yanılgımda yalnız değilmişim. Halk Müslümanlığının bir parçası imişim ben de. Nihayet üniversitede tasavvuf edebiyatı dersinde, camide okunan duanın/ilahinin 1409 senesinde Bursa Ulu Cami imamı hatibi tarafından yazılan Vesiletü-n Necat yani Mevlid-i Şerif olduğunu öğrendim. Sonrasında bu kutsal görünümlü kutsal olmayan metne daha bir hassasiyet ile yaklaştım. Elimden geldiğince okumaya, öğrenmeye çalıştım. Yüzyıllar öncesinde yazılmış olmasına rağmen anlaşılır bir Türkçe ile Peygamber Efendimiz’in doğumunu, vasıflarını, vefatını, miraç mucizesini hikayeleştiren bir eser vardı karşımda. Bundan sonra mübarek gecelerde özellikle camiye gitmeye Mevlidi-i Şerif’i daha bir dikkatle dinlemeye gayret ettim. İmam efendi ile beraber mırıldanacak kadar öğrenmiştim de. Hatta ‘şu imam daha iyi okuyor, bunun sesi o kadar iyi değil’ diyerek cami ve imam seçmeye bile başladım. Sonrasında daha ciddi okumalar ve kitaplar takip etti bu süreci.

Samet Altıntaş’ın kitabını eylül ayının başında edindim. Niyetim 26 Eylül’e denk gelen Mevlid kandiline kadar bitirmekti ama olmadı. Okurlar bilecektir ki bazı kitapların ancak kitabın ve başka diğer şartların tayin ettiği vakitleri vardır ve okur buna pek müdahale edemez. Kitabı okumak okulların ara tatile girdiği kasım ayında tatil sebebi ile bulunduğumuz Kırşehir’de nasip oldu. Yazar kitapta Necla Pekolcay’ı kaynak göstererek Süleyman Çelebi’nin kaynakları arasında Âşık Paşa’nın Garibnâme’si olduğunu söylüyor. Bu cümleleri okur okumaz kitabı elime alıp eve yaklaşık 2-3 km uzaklıkta bulunan Aşık Paşa’nın türbesine vardım ve kitabın bir kısmını da türbenin bahçesinde okumuş oldum ve elbette Fatiha’yı da. Aşık Paşa’nın türbesini ziyaret edip bir Fatiha okuyacağım varmış da Samet Altıntaş’ın kitabı vesile olacakmış işte. Kitapta Âşık Paşa ile ilgili bilgi verilen bölüm ‘Garibnâme’den Mevlid’e Mevlid’den İstiklâl Marşı’na’ başlığını taşıyor ve üç metin arasında bir ilişki kuruyor yazar. Bu ilişkiyi ise Türk düşünce dünyasının/edebiyatının en kıymetli isimlerinden alıntılar yaparak kuruyor. Garibnâme ile Mevlid’in ilişkisini az önce paylaşmış olduk. Şimdi ise İstiklâl Marşı’na gelelim. "Mevlid’i kaleme küçük Asya’daki Türk varlığının teşekkül devrinde Süleyman Çelebi almış. Türk ordusunun talebi üzerine düzenlenen yarışmanın birinciliğine altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı layık görülmüş. Ne yaptı da Süleyman Çelebi’nin Fetret Devri’nde yazdığı Mevlid, Türk milletine dokunabildi. Bu suali altnda Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı ile alakalandırmak ne kadar isabetli olabilir?" (s.55)

Fetret Devri demişken Mevlid-i Şerif’i ortaya çıkaran şartların Fetret Devri içerisinde şekillendiğini de söylemek gerekiyor. Yazar 180 sayfalık kitabın yaklaşık otuz sayfasını bu bahse ayırmış. Bilindiği üzere Ankara Savaşı sonrası Bayezid, Timurlu hanedanının kurucusu Emir Timur’a esir olmuştur. 1402-1413 yılları arasında sultanın oğulları arasında verilen saltanat mücadelesine ‘Fetret Devri’ denilmektedir. Bu süreçte Anadolu’da kurulmuş olan devlet idaresi yerle bir olmuş, toprak bütünlüğü bozulmuş, şehzadeler arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır. Fetret imparatorluğun belleğinde nörolojik bir zaman dilimine işaret eder, diyen yazar bu devir ile ilgili derli toplu bir değerlendirme yaparak Mevlid’in ortaya çıktığı siyasi ve içtimai şartları da ortaya koyuyor. Malum eser de 1409 senesinde Fetret’in sonunda meydana geliyor zaten. Süleyman Çelebi gibi Yunus Emre hazretlerinin de eserlerini Fetret Devri sürecinde meydana getirmesi tesadüf değildir, diyebiliriz. Şöyle ki Anadolu’da yeni kurulan devlet otoritesi bu devirde sarsılmış, halkın devlete olan güveni yıkılmış siyasi krizler devamında içtimai krizlerde de sebep olmuştur. Önce Allah sonra devlet, diyen halkın dayandığı iki önemli direkten biri yıkılmıştır. İşte bu dönemde Süleyman Çelebi ve Yunus Emre'ler halkın kafasındaki karışıklığı gidermek, halka varlık sebeplerini hatırlatmak üzere eserler meydana getirmiştir, dersek yanlış yapmış olmayız. Tam da burada sözü Silvan Alpoğuz’a bırakmakta fayda görüyorum. Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı öykü kitabında zemin metinlere çok kıymetli bir gönderme yapıyor yazar. "Birinin çıkıp bir hikaye anlatarak dünyayı nasıl okumamız gerektiğini kulağımıza fısıldaması gerekir. … ‘Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi’ dedi, ‘eserlerini vermemiş olsa bugün burada olamayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikayeyi anlatmak zorunda." (s.10). Silvan Alpoğuz’dan ifade ettiği bağlamda Süleyman Çelebi Fetret devrinde yol haritasını kaybetmiş Anadolu insanına dünyayı nasıl okuması gerektiğini fısıldıyor Vesiletü-n Necat ile. Bugünün modern dünyasında her an bir fetret krizi ve varoluşsal sancılar her yerimizi sarmış durumda. İşte bu sebeple Mevlid-i Şerif’i önemsiyoruz.

Yazar kitabında Mevlid-i Şerif’i birçok farklı boyutu ile ele almış. Bir edebi eseri olan Mevlid’in Türk dil ve edebiyatında bir çığır açtığını hemen her yazarın Süleyman Çelebi’den etkilenerek benzer metinler yazdığını da somut örnekler ile kitabında anlatmış. Süleyman Çelebi’nin muazzam eseri sadece Türk dilini değiş Türklere ait dün kültürünü de ciddi anlamda etkilemiş öyle ki Mevlidhanlık diye bir sanat alanı da ortaya çıkmış süreç içerisinde. Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in doğumunun kutlanmasını tarihi arka planı da yazarın temas ettiği konular içerisinde. Yazar bugünkü Mevlid kutlamalarının başlangıcı olarak 1144-1232 yılları arasını tarihliyor. Bu devirde Erbil’de Begteginliler Devleti hüküm sürmektedir. Ve hükümdar Muzaferüddin Kökböri zamanında Erbil kalesinde neredeyse gün boyu süren kutlamalar yapıldığı tarihi vesikalara yansımıştır. Tüm bunlarla birlikte her mübarek gecede ekranlarda ve sosyal medyada sıkça ve kanaatimce lüzumsuzca tartışılan ‘Mevlid okutmak bidat mı?' sorusu da yazarın dikkat çektiği hususlardan sadece biri. Süleyman Çelebi’yi Mevlid-i Şerif’i yazmaya sevk eden hususi hadisede da kitapta dikkatimi çeken yerlerden biri oldu.

Kitapta dikkatimi çeken ve paylaşmayı istediğim birçok husus var fakat yazarın kitabın sonlarına doğru Mahmud Erol Kılıç’tan alıntılayarak açtığı bahis hem bir soru hem de üzerinde durulması gereken bir teklif olarak dikkat çekiyor: Mevlid Kandili Tatil Olmalı Mıdır? Bir Türk hükümdarı olan Muzaferüddin Kökböri zamanında yapılan Mevlid merasimleri ile Osmanlı’da Rebiulevvel’in on ikinci günü okunan Mevlid-i Şerif dolayısıyla gerçekleşen ve Mevlid Alayı tarihi vesikalara yansımış iken bu sorunun cevabını vermek pek zor olmasa gerek, diye düşünüyorum ben.

Samet Altıntaş’ın 190 sayfalık kitabı nicelik olarak hafif görünse de nitelik anlamında çok ağır bir eser. Öyle ki hemen her sayfada zaman zaman sayfanın yarısını dolduran dipnotlar mevcut. Her bir dipnot ayrı bir zenginlik ve yeni okumalara kapı aralıyor. Bununla birlikte 20 sayfa civarındaki kaynakça ve indeks bölümleri de yazarın kitabı ortaya çıkarmak için faydalandığı arka planın ne kadar geniş olduğu hakkında bilgi veriyor okuyucuya. Kitap Mevlid’i anlatırken birbirinden ayrı tutulamayacak disiplinler olan dil, tarih, kültür, musiki, mimariden de faydalanıyor. Tüm bu yoğun bilgi akışı akademik bir usul ile sunulsa da yazarın yer yer sohbet yer yer deneme üslubunu tercih etmesi kitabı bir akademik okuma sıkıcılığından kurtararak konuya ilgi duyan herkesin okumasına imkan veriyor. Aynı zamanda kitap yazarın diğer dört kitabını da okuma merakı uyandıracak bağlantılara sahip. Kitabı okuyunca Nazım Hikmet, Şevket Rado, Ziya Paşa, Cemal Süreya, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tevfik Fikret gibi dönemleri ve düşünceleri farklı birçok edebiyatçının Mevlid’den etkilenmiş olduklarını da öğreneceksiniz.

Süleyman Çelebi ile başladık Süleyman Çelebi ile bitirelim o halde.

“Ey azizler üşde başlaruz söze
Bir vasiyyet kılaruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk gibi kokusı canlarda tüte
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana
Kim beni ol bir dua ile ana
Her ki diler bu duada bulma
Fatiha ihsan ide ben kuluna”


Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h

28 Kasım 2023 Salı

Entelektüeller aşağı indiğinde aptallar yukarı çıkar

"Yakamıza yapışıp bizi felceden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekliğiyle denk düşemememizdir." demişti Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç'te. Okundukça kendini açan bir cümle bu, tıpkı kitabın kendisi gibi. Dünyanın gerçeği aynı zamanda dünyanın acısıdır. Bu acıyla aramızdaki mesafenin mimarı biziz. Önce düş kurmaktan, sonra düşünmekten uzaklaşmak pahalıya patladı nihayet. Eskiden toplumsal bir sarsıntı olduğunda "Yok mu haysiyetli bir kanaat önderi?" diye sorulurdu. Her ne kadar soru havada buharlaşsa da bu isyanın kendisi güzeldi. Dünün arananları, bugünün de arananları.

Lafın lafı açtığı masalarda "Şu yapı işlerini mimarlara bıraktık, sonra böyle oldu!" diyoruz. Birkaç kitabın ve filmin peşinden kendimizde psikologları, sosyologları yerden yere vurma hakkı buluyoruz. Üstüne birkaç da ülke gezip gördüysek, bizden entelektüeli yok artık. Yoksa elit mi demeliydim? Tam olarak emin değilim. Ama size güzel, çok güzel bir kitaptan söz edeceğim. Tam olarak bizim hikâyemiz. Görgüyü kaybetmiş, iyiyi kötüyü ayırt edecek akl-ı selim kimselere hasretle yıllar geçiren, "Yok mu bir bilge de gölgesinde soluklanalım!" diye şiirler döken, gazeller okuyan, tam geçmişi yad edecek gibi olduğunda başkasının "Yeter nostaljiniz, arabeskiniz!" ithamlarına maruz kalan memleketlerin hikayesi. Bütün gelişmekte olanların, gelişemeyenlerin, gelişmekte güçlük çekenlerin, belki de hiçbir zaman tam olarak gelişemeyeceklerin.

