"Nasıl da paylaşıyor insan isterse
Nasıl da birmiş meğer hasretler
Nasıl da mecburmuşuz
Sabretmeye, sevmeye, öğrenmeye..."
- MFÖ, "Tam Ortasındayım", 1987
Sizinle her yanından başka kokular, tatlar alabileceğimiz bir parka gireceğiz. Milli bir park. Buradaki 'milli' hamaset kaygısıyla değil, sahiden söylendi. Girmeden bir hatırlatma: insanın yakinen tanıdıklarının kitaplarına dair yazması hep 'ılık' bulunur, çünkü kimse yakınlarının kitaplarını okumaz. Bu yazı aynı zamanda bu 'sorun'a karşı da bir reaksiyon, bir aparkat, bir Bursa çakısı olarak görülebilir, görülsün. Şimdi parka dağılalım, çıkışta toplanırız. Unutmadan; giriş ücretsiz, çaylar şirketten ve bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.
Samet Altıntaş her ne yazıyorsa bunu 'tarihçi' formasını üzerine geçirip yapıyor. Ama müzisyen şapkasını, futbolsever atkısını da eksik etmiyor. Böylece ortaya zevkli, zengin bir sofra çıkıyor. Bu sofrada konuşulmayan konu yok, yani "biliyorum kalkılmaz bu masadan kavgasız" denilebilecek bir masa. Şimdiye dek yazıp meraklısına servis ettiği Boğazın Dört Muhafızı, Ben Şeyh Bedreddin, Öteki Padişah Cem isimlerinden de anlaşılabileceği gibi birer monografiydi. Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım için bir Mevlid monografisi diyebiliriz. Okumadığım -bu okumayışımı hâlâ ilginç buluyorum- tek kitabı Bursa’nın Daveti bir şehir monografisi. Kısaca bahsedeceğim ve Tara Kitap etiketiyle neşredilen kitabı Bugünün Rüzgârında Türkiye ise milli park.
Ülke gündemine seri biçimde girmiş ve aynı serilikte çıkmış konuların işlendiği bir kitap var elimizde. Makalelerin temelinde bir göz muayenesi yer alıyor. Yakından bakarsan yanılabilirsin, uzaktan bakarsan inanmayabilirsin. Orta bir yol, orta bir güzergah. Yanı akl-ı selim bir duruş ama zevk-i selim muradıyla. Hadi kendi konforlu dilime yaslanayım: bir murada erebilmek için derdin sahihliği şart. Yampiri bir sorunu dert, sersem bir duruşu tavır zannetmek murad sahiplerinin işi değil. Murad, dert, irşad. O hâlde gelsin Tasavvuf-101 sorusu: "Derviş, Allah'ın muradıdır" sözü ne anlama gelmektedir? Bitiren çıkabilir.
Önceden halkiyat, sonradan folklor denilen kavramı önemsiyorum. Kubbealtı Lugatı'nda "Halkın âdet, gelenek ve inançlarını, mûsikîsini, masal ve efsânelerini, oyunlarını, bütün kültür verimlerini inceleyen ve bunlardan sonuçlar ve hükümler çıkarmaya çalışan bilim kolu, halk bilgisi" yazılmış. Yani kabaca ve kısaca; dedikodusuz hamam, falsız kahve bulmak güçtür. Çeşmeler ve mezar taşları nice hikayelerin bekçisidir el'an. Şarkı sözleri bir ülkenin 'underground tarihi'dir. Nice kudretli post sahipleri vardır ama kimileri için "o meczûb-i ilahîyyedendir" dendi mi herkes ceketini ilikler. Hikayenin ardındaki hikayedir folklor. Sadece kazananların yazdıklarını okursak tarih okumuş olmayız, tarih olmuşu okuruz. Mağdurun, gadre uğrayanın, dairenin dışında kalmayı tercih edenin hikayesinde memleketin kaderi sırlıdır. Sırrı ifşa etmek ilm-i ledün bahsinde nanaydır ama geri kalan sahada "söyleme bilmesinler" işlemez. Folklor bahsine bir son: Leyla hemencecik evet deseydi bugün konuşacağımız bir aşk hikâyesi olmayabilirdi ama bu durum Mecnun'un yine umurunda olmayabilirdi. Gözlerimiz Mecnun'un umurunda olanın ne olduğuna çevriliyse, Samet Altıntaş'ın yazdıklarını okuyup hazmetmek daha keyifli olacaktır.
Kitapta neler olduğunu bir paragrafta 'zip'lemeye çalışacağım. Ama onun evvelinde yazarın kimliğine, kinine, künhüne vakıf olmak için onun yazdığı bir cümleyi buraya almak istiyorum. Okurken aldığım zevki buraya aktarırken de yaşayacağım için müsaadenizle sigaramdan bir fırt, oh dear, tam sırası: "Ben Tanpınar gibi gelenekle uğraşana (pek tabi bir çöküş esteti değilim) ilkgençlik zamanlarımdan buyana da itikaden bizim Bayramî-Melamîleri andıran Subcomandante Marcos'un 'tamamlanmayacak devrim'ine gönül vermiş biriyim... Bizim tercihimiz savaş ve barış arasında değil, haysiyetli veya haksız bir yaşam arasında. Çünkü biz Bıçakçı Emir Dede'den böyle gördük."
Neler var kitapta? Popülerliğini(!) Nazım Hikmet şiirleriyle diri tutan ve ne gariptir ki bir Osmanlı panteonu olan Çemberlitaş'ta yatan Şeyh Bedreddin'in esasında kim olmadığı var. Ahbap vesilesiyle düzenlediği yardım faaliyetleri alkışlanacağına sürekli gözetim altında tutulan Haluk Levent'in vicdanlı kalbi var. Her seçim döneminde dillere dolanan "Abdülhamid yaşasaydı hangi partiye oy verirdi?' meselesine cevap niteliğinde görülebilecek başka soru(n)lar var. Yazarın diliyle Türk rock müziğinin ikinci yeni şairi Teoman'ın ustalıklı bir mini-haritası var. Etrafımızda Muaviye adında birinin olmayışına dair oldukça dikkate değer bir sorgulama var. Ata Demirer'in Bursa Bülbülü'nde bizlere taht-ı kadime dair neler söylemek istediği var. Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmet İnönü gibi bana kalırsa son derece mayınlı bir arazi üzerinden kısa bir cumhuriyet tarihi okuması var. Katarakt tarihçilerin bir türlü göremediği ve dolayısıyla gösteremediği Cem Sultan gerçeği var. Tarih metodolojisi bilmeyen şairlerin başımıza açabileceği işler, atabileceği taşlar var. Üsküdar'ın 'yobaz bir memleket' olmayışına dair bir tolerans testi var. Türkiye'de şehircilik meselesinin -dert değil mesele- ideolojik değil nörolojik bir mesele -yani hastalık- olduğuna dair acı ama gerçek bir makale var. Samet Altıntaş'ın hem arkadaşı hem okuru olarak ona daima katıldığım, sohbetlerimizin gizli öznesi Tanpınar'ı anlamadan ne Türkiye'yi ne de insanını anlayamayacağımız gerçeği var. Velhasıl, Tanpınar'ın Beş Şehir'inde yaptığı o nefis İstanbul 'analizi'ndeki bir cümle gibi, "Ne kadar hatıra ve insan" var.