Malezyalı sosyolog ve siyasetçi Seyid Hüseyin Alatas, kendisinin ve ülkesinin hikayesini bir edip, bütün Asya toplumlarının bir haritasını çıkarıyor Entelektüeller ve Aptallar kitabında. Memleketimizin mühim kitap avcılarından ve emekçilerinden Kadir Yılmaz'ın özenli çevirisiyle Babil Kitap tarafından neşredilen çalışma çok kolay okunurken epey de can sıkıyor. Çünkü bahsedilen özenli zihinlere dair arayış ve ihtiyaç, hiçbir çağda bitmiyor.  Alatas; kişisel bir hesaplaşmadan modernleşme krizine, bir entelektüelin nasıl olması gerektiğinden doğu toplumlarının geri kalmışlığına, neden entelektüellere ihtiyaç duyulduğundan gelişmekte olan toplumlarda aptalların konumuna dair bugün rahatlıkla örneklerini görebileceğimiz gerçekleri dile getiriyor.

Felsefeci, çevirmen, yazar ve akademisyen Maxime Rovere, "Aptallığın yelpazesi o kadar geniş ki bütün aptalları aynı anda incelemek mümkün görünmüyor. Kendi bildiklerinin doğrulu­ğundan emin olarak kuşku duymayı toptan reddeden aptallar var; bazıları da her şeyi reddedip hakikate bile kuşkuyla yaklaşıyor; bir de bu iki grubu da iplemeyen, hatta önlenebilecek felaketler de dahil hiçbir şeyi iplemeyenler var. Bütün bu aptallar hakkında aynı anda konuşmak mümkün mü?" diye sormuştu "Aptallarla Ne Yapmalı?" adlı kitabında. Burası doğru, pek çok aptal çeşidinden bahsedilebilir. Her toplumda da zaten belli bir çeşidi ön plana çıkıyor. Alatas'a göre bir aptalın temel özellikleri şöyle: 1. Sorunları fark edemez. 2. Kendisine söylendiğinde onları çözemez. 3. Gerekenleri öğrenemez. 4. Öğrenme sanatını da öğrenemez. 5. Genellikle aptal olduğunu kabul etmez.

Demek ki aptallıkla öğrenme(me) arasında önemli bir ilişki var. Her şeyi bilmemek bir aptallık belirtisi yok. Deneyimden ve yaşam tecrübesinden yoksun olmak da aptallıkla ilgili değil. Bir hastasının hayatını kurtaramayan doktora aptal diyemeyiz. İflas etmenin ya da çabalanan şeye ulaşamamanın da aptallıkla alakası yok. Aptalın ontolojik özünde başarı-başarısızlık, bilgi-cehalet yok diyor Alatas. Onların ne zaman ortaya çıktıklarına iyi bakarsak, aptallığı da iyi anlayabiliriz: "Aptallar, genellikle kriz zamanlarında ortaya çıkarlar. Burada söz konusu edilenler sıradan ahnaklar değil, aldıkları eğitim ve öğretim sayesinde ahmaklar türüne mensup oldukları bir şekilde kamufle edilen, parlamento üyeleri, bakanlar kurulu üyeleri, avukatlar, doktorlar, tarihçiler, ekonomistler, sosyologlar ve diğerleridir. İşte bu aptallar, kendilerini açığa çıkaracak bir krize ihtiyaç duyarlar."

Şu kriz meselesine biraz daha mikroskop tutalım. Nasıl bir kriz, nasıl bir dönem lazımdır aptallar için? Alatas şöyle özetliyor: "Aptallar, liyakat ve çalışkanlığın başarı kriteri olduğu bir durumla başa çıkamazlar ve bu nedenle yolsuzluk, aptalların iktidara yükselişinin ayırt edici özelliği olarak öne çıkar; devlet ihalelerini gülünç hale getirir ve makam veya terfi elde etmek için yapılmadık bürokratik entrika bırakmazlar. Aptalların egemen olduğu yerlerde onların değerleri toplumun değerleri, onların bilinci de toplumun bilinci haline gelir."

Bu durumda aptalların entelektüellerin yanında daima huzursuz hissedeceklerini söylemeye gerek bile yok. Entelektüelleri anlamadıkları gibi onların meşguliyetlerini de birer hobi olarak görürler. Burada yazar, kararlı bir entelektüel girişimin onları etkileyebileceğinden bahsediyor. Bu etkilemeyle birlikte şüphesiz entelektüeller de daha iyi bir gelişme imkanı yakalayabilirler. Günümüzde entelektüeller bir topluluk oluşturamadıkları gibi toplumu geliştirme ve güçlendirme konusunda da zorluk yaşıyorlar. Gerekli koşullar oluşmadan entelektüel faaliyetlerden ve cemiyetlerden bahsetmek de pek mümkün değil zaten. Aslında her şey bir talep meselesi. İmkan ondan sonra gelecektir. Entelektüel bir güç talep ediliyor mu? Entelektüellerden alan açmaları, fikir vermeleri, yol haritası çizmeleri isteniyor mu? Yoksa onlar birer ayak bağı olarak mı görülüyorlar? Her toplum ama özellikle de doğu toplumları bu sorularla meşgul olmalı ve mümkün olduğunca objektif cevaplar vermeli Alatas'a göre. O, kitabını bitirirken Peter Lavrov'un bir makalesinden alıntı yapıyor. Ben de yazıyı bitirirken o makaleden bir bölümü aktarmak istiyorum:

"İlerlemenin tohumu aslında bir fikirdir, ama insanlığın içinde mistik olarak var olan bir fikir değil; ilerleme, bir bireyin beyninde tasarlanır ve geliştirilir, oradan diğer bireylerin beyinlerine geçer, bu bireylerin entelektüel ve ahlaki itibarlarının artmasıyla niteliksel olarak ve sayılarının artmasıyla da niceliksel olarak büyür ve bu bireyler düşünce birliklerini fark ettiklerinde ve ortak eyleme karar verdiklerinde toplumsal bir güç haline gelir; onunla aşılanmış bireyler onu toplumsal kurumlara soktuklarında da zafere ulaşır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Kasım 2023 Pazartesi

Türk şiirinde Şeyh-i Ekber

Endülüslü mutasavvıf İbn’ül Arabi, insanlık tarihine eserleriyle müthiş bir etkide bulunmuştur. O geçtiğimiz yedi asır boyunca hem müthiş derecede seven kazanmış hem de epey düşman toplamıştır. Onu sevenler hürmetler sergilerken, sevmeyenler düşmanlık yapmıştır. Yine de İbn’ül Arabi onca düşmanlığa rağmen her zaman genel manada el üstünde tutulmuş, ilim yolcuları tarafından beslenilen en belirgin kaynak olmuştur.

Selçuklu ve özellikle Osmanlı, esas manada İbn’ül Arabi’den beslenmiştir. İbn’ül Arabi asırlardır kültür, sanat, düşünce dünyamızın şekillenmesinde önemli yer tutmuştur. Öyle ki Osmanlı aydını “Biz iki anadan süt emdik. Mevlana ve İbn’ül Arabi” demiştir. Şeyh’ül Ekber ismiyle tanınan İbn’ül Arabi, doğduğu yer olan Endülüs’ten çıkmış, düzenli seyahat etmiş, uğradığı yerlerde konaklamış, konakladığı yerlerde etkisini bırakmıştır. O seyahatinin bir noktasında Anadolu’ya gelmiş, Mardin, Diyarbakır, Urfa, Malatya, Konya gibi birçok yere uğramış ve talebeler yetiştirmiştir. Yetiştirdiği talebelerin en önemlisi aynı zamanda üvey evladı olan Sadreddin Konevi olmuştur. Konevi, İbn’ül Arabi’nin mirasını devralmış, Ekberi düşünceyi Anadolu’da yeşertmiş böylece yeni bir çağ başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet savaşa giderken yanına beş kitap almış, bu kitaplardan birisi Sadreddin Konevi’nin Miftahu’l-Gayb’ı olmuştur. 3. Murad, Füsusu’l Hikem’i tercüme ettirmiş, esere de kendisinin ismini vermiştir. Örnekler sayılamayacak kadar çoktur.

Sonuç olarak da İbn’ül Arabi, Osmanlı’nın birçok devlet adamının, aliminin, arifinin ve şairinin, edibinin hürmetini kazanmıştır. Onlar da eserlerinde hürmetlerini göstermişlerdir. Ortaya İbn’ül Arabi methiyeleriyle dolu bir şiir külliyatı çıkmıştır.

İşte Selami Şimşek bu muazzam çalışmasında Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi şairlerini incelemiş, İbn’ül Arabi’ye yer verilen şiirleri derleyerek külliyatı önümüze sermiştir. Eserde toplam 142 şairin şiirine yer verilmiştir. Biz yazımızda Osmanlı’dan ve Cumhuriyet döneminden örnek alarak kitaba dair bir fikir oluşmasını sağlamaya çalışacağız.

İbn’ül Arabi’ye derin hürmet besleyen şairlerden biri de Urfalı Yusuf Nabi’dir. Nabi, Hayriyye’sinde Hakk’ı arzulayan taliplere Mesnevi ile Fütuhat-ı Mekkiye ve Füsusu’l Hikem eserlerini tavsiye eder.

Talib-i Hakk’a olur rehnüma
Nüsha-i Mesnevi-i Mevlana
Dide-i ruha çeker kuhl-ı husus
Nur-ı esrar-ı Fütuhat u Füsus
Dahi çoktur nüsha-i ehlullah


Yazımıza Nabi’yi almamızın bir nedeni de onun bir anısının İbn’ül Arabi’ye gösterilen hürmeti anlamada yardımcı olmasıdır. Nabi, hac yolculuğu esnadında Konya’ya uğrar. İbn’ül Arabi’nin, Sadreddin Konevi Zaviye’sinde bulunan hırkası ile onun kendi eliyle yazdığı Fütuhat nüshasının “Hurilerin saçlarının kokusundan güzel” olduğunu söyler, bohçalar içerisinde sarılı olarak muhafaza edilen eseri bir bir açarak eline alır, sayfalar arasındaki tozları sürme olarak gözlerine çeker, bazılarını da şifa maksadıyla yutar.

Çünkü onlar İbn’ül Arabi’nin himmetine muhtaçtır. Ehlullahın himmeti daimidir ve kesintisizdir. Hakk yolunun talipleri ehlullahın himmetiyle ilahi marifet sırlarına erer, yolların güçlükleri kolaylaşır, nefisle mücahede esnasında yardıma kavuşurlar. İbn’ül Arabi Şeyh’ül Ekber olduğu için de onun himmetine duyulan muhtaçlık her zaman için söz konusudur.

Günümüz şairlerinden de mesela Hilmi Yavuz şiirlerinde İbn’ül Arabi’ye yer vermiştir. Talan Şiirleri kitabında yer alan Talan ve İbn’ül Arabi başlıklı şiirin son dörtlüğü şu şekildedir:

bayrağı Fütuhat’ı sen Şeyh’ül Ekber
sensin Vakt’in büyük oğlu sensin bir ipek
simurg ve müstesna bir sünbül teber
gibi Tevhid’in arkasında duran o melek


İbn’ül Arabi’nin eserleri ilimle yolu kesişen herkesi etkilemiştir. Muallim Naci, onu sevmeyenleri eleştirirken Voltaire’in “Millet-i Muhammediye’de topu bir adam yetişmiş,onu da bizden olduğu için kabul etmiyorlar” sözünü örnek vermiştir. Modern dünyanın kıskacına kapılmış insanoğlu bugün İbn’ül Arabi’de yarasının merhemini bulacak ve ayağa kalkacaktır. O nedenle İbn’ül Arabi üzerine yapılmış her çalışma çok kıymetlidir. Umulur ki çalışmaların sahipleri Şeyh’in himmetine nail olsunlar.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Anlamlı düşünceler, zorlu metinler

Türk Edebiyatı’nda iyi deneme yazarlarına yıllardır hasretiz diyebilirim kendi adıma. Adına deneme denen ama birçoğu farklı türlere ait olanları (özellikle gazete yazılarını) kastetmiyorum. Klasik denemeden bahsediyorum. Bir fikri baz alıp o fikir etrafında düşüncelerini halkalar hâlinde genişletip sonra da düzgün bir şekilde sona eren metinlerden yani. İyi deneme yazarlarımız yok mu? Tabiî ki var, her dönemde oldu ama bizim gibi konu sıkıntısı çekilmeyecek bir ülkede çok sınırlı sayıda kaldı bu iyi metin ve iyi yazarlar. Bunların bir kısmını da şairler oluşturuyor zaten. Yaşayan ve iyi deneme yazarlarından bakacak olursak, mesela Enis Batur da şair Ali Ayçil de. Eskilerden Salah Birsel’in de şairliği var. Örnekleri biraz daha çoğaltabiliriz. Tabiî ki şair olmak iyi deneme yazmanın şartı değil ama edebiyatımızda böyle de bir damar var.

Tekin Şener’i bunlardan biraz ayırıyorum. O deneme denince doğal olarak şiir, roman gibi türler akla gelmeden söyleyebileceğimiz biri. Yaşına göre çok az kitabı olması onun kıymetini azaltmıyor, çünkü bir birikmişliğin yavaş yavaş kitaplaşmalarını görüyorum ben onun eserlerinde. Yıllarca doğurgan sözün gerilimini yaşadım derken de bu birikmişliğin ortaya çıkmasının sancılarından bahsediyor ve daha önemlisi yeni birikimlerin ipucunu veriyor. Onun 51 yaşında sadece iki deneme bir de söyleşi kitabı sahibi olması bizi yanıltmasın, bundan sonra daha fazlası geleceğine eminim ben. Çünkü yazarın söylemek istedikleri, anlatmazsa olmayacak meseleleri, kısaca bir derdi var. Bu dert de onun son kitabını Kayıp Mevsim Düşleri’nin her zerresine yayılmış durumda. Zaman zaman felsefeye kayan dili ve derin anlatımıyla en basit gibi görülen konulardaki yetkin fikirleri bize daha çok zaman güzel/estetik denemeler okutacak gibi duruyor.

"Kurduğum cümleler aradığım cümle için birer yakarış, telkin, belki de hazırlıktı. Arayış içinde, yakarış ve meydan okuma arasında metinler döktürdüm. Kendimle yaptığım bir seansa dönüştü yazma fiili. Biraz terapi, biraz anımsama, biraz muhakeme, biraz tasavvur, biraz sayıklama…" derken de denemesinin ip uçlarını veriyordu bize. Özellikle muhakeme ve tasavvur yönü ağır basan denemeler Şener’in metinleri. Bu yüzden de zaman zaman yorucu olabiliyor bu kısa metinler ama niteliği genelde üst düzeyde seyrediyor. Bunda bence dili kullanım becerisi önemli bir etken.

Şener’in yazdıklarına baktığımızda onun hayata karşı daha doğrusu metinlerinin oluşturduğu etki seviyesine karşı bir kırgınlık /sitem duyduğunu görüyorum ben. Yazıp yazıp gerekli dönütü alamayan yazarın en sonunda, zaten bundan sonra da bir akis olamayacak ama ben yine de yazacağım, noktasına gelip metinlerini buradan oluşturduğunu görüyoruz. Çünkü ona göre (elbette bize göre de) söz değil görüntü çağında yaşıyoruz. Ama Şener’in metinlerinin bir dönüt alamamasının sebebini sadece bu şekilde görmüyorum ben. Bu durumun, Şener’in denemeleri için bir kıstas olduğunu da düşünmüyorum. Sonuçta kaybolan, yıllar sonra açığa çıkan veya çıkamayan, okuyucu nezdinde ön planda olmayan çok fazla iyi metin var. Şener’in denemelerini de bu şekilde görüyorum. Bazı yazarların dediği gibi, iyi metinlerin saklanamayacağını, mutlaka açığa çıkacağını ve olumlu tepki alacağını da düşünmüyorum. Yeri geldiğinde bir metin çöplüğüne dönen yayın dünyasında iyi şeylerin arada kaybolması çok olağan.

Biz, dünyanın ve kitabın buluştuğu, yazıyı ve yazgıyı takip edenler, ömrümüz yettiğince okuyup, okuyamadan öleceğimiz binlerce iyi kitabın varlığını düşünerek hayıflanacağız her zaman. Şener’in kitabının kısa bir bölümünü okuma üzerine ayırmasını kıymetli buluyorum. Bu denemeyi alıp alaycı, okumayı küçümseyen kişilerin alnına çakmak gerekir. Çünkü okumak herhalde bu zamanlardaki gibi hiç aşağılanmamış, varoşluk hiç bu kadar yüceltilmemişti. Ülke olarak kültürsüzlüğün ceremesini çektiğimizi düşünüyorum, bunun temel sebebini de okuma eksikliği, kitaba verilen parayı hor görme gibi şeylerin oluşturduğunu görüyorum. Bir fikrin veya bir kişinin peşinden düşüncesizce gitme, aklını kiraya verme, kısacası düşünmeden, neredeyse aklımız yokmuşçasına yaşama da bu durumun doğal sonuçlarından olunuyor, kaçınılmaz olarak. Bu eksiklik, bence, hayat karşısında bizi acemi kılıyor. Estetik duygular bir yana, ne iyidir ne kötüdür, bunu muhakeme etme becerimiz de köreliyor. Vasatlığın ve varoşluğun olduğu yerde maalesef kötülük de çok geçmeden kendini gösteriyor: “Meydan okumak, okuma eyleminin en üst seviyesidir. Hayatı ve metni ihtiramla, derin kavrayışla okuyan kişiler meydan okuyabilir ancak. Çünkü onlar her hazır cevabı peşinen kabul etmez, verilen her lokmayı hemen yutmazlar. İnsanı, hayatı ve kitabı tutkuyla okuyan insanın bakışı keskinleşir; o iyiyi kötüden, doğruyu eğriden, güzeli bayağıdan cesaretle ve isabetle ayırabilir.

Şener, denemelerinde ele aldığı kavramı hakkıyla işliyor, derinlemesine yazıyor ve bunu da düşmanlığa yönelmeden, insanca ve güzelliğin tarafından yapıyor. Çünkü Şener, dinlemenin önemine inanıyor. Herkesin dinlemekten ziyade konuşma sırasını beklediği ve dinlemeyi sadece akıl/nasihat verme nedeniyle gerçekleştirdiği günümüzde o hakiki dinlemenin önemine okuru inandırmaya çalışıyor. Sanki zaman zaman Byung Chul Han konuşuyor sanabilirsiniz ama bizden biri söylüyor bunları. Yanlış anlama olmasın, Şener, Byung Chul Han’ın söylediklerini tekrarlıyor demiyorum. Konuya aynı pencereden ve taraftan bakıyorlar sadece.

Şener’in denemeleri öyle bir kere okunup kenara bırakılacak metinler değil. Hatta bu kısacık kitap (113 sf.) bile bence fasılalarla okunmalı çünkü yazılar içerik olarak yoğun. Üslûp ve anlatım da bu yoğunluğa hizmet ediyor. Nasıl ki şiiri bazen, anlamdan ziyade kulak için/ses için okuyorsak Şener’in bazı denemeleri için de bunu söyleyebiliriz. Onun denemeleri sanki birer mensur şiir gibi.

Kitabın son bölümü “Işıkçiz Hayalhanesi” adı gibi bir bölüm. Dilin felsefeye anlatımın soyuta kaydığı ama bir şekilde anlamın metinleri maddi hayata çevirdiği bir metinler toplamı. Bu kısım da tıpkı diğer üç bölüm gibi alt başlıklarıyla sanki bir bütünün parçaları gibi yazılmış. Kitapta dört ana bölüm olmasına rağmen çok fazla alt başlık var ama bölüm içi devamlılıktan ötürü uzun dört deneme okuyor gibiyiz. Bu da yoğunluğu artıran başka bir faktör.

Yukarıda, yazarın siteminden bahsetmiştim, metinlerinin bir akis yapmadığını düşündüğünden ötürü. Ama şunu da söylemek lazım, Şener’in denemeleri bir ilgi gördüğünde zaten kültür hayatımızda büyük bir sıçrayış olmuş demektir. Ne diyelim, o günleri bekliyoruz.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

23 Kasım 2023 Perşembe

Sevgi, imkansız olanı mümkün kılar

Reşat Nuri Güntekin, 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası Askeri Doktor Nuri Bey, annesi Erzurum Valisi Yaver Paşa’nın kızı Lütfiye Hanım’dır. İlköğrenimini Çanakkale’de yapmıştır. Galatasaray Lisesi’nde bir yıl okuduktan sonra İzmir’deki Fransız okuluna girmiştir. Ancak bu okulu bitirmeden ayrılmıştır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni 1912 yılında bitirmiştir. Aynı zamanda liselerde öğretmenlik, müdürlük, Milli Eğitim Müfettişliği, Paris Kültür Ataşeliği yapmıştır. UNESCO’da Türkiye’yi temsil etmiştir. Romanları, hikâyeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri vardır.

Eserlerinde insan sevgisine geniş yer vermiştir. Aynı zamanda Anadolu insanının yaşantısını, sorunlarını ve inançlarını ele almıştır. Çalıkuşu romanı ise öncelikli olarak “İstanbul Kızı” adıyla dört perdelik bir oyun olarak yazılmıştır. Fakat savaş koşullarından dolayı sahnelenemeyeceği için Çalıkuşu adıyla roman olarak yayımlanmıştır. Zira eser Türk edebiyatında gerçekçi romana yönelimin ilk örneklerinden olmuştur. Ayrıca Atatürk’ün en beğendiği eserlerden de biridir. Bunu söylediği şu sözlerle biliyoruz: “Biliyor musunuz dün gece Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu romanını okudum, çok beğendim. İhmal edilmiş Anadolu’yu genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış. Bitirince İsmet’e vereceğim. Sonra da sizler okuyun.

Kitap ise konu itibariyle, Feride ve Kâmran arasındaki aşkı anlatmış olsa da romanın bütününü toplumsal olaylar teşkil etmiştir. Eser ise bu minvalde şöyledir: Feride, küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmiş hem yetim hem de öksüz bir kızdır. Teyzeleri tarafından bakılıp, büyütülür. Genç kız olunca da Nötre Dame de Sion Fransız yatılı okulunda okur. Ancak dönemin diğer kadınlarından oldukça farklıdır. Nitekim türlü türlü yaramazlıklarından hatta ağaçlara tırmanmasından dolayı arkadaşları ve öğretmenleri ona “Çalıkuşu” lakabını takar.

Gelgelim yaz tatilini teyzesinin köşkünde geçirirken kuzeni Kâmran ile arasında yakınlaşmalar olur ve kısa zaman içerisinde de bu yakınlaşmalar aşka dönüşür. Nişanlanırlar. Ancak Feride, düğün gününe yakın tanımadığı yabancı bir kadının getirdiği mektuptan Kâmran’ın İsviçre’de iken Münevver adında hasta bir kızla ilişkisi olduğunu öğrenir. Ve evlilikten vazgeçerek her şeyi bırakıp, kimseye görünmeden kaçar. Kendini mesleğine, öğretmenliğe adar.

Fakat bu yeni sayfa bu yeni başlangıç onun için hiç kolay olmaz. Nitekim nereye gideceğini düşünürken aklına sütannesi gelir ve onun yanına gider. Bir süre yanında kalır. Bu zaman içerisinde de iş için sürekli başvurularda bulunur. Çabalarının sonucunda da Anadolu’da bir ilkokul öğretmenliği elde eder. Zeyniler köyüne yolculuğu başlar. Artık neşeli, hayat dolu bir kız olmaktan çok ağır başlı bir öğretmen hanım olmuştur. Özellikle Zeyniler köyünde Munise ile yaşadıkları hayatının değişmesine yol açar. Munise, ortada kalmış, annesi kötü yola düşmüş küçük bir kızdır. Bu sebeple köylüler kızı hiç sevmezler. Hatta ona kötü davranırlar. Feride ise bu kızcağıza çok acır ve zaman içerisinde Munise’yi evlat edinir. Ancak ne var ki Zeyniler köyü okulu kapatılır. Feride bir süre sonra kız öğretmen okulunda Fransızca öğretmeni olarak görev alır. Fakat bir müzik öğretmeninin kendisine duyduğu aşk dedikodulara sebep olur ve tayinini ister. Böylelikle de birçok yeri gezmiş olur.