Gereksiz kavgalar vermekten önemsenmesi gereken vazifeleri çoktan kuyuya salmış bu memleketin neden yol alamadığını ama alıyor göründüğünü kitapla birlikte daha iyi anlamak mümkün. Bu fiyakalı sona bir zeval gelmemesi için Samet'in cümlesiyle bitirmek istiyorum: "Kemâle ermesem de kırk yaşına gelmek üzere bir adam olarak sormak isterim: Gerçekten yorulmadınız mı?"
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Samet Altıntaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Samet Altıntaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Temmuz 2024 Cumartesi
Türkiye: Tam ortasındayım yahut söyleme bilmesinler
30 Kasım 2023 Perşembe
Kurtuluşun ve kuruluşun metni: Mevlid
"Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kulaAllah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ana"
Mevlid-i Şerif’in en aşina olunan Tevhid Bahri’ne bu ifadeler ile başlıyor Süleyman Çelebi hazretleri. Kendi dili ve üslubu ile Türkçe bir Bismillah diyor bu dörtlükte Yüzyıllarca okunacak neredeyse kutsal sayılacak bir metne niyetlendiğini ve işinin ne kadar zor olduğunu biliyor gibi bir Bismillah demiş Süleyman Dedemiz burada. Bu Türkçe Bismillah deme tarzı yüzlerce yıl sonra gelen Türk şair ve ozanlarına da ilham olmuş olmalı ki Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Dede Korkut adlı şiirine ‘Allah Allah demeyince/ Güzel işler onabilmez’ diyerek başlarken bir başka şiirinde de ‘Şol gökleri kaldıranın/ Donatarak dolduranın/ Ol deyince olduranın / Doksan dokuz ismi ile’ diyerek Besmelesini çekmiştir. Süleyman Çelebi’den Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na tabiri caizse sıçradık fakat bu sıçrayışın elbette bir manası var. Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerif’i Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Loras’tan çıkan kitaplarına verdiği isim ile söylersek ‘Zemin Metin’lerden biridir ve Türk dili ve kimliğine hassasiyet gösteren tüm yazar ve şairler neyi nasıl söyleyecekleri ile ilgili ilhamı bunlardan almışlardır yıllar boyunca. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu Süleyman Çelebi’ye, Süleyman Çobanoğlu’nu Yunus Emre’ye bağlayan ve yüzyılları aşan bağ zemin metinlerin gücünde aranmalıdır.
Samet Altıntaş’ın Lejand Kitap’tan çıkan "Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım: Bir Kurucu Metin Olarak Mevlid’in Hikayesi" ismini taşıyan kitabı yeni okudum. Kitap hakkında bir değerlendirme yazısı yazmak daha kitabı almadan aklımda idi fakat kitabı okudukça bunun pek mümkün olmayacağına kanaat getirmiştim. Yine de Süleyman Çelebi’nin Bismillah’ı ile başlarsam işlerim kolaylaşır belki diyerek oturduğum bilgisayar başında şimdi ikinci paragrafı yazmakta olduğumu görüyorum. Bismillah önemli. Burak Koç ve Peyami Safa Günay’ın Zemin Metin olarak adlandırdıkları Mevlid-i Şerif’e ‘Bir Kurucu Metin’ diyor Samet Altıntaş. Kurucu Metin ifadesini de Mevlidi- Şerif’in Bursa’da yazılmış olması ile ilişkilendiriyor. Osmanlı Devleti’nin temellerinin Bursa’da atılması, şehrin devlete başkentlik yapması şehrin kurucu vasıflarını ortaya koyarken, devletin en netameli en kritik zamanlarında Bursa’da yazılan yazılan Mevlid-i Şerif de kurucu metin olmayı hak ediyor.
Konu dallanıp budaklanmadan Mevlid-i Şerif ile ilgili şahsi hikayemi de paylaşayım. Sanırım üniversite yıllarına kadar Mevlid-i Şerif diye bir eserden haberdar değildim. Hemen her mübarek gecede imamdan dinlediğim bu eserin okunan Kuran-ı Kerim’den ya da dualardan bir farkı yoktu benim için. Kısacası kutsal bir metindi Mevlid-i Şerif. Hem zaman içinde hem de Samet Altıntaş’ın kitabını okuduğumda öğrendim ki bu yanılgımda yalnız değilmişim. Halk Müslümanlığının bir parçası imişim ben de. Nihayet üniversitede tasavvuf edebiyatı dersinde, camide okunan duanın/ilahinin 1409 senesinde Bursa Ulu Cami imamı hatibi tarafından yazılan Vesiletü-n Necat yani Mevlid-i Şerif olduğunu öğrendim. Sonrasında bu kutsal görünümlü kutsal olmayan metne daha bir hassasiyet ile yaklaştım. Elimden geldiğince okumaya, öğrenmeye çalıştım. Yüzyıllar öncesinde yazılmış olmasına rağmen anlaşılır bir Türkçe ile Peygamber Efendimiz’in doğumunu, vasıflarını, vefatını, miraç mucizesini hikayeleştiren bir eser vardı karşımda. Bundan sonra mübarek gecelerde özellikle camiye gitmeye Mevlidi-i Şerif’i daha bir dikkatle dinlemeye gayret ettim. İmam efendi ile beraber mırıldanacak kadar öğrenmiştim de. Hatta ‘şu imam daha iyi okuyor, bunun sesi o kadar iyi değil’ diyerek cami ve imam seçmeye bile başladım. Sonrasında daha ciddi okumalar ve kitaplar takip etti bu süreci.