Bir zaman sonra da doktor Hayrullah Bey’le tanışır. Onun himayesine girer. Fakat bu sırada Munise çok hastalanır ve hayatını kuşpalazından dolayı kaybeder. Feride ise üzüntüsünden hasta olarak günlerce doktorun evinde kalır. Tabii bu durum dedikodulara yol açar. Hayrullah Bey ise insanların ağzını sırf kapatmak için Feride’ye evlenme teklifinde bulunur ve kağıt üzerinde evlilik yaparlar.

Bir zaman sonra da Doktor, Feride’nin defterini bulur, Kâmran’a olan aşkını okur. Ve araştırmalar yaparak bilgiler edinir. Ardından bir mektup yazarak defteri paket haline getirir. Feride’ye ise ölümünden sonra bu paketi Kâmran’a götürmesini vasiyet eder.

Ve aradan günlerin geçmesiyle doktor vefat eder. Feride de hem paketi teslim etmek hem de özlediği teyzesini görmek üzere Tekirdağ’a gider. Paketin içinde neyin olduğunu bilmeden teslim eder. Fakat ne tesadüf ki Kâmran ile karşılaşır. Kuşadası’na geri dönemez. Teyzesi ise bu sırada paketi Kâmran’a verir. Kâmran ise okuduğu defterden ve mektuptan her şeyi öğrenir ve Feride’nin onu hâlâ çok sevdiğini anlar.

En nihayetinde ev ahalisinin oynadığı bir oyunla iki sevgili tekrar bir araya gelir ve kitap mutlu bir kavuşma ile sonlanır.

Kitaptan sevdiğim alıntılar:

"Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!"

"Kapalı bir mahzende sızan bir ışık parçası, yıkık bir duvarın taşları arasında açmış sıska bir çiçek, her şeye rağmen bir varlık, bir tesellidir."

"Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor."

"İnsan, yaşadığı yerlerde beraber bulunduğu insanlara görünmez ince tellerle bağlanırmış; ayrılık vaktinde bu bağlar gerilmeye, kopan keman telleri gibi acı sesler çıkarmaya başlar, her birinin gönlümüzden kopup ayrılması, bir ayrı sızı uyandırırmış. Bunu yazan şair ne kadar haklıymış!"

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

20 Kasım 2023 Pazartesi

Hayatlar ve kitaplar

Sanırım geçen ay, bir arkadaşımın instagram'daki hikayelerinde görmüştüm aşağıdaki satırları. Hemen kitabın ismini sormuş ve not almıştım. İyi bir deneme okuru aynı zamanda iyi bir avcı ve toplayıcıdır. Buna inanıyorum. Derken kitaba başladım ve hiçbir sayfasında pişman olmadım. Hayatla, edebiyatla ve kitaplarla iç içe geçmiş yazılarıyla Meltem Gürle hepimize kırmızı bir kazak örüyor. Bir nebze ısınabilmek ve her şeye rağmen, her şeyle birlikte insan kalabilmek için. Peki beni bu kitaba çeken satırlar neydi? İncelikler Yüzünden başlıklı yazıdan, şu harika paragrafa bakar mısınız:

 "Bizi mahvedenin kabalıklar olduğunu zannederiz. Oysa, asıl incelikler yıkar hepimizi. Kabalık, içinde yaşadığımız, kendimizi hazırladığımız, hatta bir dereceye kadar baş etmeyi öğrendiğimiz bir şeydir. Dünya iyi bir yer değildir. Hayat acımasız, insanlar hoyrat, mutluluklar geçicidir. Bunu beş yaşında falan öğreniriz. Sonrası üç aşağı beş yukarı hep aynı teranedir."

Meltem Gürle'nin üzerinde dedesinin önemli bir etkisi var: okumak. Hem de öyle ne bulursa değil, hepsi edebiyatın üst düzey isimleri. Üstelik, 'hayat okulu' denen tecrübeler aleminde epey yol almış bir dedenin rehberliğinde, onun işaretleriyle okumak bambaşka olsa gerek. İnsan, böyle böyle bir hayat görgüsü kazanıyor aslında. Gerçekle hayali, doğruyla yanlışı, adaletle zulmü birbirinden daha net çizgilerle ayırmak bir görgü işidir çünkü. İnsanın hayat yolculuğundaki en önemli işi de bu erdemleri gün yüzüne çıkarmak, giderek parlatmak kendi gönül aleminde.

"Evet, edebiyat çok güçlü bir araçtır. Hayatı anlamayı kolaylaştırır. Kimi zaman acıları da hafifletebilir. Ama o bile gidenleri geri getiremez." diyor Meltem Gürle. Bu gayet yerinde ifadeler hayat yolculuğunda bize yeni damarlar açıyor. Peki bu yolculukta insan kırılıp küsmeyecek mi hayata? Her şey yolunda mı gidecek? Böyle bir şey elbette mümkün değil. Hayatın içindeki edebiyat ve edebiyatın içindeki hayat bizlere bunu da öğretiyor aslında. Kitaptan okuyalım: "Güneşin herkesi aynı şekilde ısıttığını, çimenlerin hepimizin ayağını aynı şekilde gıdıkladığını, rüzgarın saçlarımızı hep aynı şekilde dağıtacağını düşünürüz. Oysa bütün bunların hiçbir garantisi yoktur. Güneşin bizi kavurmayacağının, çimenlerin birer yılan olup ayağımıza dolaşmayacağının sözünü veremez bize kimse. Bir gün rüzgarın kulağımıza delice sözler fısıldayıp fısıldamayacağını bugünden kestiremeyiz."

Kitaplarla olan ilişkimizi yeniden gözden geçirmemize vesile oluyor bu denemeler. Yıllar geçtikçe yeniden okunması gerekenler, okundukça hayatımızda önemli bir yeri olduğunu anladığımız karakterler, kimi zaman özendiğimiz antikahramanlar, sıra dışı yazarların aslında ne kadar basit yaşadıklarına dair veriler... Özellikle de klasiklerle aramızdaki irtibatı yeniden kurmamız gerekiyor. Bazı kitapların sahiden de ölmeden önce okunması lazım. Çünkü en yakın ilişkilerimizden hedeflerimize kadar pek çok şeyde kitaplar biz farkında olsak da olmasak da kritik bir rol oynuyor. Bu, klişe deyimle 'kendini iyi ifade edebilmek'ten çok daha ötesi. Daha iyi gözlem yapmak, daha iyi yorumlamak, duyguları pürüzsüz biçimde yaşayıp düşünceleri kendimize has filtrelerden geçirebilmek kitaplarla mümkün. Mesela şu ifadeler, bu kitap görgüsünün bir nişanesi olsa gerek:

"Kimi dostlar yavaş yavaş gider insanın hayatından. Telefonlar kesilir. Görüşmelerin arası açılır. Bir araya gelindiği zaman küçük anlamsız konuşmalar yapılır. Sonra bir gün ilk kez onun yanında sıkıldığınızı fark edersiniz. Eve döndüğünüzde ağır bir his olur içinizde. Söylenmesi gereken şeyler söylenmediği için değil, söyleyecek bir şey kalmadığı için olur bu."

Kitabın önsözünü özellikle yazmaya yeni başlayanların ya da başlamak hayali kuranların dikkatle okuması gerekiyor. Meltem Gürle burada bir mizaç tipinden de söz ediyor aslında. Bazı insanlar belki kalemlerine, gönüllerine, becerilerine güvenebilirler ama sahneye çıkmak, bir yazının yazarı olmak, bir yazının sonuna ad-soyad imzası atmak kolay işler değil. Çünkü gururlanmakla utanmamak iç içe geçebiliyor bazen. Ama 'bunu başardım' demek, 'bu sefer oldu' demek de bambaşka hisler. Yazmak o yüzden insanı bir kitabın parçası hâline getiriyor Marguerite Duras'ın dediği gibi. Okumayı çok seven bir insanın konforlu alanından çıkıp masanın başına geçmesi, bir dergide yer alması, bir gazetenin köşesinde adının geçmesi, kimilerine ağır gelebilir. Bu yükü omuzlamak için ağır adımlarla ilerlemek gerekiyor. Yazarın kendini ispat etmesi meselesi, okurla ilgili bir mesele aslında. Hak eden, hak ettiği yere elbette ulaşıyor. Yalnızca bu yeri fazla abartmamak gerekiyor. Çünkü hiçbir şey kalıcı değil bu hayatta. Akıllarda kalmak? O başka. Dostoyevski ve Tolstoy gibi mesela. Hermann Hesse ve Thomas Bernhard gibi. Rilke ve Neruda gibi. Sonra Tanpınar ve Sait Faik gibi. 

İnsan psikolojisine dair en güzel analizler ve yorumlar edebiyatın içinde gizli. Gözlem yeteneği güçlü yazarlar bunu oldukça iyi yapıyorlar. Üstelik kendi yaralarını unutmadan ve başkalarını da yargılamadan. Zira 'kitaplarla büyümek' böyle bir şeydir: "Çünkü siz hayatı kitaplardan öğrenmişsinizdir. Başkalarını incitmekten korkarsınız. Onun için hep biraz ürkek bakarsınız. Efendimli, lütfenli konuşursunuz. Bir şey isterken, 'Rica ederim' dersiniz. Özür dilersiniz. Üstelik bazan gerekmediği halde yaparsınız bunu. Dalkavukluktan, ricacılıktan ya da kibarlık budalalığından değildir bu tavrınız. Öylesinizdir. Diğer çocuklar sokakta oynarken, siz evde o kitapları okuya okuya böyle olmuşsunuzdur. Ona göre davranırsınız."

Kırmızı Kazak, yazarın "Fakat bütün iyi okuyucular bilir ki, bir kitaba dair fikir edinmenin en isabetli yöntemi, onu açıp okumaya başlamaktır. İlk birkaç sayfadan sonra hala okumak istiyorsanız, o kitap sizinle gelecek demektir. Kapağında ne yazarsa yazsın." ifadelerini doğrulayan bir kitap. Hem de pek çok kitaba yaptığımız gibi şans vermemiz gerekmiyor. Hadi birkaç sayfa daha okuyayım dememize gerek kalmıyor. İlk sayfalarından itibaren alıp götürüyor. Adı gibi, içeriği gibi, tam bir kış kitabı.

Yağız Gönüler

14 Kasım 2023 Salı

Tasavvufta çiçek sembolizmi ve Gülşen-Âbâd mesnevîsi

Tasavvuf tarihimizde üç muhteşem güneş nice gönülleri ısıtmıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhi Şems-i Tebrizî, Fatih Sultan Mehmed'in hocası, ordu şeyhi, âlim, tabip ve şair Akşemseddin, Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun pîri, âlim ve şair Şemseddin Sivâsî. Hakikat pınarını temaşa etmiş gözleriyle Anadolu topraklarına ışıklar saçmış bu üç erden Şemseddin Sivâsî'yi biraz daha yakından tanıyalım.