Samet Altıntaş’ın kitabını eylül ayının başında edindim. Niyetim 26 Eylül’e denk gelen Mevlid kandiline kadar bitirmekti ama olmadı. Okurlar bilecektir ki bazı kitapların ancak kitabın ve başka diğer şartların tayin ettiği vakitleri vardır ve okur buna pek müdahale edemez. Kitabı okumak okulların ara tatile girdiği kasım ayında tatil sebebi ile bulunduğumuz Kırşehir’de nasip oldu. Yazar kitapta Necla Pekolcay’ı kaynak göstererek Süleyman Çelebi’nin kaynakları arasında Âşık Paşa’nın Garibnâme’si olduğunu söylüyor. Bu cümleleri okur okumaz kitabı elime alıp eve yaklaşık 2-3 km uzaklıkta bulunan Aşık Paşa’nın türbesine vardım ve kitabın bir kısmını da türbenin bahçesinde okumuş oldum ve elbette Fatiha’yı da. Aşık Paşa’nın türbesini ziyaret edip bir Fatiha okuyacağım varmış da Samet Altıntaş’ın kitabı vesile olacakmış işte. Kitapta Âşık Paşa ile ilgili bilgi verilen bölüm ‘Garibnâme’den Mevlid’e Mevlid’den İstiklâl Marşı’na’ başlığını taşıyor ve üç metin arasında bir ilişki kuruyor yazar. Bu ilişkiyi ise Türk düşünce dünyasının/edebiyatının en kıymetli isimlerinden alıntılar yaparak kuruyor. Garibnâme ile Mevlid’in ilişkisini az önce paylaşmış olduk. Şimdi ise İstiklâl Marşı’na gelelim. "Mevlid’i kaleme küçük Asya’daki Türk varlığının teşekkül devrinde Süleyman Çelebi almış. Türk ordusunun talebi üzerine düzenlenen yarışmanın birinciliğine altında Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı layık görülmüş. Ne yaptı da Süleyman Çelebi’nin Fetret Devri’nde yazdığı Mevlid, Türk milletine dokunabildi. Bu suali altnda Mehmet Akif’in imzası bulunan İstiklâl Marşı ile alakalandırmak ne kadar isabetli olabilir?" (s.55)
Fetret Devri demişken Mevlid-i Şerif’i ortaya çıkaran şartların Fetret Devri içerisinde şekillendiğini de söylemek gerekiyor. Yazar 180 sayfalık kitabın yaklaşık otuz sayfasını bu bahse ayırmış. Bilindiği üzere Ankara Savaşı sonrası Bayezid, Timurlu hanedanının kurucusu Emir Timur’a esir olmuştur. 1402-1413 yılları arasında sultanın oğulları arasında verilen saltanat mücadelesine ‘Fetret Devri’ denilmektedir. Bu süreçte Anadolu’da kurulmuş olan devlet idaresi yerle bir olmuş, toprak bütünlüğü bozulmuş, şehzadeler arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır. Fetret imparatorluğun belleğinde nörolojik bir zaman dilimine işaret eder, diyen yazar bu devir ile ilgili derli toplu bir değerlendirme yaparak Mevlid’in ortaya çıktığı siyasi ve içtimai şartları da ortaya koyuyor. Malum eser de 1409 senesinde Fetret’in sonunda meydana geliyor zaten. Süleyman Çelebi gibi Yunus Emre hazretlerinin de eserlerini Fetret Devri sürecinde meydana getirmesi tesadüf değildir, diyebiliriz. Şöyle ki Anadolu’da yeni kurulan devlet otoritesi bu devirde sarsılmış, halkın devlete olan güveni yıkılmış siyasi krizler devamında içtimai krizlerde de sebep olmuştur. Önce Allah sonra devlet, diyen halkın dayandığı iki önemli direkten biri yıkılmıştır. İşte bu dönemde Süleyman Çelebi ve Yunus Emre'ler halkın kafasındaki karışıklığı gidermek, halka varlık sebeplerini hatırlatmak üzere eserler meydana getirmiştir, dersek yanlış yapmış olmayız. Tam da burada sözü Silvan Alpoğuz’a bırakmakta fayda görüyorum. Ketebe’den çıkan Dünyayı Başlarına Yıkacağız adlı öykü kitabında zemin metinlere çok kıymetli bir gönderme yapıyor yazar. "Birinin çıkıp bir hikaye anlatarak dünyayı nasıl okumamız gerektiğini kulağımıza fısıldaması gerekir. … ‘Yunus Emre ya da Süleyman Çelebi’ dedi, ‘eserlerini vermemiş olsa bugün burada olamayacağımızı düşünürüm hep bu yüzden. Biri çıkıp o anımsatan hikayeyi anlatmak zorunda." (s.10). Silvan Alpoğuz’dan ifade ettiği bağlamda Süleyman Çelebi Fetret devrinde yol haritasını kaybetmiş Anadolu insanına dünyayı nasıl okuması gerektiğini fısıldıyor Vesiletü-n Necat ile. Bugünün modern dünyasında her an bir fetret krizi ve varoluşsal sancılar her yerimizi sarmış durumda. İşte bu sebeple Mevlid-i Şerif’i önemsiyoruz.
Yazar kitabında Mevlid-i Şerif’i birçok farklı boyutu ile ele almış. Bir edebi eseri olan Mevlid’in Türk dil ve edebiyatında bir çığır açtığını hemen her yazarın Süleyman Çelebi’den etkilenerek benzer metinler yazdığını da somut örnekler ile kitabında anlatmış. Süleyman Çelebi’nin muazzam eseri sadece Türk dilini değiş Türklere ait dün kültürünü de ciddi anlamda etkilemiş öyle ki Mevlidhanlık diye bir sanat alanı da ortaya çıkmış süreç içerisinde. Bununla birlikte Peygamber Efendimiz’in doğumunun kutlanmasını tarihi arka planı da yazarın temas ettiği konular içerisinde. Yazar bugünkü Mevlid kutlamalarının başlangıcı olarak 1144-1232 yılları arasını tarihliyor. Bu devirde Erbil’de Begteginliler Devleti hüküm sürmektedir. Ve hükümdar Muzaferüddin Kökböri zamanında Erbil kalesinde neredeyse gün boyu süren kutlamalar yapıldığı tarihi vesikalara yansımıştır. Tüm bunlarla birlikte her mübarek gecede ekranlarda ve sosyal medyada sıkça ve kanaatimce lüzumsuzca tartışılan ‘Mevlid okutmak bidat mı?' sorusu da yazarın dikkat çektiği hususlardan sadece biri. Süleyman Çelebi’yi Mevlid-i Şerif’i yazmaya sevk eden hususi hadisede da kitapta dikkatimi çeken yerlerden biri oldu.
Kitapta dikkatimi çeken ve paylaşmayı istediğim birçok husus var fakat yazarın kitabın sonlarına doğru Mahmud Erol Kılıç’tan alıntılayarak açtığı bahis hem bir soru hem de üzerinde durulması gereken bir teklif olarak dikkat çekiyor: Mevlid Kandili Tatil Olmalı Mıdır? Bir Türk hükümdarı olan Muzaferüddin Kökböri zamanında yapılan Mevlid merasimleri ile Osmanlı’da Rebiulevvel’in on ikinci günü okunan Mevlid-i Şerif dolayısıyla gerçekleşen ve Mevlid Alayı tarihi vesikalara yansımış iken bu sorunun cevabını vermek pek zor olmasa gerek, diye düşünüyorum ben.
Samet Altıntaş’ın 190 sayfalık kitabı nicelik olarak hafif görünse de nitelik anlamında çok ağır bir eser. Öyle ki hemen her sayfada zaman zaman sayfanın yarısını dolduran dipnotlar mevcut. Her bir dipnot ayrı bir zenginlik ve yeni okumalara kapı aralıyor. Bununla birlikte 20 sayfa civarındaki kaynakça ve indeks bölümleri de yazarın kitabı ortaya çıkarmak için faydalandığı arka planın ne kadar geniş olduğu hakkında bilgi veriyor okuyucuya. Kitap Mevlid’i anlatırken birbirinden ayrı tutulamayacak disiplinler olan dil, tarih, kültür, musiki, mimariden de faydalanıyor. Tüm bu yoğun bilgi akışı akademik bir usul ile sunulsa da yazarın yer yer sohbet yer yer deneme üslubunu tercih etmesi kitabı bir akademik okuma sıkıcılığından kurtararak konuya ilgi duyan herkesin okumasına imkan veriyor. Aynı zamanda kitap yazarın diğer dört kitabını da okuma merakı uyandıracak bağlantılara sahip. Kitabı okuyunca Nazım Hikmet, Şevket Rado, Ziya Paşa, Cemal Süreya, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tevfik Fikret gibi dönemleri ve düşünceleri farklı birçok edebiyatçının Mevlid’den etkilenmiş olduklarını da öğreneceksiniz.
Süleyman Çelebi ile başladık Süleyman Çelebi ile bitirelim o halde.