Horasan’dan Zile’ye göç eden bir aileye mensuptur. Adı Ahmed'dir fakat esmerliğinden dolayı Kara Şems olarak tanınır. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi, Anadolu'da ilk önemli irşad faaliyetlerini gerçekleştirmiş Halveti büyüklerinden Habib Karamânî’nin halifelerinden Amasyalı Hacı Hızır’ın halifesidir. Yani Şemseddin Sivâsî, tasavvufi bir ortamın içine doğmuştur. Medrese tahsilini İstanbul'da tamamlamış, müderrislerin ilim davasından çok başka davalarından peşinde koşmalarına çok üzülmüş ve hacca gitmeye karar vermiş. Dönüşte de Zile'de vaizlik yapmaya başlamış. Kaynaklara göre ilk mürşidi, babasının şeyhi Hacı Hızır’ın halifesi Muslihuddin Efendi. İlk mürşidinin vefatından sonra ise Tokat'ta Abdülmecid Şirvânî'ye intisap ediyor ve on yıl hizmetinde bulunuyor. Otuz beş yaşına geldiğinde hilafet alıyor ve Zile'ye dönüyor. Daha sonra Sivas valisi Hasan Paşa, Sivas'ta inşa ettirdiği Meydan Camii’nde vaizlik yapması için kendisini davet ediyor. Şemseddin Sivâsî burada hem vaizlik yapıyor hem de tekke açarak irşad faaliyetine başlıyor. Ömrünün son demlerinde olmasına rağmen III. Mehmed’in daveti üzerine Eğri seferine katılmış bir sufi kendisi. Hatta bir menkıbeye göre Aziz Mahmud Hüdâyî kendisine bu yaşta neden sefere katıldığını sorduğunda şöyle cevap verdiği söylenir: "Şimdiye kadar cihâd-ı ekber yaparak Hz. Peygamber’in sünnetine uyduk. Ancak cihâd-ı asgara hiç katılmadık. Bu yolda da onun sünnetine uymak lazımdır."

1597 yılında Sivas'ta vefat eden Şemseddin Sivâsî'nin cenaze namazına altmış binden fazla insan geldiği söylenir. Türbesi, Sivas'ın hâlâ en önemli ziyaret mekanlarından biridir. Kendisine dair menakıbname yazan Receb Efendi, onu bizlere şöyle tanıtıyor: Muhammedî-meşrep, Hanefî-mezhep, Halvet-tarik. "Vâsıl olmaz kimse Hakk'a cümleden dûr olmadan" dizesiyle başlayan nutk-i şerifi, günümüzde tekkelerde bilhassa kaside formunda sıkça okunur. Bu nutk-i şerifin "Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk / pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan" dizeleri tasavvuf yolunda seyr u süluk eden taliplere büyük nasihattir. Defter-i Uşşâk'ın himmetleriyle bu dizelerin yorumunu şöyle özetleyebiliriz: "Hakk'ın bir kalbe tecellî etmesi için o kalbden kibir, riyâ, hased, kîn, gadab, hubb-i dünyâ gibi kötü sıfatları çıkarmak gerekir. Nasıl ki yüksek makâm sâhibi kişiler kirli, yıkık-dökük yerlere gitmezlerse Cenâb-ı Hakk da mezmûm sıfatlarla dolu bir kalbe tecellî etmez."

Şemseddin Sivâsî'nin eserlerinden biri, meşhur mesnevîsi Gülşen-Âbâd'dır. 557 beyitten oluşan eserde Sivâsî, çiçekleri konuşturarak dervişlere tasavvufu en kritik meseleleriyle birlikte anlatır. Bu anlamda Gülşen-Âbâd, tasavvufta sembolizmi incelemek için de çok özel bir eserdir. Sözü getireceğim kitap da işte bu incelemeyi yapıyor. Meryem Merve Özdemir, Anadolu'muzu mayalamış bir başka er olan Yunus'umuzun Sordum Sarı Çiçeğe kelamını kitabına isim seçerek ne güzel bir vurguda bulunmuş. Gülşen-Âbâd'da neler var, Özdemir'in kendi kaleminden okuyalım: "Şemseddin Sivâsî bizleri davet ettiği gül bahçesinde, sufiler tarafından mürşid-i kamil eşliğinde yapılan nefisteki dönüşüm yolculuğunu betimler. Seçilen her bir çiçek ve tabiat unsuru sufilerin seyr ü süluktaki hallerine işaret eder. Bir manevi rehber ile çıkılan nefis terbiyesi yolculuğunda yolun adabını, bu yolun talibi ve yolcusu olanların yolda tecrübe ettiği çeşitli halleri açıklar. Mürşid-mürşid ilişkisi, ledün ilmi, teslimiyet, tevazu, riyazet, uzlet, müşahede, edep, sabır, çile, hizmet, yiğitlik, muhabbet, ibret, aşk yolunda perişanlık, ilahi aşk sarhoşluğu, zikir, sema, dergah, keramet, âşık, mecnun gibi kavramları tasavvufi ıstılahlar ile açıklayarak, sufilerin hallerini ve tasavvuf yolunun tecrübelerini anlatır."

A. Süheyl Ünver, Haziran 1977 tarihli bir makalesinde biz Türklerin çiçeklere olan yakınlığından bahseder. "Bir kere, Türk çiçeği çok sever. Çiçekler Tanrı'nın en incelikle, zevkle belirginleşmesine mazhar olmuş kabul edilir. İnsanların yüksek bir kaderleri ve o kaderden gelen iyi huyları vardır. Çiçekler bu ince hislere tercüman olurlar." diyerek aslında mutasavvıfların ve şairlerin çiçeklerden neden beslendiğine de işaret etmiş olur. Meryem Merve Özdemir, ilk bölümünde Şemseddin Sivâsî'nin hayatını, eserlerini ve tasavvufi şahsiyetini anlattığı çalışmasının ikinci bölümünde işte bu çiçek hakikatinin üzerindeki perdeyi kaldırıyor. Türk edebiyatında tabiattan ve çiçeklerden nasıl istifade edildiğini son derece lezzetli bir üslupla dile getiriyor. "Kadim inançların özünde tabiat, ilahi olanın tecessümüdür. Doğa içerisinde canlı/cansız tüm yaratılmış mahlukat yaratılışı gereği birbiriyle uyumlu ve bilinçli bir ilişki sağlayarak bağlantılı, sınırları ve sorumlulukları olan bütüncül bir beraberlik çerçevesinde hizmet etmektedir. Bunun sonucunda tüm kozmos ilahi sistemde birliğin ayrılmaz bütünüdür. Bu birliğin içerisinde, her kadim kültürün tanımladığı ya da pratikte uyguladığı hikmet anlayışının bütüncül (holistik) bir bakış açısına sahip olması, doğaya karşı tüm yaklaşımların mihenk taşıdır." dedikten sonra İbn Arabî'nin Fütuhat'ından çok güzel bir alıntıyı karşımıza çıkarıyor. Bu alıntı Allah'ın el-mümin ve el-hayy sıfatlarını idrak etme noktasında da bizlere yol gösterecektir: "Her şey ya hay-ı natık (hayat sahibi düşünen) veya hayvan-ı natıktır (düşünen canlı). Cemad (donuk) veya bitki veya ölü diye isimlendirilen her şey böyledir. Çünkü gerek kendi kendine ayakta duran ve gerekse varlığı başkasına bağlı her şey, Allah'ın övgüsünü tesbih eder. Tesbit etmek dirilik özelliğiyle nitelenmiş kimseye ait olabilir. (...) Allah şöyle buyurmuştur: 'Her şey onun övgüsünü tesbih eder'. Şey kelimesi belirsizdir ve sadece canlı ve düşünen tesbih edebilir. Bir rivayette müezzinin sesinin ulaştığı her yerde bulunan kuru yaş eşyanın onun lehinde tanıklık edeceği bildirilmiştir. Şeriatlar ve rivayetler bu tarz bilgilerle doludur. Biz ise rivayetlere inanmakla birlikte keşfi elde ettik. Biz, taşların Allah'ı zikrettiğini duyduk. Kulaklarımız onu duydu. Her insanın idrak edemediği şeyleri arifler algılamıştır."

Meryem Merve Özdemir, çalışmasının üçüncü bölümünde Gülşen-Âbâd mesnevisindeki çiçek sembolizmine tasavvufi terminoloji ekseninde bakıyor. Çiçeklerin sultanı gül, baharın gelişini müjdeleyen çiğdem, rengi ve kokusuyla gözleri hep üzerine toplayan sümbül, kırlara ve bahçelere renk katan zerrin-kadeh, divan şairlerinin gözde çiçekleri menekşe ve lale, dışı sert içi yumuşak süsen, ince ve zarif yapılı zambak, suyla arası iyi ve ruhsal temizliğin simgesi olan nilüfer, kendini seven ve önceleyen yapısıyla psikoloji terminolojisinde kritik bir yer tutmuş narsisizmin kaynağı nergis... Yalnızca gönül hanesini mamur edenlerin girebileceği bir hakikat bahçesi. Veliler ise bu bahçenin birer bahçıvanı... Edebiyatta da büyük hüner sahibi olduğunu Gülşen-Âbâd ile göstermiş olan Şemseddin Sivâsî, bu eserini okuyanlara nasıl bir mesaj veriyor? Özdemir, bu soruyu şöyle cevaplıyor: "Hakikat yolcusuna verilmek istenen bu mesaj, kainat denilen makrokozmostaki tüm yaradılışa ibret nazarıyla bakılarak tabiattaki doğum ve ölüm döngüsü üzerinden varlık hiyerarşisinin ve hakikatinin idrak edilmesi, bu hakikatin idrakine tevhid eksenli yaşayış ile varılması gerektiğidir. O'na göre insan tabiatında ne var ise dış dünyada da o tabiat ile uyumlu bir beraberlik ve düzen vardır. Tabiat insanın varlığına ve yaratılış sırrına ayna tutmaktadır. Her şey Allah'tan gelmektedir ve aslına rücu etmek üzere varlık tabiatında dönüşüm yolculuğu yaparak O'na geri dönmektedir. Yaşamın bu döngüsel yolculuğunda varlığın nihai kemalatı, asıl kaynağı olan Kadir-i Mutlak'a varmak üzere çeşitli zorluklar ve aşamalardan geçerek istidadı ölçüsünde hakikate vasıl olmaktır."

Görmek isteyene, talip olana, hakikat muhakkak sırrını açar. Ancak bunun için geçilmesi gereken pek çok eşik vardır. Marifet, güle yakın olabilmektir. Ola ki gül bir nazar eder yahut kokusunu ulaştırırsa talibe, feyz-i ilahi muhabbet bağını kuruverir. Ondan sonrasında bir gönle girmeyi başarmış olan insanın, esas insanlık yolculuğu başlar. Sivâsî Hazretin dörtlüğü ile yazıyı sırlayalım.

"Derdi-i aşka düşmeyen dermana olmaz aşina
Cevre mahrem olmayan ihsana olmaz aşina
Arif olmak ister isen gel nedanem dersin al
Bildiğinden geçmeyen irfana olmaz aşina.
"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Kasım 2023 Pazartesi

Gazzâlî'de düşünmenin ölçüsü

İmam Gazzali’yi yüzyıllardan beri kalıcı kılan en önemli husus zannımca onun ilminin çok yönlü bir çerçeve içinde olması ve neredeyse her alanda Kitaba ve Sünnete dayalı bir düşünce üretebilmiş olmasıdır. O her alana derinlemesine nüfuz etmiş, böylece alanı kusursuz derecede tahlil ederek eksiğini ortaya koymuş ve inananları itidalli olan yola davet etmiştir.

Düşünmenin Doğru Ölçüsü de Talimiyye mezhebine bir eleştiridir esasında fakat Gazzali bu eleştiri bağlamında ortaya bir düşünme ölçüsü koyar. Merkeze Kuran’ı alarak bir meseleye yaklaşım ve doğruyu bulma hususunda belli başlıklar altında ölçüler geliştirerek bir formül üretir. Eserin başında Talimiye mezhebinden bir kişi ile karşılaşmasını anlatır ve eser o kişinin sorularına verdiği yanıtlardan oluşur. Gerçekten böyle bir karşılaşma oldu mu yoksa Gazzali’nin kendince faydalandığı bir kurgu/form mu, orası meşhuldür. Önemi de yoktur. Önemli olan eserin okunması bittiğinde, okuyucunun elinde artık belli bir düzen içinde formüle edilmiş bir çıkarımın bulunacak olmasıdır.

Gazzali kendisini Ehli Sünnet grubuna koyar ve her zaman da bu hassasiyetini vurgular. Öyle ki elimizdeki eserde bütün mevzu mantık çerçevesinde dönerken Gazzali mantığını her zaman Kuran’dan ayetlerle delillendirir. Gazzali’ye göre şaşmaz tek ölçü ayetlerdir. Eğer bir düşüncenin ayetlerden yana bir dayanağı yoksa o düşünce riskli sahadadır, yanılma ihtimali yüksektir ve uzak durulması gerekmektedir. Eğer düşüncenin dayanağı bir ayet ise o zaman o düşünceye sarılmakta bir tehlike yoktur. Gazzali düşünceyi beş ölçüde değerlendirir: Büyük Ölçü, Orta Ölçü, Küçük Ölçü, Telâzüm Ölçüsü ve Teânüd Ölçüsü. Daha sonra şeytanın ölçüsünü ortaya koyarak resimde eksik parça bırakmaz. İmamet ve mucize bahsini açar. İnsanların ayrılıkların karanlığından kurtulmasının yoluna dair bir reçete dunar ve son olarak re’y, kıyas tanımı yapar ve geçersiz olduklarını ispat eder. Böylece o eksiksiz bir şekilde Kuran’dan delille mantık yoluyla düşünce sahası belirlemiş olur. Gazzali aklı kemalat yolu için vazgeçilmez görür. Kişiyi doğruya da yanlışa da aklı sürüklemektedir. O halde akla doğru bir harita çizmek ve sunmak gerekir. İşte Gazzali’nin eserde yaptığı doğru haritayı sunarak bir nevi rehberliktir.

Tek tek bütün ölçülerini anlatmak yazıyı uzatacak ve maksadı da aşacaktır. Fakat esere ve Gazzali’nin düşüncesine örnek teşkil etmesi amacıyla bir ölçüsünden bahsetmekte fayda olacaktır.

Eserin yetkin çevirmeni Muhammed Yazıcı hocanın dipnotta da belirttiği üzere Gazzali’nin teânüd ölçüsü, “klasik mantıktaki ayrık şartlı önermelerin merkeze alındığı seçmeli kıyas” yoludur. Bu ölçüde bileşenler arasında bir karşıtlık söz konusudur. Karşıtlık kişiyi tek bir doğruya, çözüme, sonuca ister istemez ulaştıracaktır. Önermede boşluk yoktur. Denklik bir kez kurulduğunda akıl sahibi herkes aynı sonuca varmak zorundadır.

Gazzali bu ölçüye Kuran’dan şu ayetlerle varır: “De ki: ‘Size göklerden ve yerden kim rızık verir?’ De ki: ‘Allah. O halde ya biz hidayet veya apaçık bir sapkınlık üzereyiz ya da siz!’” Ayette biz veya siz denilerek iki karşıt tarafın bulunduğunun dile getirilmesi iki taraftan birinin eşit derece haklı çıkma ihtimali bulunduğunu göstermek için değildir. Önermede şüphe yoktur çünkü.

Allah vasfı gereği hem hakim hem de şahit konumundadır. Ayette de soruyu sorup doğru cevabı da vererek şüpheye ve ikinci bir seçeneğe yer bırakmamıştır. Bir mümin için ilmin sahibi Allah’tır, mutlak doğru Allah’tadır, O’nun buyruğu üzerine yeni bir söz veya ihtimal söz konusu dahi edilemez. Allah ayetinde göklerden veya yerden rızkı kimin verdiğini sormuş cevap olarak da Allah demiştir. Böylece soru mutlak manada sahih bir şekilde yanıtını bulmuştur. Daha sonra ya biz ya da siz diyerek doğru cevabı vermeyenlerin apaçık bir sapkınlık içinde olduğunu söylemiştir. Doğru cevap Allah ise, Allah diyenler hidayet üzere, Allah demeyenler sapkınlık üzere yaşamaktadır. Örnekte de gördüğümüz gibi Gazzali önermesini sunarken delil olarak Allah’ın sözlerini sunar ve kurduğu form ile aklın şaşmasına veya kurnazlık yapmasına müsaade etmez. Akla, şeytanın müdahale edeceği bir alan bırakmaz. Aklı, sunduğu formül ile tek bir şık etrafında çaresiz bırakır.

Allah’a götürmeyen her düşünce batıldır. Modern zamanlar, batıl fikirlerin eseridir. Batıl fikirlerin bizi çepeçevre kuşattığı çağımızda Gazzali’nin eserlerine muhtacız. İnsanlık belki de hiç olmadığı kadar muhtaç. Ketebe Yayınları bizi çaresizlikten kurtararak Gazzali’nin eserlerini okurlarla buluşturuyor. Muhammed Yazıcı Hoca’nın muvaffakiyeti ise şüphe götürmez bir şekilde ortada. Girişte okurları esere hazırlaması, ilminden cömertçe sunması ve titizlikle çeviri yaparak bizleri Gazzali’nin talebesi kılması teşekkürü ve duayı fazlasıyla hak ediyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

7 Kasım 2023 Salı

Herkesin bir vazifesi var, onu bulup kuşanmalı

Mah-ı Muharrem’in 10. gününde, doğup büyüdüğüm ve hayatıma kattığı değerler vesilesiyle çok şeyler borçlu olduğumu düşündüğüm Kocamustafapaşa’dayım. XVI. yüzyılda Mimar Sinan’ın bu şehre ve semte emanet ettiği Ramazan Efendi Camii’nde hüzünle muhabbetin iç içe geçtiği bir cuma vakti. Etraf kalabalık, hava epeyce sıcak. Caminin dışında, sağ tarafta kalan bir ağacın önündeki safta hocayı dinliyorum. İstiyorum ki Mah-ı Muharrem’den bahsetsin, eskilerin bugünlerde neler yaptığını anlatsın, Şühedâ-yı Kerbelâ’yı hatırlatsın, Hasaneyn Efendilerimizi yâd etsin. Peki hoca nelerden bahsediyor? Erkeklerin ve kadınların nasıl giyinmesi gerektiğinden, çağların ardından her iki cinste görülen değişimden, bu değişimin hepimizi helak edeceğinden, kendimize çekidüzen vermemiz gerektiğinden, neye bakıp neye bakmayacağımızdan, cayır cayır yanmaktan nasıl kurtulacağımızdan, kabir azabından. Bunlardan bahsedilmesin mi? Ya hu bahsedilsin, bahsedilmesin demiyorum ama Mah-ı Muharrem’in 10. günündeyiz. Üstelik bugünün hassasiyetini bilen bir semtte, vaktiyle Halvetiyye-Ahmediyye yolunun Ramazâniyye kolunun kurucusu Mahfî Ramazan Efendi’nin tekkesine ev sahipliği yapmış bir camideyiz. Biraz gönüllere hitap edilse, biraz günün anlam ve öneminden bahsedilse ne kaybedilirdi? Hiçbir şey kaybedilmez, çok şey kazanılırdı. Ama hakikat treni, bir kere daha geçti istasyonu. Ne hazin.

Eve dönerken, Sâmiha Ayverdi’nin yeni bir kitabının neşredildiği aklıma gelmişti. Sen Onu Kaybettin adı verilen kitap, Ayverdi’nin 1975-1982 tarihli sohbetlerinin deşifresinden oluşuyor. İlk sayfalarından itibaren İstanbul’un merkezde olduğu fakat coğrafyamızın tüm köşelerine ulaşan bir sohbetler silsilesi kucaklıyor okuru. İnsan ilişkileri, mahalle hayatı, çocukların nasıl yetiştirildiği, mürşid-mürid ilişkisi ve yaşanan tasavvuf, öte yandan sanat, felsefe, psikoloji derken birçok alanda anılar, hatıralar, ibretlik vesikalar… Ne kadar doğru bir isim seçilmiş kitaba dedim okumaya başlar başlamaz. Kaybettiğimiz ne varsa, işte burada. Misal: Yukarıda anlattığım hadisenin 2023 yılında gerçekleştiğini bilelim ve Sâmiha Ayverdi’nin 4 Ocak 1975 tarihli sohbetinden şu hatırasını hemen nakledelim ki hem hiçbir şeyin değişmediği hem de nelerin kaybedildiği bir kere daha meydana seriliversin:

Merkez Efendi Hazretleri Câmii’nde Cuma vaazı veriliyordu. Hoparlörle sesi dışarı vermişler. Şunu dinleyeyim, dedim, ne var, ne söylüyor adamcağız. Dinledim. Aaa öldükten sonra kemikler birbiriyle nasıl vedalaşırmış. Adam nerede, biz nerede? Canım bırak, şimdi onlar nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın; sen bugün ne münâsebet kuruyorsun etrâfınla? Bir kere dünya münâsebetini hallet, insanlığını doğrult, kaç adım attın insan olmak için, nasıl bir cehd u gayret gösteriyorsun? Ondan sonra olsa da olur, olmasa da. Sen temiz ahlâkla, yüz akıyla git de nasıl vedâlaşırsa vedâlaşsın. Yâni bizim Diyânet kadromuzun maalesef büyük bir ağırlığı bu kadar mânâsız şeylerle meşgul oluyor. Mesela Kâzım Beyefendi’nin [1904-1993, eczâcı, mevlithan, Ken’an Rifâî Büyükaksoy’un oğlu] sesi çok güzel. Hangi câmiye gitse cemâat olarak müezzinler, imamlar, kayyumlar tanıyor kendisini. Hemen ricâ, minnet mihraba geçiriyor, imâmet ettiriyor. Teberrüken imamlığı veriyor. Gâlip Paşa Câmii’ne gitmiş geçen seneler. Şu Erenköyü’ndeki. Oradaki imam efendi: ‘Kâzım Bey, Kâzım Bey, senin arkanda namaz kılınmaz.’ demiş. O da derviş adam. ‘Pekiyi, eyvallah, neden kılınmıyor, söyleyebilir misin bana?’. ‘Ağzında altın diş var.’ demiş. Böyle. Sonra Vâlide Câmii’ne gitmiş. Gene âlây-ı vâlâ ile, mihrâba geçirmişler. Namazdan sonra birisi yakalamış: ‘İmam efendi’ demiş, ‘Senin arkanda namaz kılanların birinin namazı olmadı.’ Gene sormuş gayet yumuşak. ‘Neden?’ demiş. ‘E, çünkü başına giydiğin sarık çok büyüktü. Alnın secdeye vardığı zaman iyice yere temas etmemiştir de.’ demiş, onun için. Buradan söküp çıkarmak lâzım. Fikret Gündüz, ‘On bir senedir, imam hatip mekteplerinde edebiyat okutuyorum, illallah dedim katılıklarından,’ diyor. Onun için bizim bugün elimizde hiçbir imkân yok. Fakat ileride sizin elinizde imkân olabilir. Bizim, yabancılara değil, kendi kendimize yâni müslümanı müslüman edecek bir misyon teşkîlâtı kurmamız lâzım. Hristiyan misyonerler, hristiyan olmayan din sâhiplerini hristiyan etmeye uğraşıyorlar. Biz müslümanı müslüman etmek için bir misyon teşkîlâtı kurmalıyız. Ona göre bir din adamı yetiştirmeye mecburuz.

Ayverdi’nin sohbetlerine baktığımızda çok kritik, bugün belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyi öne taşıdığını görüyoruz. O, bir dert sahibi olarak bu derdini sohbet halkasında olan herkese aktarmak, onların da bu derdi taşımalarını sağlamak istiyor. İşte bu dert, toplumun her yanında görmek, beslenmek istediğimiz, münevver kimseler. Sadece din adamı olarak değil; öğretmen de münevver olsun, sporcu da münevver olsun, mimarı da mühendisi de münevver olsun. Böylece onların irtibat kuracağı her kimse mutlaka bu münevverlikten nasibini alacak, kendini geliştirme iştiyakını harekete geçirecek, olduğu gibi durmayacak, hem kendini hem çevrisini yetiştirecek.