“Ey azizler üşde başlaruz söze
Bir vasiyyet kılaruz illâ size
Ol vasiyyet kim direm her kim tuta
Misk gibi kokusı canlarda tüte
Hak Teâlâ rahmet eyleye ana
Kim beni ol bir dua ile ana
Her ki diler bu duada bulma
Fatiha ihsan ide ben kuluna”
Enes Akçay
twitter.com/enesakcay_h
21 Ekim 2023 Cumartesi
Dünyanın en çok okunan şiiri: Mevlid
Türk tasavvuf tarihine ilgi duymaya başladığım yıllarda, Kocamustafapaşa'nın eskilerinden şunları duymuştum: Özellikle Anadolu'da bir gelenek vardır ki hâlâ yaşar. Hastanın başında yalnız Fatiha değil, Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekki’n-nüfûs'u da mutlaka okunurdu. Ama Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, mutlaka okunurdu. Yaşayan ve dolayısıyla yaşatan cephesiyle Mevlid’i, İbnülemin Mahmud Kemal İnal vaktiyle şöyle özetlemiş: “Vücud-u fanisi Bursa’ya ve eser-i bakisi diyar-ı İslam’a şeref veren Çelebi merhum, ne mesud insandır ki ruhu’l-kainat Efendimizin iltifat-ı seniyyelerine mazhar olarak manzume-i mübarekesi, memalik-i İslamiyye’nin her cihetinde asırlardan beri okunmuştur. Hâlâ okunuyor ve ebediyen okunacaktır.”
Gerek yazıldığı dönem itibariyle gerek Millî Mücadele’den sonra okunduğu ilk yer (Bursa) münasebetiyle Mevlid; kurucu ve toparlayıcı bir metin. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalanmanın eşiğine getiren bir Fetret Devri söz konusu. Yıldırım Bayezid tarafından tesis edilen merkezî devlet, bir anda tarihten çekilme tehlikesiyle karşı karşıya. Ancak burada çok önemli bir nokta var ki o da imparatorluğun bir “Rumeli imparatorluğu” olması. Zira Fahameddin Başar’ın İslâm Ansiklopedisi’ndeki Fetret Devri maddesinde belirttiği gibi “Bu iç mücadele ve karışıklık dönemi Rumeli topraklarındaki sağlam yerleşme sayesinde atlatılabilmiş, bu dönemde ortaya çıkan meseleler yarım yüzyıl kadar sürmüş, Osmanlı devlet teşkilatı, saltanat anlayışı ve veraset usulüne tesir edecek önemli gelişmelerin başlıca dayanağını oluşturmuştur.”. Mevlid’den bahsederken bunları da mutlaka bilmek gerekiyor. Zira yazma eylemi, bir nevi kazı çalışması. Henüz ilk kazıda ortaya çıkanlarla yetinmeyenler, köprü mahiyetinde geleceğe uzanan materyalleri de keşfetmiş oluyor. İşte, kazı çalışmalarıyla meşhur bir yazarımız da Samet Altıntaş. Lejand Kitap’tan çıkan Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım adlı kitabında, Mevlid’in “kurucu metin” olma vasfını teferruatıyla özetliyor. Kitabı, bugüne kadar Mevlid üzerine yazılmış diğer kitapların ve önemli anekdotların bir özeti olarak da okumak mümkün. Peki Mevlid’den bahsederken tarihin damarlarında gezinmeyi göze almak neden önemli? Altıntaş’ın yorumu şöyle: “Osmanlı demek genel hatlarıyla Rumeli demektir. Evet, Kuruluş’tan Kurtuluş’a, yani Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan repertuvardaki Balkan şifrelerini çözmek, devletin bir nevi ana işletim sistemini bilmek, yazılım kodlarını öğrenmek demektir. Böylesi bir derleme ve yorumlama, Türk tarihinin bazı spoilerını verecek, görklü tabloları ortaya çıkaracak, hikâyeyi görünür yapacaktır.”
Yıldırım Bayezid ile Timur arasında Ankara Çubuk ovasında meydana gelen savaş (1402), Osmanlı İmparatorluğu’nu bir felaketin içine bıraktı. Ortaya çıkan olumsuz tabloya rağmen Anadolu ve Balkan topraklarında sağ salim ve yeniden hâkim güç olarak çıkıldı. Elbette burada Çelebi Mehmed faktörü devreye giriyor. Önce şehzadeler arasındaki taht kavgasından galip çıkıyor, sonra da bölgedeki tüm feodal beylere ve hatta hanedanlara rağmen tek meşruiyet kaynağına dayanan imparatorluk geleneği tesis ediliyor. Burası, yeniden kuruluş döneminin mihenk taşı. 1923’e uzanan tarihimizdeyse bir Millî Mücadele dönemi var ki Mevlid orada da kuruculuk görevini yerine getiriyor. Ama önce geniş bir parantez: Selânikî’nin kaydına göre, 1566 Sigetvar Seferi sırasında Kanûnî Sultan Süleyman’ın vefatının saklanmaya çalışıldığı bir ortamda padişahın otağında 12 Rebiülevvel gecesi Mevlid okunmuş, ertesi gece de sadrazamın çadırında tekrarlanmış. Zira III. Murad döneminde, 1558 yılından itibaren Osmanlı protokolünde Mevlid alayı var.
Parantezi henüz kapatmadık, devam ediyoruz. Fetret Devri’ni nihayete erdirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun ikinci kurucusu olan Çelebi Mehmed, imparatorluğun taht-ı kadimi Bursa’ya bir Yeşil Külliye konduruyor. Samet Altıntaş’ın “Timur istilası sonrası hem madden hem manen yıkılan Osmanoğulları için bir nefes odası, oksijen çadırı, yeniden hayata dönüşünün işaret levhası” olarak yorumladığı Yeşil’in türbe mihrabını, Süheyl Ünver de vaktiyle şöyle konuşturmuş: “Dikkat ediniz! Bu tezyinat üslubum burasını kâfi derecede doldurduktan sonra, talebelerim vasıtasıyla Edirne’ye geçti. Bu Yeşil Türbesi’nde metfun olanın asil oğlu II. Sultan Murad zamanında Edirne’yi süsledi. Onlar fetihten sonra İstanbul’a geçtiler ve orada da Bizans eserlerindeki süslemelerden ve renklerden asla ilham almayarak, kendi zevklerince Türk ve Müslüman olan İstanbul’u, kitaplarından duvarlarına kadar tezyin ettiler. Ben, asil mazimin ince Türk zevki mahsulüyüm. Benden sonrakilere tam bir asır ilham verdim.”
Yeşil, Cemal Kafadar’ın yorumundan yararlanmak istersek “Biz varız ve buradayız!” diyen bir yapı. Bunu aklımızda tutalım ve parantezi kapatıp Millî Mücadele dönemine gelelim. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Millî Mücadele döneminde ilk defa Bursa’da okunuyor. Hem de Yeşil’de. Akıllara hemen şu soru gelebilir: Neden Ulu Cami’de değil de Yeşil Cami’de okunuyor? Mustafa Kara hocamız şöyle yorumluyor: “Aklıma şu husus geliyor. Bu cami de Yıldırım’dan sonra çok sıkıntılı günler yaşayan Osmanlı Devleti adeta yeniden kurulduğunda yapılmıştı.”
Şimdi Samet Altıntaş’ın çizdiği çerçeveyi takip ediyor ve o günlere dönüyoruz. Bursa’daki Yunan işgali, 11 Eylül 1922 tarihinde, Selanikli Şükrü Naili Paşa’nın şehre girmesiyle sona eriyor. Bir ay sonra, 11 Ekim’de ‘İstiklâl Harbi’nin yüzük taşı’ denen Mudanya Mütarekesi imzalanıyor. Bu son derece coşkulu ve umutlu günlerde, Yeşil Cami’nde bir mevlid-i şerif programı tertip ediliyor. Mustafa Kemal Paşa, 17 Ekim’deki ilk gezisini Bursa’da gerçekleştirerek aslında bir mesaj veriyor: İmparatorluk burada kuruldu, Cumhuriyet’e giden yol da buradan geçecek. Resmî karşılamanın yapıldığı yer de ilginç: Somuncu Baba namıyla bilinen Şeyh Hamîdüddin Aksarâyî’nin Bursa’dan ayrıldığı Duaçınarı. İçlerinde Yahya Kemal ve arkadaşlarının da bulunduğu epey geniş bir öğretmen ordusu Mudanya yoluyla Bursa’ya geliyor. Mustafa Kemal Paşa da Şark Tiyatrosu’nda içlerinde Fevzi Çakmak Paşa, Kazım Karabekir Paşa, İsmet Paşa, Kemaleddin Sami Paşa’nın da olduğu bir kalabalığa konuşma yapıyor. Derken İsmet Paşa ve Türk Ocağı mensupları Yeşil Cami’ye gidiyorlar. Öğle namazının ardından Süleymaniye Camii başmüezzini Hafız Kemal Efendi ve Enderun müezzinlerinden Hafız Muhammed Bey, Mevlid okumaya başlıyor. Arif Hikmet Bey’in Bursa Seyahati adlı kitabında o büyülü dakikalar şöyle anlatılıyor: “Coşkun ses caminin duvarlarına çarpıyor, inliyor, herkesin kalbine giriyor, herkesi ağlatıyordu. Şehir ruhları büyük aşk ve dualarla inleyen büyük kubbenin bağışlayıcı ve imkân dolu derinliğinde manevi bir ışık gibi yanıyordu. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ve hükumet üyeleri, bütün Bursa halkı oradaydı. Cami dolmuş, avlu dolmuş, bütün sokaklar dolmuştu. Hacı Faik Efendi’nin duasından sonra, Yeşil Cami’den bu fanilik ve uhreviliğin karıştığı yere bizden bir şey ruhumuzun kutsal ateşini bırakmış gibi yavaş yavaş, sessizce çıktık.”
Samet Altıntaş, Mevlid’in önemini yeniden hatırlattığı Ansızın Bir Ses İşitti Kulağım’da aslında şuna dikkat çekiyor: Allah’ın bir lütfu olan Süleyman Çelebi tarafından 15. yüzyılda Bursa’dan bütün İslâm coğrafyasına yayılan Mevlid, bize bizi hatırlatmaya devam ediyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
8 Kasım 2021 Pazartesi
Tarihin yanlış tarafına düşmek: Şeyh Bedreddin
Anakronik ve ideolojik bakış açısı, önemli şahsiyetleri kurgulanmış bir tarihin içine sokarak evvela onların anlaşılmasına mâni olur. Bu anlaşılmazlık neticesinde söz konusu şahsiyetler, tarihin sol yahut sağ yanına düşerek, hayatlarında belki de hiç önemi olmayan meselelerin, kavramların referansları olur. Meraklı okuyucu, durup dururken kendini bir sarmalın içinde bulur. Bu sarmalda temel kaynakların ve üzerine çalışılan şahsiyetin bizzat yazdığı eserlerin rengi maalesef ki yoktur. Bunların yerini araştırıcının siyasi gözlüğü almıştır. Dolayısıyla okuyucu, merak ettiği şahsiyeti daha tanımadan soğur veya okurken dahi onu belirli kavramların gölgesinde konumlandırır.
Türk tasavvuf tarihinin bu tip sıkıntılardan dolayı en çok zarar görmüş, kurgulanmış bir tarih anlayışının içine hapsedilmiş simalarından en önemlisi Şeyh Bedreddin’dir. Rumeli (Simavna) çocuğu olan, Fetret Devri gibi kıldan ince kılıçtan keskin bir zamanda yaşamış, zamanın en önemli hocalarından dersler (sarf, nahiv, fıkıh, hadis, astronomi, mantık, felsefe) almış, kelâm ve fıkıh âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî ve Anadolu’nun İbn Sînâ’sı diye anılan hekim Hacı Paşa ile ders arkadaşlığı yapmış, Sultan Berkuk’un oğlu Memlük sultanı Ferec’e sarayda üç yıla yakın eğitim vermiş, önceleri tasavvufa mesafeliyken evliliğinden sonra tavır değiştirip Ahlatlı Şeyh Seyyid Hüseyin’e intisap etmiş, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirdiği vahdet-i vücûd öğretisine sımsıkı bağlı kalmış, saltanat mücadelesinde bulunan Mûsâ Çelebi’ye kazasker olmuş, yazdığı İslâm hukukuna dair Câmiʿu’l-fusûleyn’i ve tasavvufa dair Vâridât’ı geniş coğrafyalarda okunmuş, hâlâ üzerlerinde büyük soru işaretleri gezinen müridlerinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi isimlerin de etkisiyle isyancı kabul edilip Çelebi Sultan Mehmed tarafından idamına hükmedilmiş ve yine Rumeli’de (Serez) fânî alemden bâkî âleme göç etmiş, sadece bu paragraftan bile anlaşılabileceği gibi son derece destansı yaşamış, ardında efsanevi hikâyeler ve menkıbeler bırakmış nadide isimlerden biridir Şeyh Bedreddin. Onu bir başka Simavlı; hâcegân yolunun ulularından Ubeydullah Ahrâr’ın müridi, İstanbul’daki ilk Nakşibendî tekkesini kuran Emîr Buhârî’nin şeyhi, Nakşibendiyye’nin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük etmiş Abdullah-ı İlâhî şöyle değerlendirir: “Vâsılînin kutbu, Hakk’ı gerçekleştirenlerin sultânı, muvahhidinin delili… Şeyh Bedreddin diye bilinen şeriat ve din kemâlinin ta kendisi Kadı-oğlu Mahmud.”
Hilmi Ziya Ülken, İslâm düşünürleri arasında en güçlü olarak İbnü’l-Arabî’yi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi ve Şeyh Bedreddin’i kabul ettiklerini söylerken, acaba Nâzım Hikmet neden sadece Şeyh Bedreddin’e dair destan yazmıştır diye bir soru sorabilir miyiz? Neden sormayalım? Bizi bir neticeye götürecekse, arı kovanına çomak sokmak götürecektir. “Nâzım Hikmet’i Şeyh Bedreddin Destanı’nı yazmaya iten neden, kendisine bir soy bulmak kaygusu idi. Bedreddin Destanı güzeldi, ama amacına ulaşmayan bir oka benziyordu. Çünkü târihsel diyalektik, Bedreddin hareketine göre değil, Osmanlı’nın kurmuş olduğu devlet çekirdeğine göre işliyordu” demiş Profesör Cahit Tanyol. Demek ki ortada, Bedreddin’i merkeze alarak devletle insan, siyasetle velayet, akılla iman ve hatta tasavvufla isyan arasında olabildiğince makul bir denge kurabilecek çalışmalara ihtiyaç var. İşte, Samet Altıntaş’ın Ben Şeyh Bedreddin: Derviş-Devlet-İsyan’ı, bu cesareti ve özgünlüğü ilk sayfasından son sayfasına dek taşıyan bir çalışma. Altıntaş, tarihin mutlak değil muğlak olduğunu hatırlatırken, asıl hikâyenin çoğu zaman geçmişin net alanlarında değil flu alanlarında saklandığını söylüyor.
Osmanlı’nın idari mekanizmasına itiraz ettiği için sağcılar tarafından dudak bükülen Bedreddin, solcuların her fırsatta yaklaşmaya çalıştığı bir isim. Yine sağcılar tarafından zındıklıkla itham edilen Bedreddin, solcular için hakiki bir komünist. Onu anlamak ve tanımak isteyen bir meraklı kendini çok büyük bir kaosun içinde buluyor böylece. İşi hiç de kolay değil. Bir taraftan dünyevi arzular, diğer yandan siyasi ihtiraslar sebebiyle çoktan yorumlanmış bir Bedreddin var karşısında. Yazar, dekoderi kitabın en başında kuruyor: “Bedreddin figürü sofistike bir biyografi aslında. Hem öyle marşlar okunarak değil, az biraz Muhyiddin İbnü’l-Arabî’yi bilmekle belki anlaşılabilir. Çünkü ilerleyen satırlarda da karşımıza çıkacağı üzere Simavlı’nın vahdet-i vücûd anlayışıyla hemhal olması, hayatını baştan ayağa değiştirecek bir tavır olacaktır. Evet, ‘hakikat’in vizöründen maziye bakmak perdeyi çekip pencereden gelen soğuk havayı teneffüs etmek gibidir.”
Ben Şeyh Bedreddin, ‘art of storytelling’ örneği bir kitap. Samet Altıntaş gözüne yakın (yakîn) gözlüğünü takıp, Michel Balivet’ye göre “belli düşünce hareketlerinin ve sospolitik gerginliklerin kesişme noktasında yer aldığı açık” olan Bedreddin’in üzerine tozlanmış perdeleri kaldırarak gidiyor. Edebiyatın gölgesinde serinleyerek tarihin aralık kalmış pencerelerini de kapatıyor, cereyanın metafizik olanına işaret ediyor. Bunu yaparken önemli sorular sormayı da unutmuyor: “Şeyh, tımar sistemine tamamen, büsbütün, baştan sona karşı mıydı; yoksa uygulamadaki suiistimalleri tashih etme yolunu mu seçmişti?”
Kitabın bol fotoğraflı, bol referanslı oluşu, bir belgesel çekimine misafir ediyor okuru. Belki de Altıntaş’ın en etkileyici taktiği, çalışmasını kuşatan İsmet Özel şiirleri. Açıkçası bunca yıl İsmet Özel okumuş biri olarak, dizelerin Şeyh Bedreddin’e ne kadar uyduğunu keşfetmek büyüleyici oldu. Buyurun, celladına gülümseyip gülümsemediğini bil(e)mediğimiz Bedreddin’in hafızalardaki fotoğrafının şerhi: “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat / gök yarıldı, çamura can verildi / linç edilmem için artık bütün deliller elde…”
1924 yılında mübâdele yoluyla Serez’i gözyaşları içinde terk eden Türkler, ihtimal ki türbesini kazıp Şeyh Bedreddin’in kemiklerini kendilerince güvenceye alırlar. Kemikler uzun seneler Sultanahmet Camii’de -bazı rivayetlere Fatih Camii’nde- ve 1961 yılına dek Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilir. Bakanlar Kurulu kararı ile 29 Kasım 1961 günü İstanbul’da, Divanyolu üzerindeki II. Mahmud Türbesi’nde toprağa verilir. Ne kadar ilginçtir ki Osmanlı’ya isyân eden Şeyh Bedreddin’i cumhuriyet idaresi sahiplenmiş, padişah ve devlet ricalinin mezarlarının merkezine yerleştirmiştir. Ahmed Güner Sayar bu durumu “akıl ve akılcılıkla açıklanamaz” sözleriyle değerlendirir. Kitaptan şu şaşırtıcı satırlarla/sorularla yazıma nihayet vermek isterim: “Çelebi Mehmed’in kızı Hafsa Sultan tarafından Şeyh’in idamından yirmi üç sene sonra, yani 1443’te Bursa’da inşa ettirdiği caminin adının Bedreddin olması tesadüf müdür, ya da Şeyh’e karşı geç kalınmış bir devlet özrü müdür? Ve Nâzım annesi Ayşe Celile Hanım’ın oğlunu görmek için 1949’da Bursa’ya gelip, Bedreddin Camii’nin yakınlarında ev tutması tarihten bir ikaz mıdır?”
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 21. sayısında yayınlandı.
9 Şubat 2021 Salı
Boğaz'ın azizleri, gönül yurdunun sultanları
Yahyâ Kemâl, İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar şiirine "Bir ulu rüyayı görenler" diye başlar. Bir başka güzide semti anlattığı Koca Mustapaşa şiirinde ise "Seyredenler görür Allâh'a yakın dünyâyı" der. Şairin burada iki manevi beldeyi anlatırken kullandığı seyretmek, görmek ve rüya kelimeleri çok önemli. Çünkü rasyonel yaşıyoruz. Akıl, zihnimizi zindana çevirmiş durumda. Gönül yıkık, kalp paramparça. Aradığımızı, sadece akılla arıyoruz. Oysa gayret için aşk kâfidir. Aklıma gelmişken, vaktiyle Üsküdar'da bir şeyh efendi dervişine altı ay Allah demeyi yasak etmiş. Derviş şaşkın. Nasıl olur, nasıl olur diye yanıyor. "Evladım" demiş şeyh baba, "sen kafanda kendince bir put yaratmışsın, ona Allah diyorsun."
Pandemi yaşadığımız şehirle aramızı açtı. Soluklanacak yer niyetiyle imkan buldukça mezarlara ve muhafızlara gidenler bir nebze sakin. Âşıklar sükûnet verir elbet. İşte, gidemeyenler için bir imkan. Şahane bir kitap: Boğaz'ın Dört Muhafızı. Üslubuyla, fotoğraflarıyla seyir zevki yüksek bir belgesel gibi. Geldiği günden beri elimde. Bitmesin diye ara ara okuyorum. Samet Altıntaş'a, çalışmasını gönderme nezaketinde bulunduğu için teşekkür ediyorum. Hani tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diye bir söz var ya, kargo paketini açar açmaz ağzımdan çıkan söz oluverdi. Kitabın, daralan ve sıkışan yüreklere ferahlık vermesini dileyerek biraz sayfalar içinde gezinelim istiyorum.
Yazar, muhafızları anlatırken bir şehre ve tarihe hangi yönlerden bakılması gerektiği konusunda zihin açan atıflarda bulunuyor. Bir yandan tasavvuf literatüründe önemli yeri olan, diğer yandansa oldukça güncel eserlerden yararlanıyor. Mesela bunlardan biri, Mustafa Kirenci'nin hazırladığı ve Tâhirü’l-Mevlevî'nin 1910-1951 yıllarını kapsayan İstanbul yazıları: Bahar Kadar Taze, Hayat Kadar Nazik. Yine mesela, Walter Benjamin'in Pasajlar'ı, Italo Calvino'nun Görünmez Kentler'i ve elbette Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'i, Yakup Kadri'nin harikulade eseri Erenlerin Bağından'ı da eşlik ediyor okuyucuya, onun ölü toprağına bürünmüş his dünyasını harekete geçirmek için. İstanbul'u yeniden ve her şeye rağmen güzellikleriyle görebilmek için.
İstanbul, bütün azizliğini içinde yatan azizlere borçludur. Onlar, Hakk'ın Hayy esmasıyla her an hazırdır ve nazırdırlar. Kimlere? Nazar edenlere. Gözle görmek için evvela gönül kapısını açmak gerektiğine inananlara. İstanbul'da sırlı birçok büyük zât sık sık ziyaret edilir, manevi makamları hürmetine Hakk'tan yardım talep edilir, her türlü darlık ve zorluk anında o büyüklerin isimleri anılır. "Kara toprağın altında gül deren elleri gördüm" demiş Yûnus. Bu topraklarda gönlü sıkışan kim varsa evvela o gül deren elleri görmeye gider. Onlardan aldığı kuvvetle Hakk'a niyaz eder. Kimi zaman, "benim yüzüm yok, şu gül yüzlünün hürmetine" der. Böyledir buralar. Naz mayalıdır.
Samet Altıntaş, dikkatli okurların anlayacağı üzere İstanbul'un değil, boğazın muhafızlarına odaklanmış. Onlar, tabiri caizse karşılıklı birer kale gibi dikilirler İstanbul'un kenarlarına. Hikmet-i Hüdâ, bulundukları konum itibariyle insanın gözüne de gönlüne de şifa olurlar. Hava ayrı güzeldir oralarda, güneş sanki başka parlar, bulutlar narince geçer, çiçekler birbirlerine sanki koku fısıldar. Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beşiktaş'ta Yahyâ Efendi, Beykoz'da Yûşa, Rumelikavağı'nda Telli Baba; her vakitte dertli gönülleri bekler. Türk İstanbul, onlarla Türk'tür. Aziz İstanbul, onlarla azizdir. Bugün, her ne kadar güzel bakmaya çalışıp da güzeli pek göremesek de, onlar vesilesiyle yaşadığımız şehrin hâlâ güzel olduğuna inanırız, inanmak zorundayız. Aksi, edebe mugayir olur.
Sultanlara sultanlık eden sultan dendi mi, akıllara Hüdâyî gelir. "Yedi padişah mübarek ellerini öpmüşlerdir, Sultan Ahmed Han önünde yaya yürümüştür, 170 bin müride izin vermiştir, asrın kutbudur, hakikat sırları hazinesine ulaşan, marifet çeşmesinin çeşmebaşıdır" der Evliyâ Çelebi onu anlatırken Seyahatnâme'sinde. Büyükler demiş ki, Hüdâyî İstanbul'a gidene kadar bu toprakların manevi anlamda merkez beldesi Bursa idi. Yine derler ki bir insan, iki kez doğmalı. İlk doğum anadandır. İkinci doğum mürşitten. Üftâde, o aşk dolu nefesiyle üfledi, böylece Bayramiyye yolunun Celvetî kolu, Hüdâyî tarafından kurulmuş oldu. Sonra o koldan ne büyükler doğuverdi, bazılarının isimlerini anmadan olmaz: Selâmi Ali Efendi, İsmâil Hakkı Bursevî, Fenâî Ali Efendi, Haşim Baba... Sabah ezanından kısa bir süre evvel Hüdâyî yokuşunu tırmanmak, birbirinden esrarengiz kokular eşliğinde kapısına varmak, merdivenlerini bir ömrü bitiriyormuş gibi ağır ağır çıkmak, şükretmek, şükretmek ve daima şükretmek, insana öyle kalp safaları verir ki... Bir kere sevilmek dahi insana yeter. Hazret ne buyurmuş: "Vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde bir Fatiha okuyanlar bizimdir."
Muhteşem Süleyman'ın süt kardeşi dendi mi, akıllara Yahyâ Efendi gelir. Onun dergâhı, sanki İstanbul'u seyreden koskocaman bir yüz ve İstanbulluların gönlünü hoş etmek için bekleyen bir kutlu belde gibidir. "Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkıverilen bir bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir" der Tanpınar, Beş Şehir'inde. İlham mı arıyorsun? Gözyaşı mı dökmek istiyorsun? Af mı diliyorsun? Derin bir tefekküre dalmak yahut sadece uyuklamak mı istiyorsun? Orada muhakkak mükafatı vardır. Özellikle son yazdığım şaşırtmasın, istemeden de olsa uyuyup nice mükafatlar alan büyüklerimiz olmuştur. Çünkü niyet mühimdir, neden gittiğin mühimdir. "Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi" der İbn Arabî sultan. Aşkla gideni, Hızır'ın dostluk ettiği Yahya Efendi boş çevirir mi hiç? Onun sultanlığı, maddi değil manevi sultanlıktır. Bu sebeple zamanın gayrimüslimleri dahi ziyaretinden vazgeçmemiştir. Öte yandan, dergahın bir çeşmesi vardır, Sultan Hamid tuğralı. İşte o çeşmenin arkasında eskiden bir selvi ağacı varmış. Yahyâ Efendi ile Hızır sultan burada buluştukları rivayet edilirmiş. Bu rivayet, aklı küçüklere fazla gelmiş. 1980'li yıllarda caminin o zamanki imamı tarafından bid'at diye kestirilmiş. Ya hu Hızır istese senin evinin damında buluşur istediğiyle, dememiş mi acaba hiç kimse...
"Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve târih sahnesinde biriktirdiğimiz topladığımız nafaka ve sermâyemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden geleneğinden, târihinden mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz." diyor Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi'nde Tarih adlı tadına doyulmaz kitabında. Lokmayı sadece maddi bir şey zannettiğimizden, peşinde koştuğumuz da dünya oluyor sadece. Oysa manevi lokmalar, kişiyi hem bedenen hem kalben hem de zihnen doyurur. O lokmalara talip olanlardan kimileri Yûşâ Tepesi'nde alıyor soluğu. Yahya Efendi'nin üç gece üst üste Yûşâ'yı rüyasında gördükten sonra kabrini keşfetmesi, kabrin yeri net biçimde belirlenemediğinden o kadar uzun olması, orada yatanın Yûşâ olup olmaması bahs-i diğer manevi lokma talipleri için. Onlar zaten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına" demişler, sabır ve şükür sarhoşu olarak niyaz etmeyi bir yaşayış hâline getirmişler. Turistik ziyaretle gidip dönenleri hariç tutuyoruz. Sonra, bir de Telli Baba var. Onun yaşadığı zamanlarda Kâdirî tâc-ı şeriflerine tel örülürmüş. "Allah'ın gelinleri" der gibi. İşte Telli Baba da o telleri örermiş, bu meşgalesiyle nam salmış. Göçtükten sonra da bilhassa evlenemeyen, evlat sahibi olamayan, geçiminde darlık yaşayanların ziyaretgâhı olmuş kabri. Öyle ki, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak önce kız ardında da erkek evlat sahibi olmak için bir dost tavsiyesi üzerinde gitmiş Telli Baba'ya. Mevlâ'ya Telli Baba'nın nazı geçmiş ki sahaflar şeyhi Ozak da yirmi beş yıllık evliliği geride kalırken birer birer kavuşmuş evlatlarına, adaklarını da yerine getirmiş titizlikle.
Samet Altıntaş, dikkatli okurların anlayacağı üzere İstanbul'un değil, boğazın muhafızlarına odaklanmış. Onlar, tabiri caizse karşılıklı birer kale gibi dikilirler İstanbul'un kenarlarına. Hikmet-i Hüdâ, bulundukları konum itibariyle insanın gözüne de gönlüne de şifa olurlar. Hava ayrı güzeldir oralarda, güneş sanki başka parlar, bulutlar narince geçer, çiçekler birbirlerine sanki koku fısıldar. Üsküdar'da Aziz Mahmud Hüdâyî, Beşiktaş'ta Yahyâ Efendi, Beykoz'da Yûşa, Rumelikavağı'nda Telli Baba; her vakitte dertli gönülleri bekler. Türk İstanbul, onlarla Türk'tür. Aziz İstanbul, onlarla azizdir. Bugün, her ne kadar güzel bakmaya çalışıp da güzeli pek göremesek de, onlar vesilesiyle yaşadığımız şehrin hâlâ güzel olduğuna inanırız, inanmak zorundayız. Aksi, edebe mugayir olur.
Sultanlara sultanlık eden sultan dendi mi, akıllara Hüdâyî gelir. "Yedi padişah mübarek ellerini öpmüşlerdir, Sultan Ahmed Han önünde yaya yürümüştür, 170 bin müride izin vermiştir, asrın kutbudur, hakikat sırları hazinesine ulaşan, marifet çeşmesinin çeşmebaşıdır" der Evliyâ Çelebi onu anlatırken Seyahatnâme'sinde. Büyükler demiş ki, Hüdâyî İstanbul'a gidene kadar bu toprakların manevi anlamda merkez beldesi Bursa idi. Yine derler ki bir insan, iki kez doğmalı. İlk doğum anadandır. İkinci doğum mürşitten. Üftâde, o aşk dolu nefesiyle üfledi, böylece Bayramiyye yolunun Celvetî kolu, Hüdâyî tarafından kurulmuş oldu. Sonra o koldan ne büyükler doğuverdi, bazılarının isimlerini anmadan olmaz: Selâmi Ali Efendi, İsmâil Hakkı Bursevî, Fenâî Ali Efendi, Haşim Baba... Sabah ezanından kısa bir süre evvel Hüdâyî yokuşunu tırmanmak, birbirinden esrarengiz kokular eşliğinde kapısına varmak, merdivenlerini bir ömrü bitiriyormuş gibi ağır ağır çıkmak, şükretmek, şükretmek ve daima şükretmek, insana öyle kalp safaları verir ki... Bir kere sevilmek dahi insana yeter. Hazret ne buyurmuş: "Vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde bir Fatiha okuyanlar bizimdir."
Muhteşem Süleyman'ın süt kardeşi dendi mi, akıllara Yahyâ Efendi gelir. Onun dergâhı, sanki İstanbul'u seyreden koskocaman bir yüz ve İstanbulluların gönlünü hoş etmek için bekleyen bir kutlu belde gibidir. "Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkıverilen bir bahçede hayatla o kadar kardeştir ki bir nevi erme yolu yahut aşk bahçesi sanılabilir" der Tanpınar, Beş Şehir'inde. İlham mı arıyorsun? Gözyaşı mı dökmek istiyorsun? Af mı diliyorsun? Derin bir tefekküre dalmak yahut sadece uyuklamak mı istiyorsun? Orada muhakkak mükafatı vardır. Özellikle son yazdığım şaşırtmasın, istemeden de olsa uyuyup nice mükafatlar alan büyüklerimiz olmuştur. Çünkü niyet mühimdir, neden gittiğin mühimdir. "Arzun sahih olsaydı, sana çareler gösterilirdi" der İbn Arabî sultan. Aşkla gideni, Hızır'ın dostluk ettiği Yahya Efendi boş çevirir mi hiç? Onun sultanlığı, maddi değil manevi sultanlıktır. Bu sebeple zamanın gayrimüslimleri dahi ziyaretinden vazgeçmemiştir. Öte yandan, dergahın bir çeşmesi vardır, Sultan Hamid tuğralı. İşte o çeşmenin arkasında eskiden bir selvi ağacı varmış. Yahyâ Efendi ile Hızır sultan burada buluştukları rivayet edilirmiş. Bu rivayet, aklı küçüklere fazla gelmiş. 1980'li yıllarda caminin o zamanki imamı tarafından bid'at diye kestirilmiş. Ya hu Hızır istese senin evinin damında buluşur istediğiyle, dememiş mi acaba hiç kimse...
"Yürüyen zaman, varlığımızı dirliğimizi, asırlar içinde ve târih sahnesinde biriktirdiğimiz topladığımız nafaka ve sermâyemizi silip götürdü. Açız. Göreneğinden geleneğinden, târihinden mâzisinden kesilmiş, bir lokmaya muhtaç garipleriz." diyor Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi'nde Tarih adlı tadına doyulmaz kitabında. Lokmayı sadece maddi bir şey zannettiğimizden, peşinde koştuğumuz da dünya oluyor sadece. Oysa manevi lokmalar, kişiyi hem bedenen hem kalben hem de zihnen doyurur. O lokmalara talip olanlardan kimileri Yûşâ Tepesi'nde alıyor soluğu. Yahya Efendi'nin üç gece üst üste Yûşâ'yı rüyasında gördükten sonra kabrini keşfetmesi, kabrin yeri net biçimde belirlenemediğinden o kadar uzun olması, orada yatanın Yûşâ olup olmaması bahs-i diğer manevi lokma talipleri için. Onlar zaten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına" demişler, sabır ve şükür sarhoşu olarak niyaz etmeyi bir yaşayış hâline getirmişler. Turistik ziyaretle gidip dönenleri hariç tutuyoruz. Sonra, bir de Telli Baba var. Onun yaşadığı zamanlarda Kâdirî tâc-ı şeriflerine tel örülürmüş. "Allah'ın gelinleri" der gibi. İşte Telli Baba da o telleri örermiş, bu meşgalesiyle nam salmış. Göçtükten sonra da bilhassa evlenemeyen, evlat sahibi olamayan, geçiminde darlık yaşayanların ziyaretgâhı olmuş kabri. Öyle ki, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak önce kız ardında da erkek evlat sahibi olmak için bir dost tavsiyesi üzerinde gitmiş Telli Baba'ya. Mevlâ'ya Telli Baba'nın nazı geçmiş ki sahaflar şeyhi Ozak da yirmi beş yıllık evliliği geride kalırken birer birer kavuşmuş evlatlarına, adaklarını da yerine getirmiş titizlikle.
Samet Altıntaş, Boğaz'ın Dört Muhafızı kitabında İstanbul'u aziz yapanları anlatıyor. Şehrin ebedi nefesleri eşliğinde uzak ve yakın tarihi birliyor, okunması zevkli bir kitap-belgesel sunuyor meraklılara.
İnsan, gönlünü doyurmak ve ruhunu onarmak için İstanbul'u adımlamaya başladığında, kalbinin sesini iyi dinlemeli. Gün olur ki ayakları götürüverir bir büyüğün başucuna. Hürmet ve sevgi karşılıksız kalmaz oralarda: "Edeple gelen, lütufla gider"...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)