Bu derdin önünde dün olduğu gibi bugün de ciddi bir bariyer var: birbirimizle olan bağımızın yıpranması ve giderek birbirimizden uzaklaşmamız. İki bekarı bir edip evlendiren mahalleli de yok mahalle de yok artık. Bundan bahsedilmesi bir ‘nostalji edebiyatı’ değil, tam aksine bir realiteyi dile getirmek aslında. Teknolojiyi hunharca kullanmanın, şehirlerdeki yığılmanın, konforla kafayı bozmanın bir neticesi olacaktı hepimiz için. İnsani değerler giderek zedelendi, dijital duygularla plastik ilişkiler bize yeni bir ‘neşe’ verdi. Yaşam neşesi diyemiyoruz buna, günü geçirme neşesi diyebiliyoruz belki. Ne hikmetse, sonu da hep hüsranla bitiyor. Çünkü gerçek ayan beyan ortada. Hepimizin bir başkasına ihtiyacı var. Yeni şeyler öğrenmek için, paylaşmak için, derdi hafifletip dermanı yayabilmek için. Allah’ın insana insandan tecelli ettiği gerçeği var burada. Bu tecelliyi derinden hissedip yaşayabilmek ve hatta yaşatabilmek için sevgiyle ünsiyetimizi kitaplardan, yani satırlardan sadırlara indirmek gerekiyor. Bu minvalde, sohbetlerin birinde manevî evlatlarından Ergun Balcı, “Efendim, sevgi öğretilebilir mi, tâlimle, eğitimle, maârifle, yoksa kendinde olan bir şey mi?” diye soruyor. Sâmiha Ayverdi ise şöyle cevap veriyor: “Aslında kendinde olan bir şeydir ama şu var: İstidatlar da inkişaf ettirilir oğlum. Meselâ, elinde bir pırlanta var. Çamura yâhut da kirli bir yere düşürmüşsün. Çeşmenin altına götürüyorsun, yıkıyorsun, pırlantalığı meydana çıkıyor. Ama çakıl taşını istediğin kadar yıka, hattâ suyun içinde yıllarca bırak, pırlanta olmaz, çakıl taşıdır. Onun için ezeli istidâdı da dürtüp, meydana çıkarmak, mühim, çok lâzım.

Sâmiha Ayverdi, romanlarında ve düzyazılarında yaptığı gibi insanın nefsiyle olan kavgasının devamlılığını da hatırlatıyor bu kitabında. Kendini bilme ilmine bir türlü merak duyamayan insanın, orayı burayı görmekle yahut dünya zevklerinden yeni zevkler devşirmekle hiçbir şey elde edemeyeceğini o eşsiz ve nazik üslubuyla dile getiriyor. Kimine ikaz, kimine öğüt, başkasına nasihat. Herkes kendi ihtiyacınca ve hayatına bir ahenk katma gayretiyle dikkat kesilirse sohbetlere, sohbetin canı nasıl ayaklandırdığını da görüp hissedecektir muhakkak. Kitaptan şu satırlarla yazıyı bitirmek isterim: “Aya gidiyorlar. Mükevvenat aydan mı ibâret? Artık iftihârından, gurürundan fezâya çıktık, aya gittik diye yere göğe sığmıyorlar. Mükevvenâtın azameti karşısında aya gitmek nedir? Hiç. Bir arpa boyu yol demek. Ne aylar var, güneşler var, ne kıyâmetler var! Bunu insan bilebilecek mi? Hayır bilemeyecek. Bilmesi de lâzım değil. Bizim evvelâ bilmemiz lâzım olan kendimiz. Kendi benliğimiz. Neresi tasfiye edilecek, neresi temizlenecek, neresi ayıklanacak. O gidenlerin yerine ne gibi iyilikler gelecek, getirilecek. Bilmemiz lâzım olan bu.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Kasım 2023 Pazartesi

Birbirinin kimliğinde saklanan kadınlar

Bizlere yüzyıllar öncesinden seslenen yazarların eserlerini hayranlıkla okuyor, yapıtlarındaki farklı söylem biçimlerini, bazen “deneysel” diye nitelediğimiz anlatılarını kuramlarla açıklıyoruz. İçinde bulunduğumuz kendi yüzyılımıza gelince ise duraksıyoruz, bizden sonraki yüzyıla kimin kalacağının keşfi biraz meşakkatli zira edebiyatın nasıl tanımlandığı, hangi türlerin makbul olduğu gibi birçok bileşen var. Tıpkı pandemi günlerinde distopya türünün birden daha makbul olması gibi. Oysa iyi bir edebiyat metni ve usta bir kalem tüm bu güncel bariyerleri yıkabiliyor. Güney Afrika doğumlu, İngiliz yazar Deborah Levy de bu yüzyılın iyi kalemlerinden biri. Yazma hayatına tiyatro eserleriyle başlayan, oyunları defalarca Royal Shakespeare Company’de sergilenen Levy, yazarlık yaşamına kısa öykü ve romanlarıyla devam ediyor. Pek azı dilimize çevrilmiş olmakla birlikte onlarca oyunu, öyküsü ve romanı var. Bunların içinde en çok dikkati çeken romanlarından Swimming Home (Eve Yüzerken, Everest Yayınları) 2012 senesinde; Hot Milk (Sıcak Süt, Everest Yayınları) ise 2016 senesinde Man Booker ödülünün kısa listesine kalmayı başarıyor. Sıcak Süt romanı korona virüsle geçen günlerimize inat, okura bir tutam edebiyat sunmak, hoş bir okuma süreci geçirtmek üzere Everest Yayınevi etiketi ve Eda İşler çevirisiyle yayımlandı.

Deborah Levy’in 2019 senesinde yine aynı yayınevinden yayımlanan “Bilmek İstemediğim Şeyler” isimli romanı, anlatıcı kadının Mallorca’da Çinli bir bakkalla karşılaşması ve bakkalın “nerelisin” sorusuna cevap veremediği için çocukluğunun Afrika’sına dönmesiyle başlıyordu. Bu etkileyici sahne neredeyse hiç aklımda gitmemişti ki Sıcak Süt romanı yine benzer sıradanlıkta bir sahnenin insanın hafızasında heyula gibi dikilen aidiyet sorununu tetiklemesiyle başlıyor. Annesinin ayaklarındaki kısmi felci iyileştirmek üzere İngiltere Yorkshire’daki doktorasını yarıda bırakan, bir kahvecideki garsonluk işinden ayrılan, evini ipotek ettirip Güney İspanya’daki Gomez kliniğine gelen Sofia, bir plajda denize girer fakat o bölge “medusa” ismini verdikleri zehirli ve ısırgan deniz analarıyla doludur. Sofia, bir medusa tarafından ısırılır, plajın revirine koşar, revirde bir form doldurması gerekmektedir. İsim: Sofia Papastergiadis , Ülke: İngiltere, Meslek: ? İşin aslı şu ki Sofia’nın babası Yunan’dır ve onu dört yaşında terk ettiği için babasının dilini bilmez ve fakat soyadını bir damga gibi taşır. Bundan sonrasında Sofia nereye ait olduğunu düşünür, esasen evinin ve dilinin neresi olduğunu bulmaya çalışır ve sırf bunun için Yunanistan’daki babasını ziyarete gider. Bir hesaplaşma yaşanır. Fakat burada da dil bir bariyer olur zira dilini bilmediği bir baba memleketi ona köksüzlüğünü ve aidiyet sorununu hatırlatmaktan başka bir işe yaramaz.

Romanın merkezindeki en önemli izleklerden biri de anne-kız arasındaki o kuvvetli ve hastalıklı bağdır. “Anneme olan aşkım bir balta gibiydi, derinden kesiyordu” cümlesi aralarındaki marazi ilişkinin bir kanıtıdır. Romanın neredeyse tümüne hakim olan medusa isimli denizanaları da bu dişil savaşı temsil eder. Sofia bakışlarıyla taşa çeviren medusalar tarafından ısırılıp durur, ilkin can yakan ısırıklara sonrasında alışır ve hatta tedavisini başka bir dişide bulur (Plajda tanıştığı Ingrid’te). Sofia annesinin tahakkümü altında olan, bilinçaltında ondan özgürleşmeye çalışan bir kız olsa da en nihayetinde annesine dönüşmesi kaçınılmazdır. Annesi hasta bacaklarından dolayı topallayarak yürür, onun koluna her girdiğinde Sofia da topallamaya başlar. Bu da er ya da geç anneye dönüşeceğinin kaçınılmazlığına işaret eder. Anne, roman boyunca kızına bağımlı, kızından devamlı su getirmesini isteyen aciz bir rolde resmedilse de gerçekte şu yatar; Sofia doktorasını, işini, yaşamını annesinin tedavisi için bırakmıştır. Yani aciz olan Sofia, otorite olan annedir. Bu otoritenin el değiştirmesi için uğraşan Sofia, romanın en sonunda okuru ürkütücü şekilde alaşağı edecek bir hamle yapar.

Sıcak Süt romanı dikkatli okurun gözünden kaçmayacak kadar önemli metaforlarla bezenmiştir. Örneğin “taklit” bir Yunan vazosu kırılıp paramparça olur. Bu Yunan vazosu Sofia’nın yaşamıdır, babasına ait Yunan kökleridir ve anlaşılacağı üzere toparlanamayacak kadar paramparçadır. Dahası Yunan vazosu görünümüne rağmen ucuz bir replikadır, orijinal ya da organik değildir. Bilgisayarının ekran koruyucusundaki “Lactea” isimli samanyolu, babasının doğduğu Selanik’in otuz dört mil doğusundaki Halkidiki’de doğan Aristo’nun baktığı takımyıldızıdır. Sofia bir antropologdur ama eski insanlardan çok kendini incelediğini, tanıdığını söyler. Roman boyunca rahatsız edici bir şekilde devamlı havlayan bir köpek vardır, Pablo’nun köpeği. Sofia romanın en başından beri onun tasmasını açıp özgür bırakma hayalini kurar. Azad etmekte yaşadığı ikilemse şudur, köpeğin özgür olmayan ama iyi bir hayatı vardır ama özgür olduğunda rahat bir şekilde yemeğe ulaşamayacak ve yolunu yurdunu bulamayacaktır. Bu durumda esaret mi iyidir özgürlük mü?

Bölüm aralarında italikle yazılmış kısa geçişlerde Sofia’yı uzaktan gözlemleyen tuhaf bir anlatıcı vardır. Bu anlatıcı geceleri uykusunda bile Sofia’nın çıplak bedenini gözetleyen ve bizi ürküten biridir. Kim olduğunu romanın ilerleyen sayfalarında öğreniriz. Roman ilerledikçe her şey daha da tekinsiz bir hal almaya başlar. Sofia’nın plajda tanıştığı, terzilik yapan Alman kız Ingrid de bu tuhaf karakterlerden biridir. Ayağında erkek ayakkabıları vardır, Sofia bunu tuvalette kapı altından ilk gördüğünde ürker. Eril dünyaya ait bir şeyin dişil bir dünya tecavüzü gibidir erkek ayakkabıların kadın tuvaletinde görülmesi. Daha sonra Ingrid o ayakkabılardan da özgürleşir, bir daha onları hiç giymez. Sofia ile geliştirdikleri arkadaşlık ilişkisi gittikçe sevgililik ilişkisine dönüşür, Sofia onun deniz anası yaralarını sıkıp zehri akıttığına inanır. Ingrid ona bir bluz hediye alır ve üzerine nakışla “Sevilen” kelimesini işler, fakat Yunanistan ziyaretinde “beloved” beheaded” a dönüşür, yani sevilen değil, başı kesilen. Bunun gibi onlarca metaforla doludur roman.

Sofia’nın annesini tedavi için getirdiği Gomez Kliniği de tüm bu tekinsiz havadan payını alır. Doktor Gomez ona tuhaf bir tedavi biçimi önerir, heyecanla iyileşecek mi yoksa daha da mı kötüleşecek diye bekleriz. Kliniğin başka müşterisi yoktur, klinik duvarlarına mavi boyayla yazılar yazılır. Gomez’in bir şarlatan olup olmadığı şüphesi Sofia’yı bir türlü terk etmez. Romanın başından sonuna kadar okur şunu görür, Sofia tüm gerçeğini, geçmişini ardında bırakmış, her şeyi silmiş ve o an, orada, o sahil kasabasında kendi gerçekliğini yazıyor ve kendini onun içine hapsediyordur. Sofia’nın sadece telaffuzu zor soyadında var olan Yunanistan da tıpkı o sahte Yunan vazosu gibi kırık döküktür, ülke ekonomik çöküş içindedir, duvarlarında muhalif yazılar vardır, üstüne üstlük ait olmadığı babası kendine başka bir kadın ve yeni bir bebekle bir yaşam kurmuştur. Evlerinde kaldığı sürece yattığı kamp yatağı rahatsızdır, tuhaf rüyalar görür. Önüne Yunan alfabesini koyup çalışmasını isterler. Sofia her şeye yabancılaşır.

Deborah Levy, takıntılar, anne-kız bağı, baba-kız hesaplaşması, kimlik bunalımı, aidiyet sorunsalı ve kadim dişil gelenek üzerine kurduğu Sıcak Süt romanında hem güç dengesini, iktidar olmayı, rekabeti irdeliyor hem de hastalıklı bağımlılığı gösteriyor. Her romanında kadın kalemlere selam vermeyi ihmal etmeyen Levy’nin romanlarında, Virginia Woolf’un, Simone de Beauvoir’ın, Julia Kristeva’nın kadınlık, annelik, evlilik ve ilişkiler üzerine yazdıkları yazıları alt zemini oluşturur. Sofia bir yerde şöyle bir iç hesaplaşma yaşar:

Babamı değiştirmek için bir B planım yok; çünkü her ne kadar akrabalık ilişkilerinde böyle şeylerin olduğunu görsem de baba gibi bir koca istediğime emin değilim. Bir kadın kocasına anne olabilir; bir oğul annesine koca ya da anne olabilir; bir kız annesine kız kardeş ya da anne olabilir; anne kızına hem anne hem baba olabilir; belki bu yüzden hepimiz birbirimizin kimliğinde saklanıyoruz.

Sizler de Sıcak Süt’ü okuduğunuzda hayata Sofia’nın gerçekliğinden bakacak ve yer yer tekinsizleşen bu anlatıdaki kimlik karmaşasını derinden hissedeceksiniz. Ve çok şeyiniz olacak Deborah Levy’nin kalemi üzerine konuşacağınız…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

3 Kasım 2023 Cuma

Kahramanlıkla hainlik arasındaki o ince çizgi

"Neye yemin ettiysen, onun için yaşarsın. Ne yaşarsan sen osundur. Devlet benim elime neşteri verirken sadece cerrah olmaya değil, gerekirse vatan için cellat olmaya da yemin ettim. Bunun için de yaşarım inatla..."

Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ettiğimiz 2023 yılı, sadece ülkemiz için değil dünya için de zor geçti, geçiyor. Hastalıkların ve ekonomik krizlerin üzerine savaşlar da eklenince, insan bağımsızlığın önemini bir kere daha kavrıyor. Bizler, Milli Mücadele dönemini okullarda okuyup, sonra Türk edebiyatının güzel romanları arasında biraz volta attıktan sonra bir kenara bırakıyoruz. Giderek bayramdan bayrama hatırlanan bir nostaljiye dönüşme tehlikesi var o şanlı Milli Mücadele dönemimizin. Oysa İstiklâl Harbi, Türk milletinin her an hatırlaması gereken, bu topraklardaki beraberliğin ve bağımsızlık mührünün en önemli kaynağı.

Edebiyatımızda o dönemi ve sonrasını hatırlamak, satır aralarındaki hakikatleri çözebilmek, tarih ilminin hüneri olan geçmişten ibret alma meselesini yaşamak için neler okuyoruz? Öncesi ve sonrasıyla Milli Mücadele döneminin hem şehirdeki hem köydeki reaksiyonları için Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yine dönemin tansiyonunu ölçmek için Halide Edip Adıvar, Türk tarihinin önemli şahsiyetlerinin hayatını bir roman üslubu sürerek öğrenmek için Şevket Süreyya Aydemir, örselenmiş bir medeniyetin izini tarihin ve sanatın her yönüyle kavrayabilmek için Yahya Kemal, bilhassa cumhuriyet sonrası dönemde yaşadığımız anlam kırılmaları için Ahmet Hamdi Tanpınar, insanımızın yaşadığı psikolojik çözülme için Peyami Safa, kaybolan anahtarlarımız için Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un ve özellikle Boğaziçi’nin değişimi üzerine Abdülhak Şinasi Hisar ve elbette Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Nuri Güntekin, Mithat Cemal Kuntay, Tarık Buğra, Falih Rıfkı Atay, Kemal Tahir...

Özellikle Milli Mücadele dönemi ve İstiklal Savaşı'na dair yaptığı çalışmalarla, hâlâ aydınlatılamamış ya da raflarda tozlanmaya terk edilmiş meseleleri yeniden gündeme taşıyan bir isim Selim Erdoğan. Savaş tarihini anlatırken saha çalışmalarından da nasıl yararlanılması gerektiğini ders niteliğinde gösterdiği üç eserle kendisini tanıdı tarih okurları: Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez, Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu, İstiklal: Vatanımda Bir Tek Düşman Kalmasın. Tarihçi hassasiyetiyle fakat roman üslubuyla kaleme aldığı kitapları, Türk’ün istiklal yürüyüşünün hiç bitmemesi gerektiğine dair de birer uyarı gibiydi aslında. Çünkü mücadeleye, hele ki bu 'çok çiğ çağ'da daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Bağımsızlığın ve bir arada oluşun kıymetini dünyada süregelen her felakette yeniden anlıyoruz. Selim Erdoğan'ın yakın zaman önce Kronik Kitap'tan yayınlanan kitapları arasına bir yenisi eklendi. Hain, başından sonuna kadar soluk soluğa okunan bir milli mücadele romanı. Alt başlığı "Mezarıma Tükürecekler!" romandaki hiç azalmayan heyecana gayet iyi bir atıf. Yeri gelmişken, Kutan Ural'ın şahane kitap kapaklarına bir yenisini eklediğini de söylemek lâzım.  

Hain'de 1919-1920 yıllarına dönüyoruz. Yani Türklerin gözbebeği, dünyanın da her zaman nazarlarını çeken İstanbul'un işgal altında olduğu zamanlara. Balkan Harbi'nin ve Cihan Harbi’nin yaraları henüz kapanmamışken, insanlardaki endişe ve kaygı en üst noktadayken şimdi bir de İstanbul'a itilaf devletleri dadanmıştır. Amaç, Türk coğrafyasını dört bir yandan bölmek. Başlangıç noktasının İstanbul olması bile bu işaret değil miydi zaten? Bir ülkeyi kalbinden vurmak, onun geri kalan uzuvlarını da işlevsiz hale getirmek demek. İşte bu dönemde, bir Türk zabiti olan Ahmet Muhtar da diğer insanlar gibi yorgunluğunu sırtlamış, geleceğin neler getireceğini düşünmekten harap olmuş vaziyette ayakta kalmaya çalışmaktadır. İstanbul'un karanlık ruh hali, onun da üzerini sarmıştır. Oysa Anadolu'da durum bambaşkadır. Mustafa Kemal Paşa önderliğinde pek çok vatansever bir araya gelmiş, memleketin bağımsızlığı için canla başla çalışmaktadır. Onlar, Anadolu'da başlayacak hareketin vatanı düşmandan temizleyeceğine iman edercesine iş başındadır. Yeri gelmişken, Selim Erdoğan, romanın kurgusu içinde sık sık tarihi sor(u)nları da okurun önüne getirir ve onunla birlikte cevaplar arar. Mesela:

"Şimdi diyorsun ki 'Cihan Harbi'ne memleketi İttihatçılar durduk yere soktu, koskoca imparatorluğu batırdı.'. Öyle mi Ahmet Muhtar? O zaman şuna ne dersin? Ben de diyorum ki, Cihan Harbi'nin geleceği daha Balkan Harbi'nde belliydi. Saflar aşağı yukarı belli olmuştu. Hatta 1330'un Kanun-i Sâni'sinde Londra'da harekât planlarını yaptıklarını bile biliyoruz. Orada Rusların tüm gücüyle üzerimize çullanmasına karar verildiğini de. Yani Binbaşı, Almanlarla ittifak yapmaktan başka çaremiz kalmayacağını da hesaba katarak yapmışlardı planlarını."

Ahmet Muhtar, kahramanlıkla hainlik arasında derin bir sınav verecektir. Burası romanın sırrı ve aynı zamanda yazarın hüneri. Zaten Selim Erdoğan tarih kitaplarında aslında romana ne kadar yatkın olduğunu da göstermişti. İçindeki milli duyguların hırpalanmasıyla boşluğa düşen Ahmet Muhtar'ın İngilizlerden gelen bir iş birliği teklifiyle ne zamandır ölü olan ruhu kıpırdamaya başlar. Tam bu esnada okurun önünde de bir bomba patlıyor: Enver Paşa hayranı olan, memleketi için pek çok cephede savaşmış, ne kadar yorgun olsa da mutlaka canını siper edip vatanı için savaşacağından emin olduğu Ahmet Muhtar, yoksa ihanetin eşiğine mi yürüyecek? Hatta o kapıdan içeriye mi geçecek? Güm.

"Birbirine eklenmiş cevapsız sorular yürümeyi yeni öğrenmiş çocuklar gibi kafasının içinde oradan oraya koşturmakta, başı çatlarcasına ağrımaktadır. Hesapta Cuma’yı Gül Camii’nde kılacak, anasını babasını görecektir ama zihni bu kadar doluyken hangi soruya ne cevap vereceğini, kime ne yalan söyleyeceğini bilmemektedir. ‘Açık, mavi gökyüzü iyi gelir’ diyerek kendini Karaköy yoluna vurmuştur ama ayakları tedirgin, yüreği ise kasvet yüklüdür. Köprüden geçerken her zamanki gibi dünyasının değiştiğini hisseder. Bir anda şapkalı, saten kısa etekli kadınların yerini çarşaflı olanlar alır. Fötr şapkalı, takım elbiseli mösyöler ise âdeta buharlaşıp yok olmuşlardır. Ne yana baksa gördüğü yamalı ütüsüz pantolonları ve kalıpsız fesleriyle kendi gerçekliğidir."

Zaman zaman şarkıların, İstanbul türkülerinin eşlik ettiği romanda oldukça zengin bir şehir panoraması da var. Her milletten esnaf, birbirinden çakal tüccarlar, 'milli inadı'nı sürdüren Türk savaş gazileri, İttihatçılar, İngilizler, mandacılar, Kuvâ-yı Millîye'ciler, kaosun hüküm sürdüğü ortamda Pera'da gecesini gündüzüne katan Levantenler, şöhret sahipleri, paranın uşakları... Burada karakterler arasındaki diyaloglar ve dönemin krizleri, yazarın hüneriyle romanı renklendiriyor.

"- Peki Haim Efendi, madem bu Galata’da, Pera’da kim var kim yok tanırsın, Veronese’yi de bilir misin? Cadde-i Kebir’deki.
- Bilmez miyim kuzum? Dimitri’nin lüks mobilya dükkanidir. Topraği bol olsun, sevimsiz herifin teki idi. Ama mallari İstambol’un bir nümerosu idi her daim. Duydum, öldürmüşler yazıhanesinde. Çok paran olduğunu yüz kişi bilse, o yüzün bir tanesinin aklı parana kaysa yeter kuzum. Aliverir canini. Ortalikta fiyakayla gezersen, o fiyakanin atlari kadar yasarsin. Sonra da dört kolluya bindirirler kuzum.
"

Bazen Nâmık Kemal'in "Ecdâdımızın heybeti ma'rûf-ı cihândır / Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır" dizelerini hatırlatıp duygulandıran, bazen Emin Bülent Serdaroğlu'nun "Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni / Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!" dizelerini hatırlatıp coşturan, zaman zaman hüzünlendiren, öfkelendiren, dopdolu, sürükleyici bir roman Hain. Mücadelenin en milli olanına bir armağan, geleceğe gürbüz bir hatıra...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf