30 Mayıs 2017 Salı

Her sararan sayfası sahaf kokan bir tarih

Muhammed İkbal, 1873 yılında, günümüz Pakistan devletinin vilayetlerinde yer alan Siyalkût şehrinde fani dünyanın ilk nefesini almıştır. 1947’de yeni bir İslam ülkesinin doğuşuna vesile olan, hayattaki yegâne ikbalinin İslam devleti kurmak olduğu, Müslüman filozof, edip ve politikacıdır. O, Pakistan’ın Umman Denizi’ne olan fikir kıyısıdır. İbn-i Haldun’un “Coğrafya da kaderdir” sözünün tecessüm ettiği, kendisinin de bir cümlesinde “…sonuçta milletlerin kısmetini belirleyen etkenler hususunda ben de kaderciyim” diyerek tasdiklediği toprağının düşünce atasıdır.

Fertler ve uluslar ölürler ancak onların manevi evlatları durumundaki fikirleri asla yok olmaz, diyen bu kudsî mücahit, Avrupa karşısında Müslümanların yenik duruşundan rahatsızlık duymuş ve bu durum içini pârelemiştir. Özellikle Hindistan’da bulunan Müslümanların emniyeti ve refahı için diğer tüm inananları kapsayacak ve kollayacak olan bir İslam devletinin oluşması, onun nezdinde zaruri bir hal teşkil etmiştir. “İslam'ı Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemeliyiz,” meşhur sözüyle günümüzü asırlar evvelinden mahirane bir biçimde yorumlamış ve ahvalimizi görmüştür.

M. İkbal, bu kurtuluşa hatırı sayılır emekler vermiş, ülkesinin birlik oluşturması için girdiği mücadelelerde kalbine inen hüzzam gözyaşları, divitine mürekkep olmuş, zamanla kâğıt üzerinde devlet bulmuştur. O, bu yönüyle İstiklâl şairimiz Mehmet Akif'le benzerlik göstermekle birlikte, bir nevi Akif’in Pakistan versiyonu, ülkesinin nurefşânı, ay-yıldızı olmuştur.

Köken itibariyle geldiği Doğu tohumlarını yere saçmamış, mamafih Batı’ya olan merak ve hevesle geleneksellikle modernliğin kritiğini kendi içinde yapmaya çalışmış; nihayetinde iki medeniyeti asimile olmadan sindirmeyi başarmıştır. "Tarih, içinde ulusların seslerinin kayıtlı bulunduğu büyük bir gramofondur," diyerek plağın içindeki asrı iyi bir şekilde dinlemiş, dönemini analiz edip sentezlemiş ve bu sayede Şark’ta Akif’e, Garp’ta ise Nietzsche’ye ayna tutmuştur.

Girizgâh niteliğinde bahsettiğimiz bu özelliğini İkbal, Şarktan Haber isimli eseriyle kişiliğine münhasır hale getirmiştir. Elimizde bulunan 1956 yılı basımlı, Ali Nihat Tarlan'ın çevirdiği bu kıymetli eser, iple bağlanmış her sararan sayfasında sahaf kokan bir tarihi akseder. Kitap, Tarlan’ın giriş yazısı, İkbal’in önsözü, Afganistan Hükümdarı’na ithafı, Tur Lalesi, Fikirler, Şarab-ı Bakî, Garplı Ruhu ve İkbal’e Dair Bilgiler olmak üzere bu ve alt bölümlerinden oluşur.

İthaf bölümünde, Afganistan Devlet Hükümdarı Emanullah Han’a övgü dolu tavsiyeler vererek; Frenk diyarının pirine, eski İran şiirinin meftunu olan Alman şair Goethe’ye duyduğu hayranlıktan bahseder. Goethe’nin Şarka selam göndermesine karşılık (Garplı-Şarklı Divan eserinden 100 yıl sonra) kendisinin de Şarktan Haber isimli bu eseri bir nazire olarak yazdığının haberini verir ve ekler; "bu suretle Şarkın gecesine ay ışıkları serptim. Goethe’yi tüm cihana sesini, şiirlerini duyurmuşken, kendisini bir mütevazı edasıyla, ben ancak ıssız çöllerde feryat eden bir çanım," diye nitelendirir. Kur’an-ı Kerim’de geçen “eşya ilmi” nin Batı’da pozitif bilimler olarak canlanmasıyla Garbı aydınlatmasına değinir. Açık açık Batı’nın biliminden etkilenmemizi dile getirmez ama bilim ve servetin milletin itibarını oluşturduğunu tavsiye ederek, ona aralıklı bir kapı bırakır. Devlet işlerinden aşk mevzularına kadar hana birçok konuda öneri sunar. Memleket ve din işleriyle karşılaştığı bir zamanda kendi nefsinde yalnız kalmasını, gönlünü murakabe etmesini, bu şekilde sıhhat bulacağını söyler.

163 Rubaî’den oluşan Tur Lalesi başlıklı bölümde İkbal, edebi sanatlardan özellikle teşbih ve teşhis sanatlarını kullanarak, günümüz diliyle dörtlükler sunmuştur. Her bir rubaî kendi içerisinde derin manalarla bağlanmış, çeşitli benzetmelerle süslenmiş ve ele alınan konular itibariyle İkbal’in ne kadar sentezci bir şair olduğunu bizlere kanıtlamıştır. Doğu ile Batı arasında tampon görevi gören M. İkbal, hem dini vecizelerden hem aşk şarabından nasıl sarhoş olduğundan hem de aklın ilime açılan kapısından usûl dersi verir. Onun şiirlerinin arasında anlam denizinde kaybolurken, İkbal’i hangi kefeye koyacağını şaşırır okur. Çünkü bir bakar tam bir gönül şairi görür, bir de bakar didaktik öğeleri ağır basan birini karşısında bulur. Sık karşılaştığımız mevzulardan biri de bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere lale figürü örneklemeleri üzerinde durmuştur. Tur Lalesi’nden birkaç örnek rubaî verecek olursak:

- Gönlümün aydınlığı içimin yanışındandır. Gözümün cihanı görmesi kanlı gözyaşı döktüğümdendir. Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına daha da yabancı olsun!
- Ey gönül, pervane gibi bu akılsızlık, münasebetsizlik daha ne kadar sürecek? Bir kere de kendini kendi ateşinle yak. Ne zamana kadar yabancının ateşi etrafında dönüp duracaksın?
- Varlık, yokluk uçurumundan çık, yüksel. Bu “nasıl ve ne kadar” kayıtlarıyla bağlı olan cihanın üstüne çık. Kendi varlığındaki benliği mamur et. İbrahim gibi Kâbe mimarı ol.
- Eğer ince duygulu isen bana yaklaşma; zira nağmelerimden damla damla akan, benim kanımdır.
- Ya Rabbi, şu cihanda ne güzel bir kaynaşma, bir hengâme var: Herkesi ayrı bir kadehten sarhoş etmişsin. Bakışlar birbiriyle uyuşuyor ama gönlü gönle, canı cana yabancı yaratmışsın!
- Eğer lale gibi yanıyorsan bu yanıştan bir şey çıkmaz. Ne kendi yanışınla kendini yakıyorsun; ne de bir dertlinin gecesini aydınlatıyorsun.
- Vefa nedir bilmezdi, bir yabancı gibi alakasızdı. Bakışı durmadan onu görünce göğsümden uçtu gitti; onun eline alışmış, onun tarafından yetiştirilmiş olduğunu nereden bileyim?
- Benlik, ne zaman başlamıştır, kimse bilmez. Benlik sabah akşam halkası içinde değildir. Hızırdan şu emsalsiz nükteyi işittim: deniz, kendi dalgasından daha eski değildir.

Efkâr (Fikirler) bölümünde ise, daha çok gül temasını işleyen Muhammed İkbal, şiirlerinde ilk yaratılışı da konu edinir. Ayrıca çemen (Farsça’da yeşillik, çimen anlamında) de sıkça kullanılan bir kavram olarak benzetmelere bürünür. Âdem’in doğuşunu, “hayatın kucağında kendinden habersiz yatan arzu gözünü açtı, bir başka cihan ortaya çıktı. Hayat dedi ki: Ömrüm boyunca çırpındım; nihayet bu köhne kubbede bir kapı gözüktü” diye anlatır. Şeytanın dilinden konuşur, yine ustaca kullandığı teşhis sanatıyla. Âdem’in Allah huzurundaki konuşmasından bahseder:

- Ey, can yıldızını kendi güneşi ile aydınlatan Rabbim! Bu kör âlemin mumunu benim gönlümden yaktın.
- Ben yerin altından girdim; feleğin üstüne çıktım. Zerreyi de güneşi de büyüleyen benim.
- Cihanın, insanı büyüleyen güzelliği beni doğru yoldan çıkardı. Ama sen bu günahımı bağışla, özrümü kabul et!
- Onun büyüsüne tutulmazsak cihan bize râm olmaz. Yalnız niyaz kemendi ile naz esir edilmez.

Bununla birlikte Fikirler kısmında yaratılıştan yıldızlara, ebedi hayattan ilimle aşka, hikmetten şiire, uçağa, güveye, doğan kuşuna, sabah rüzgârına, ateşböceğine, çiy tanesine, insana, yalnızlığa ve Allah’a kadar birçok konu üzerindeki düşüncelerini nazım şeklinde ve genelde diyaloglar halinde sunar.

- Çemenin toprağında kâinatın sırrı var.
- Eğer hayat sırrına vakıfsan, arzu dikeninin her anı batıp rahatsız etmediği bir gönül arama, böyle bir gönle bağrında yer verme.
- Yıldızların düşünceleri: “Biz denizdeyiz, görünürde bir sahil yok. Bize ezelden yürü dediler; lakin bu kervanın konağı nerede?” – “Zaman kemendine tutulmuş esirleriz. Varlıktan mahrum olmak ne bahtiyarlıktır.”
- İlim: “Zaman denen şey benim kemendime esirdir.” 
Aşk: “Gel bu fani dünyayı gül bahçesine çevir. Bu ihtiyar cihanı yeniden gençleştir.”
- Gel, ciğer yarası üzerindeki perdeyi kaldıralım. Güneş çıplak olduğu için ışıkları cihanı kapladı.
- Aşk sözünü havâ ve heves peşinde koşanlara ne söylüyorsun? Süleyman sürmesini karıncanın gözüne çekme!

Besmeleyle başladığı Şarab-ı Bakî bölümünde de Muhammed İkbal, 45 gazele yer verir. Her bir satırın kafiyesiyle bir derya olan ve okuyanı okudukça düşünmeye sevk eden bir niteliği vardır. Alıntılarla bitiremeyeceğimiz o gazellerden bazıları şunlardır:

* Zannetme ki, ezel âleminde bizim çamurumuzu yoğurdular. Biz henüz varlığın kalbinde bir hayalden başka bir şey değiliz.
* Kendi ruhunu murakabe eden insanın şiarı budur: Artık ne vardan ne yoktan bahseder.
* Bir bakış, bir gizli gülümseme, bir damla parlak gözyaşı… Sevgiye inandırmak için başka bir yemine lüzum yoktur!..
* Aşk, ne güzel şeydir ki, ayrılık gününün zaafından canımızı senin aşkına bağlayan başka bir bağ vücuda getirdi.

Son olarak ele alacağımız husus Muhammed İkbal’in “Garplı Ruhu”nu gösteren yazılarını inceleyerek aktarmaktır. İkbal, bu bölümde de zihniyetini oluşturan, fikirlerini şekillendiren, kısacası onu etkileyen hem doğunun hem de batının düşünür ve şairlerinden bahseder. Bazı yerlerde Frenk diyarının filozoflarını yermiş; Mevlana’nın görüşlerini yüceltmiş bazı yerlerde de Batı’nın ilmini kendi yazılarına nasıl yansıdığından apaçık bilgi vermiştir. Bir örnekle tasdikleyecek olursak; Mevlana ile Hegel’i ele alarak, doğunun büyük mutasavvıfı için: “O bir güneştir ki, tecellisinde Rûm ve Şam aydınlanmıştır” der; Garbın diyalektik filozofu Hegel için de: “O Alman hâkimi ki, tefekkürü ile (ebedi) üzerindeki zaman elbisesini çıkarıp atmış, onu apaçık bir hale getirmiştir. Hayalinin genişliği önünde dünya, darlığından utanç duymuştur” diye bir tanımlamada bulunur. Zannediyorum ki, ona Hegel’i tasvir ettiren neden, Mutlak Geist ve Tin kavramlarını kullandığı fikridir. Yani Tin kendisini tarih aracılığıyla gerçekleştirir, tarihte de neden-sonuç ilişkisi vardır. Tin (us) tarihselliğe, zaman ise diyalektik bir kimliğe aittir (Gökberk, 1993: 300). “Kalbi mümin, dimağı kâfir” sıfatını Nietzsche için kullanır. Eğer nağme istiyorsan ondan kaç! Onun kaleminden çıkan fikirler gök gürültüsü gibidir, Garbın gönlüne o neşter sokmuştur diyerek batının evrensel sesini böyle benzetmelerle tanımlar.

Locke’un meşhur Tabula Rasa öğretisini de; “Seher onun kadehini güneş şarabı ile parlattı. Yoksa lale gülistana boş kadehle gelmişti”, bu şekilde açıklayarak, doğuştan boş levha olan zihni boş kadehle ilişkilendirir.

Bergson’a da bir haber vardır, bu metinler içinden: “Hayata irfan sahibi ve anlayışlı bir gözle bak; kendi öz yurdunda gurbete düşmüş gibi yabancı yabancı dolaşma! Senin kurduğun tefekkür sistemi baştan aşağı batıl evhamdan ibarettir. Gönlün terbiyesi altında yetişmiş bir akıl ile hayatı mütalaa et!”. Buradan da anlıyoruz ki bu sözleri sarf eden İkbal, Bergson’un kurduğu sezgicilik (entiusyonizm) fikrini bir kuruntudan ibaret olarak görmüştür. Ona, öz varlığı içinde yokluk şüphesine düşüp de kendisine yabancılaşmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Feylosoflarla derdini bitirdikten sonra tekrar şiire ve şaire yönelir. Ona göre, nasıl yabani gül akçesiyle ekmek satın alınmıyorsa, bu değerde şairin parası da pazarda geçmez. O, duygusuyla, hisleriyle, aklıyla, doğusuyla ve batısıyla bir yaşayan şairdir. Bununla alakalı olarak Muhammed İkbal örnek aldığı, Mirza Galib ile Bidil'in kendisine Batı şiirinin değerlerini hazmetmekle birlikte duygu ve ifadesinde nasıl Doğulu kalınabileceğinin resmini çizdiklerini söyler. Şahsi kanaatime göre, İkbal öyle bir şairdir ki, sanatını hem toplum için hem sanat için hem de kendi gelişimi için kullanmıştır.

Biz ne kadar onu ve eserlerini anlatmaya çalışsak da, bir şeyler hep eksik kalacak.

Ben bir muammayım (hatta kendim için bile); ancak bu muammayı herkes bilmekte; ben tüm dünyanın bildiği o sırrım!

Onu hakkıyla bilip, layıkıyla tanıyabilme ümidiyle…

Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

Hatır için değil hakkaniyet için söyleyen şair

"Ben ki hayattan düştüm, kime çektimse böyle
Gelmeseydim dünyaya o kadar kırılmazdım
Bu yüzden seviyorum her şeyi ölesiye."
- Yaşamak Ölesiye, Yan Tesir, sf. 13 

Her şairin, her şiir okuyucusunda ayrı bir yeri vardır, olmalıdır. Bu bir ululama değil, aksine kadir kıymet bilmektir. İsmet Özel'in dizelerindeki "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat" hakikatini söyleyebilmek için; sanatçılara yaşarken değer vermelidir has bir okuyucu. Bu hususta Orhan Veli'yi haklı çıkarmamalı: "Ölürüz diye mi üzülüyoruz? / ne ettik, ne gördük şu fani dünyada / kötülükten gayri?"...

Hüseyin Akın, her şiir kitabını birer ders niyetine okuduğum, günümüz Türk şiirinin nadide bahçelerinden biri. Kanaatim odur ki, birçok has şiir takipçisi yahut sevdalısı için de öyle. En azından öyle olmalıdır. Bir öğretmen olarak ne şanslıdır onun öğrencileri. Birkaçıyla tanıştım, bu şansın farkında olanlar da vardı olmayanlar da. Hayat zaten kimi affedip kimi affetmeyeceğini böyle seçer: Farkında olanlar yahut olmayanlar.

Ay Tanığım Olsun, Ömrümün Kısa Günü, Kumaştan Çalan Terzi, Çöl Vaazları ile toplu şiirlerini barındıran Sevmek Karanfil ve Kiraz adlı kitaplarından sonra Yan Tesir'in beşinci şiir kitabı olduğunu söyleyebiliriz şair için. Şule Yayınları etiketiyle Mayıs 2017'de neşrolunan kitap, iki bölümden oluşuyor: Hüseyni Şiirler ve Türkçe Sözlü Hafif Şiir. Toplam 38 şiir var Yan Tesir'de. Kitabın ismi, bölüm isimleri ve şiirlerine verilen isimler, tıpkı deneme kitaplarında olduğu gibi Hüseyin Akın'ın bir "isim seçme erbabı" olduğunu gösteriyor. Hem titiz, hem de dahice. Birkaç misal vereyim: Yaşamak Ölesiye, Diş Bileyciler Çarşısı, Ölürsem Ölürüm, Süper(sin), Sinop/sis, Allah'ın Pastasından Bir Dilim, Annemden Duyduğum Kadarıyla Hayat, Gece Nöbetinde Bir Oğulun Babasına Söylediğidir, Kayıp Kızlar İlahisi, Son/Uç İlahisi, Söylenmemiş Yalana Bir Şey Gerekmez, Yağmura Kısa Film...

Hüseyin Akın'ın bir diğer Allah vergisi özelliği, maşallah ki hafızasıdır. Ayrıca bugüne kadar birlikte yer aldığımız söyleşi yahut panellerde gördüm ki kendi şiirlerinden çok İsmet Özel şiiri okur, ama ezberden okur. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir" diye başlar, mûsıkî biler bir ritimle sonuna kadar belirgin bir âhenkle okur. Bu âhenk anlayışı, hiç şüphe yok ki tüm şiirlerinde görünebilir. Bir müzik albümü dinlenirken nasıl ki ruhta sakinlik ve sükûnet tebarüz ediyorsa, Akın'ın şiirleri de aynı etkiyi yaratır. Yalnız bazen insan oturduğu yerden kalkmak, yumruğunu havaya kaldırmak ister. Bazen de benim gibi "bu dizeyi ben yazmak isterdim ama yazmış kadar oldum" der. Özellikle şu son söylediğimi en çok yaşadığım şair Hüseyin Akın'dır. Çok istediğim bir şeyi yapacağım şimdi, şiirlerinden kıtalar değil mısralar paylaşacağım:

- Heceden geçmeseydim ben ona bahçe derdim
- Abartsaydım seni ben gökyüzünü öperdim
- Google'dan mezun çocuklar bunu bilirler
- Bağışlar her şeyi bir keman sesi
- İnsan bir şeyler söylemek için hayata dair yaklaşır çiçekçilere
- Yok, bulamadım dünya gibisini, dolaştım bütün oyuncakçıları
- Herkes tarih okur, ben pencereden bakarım
- Herkes yerli yerinde, yerinde değil tabir
- Niye geldik dünyaya? Damatlık beğenmeye
- İnsanın gündemi: kendinden geçmek
- Susulan her sözcük kopabilir

Topraktan uzak göğe yakın ama gökyüzüne değil. Böyle yaşıyoruz. Şair bu yaşayışta "Evin yolu bu kadar, ekmek yoksa savaş var / avuca tüneyen kuş "gök nerde?" diye sordu" dizeleriyle nöbet tutuyor. Tüm uykusuzlukları hakkında konuşurken, "onu ben bir poğaça kâğıdına sarmıştım" diyor. Bunca uyanık arasında kendince bir uyku türküsü tutturuyor: "Bırak gözü açıklar hayatı sobelesin / yumalım gözümüzü, kanatlansın şarkımız."

Deneme yazmak, herkesin deneyebileceği bir şey gibi gözükse de kendince bir tavır, karakter ve duruş gerektirir. Şiir biraz da Allah vergisidir ama deneme olunca Allah, kulunu "buyur kağıt ve kalem, göster hünerini" der gibi bırakır. Bu bırakılışla birlikte deneyici, eğer şairse, kelimeleri bir saz semaisi gibi diziverir. Ortaya içten, dürüst ve gerçek metinler çıkar. Bu minvalde, son yıllarda Hû DönüşüKaybolmak İçin Nereye Gitmeli? ve Yalan Dünyanın Yanlış İşleri gibi çok önemli kitaplara imza atan Hüseyin Akın'ın yeni bir deneme kitabı daha görücüye çıkıyor: Tespitçi Dükkânı. Bu haberi vermeden bu yazıyı bitirseydim içim rahat etmezdi. İçimin tam manasıyla rahat etmesi için kitaptan bir paragraf aktarmam da lâzım: "İnanmakla sevmek arasında sanki dağlar varmış gibi birinden diğerine giden yolları önyargılarımız ve peşin fikirlerimizle tıkıyoruz. Saatlerce oturup kalkıyoruz ama birbirimizin gözlerinin içine bakmadan ve yüreğine hiç dokunmadan..."

Bu yazının başlığını Hüseyin Akın'ın son köşe yazısından devşirdim. Bir görev bilinciyle ve samimiyetle devşirdim. Çünkü şair Hüseyin Akın'ı da öyle bilirim. Popüler olandan, piyasa edebiyatından, performans şenliklerinden uzak; hatır için değil hakkaniyet için söyleyen bir şair olarak bilirim. Hakiki şairlerin koruyucusu Allah, daima gönlünü genişletsin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Yazmak, yalnızlık ve Duras

Yazmak, insanın içinde saklı yabancıya ulaşmasıdır. Yabancılık da yalnızlıkla ilişkili bir farklılıktır. Yazar, yani yalnız insan, bu uğraşıyla kendisini bedensel çalışmadan kopmuş hissediyor. Normal ya da yazar açısından “anormal” sayılan gerçek yaşamın sınırlayıcı ve zorlayıcı çerçevesi, uyum sağlanabilmesi mümkün görünmeyen bir sıradanlık hali alıyor. Kendi dünyasını kurmak isteyen bir çocuğun hayalleri gibi, daima teoride kalan bir ütopya oluşuyor yazarın zihninde. Olanlar ve olması gerekenler arasında bir çatışma yaşıyor yazarın iç dünyası.

Yazar düşünen insandır, aklını yoracak hiçbir meselesi kalmadığında bile, ki bu mümkün gözükmeyen bir varsayımdır, düşünmek üzerine düşünen, daima yalnızlık olgusuna çare arayan ve en önemlisi yalnız olmasına rağmen insanlarla bütün duygularını ve bilgilerini paylaşan insandır. Yazar, bir bakıma sessizlikten kurtulmaya çalışır. Her şeyden kaçarak, hepsine kavuşmak istemek gibi bir şey. İnsan fiziksel açıdan hiçbir zaman yalnız değil, fakat ruhunu canlı tutamadığı müddetçe daima kopuk, daima bir şeylere yabancı. Kendisine yabancı, çevresine yabancı, yaradılışına yabancı.

Yalnızlığın anlamı ne ise, yazarak yabancılaşmak, biraz da sosyal hayattan koparak ‘yabanıl’laşmak aynı şey gibi duruyor. Belki bir nüans var arada. Niçin, ne amaç uğruna yazdığınıza bağlı yalnızlığınızın anlamı. Faydalı olabilmek için mi, yoksa farklı olabilmek için mi yazıyorsunuz? Bunun cevabıdır aslında ilgilenmemiz gereken konu.

Okumanın anlayışı zenginleştirmek olduğu bir gerçekse, yazar yalnız bir insan ve yazmak ise sadece basit bir yalnızlık yahut yabancılaşma çabası olarak algılanmamalıdır. Yazar belki biraz kendisi için, çoğunlukla da başkaları için hayatını feda eden insandır. Bu yüzdendir ki, bazı anlayışlara göre ‘yazmak’ bir cihat olarak kabul edilir ve müspet anlamda yazarların, âlimlerin ve tabii öğretmenlerin çok müstesna bir yeri vardır. Bunun inançla paralellik gösterdiği de muhakkaktır.

Entelektüel bağlamda yalnızlığın derinliği, mânâsı ve mistizmi inanç sistemine bağlıdır. Neyin uğrunda yalnız kaldığınızla anlamlanır bir yerde yabancılaşmanız. İnsanın mutlak surette yalnız, fakat nihayetinde Yaratan’ıyla her zaman ve her yerde beraber olduğuna göre hiçbir zaman yalnız olmadığını düşünürsek, yalnızlık göreceli bir kavram oluyor. Bu farkı kişinin inancı belirliyor ve gerçekten yalnız olup olmadığına böylece karar verebiliyor.

Marguerite Duras, yalnızlığın bir yerden sonra deliliğe adım attırdığını söylerken, belki de bu inanç farklılığından kaynaklanan çıkmazı yaşıyor olmalı. İnsanın, hatta kuvvetli bir yazarın bile, yalnızlığa büyük yaralar almadan alışabilmesi için daima hüküm altında olduğunu gururuna sindirebilmesi ve bunu bir kişilik sorunu yapmadan kabullenebilmesi gerekiyor. Evet, yazar aslında yalnızdır. Fakat bu yalnızlığını bütünüyle bir sessizlikten ibaret görmesi de, kalabalıklar içinde yalnız olduğunu fark etmemesi kadar yanlıştır. Yalnızlığın, somut gerçekliği bir yana, tek boyutlu bir soyutluk gibi iptidai bir meseleye indirgenmesi önemli sorun.

Amacım mistik bir çözümlemeye kalkışmak değildir elbette. Yalnızlığın, yabancılaşmak kadar kendini tanımak anlamına geldiğini de belirtmek istiyorum. İşte anlatmak aşkına vurulan yazarın ne denli önemli bir konumda bulunduğunu, kendisini tanıyarak başkalarına tanıtmakta, böylece insanlar ve toplumlar arasında iletişim kurmak borcunda olduğunu söylüyorum. Bu küçümsenemeyecek kadar önemli bir uğraştır.

Bir Hadis-i Kutsi’de; “Kendini bilen, Rabbini bilir,” buyruluyor. Kanımca insanın kendisine ve dolayısıyla Yaratan’ına ulaşmadaki yoluna işaret ediliyor. İnsan ve yazarın yalnızlığa sığındıkça kendisine ulaştığı ve düşünme adına olumlu bir adım attığı bir gerçekse, bununla yaratılış amacımız arasında bir bağ olmalı.

Son dönem batı edebiyatının önemli yazarlarından Marguerite Duras’ın Yazmak isimli kitabından yola çıkarak inançsızlığın, yalnızlığın ne denli “yabancılaşmak” anlamına kaydırıldığını, olumlu ve olumsuz anlamda geliştiğini vurgulamak istiyorum. Duras, “Yazı bilinmeyendir,” diyor; “Kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen... Bir düşünce bile değildir yazmak; insanın kendi kişiliğinin yanında sahip olduğu bir tür yetidir, kendine koşut bir başka kişinin yetisi, ortaya çıkıp ilerleyen, gözle görülmez, düşünceyle, öfkeyle donanmış ve kimi zaman, kendi edimi yüzünden yaşamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan... İnsan ne yazacağını bilseydi, hiçbir şey yazamazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu...

Duras’ın üzerinde durduğu yalnızlık, buruk bir yabanileşme. Her şeyden kopmak ve soyutlanmak. Belki ilk başta bir amaçla yola çıkmak, daha sonra amaçsızlık denizinde yolunu kaybetmek, tesadüflerin rüzgârıyla keder ve neşe arasında gidip gelmektir. Ne yaptığını bilir yazar, yani bilmelidir. Sezginin büyük bir rolü yok değildir. Yazı, evet, bir keşiftir. Çoğu zaman yazdıklarınız sizin kontrolünüzden çıkarak başka bir düzleme kayabilir. Bu gayet doğal bir şey. Yazar, yazdıkça yeni şeyler keşfeder. Bir bilim adamıyla yazar arasındaki temel fark da budur esasında. Fakat neyi, niçin anlattığını bilmeyen bir aklın parlak zekâsı, gayesizliği savunmaktan ileri gidemez. Yazmak, anlatmaktır. Öyleyse planlanmadan, ölçüp biçilmeden anlatılmaya kalkışılan şeyler, sahibini yönetir. Hayır, yazar ne yazacağını kesinlikle bilmelidir. Bu bir rüya değildir. Sezgi, ilham, bunlar keşfin yol açıcılarıdır. Her şey tabii ki yazarın kontrolünde olmayabilir, bazen doğal bir süreçte amaçlarınız farklı anlamlar kazanabilir. Bir dil ve üslup sanatı olan yazarlığın bilimsel çalışmalardan farkı, ruh dünyasındaki bilinmeyenleri keşfetmek oluşudur. Her ne kadar kontrol dışına çıksa bile, planlı ve programlı, ciddi bir uğraştır.

Duras’ın; “İnsan yazsaydı, ne yazardı çabası” olarak algıladığı yazmak edimi, doğru, keşiftir bir bakıma. Fakat bir farkla ki, neyi keşfedeceğini bilen ve isteyen bir kâşifin amacına ulaşması, başarmasıdır. Yazı yel gibi gelip geçmez. Bu güzel bir çayın boğazınızdan geçip gitmesi kadar sıradan, geçici bir haz veren iş değildir. Artık ortada kimse için olmasa bile, yazarın kendisi için son derece faydalı olan bir ürün vardır. Akılda uçuşan milyonlarca düşünce kırıntısının somut hale gelmesi ve sonsuza kadar yaşayacak olmasıdır. İtiraf etmek gerekirse, biraz da gurur verici bir şeydir bu.

Duras, yazmayı yaşamak kadar önemli buluyor. Bu noktada hakkı var. Yazmak düşünmektir, aldırmaktır, umursamaktır, önemsemek ve endişe etmektir. Her ne kadar acı verse de yalnızlık değerlidir. Sessizliğin sesini ve yalnızlıkta ortaya çıkan kendinizi dinlemek ve anlatmak önemlidir. İşte “yazmak, içinizdeki yabancıya ulaşmaktır” derken, o yabancının kim olduğunu düşünmek gerek. Yazar, anlamakla ve anladıklarını anlatmakla yükümlü kişi ve insanlık tarihini tarihçilerden daha gerçekçi aktarması gereken bir memurdur.

Platon’un deri ki: İnsan, anlayabildiği kadar yaşar. Anlatmak, anlamanın sonucudur. Yaşamın bir amacı olduğu muhakkaktır. Bu yüzden, insanın hayatın akışına kendisini teslim ederek, açık ve gizli gerçekler konusunda düşünmeden, kaygısız yaşaması kabul edilebilir bir durum değildir. Düşüncesiz, bilgisiz ve dolayısıyla amaçsız bir yaşamın, insanın kolayına geldiği için daha rahat olduğunu savunmanın acziyet olduğu muhakkaktır. İnsanın, varoluşuna bir anlam verebilmesi için kesinlikle kendisini tanıması gerekir. Bunun için de başkalarını, başkalarının hayatını, düşünce ve psikolojik yapısını bilmesi gerekir. Hayatı tanımak için, amaçların anlam kazanabilmesi için, insanın sadece kendi tecrübelerinden değil, başkalarının tecrübelerinden de yararlanması gerekir. Bunu ifade eden güzel bir söz: “Akıllı insan, yaşadıklarından ders alandır. Daha akıllı olanı ise, başkalarının yaşadıklarından ders alandır.” Bunu gerçekleştirmenin en kolay ve sağlıklı yolu ise, tabii ki okumaktır.

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu

23 Mayıs 2017 Salı

Sayılarla var olan bir aşk hikâyesi

Teknoloji hızla ilerliyor. Teknolojik aletler her geçen gün ufalıyor ve daha da fazla işlevi gerçekleştirme becerisine sahip oluyor. Bu değişimi ve hızı takip etmek çoğu zaman güçleşiyor. Geçmişte bilimkurgu romanlarında, distopyalarda okuduğumuz, hem şaşkınlık hem de tedirginlik hissettiren teknolojik ürünlerin birçoğunu bugün kullanır durumdayız.

Son birkaç yıldır gündemdeki en heyecan uyandıran teknolojik konulardan biri yapay zekâ. İnsanoğlunun uzaylı istilasından sonra en büyük kâbusu, yapay zekânın dünyayı ve insanları ele geçirmesi. Şimdilik uzak bir olası senaryo gibi görünse de teknolojideki hızlı ilerlemeye bağlı olarak, çeşitli iradi kararların sahibi olan yapay zekânın hayatımızda yer alması beklediğimizden de kısa sürebilir. Zekâyla birlikte duygular da işin içine karıştığında neler olacağını kestirebiliyor muyuz? İnternetteki sosyal medya uygulamalarından ve çöpçatanlık sitelerinden doğan aşklara ve hikâyeleri alıştık. Peki, bedeni olmayan bir algoritmayla duygusal ilişki geliştirme döneminin kıyısındaysak? Sahibinin ihtiyacı olan her şeyi (bilgi, ilgi, başarı vs.) sunan bir robotun platonik aşka düşmesinin hikâyesine de alışabilecek miyiz?

Eric Sadin, Yarının Aşkı isimli romanında, sahibi hakkında her türlü bilgiye erişebilen (duyguları, düşünceleri, gündelik işleri vb. birçok başlık sayabiliriz) bir robotu ana kahraman olarak karşımıza çıkarıyor ve 24 saatlik bir zaman dilimini bu robotun gözünden okuma fırsatına sahip oluyoruz. Fransız yazar ve filozof Eric Sadin, teknolojinin küresel sistemler üzerindeki etkileri ve gündelik yaşam üzerindeki etkileri üzerine yürüttüğü araştırmalarıyla da tanınıyor. Dolayısıyla, romanın satır aralarında, okuru araştırmaya ve konuyla ilgili derinleşmeye iten detaylar var.

Yarının Aşkı’nın konusundaki heyecanı, kitabın üslubunda yakalamak zaman zaman zor oluyor. Romanda, bir nano-robotun hizmetinde olduğu kişiye aşık olmasının sıra dışılığına vurgu yapan ve okuru sürükleyen akıştan koptuğumuz bölümler var. Bunun nedeninin, Sadin’in konu hakkındaki akademik ve profesyonel bilgisinin, yazara, kurgudan ziyade rasyonel bir zeminde ilerleme kararı aldırması olduğunu düşünüyorum.

Romanda dikkatimi çeken ve en vurucu olduğunu düşündüğüm şey, sahibine hizmetin sınırlarını zorlayan nano-robotun ufak bir hatası nedeniyle varlığının sonlandırılması, yani “güncellenmesi” detayıydı. Sahibine verdiği hizmetteki ufak bir hata, platonik aşka düşen nano-robotu “güncelleme” istemeye zorluyor. İşler planlandığı gibi gitmiyor, hata yapan bir robotun mükemmelleşmeye iman edilen bir dünyada varlığını sürdürebilmesi kabul edilir gibi değil.

"İnsan ömrüyle karşılaştırıldığında kısa olan yazgım ortalama olarak 6 ila 8 ay biçilen yaşam sürem her bir yeni sürüm ile birlikte sürekli eksiliyor." [sf. 73]

Kusurluluğuna rağmen hizmet verdiği kişiye aşık olduğu için dünyadaki varlık zamanı azalsa da beslediği aşkı bitkinlik içinde artıyor.

Günümüz dünyasındaki “mükemmele övgü” sevdasına bir eleştiri olarak okunabilecek bu detay, dünyanın artık bizi kusurlarımızla kabul edebilecek bir yer olmadığının altını çiziyor. Bu yeni dünyada tek hedef var: herkesin ve her şeyim mükemmel olması. Tesadüfe, hesapsızlığa, aniden başlayan yağmurun altında ıslanıp sırılsıklam olduktan sonra halimize gülebilmeye yer yok. Bunun yerine, “güne ışıldayan bir yüzle başlama operasyonunu başarıyla tamamlayan” teknolojilerin hayaliyle yaşıyoruz.

Sahi, bizim raf ömrümüz de hızlı tükenmeye başlamadı mı? Yaşlılık belirtilerimizi saklayamaz duruma geldiğimizde, sabahlara kadar süren mesailer sonrası hastanenin yolunu tutmaya başladığımızda, tüketme çılgınlığının anlamsızlığını keşfettiğimizde birileri bizi de “güncelleme”ye çalışmıyor mu? Daha iyisini yapamadığımız için (daha iyisi, sistemin belirlediği “daha iyi”yi işaret ediyor), daha mükemmel görünemediğimiz için, daha çok şeye sahip olamadığımız için şikâyet etmediğimiz günlerin sayısı ne kadar?

Okurları, teknolojinin hayatımızdaki işgaliyesi ve kanıksadığımız dünya sistemiyle ilgili sorular sorduracak ve ürkütücü cevaplar bulduracak çarpıcı bir okuma yolcuğunu bekliyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Bizim büyük milli romantizm sevdamız

"Milli tarih telâkkisinin romantik devrini, Türk nasyonalizmi de tabiatiyle görmüştür. Avrupa tarihçiliğinin Türkler hakkında hiçbir ilmî esasa dayanmıyan çok haksız menfî telâkkileri karşısında, bizim romantik tarihçiliğimizin aksülameli de ister istemez çok müfrit ve mübalağalı oldu."
- M. Fuad Köprülü, 1940

Tanzimat'tan itibaren hem siyasî hem de edebî olarak müthiş malzeme üretti Türk politik kültürü. El'an üretmeye de devam ediyor. Nâmık Kemal'den Cemil Meriç'e kadar çalışmaları yeniden incelenmesi gereken birçok isim, aynı zamanda romantizmin kalemlerini, seslerini oluşturuyor. Yalnız kitaplarda değil, halk masallarında, efsanelerde, fıkralarda ve elbette mitlerde derin bir romantizm tütüyor. Türk Muhafazakârlığı ile söylenmeyen gizemleri koca bir tepside okuyucuya sunan Hasan Aksakal, eylül 2015'te İletişim Yayınları tarafından neşredilen Türk Politik Kültüründe Romantizm'de; milliyetçi, muhafazakâr, İslâmî tarafı ağır basan bir yolculuğa çıkıyor. 312 sayfalık bu yolculuğun sol şeridinde Kemalist, halkçı, devrimci romantikleri de okumak mümkün.

Romantizm öyle büyük bir soru işareti ki Friedrich Schlegel, 1793 yılında kardeşi Wilhelm’e gönderdiği mektupta “Sana en az 125 sayfa tutacağı için romantik kelimesine dair açıklamamı gönderemiyorum” diye yazmış. Aksakal, kitabın girişinde romantizmi tanımlamanın "karmaşık doğası gereği, en başından itibaren daima sorun"lu olduğunu söylüyor ve kitabının tabiri caizse nasıl bir yükün altına girdiğini şöyle ifade ediyor: "Sistematik bir birlikten ziyade başına buyruk sanatçı ve düşünürlerin şekillendirdiği bir hareket, bir yaklaşım, bir felsefe, bir dünya görüşü olarak Romantizm, Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu ve birkaç on yıl içinde tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar farklı çehrelere sahip oldu. Bugün bile Romantizm, aradan geçen 250 yıla rağmen belirsiz sınırları ve çözümlenemez karmaşıklığı nedeniyle hâlâ bir “muamma”dır."

Aksakal, beş bölüme ayırdığı eserinin ilk bölümünde modernleşmenin çelişkileri içinde Türk romantiklerini masaya yatırıyor. Türk romantizminin ne olduğu, Nâmık Kemal kültü, romantiklerin sürgün hayatı, trajik acıları ve erken ölümlerini anlatıyor. Gençlik, ortaçağ, Rousseaucu toplumsal düzen tasavvuru, tercüme, melankoli, mâzi, rüya, antikapitalist tavır eksikliği; Türk romantizminin ana temaları olarak irdeleniyor. Yazara göre Türk düşüncesini romantikleştiren sorunlar da bu bölümde yer alıyor: Entelektüel pusulasızlık, aydınlanma eksikliği, çelişkili modernleşme. Bölümün sonunda ise şarkiyatçılığa karşı tutulan garbiyatçılık aynasının, yani batıya karşı tutturulmuş üstünlük türküsünün garabeti, tuhaflığı, anlaşılamaz inatçılığı yorumlanıyor: "Son yüz elli yıllık tarihe bakıldığında, Romantik akımın, belli ölçüde değişim ve dönüşüme uğramakla birlikte, dâhil olduğu Türk sanat ve fikir dünyasında kendisine merkezî bir yer bulduğu anlaşılıyor. Bu noktada Türk aydınlanmasının ne ölçüde Aydınlanma'nın temel değer ve ilkelerini sahiplendiğine  dair yapılacak bir değerlendirme, Türk Romantizminin de ne ölçüde Avrupa Romantizmine sadık kaldığını gösterecektir." [sf. 80]

İkinci bölüm, "Volksgeist: Herder'den Bu Ülke'nin Ruhuna" başlığını taşıyor. Kanaatimce kitabın en kritik bölümü. İlk defa Gottfried Herder'in kullandığı ve "halk ruhu", "milli karakter", "ortak kültürel doğa", "müşterek mensubiyet" gibi anlamları karşılayan volksgeist, Türk edebiyatında cumhuriyetin kuruluşundan Cemil Meriç'in Bu Ülke'sine kadar hiç vazgeçil(e)memiş bir kavram. Yazarlar, şairler, tarihçiler ve çoklukla yönetici sınıf sık sık 'muhteşem mazi'den bahsederken karşı tarafın başvurduğu kavramlar ise daha çok taşra romantizmi, folklor, köycülük ve pastoral değerler oluyor. Bu bölümde çok net biçimde görülen bir şey var ki romantizmin sağ kanadına forsa kazandıran ruh, elbete 'milli' ruh: "1772 tarihli "Dilin Kökeni Üzerine" başlıklı meşhur makalesinde Herder, "Bir şair çevresinde bir ulus yaratır, insanlara görülecek bir dünya verir ve onların ruhunu bu dünyaya yönlendirmek üzere elinde tutar" diye yazmıştı. Bu anlamda, İskoçların milli ruhunu şair Scott'un hikayelerinin, Almanların milli ruhunu şair Goethe'nin Faust'unun, Türklerin milli ruhunu Vatan şairi Nâmık Kemal'in üflediğinin sıkça söylenmesi, bu birikimde üzerinden yeniden yorumlandığında görüleceği gibi, tesadüf değildi. Kemal, ruh-u milli'yi bulmak adına, Celâleddin Harzemşah'ın önsözünde "konuların tarihten seçilmesi, milli hayatın köklerinin oradan çıkarılması, halka iniş, büyük kütlenin diliyle temas" gibi ifadelere başvurarak, Türk romantizminin 'beyanname'sini yazıyordu." [sf. 93]

Kitabın sol romantizm ağırlıklı bölümü, üçüncü bölüm; Romantizmin Taşrası: Folklor, Popülizm ve Köycülük. Burada masalsı bir anlatı olarak memleket romantizasyonu, Jön Türklerin folkloru keşfi, erken cumhuriyet dönemindeki folk kültür araştırmaları, Anadoluculuk ve memleketçilik, sol romantizm, büyülü gerçekçilik, popülizm, milli devletin temsilcisi olarak öğretmen, Demokrat Parti etkisi, devrimci romantizm, köyün ve çobanıl değerlerin görünürlüğü konuları irdeleniyor. Bu bölümde, "Bizim Köy" adlı, bir dönemin gizemli kitabı üzerine Aksakal'ın çok önemli değerlendirmeleri mevcut. Öte yandan yine Bizim Köy'le birlikte coşkulu bir biçimde artan köy romantizmi ve köy edebiyatı da önemli bir konu. Sabahattin Ali, Mehmet Başaran, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Necati Cumalı gibi isimlerin özellikle belli eserleri üzerine Aksakal şu yorumda bulunuyor: "Tüm bunlar toplumcu-gerçekçi olarak nitelense de, esasen duygularıyla, duyarlılıklarıyla, geri kalmışlığın melankolisiyle, vicdanî bir sorumlulukla kaleme alınmış ve iyilerin hepten iyi kötülerin hepten kötü olduğu alışılageldik romantik kasvete boğulmuş eserlerdi. Hemen hepsi popülizme yakın bir kanalda ilerlemekte; hepsi mevcut toprak sorunundan kaynaklanan "bozuk düzen"e, isyankâr bir ses ve umutsuzca bir arayışla yaklaşmaktaydı." [sf. 160]

Tarihimizin romantik sayfaları oldukça ironik örneklerle dolu. Bunlardan bazılarını Hasan Aksakal'ın zengin dipnotlarından birinden çekip aktarıyorum: "1850'lerde, Kırım Savaşı'nda Osmanlı askerine destek olmak üzere İstanbul'da konuşlanan İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin kahramanlıkları, Şeyhülislâm fetvasında "şehitlik" payesiyle mükâfatlandırılmalarına dek varmış, Müslüman halk, kâfirlikten şehitliğe terfi eden Avrupalı Hıristiyan askerler için gıyabî cenaze namazları kılmıştır. İstiklâl Savaşı sırasında Bolşevik liderler, Anadolu'daki Kuva-yı Milliye birliklerine verdikleri destek sebebiyle Allah'ın rızasına kavuşmaları yönünde dualarla anılmış; 1990'larda bir çocuk olarak benim de katıldığım bir Cuma namazında, vaizin el açıp "Bosna'daki Amerikan askerlerine sen yardım eyle Allah'ım" dualarına bütün cemaat tarafından "âmin" diye karşılık verilmiştir. Dinin Makyavelci bir yaklaşımla ilişkilendirilmesi, politik iradenin elinde işte bu denli etkilidir." [sf. 181]

Romantik devlet ve vatan mitolojisi başlığı, dördüncü bölümün içeriğini tamamıyla karşılıyor. Burada mitolojisinin sihirli dünyası, politik mitoloji ve romantikler, devlet mitosu ve Türk politik mitolojisi, Türk devletine dair bazı mitolojik vasıflar gibi konular yer alıyor. Hem Çanakkale Savaşları'nı hem İstiklâl Harbi'ni kuşatan bir devirden bahsediyor Aksakal. 'Politik sözlüğümüz'de hâlâ sık sık vurgulanan "nizâm-ı âlem" mitinden Ziya Gökalp'e atfedilen "cumhuriyetin akıl hocası" olma durumu yeniden sorgulanıyor. Altını çizdiğim şu paragrafa dikkat: "Devlet mitolojisi zaman ve mekân mefhumlarını yırtıp atarak, insanları insan-üstü varlıklarla muhatap kılar. Ölüleri canlılarla sürekli olarak konuşturur; büstlerle, heykellerle, marşlarla ve şiirlerle sürekli bir ayin hâlindedir. Bu derece büyük bir teslimiyet isteyen dogmatik ilkeler bütünü olan Devlet'in modern zamanların Tanrısı olduğunu söyleyen genişçe bir literatürün varlığından söz edilebilir. Muhtemelen bu yüzden Devlet mitolojisi, alabildiğine ilahiyatçı bir dil kurgulayarak kendini ifade eder. Böylece, ona ilişkin yapılan her faaliyet, sarf edilen her söz, sevap ve günah gibi kavramlarla da açıklanabilir hâle gelir." [sf. 226]

Son bölümde romantik tarihyazımı ve Türkiye'de tarihi romantizm ele alınıyor yazar tarafından. Özellikle edebiyatçılar için harikulade bir metin zenginliği ve yeni yazılar yazdırabilecek materyaller var. Aksakal'ın dipnotları ve kitabın sonundaki kaynakça da bu yönde bir kullanım imkânı sunuyor. Bu bölüm aynı zamanda yazarın 'uzmanlık' alanını konuşturduğu bir bölüm. Batı'da ve Türkiye'de tarihyazımı, edebî romantizmde tarih merakının doğuşu ve yükselişi, Türkiye'de romantik tarih anlayışı ile Türk edebiyatında tarihin romantikleştirilmesi ve romantik tarih görüşünün edebileştirilmesi gibi alt başlıklar var. Özellikle Türkiye'de romantik tarih anlayışı bölümü, zenginliği itibariyle öne çıkıyor. Burada Nâmık Kemal ve döneminin romantik tarihçiliğini, Türkçülüğün yükselişi ve romantik tarihçiliği, erken cumhuriyet döneminde tarih ve romantizmi kronolojik boyuta yakın bir biçimde okumak mümkün. Ömer Seyfettin'den Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Yahya Kemal'den Abdülhak Şinasi Hisar'a, Samiha Ayverdi'den Cemil Meriç'e Türk romantiklerinin inişli-çıkışlı metinlerini gözden geçirmek, okuyucuya yeniden sorgulama imkânı sağlıyor. "Tıpkı Abdülhak Şinasi Hisar'daki gibi Ayverdi'de de, Çamlıca romantizmi, Boğaz'ın güzelliği ve Bostancı'dan ötesiyle pek alâkadar olmayan -olması da gerekmeyen- eski İstanbulluluğun ayrıcalıklı günlerine duyulan eğreti bir nostalji göze çarpar. Bu da onu politik-ekonomik-toplumsal gerçeklik yönü bulunmayan bir tür estetik eleştiriyle sınırlandırır" diyen Aksakal, bir nesli 'yetiştiren' kitapları Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor ile Nihal Atsız'ın Jacop M. Landau'ya göre İskoç romantizminin kurucusu babası sayılan Walter Scott'un kahramanlık romanlarını anımsattığını ve onun Alman romantizminden etkilendiğini belirtiyor. Aksakal'ın bölüm sonu değerlendirmesinden bir paragraf ise şöyle: "Türkiye'deki romantik tarih anlayışının milliyetçiliğin doğuş, gelişim ve evriminde her daim başat unsur olduğu aşikârdır. Çok milletli ve çok sesli bir İmparatorluktan "kaynaşmış bir kitle" var etmeye çalışılacak olan ulus-devlete geçişe çoğu kez mübalağalı, yer yer irrasyonel, kimi zamansa fantastik tarihsel değerlendirmelerde bulunulduğu da kolayca görülebilir. Üstelik bu çarpıtmayı yapmakta herhangi bir beis görülmediği de bellidir." [sf. 280]

Netice-i kelam, Hasan Aksakal üç evreye ayırdığı Türk romantizmini (1860-1910, 1910-1960, 1960'lardan günümüze) Türk politik kültürü çerçevesinde analiz ederken, önemli bir yükün altına girse de bundan alnının akıyla çıkıyor. Birçok ismin ve eserin yeniden yorumlanmasının, hem onları daha anlaşılabilir kılacağı hem de bazı sayfaların artık kapatılması gerektiği bariz biçimde ortaya çıkıyor. Geriye, artarak devam eden bu romantizm rüzgârından sağ salim çıkabilmenin umudu kalıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Dili ve ruhu besleyen öyküler

"Yazmak, unutmak mı kendini?” diye soruyor Ayşe AldemirGeceyi Kaçıran Kuşlar” öyküsünde. Fonda Lena’nın sesi. Yağmur. Rüzgâr. Kış Tutulması’na dalıyorum.

Dergilerden aşina olduğum bir yazar Aldemir… Öykülerinin kitap hâline gelmesini epeydir bekliyordum. İncelikli bir dil, yetkin bir anlatım ve duyarlı bir atmosfer; “Maviye boyanmış pencerelerinde bir zamanlar yer çekimine yenik düşmüş hanımeli, begonya ve krizantemlerin şen şakrak uçuştuğu, Neclan’ın çocukluğunun geçtiği demhâne.

Kahramanları da bize öyle “uzak” ve “yabancı” değil hem. “Ritim” duygusu gelişmiş öyküler var kitapta. En güzel örneği de “Badem Çiçeğisin ve Eyvah” öyküsünde gizli sanki: “Badem çiçeğisin ve eyvah!/ Gölgen, sütten kesilmiş bir çocuk,/ Öyleyse,/ Beni, yontulmamış taşların karnına bırak,/ Öğreneyim orada, tenha nedir, ben kim, uzaksa uzak!

Yazar, ara ara yazı serüvenini de paylaşıyor kitabında: “Birden kendimi anlatıcının yerine koyup hikâyeler anlatmaya başladım ben de. Bu öyle bir tılsımdı ki kendimi alıkoyamadım. Yüzümde tutkuyla bağlandığım bir şeyi bulmanın parıltısını duyumsadım.

Kitabın “İçindekiler” kısmı üç bölüm hâlindeki öykülerden oluşuyor. Birinci Bölüm: Kış Tutulması, Kara Kışta Bir At Cenazesi, Ölü Balık Cenneti, Geceyi Kaçıran Kuşlar, Badem Çiçeğisin ve Eyvâh, Beni Sula; İkinci Bölüm: Sakız Ev Cinayeti, Galata Kulesi İbrahim ve Annem, Adı Leyal Olabilirdi, Sevgilim Nar, Azel’in Rüyası; Üçüncü Bölüm: Kuşbâz, Rüyadan El Alan, Sarı Kantaron...

Altı çizili birçok cümle kalıyor kitaptan geriye. “Geceyi Kaçıran Kuşlar”ın söylediği gibi, “Çünkü kimsenin nefesinin kimseye yetmediği zamanlardan geçiyordu insanlık. Senin Yusuf diye çağrılman hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü kış…

Ya da “Sevgilim Nar” öyküsünde olduğu gibi, “Herhalde bir kelebek bütün mesafelerin verdiği acıyı bir anda yok edebilir, gün ışığının türlü hâllerini, gerçekliğin buğusunu doldurmaya güç yetirebilirdi bir kalbe.

Kış Tutulması’nda bulacağınız öyküler hem dilinizi hem ruhunuzu besleyecek cinsten.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden

Abdullah ölünce, melekler Allah’a dedi ki:
Ya Rab, Resulün öksüz kaldı.
Hitap:
Onun koruyucusu ve yardımcısı benim!

Gaye âlemlerin Rabbi Allah (c.c), istikamet hak din İslâm, rehber Kur’an Azimüşşan, öğretmen insanlığın medar-ı iftiharı, Yaratıcı’nın en sevdiği ve Habibi Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v.).

Yaratıkların en üstünü olan insanlar dâhil bütün mahlûkatın, canlı ve cansız her şeyin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı âlemlerin nuru Hz. Muhammed için ne söylense az; bütün kelimeler kifayetsiz; methiyeler O’na olan hayranlığı tarif edebilmekten uzak. O’nun hakiki kıymetini anlatmak mümkün değil. Ruhumuzda gizli olan, aklımızın alamadığı sevgiyi anlatmakta sözlerimiz, samimi olduğu ölçüde yetersiz. O’nun halk edilişinin hikmetini bilmekten aciziz. O eşref-i mahlûkat, O Habibullah… Allah’ın Sevgilisi… Şereflerin daha üstünü var mı?

Evrenin Sahibi, en güzel eseri için şöyle diyor: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!

Bu O’nun için ne büyük şereftir ve bize ne büyük bir lütuftur ki, O’nun ümmeti olarak yeryüzünün seçilmiş insanlarıyız. Bu şerefe lâyık olabilmektir müminin muradı.

Kuran’ın her fırsatta adını zikrettiği O güzel varlığın sevgilisi Allah, en yakın dostu meleklerin en büyüğü Cibril. O zatıyla bizim gibi bir insan, ruhaniyetiyle bir ulviyet, varlık sebebiyle aşk… Ah kelimeler aslında O’ndan ve O’na ne kadar uzak!

Bu, bin dört yüz küsur yıllık bir aşkın öyküsü. Bu, mümine ‘anam, babam sana feda olsun!’ dedirtecek kadar teslim olunmuş bir imanın öyküsü.

Ezelde diğer peygamberler Allah’a sordular:
Ya Rab, bizi kuşatan bu nur, kimin nurudur.
Allah dedi ki:
Sevgilimindir! O’na iman ederseniz peygamber olursunuz!
Ve Hz. Âdem sordu:
Allah’ım, beni niçin Muhammed’in babası diye künyeledin?
Hitap:
Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım!
O, peygamberlerin babası İbrahim (a.s.)’in duası, kardeşi Hz. İsa’nın müjdesi, annesi Âmine (r.a.)’nin rüyasıydı.

Ey mümin insan, şimdi düşün sen nesin? Sen bu evrende, Habibullah’ın, Resul-i Ekrem’in nurunun gölgesinin gölgesi, O’ndan sebeb-i vücut, esasında hiçten az bir mertebe yüksekte, deryalarda bir kum taneciği değil de nesin?

O’na doğru uzat elini ey mümin; O’nu biraz olsun anladıkça kıymetini bulursun. O’nu sev, anla ve örnek al; umulur ki şefaat olunursun.

Bizzat yaratılışı, hayatı ve şahsiyetiyle bir mucize olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i tanımak anlamında yayınlanmış olan birçok kitap arasında özel olan birinin ismini anmak istiyorum. Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden biridir Necip Fazıl Kısakürek’in Çöle İnen Nur'u. Üstad Necip Fazıl, yıllar süren çalışmaları sonucunda kaleme alabildiği bu eserde, Efendimizi anlatmada büyük bir hüner göstermiştir. Üstâd, eserini, âlemlere sevgi ve rahmet elçisi olarak gönderilen Allah’ın Sevgilisi’ne büyük bir hasretle, büyük bir aşkla ve kendi ifadesiyle: “İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmek manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum,” şeklinde bir tevazu, bir teslimiyet ve O’nda yok olarak var olma şevkiyle kaleme almıştır.

Üstad, her cümlesinde, her kelimesinde, uğruna göklerde bir yıldız yaratılan, gökteki ismiyle Ahmed, yerdeki ismiyle Muhammed’e, yani kendisine pek çok hamd ü senalar olunmuşa, zatıyla bir Nur olana aşkını dile getiriyor. Ve O’nun yanında, ne kadar küçük, ne kadar önemsiz olduğumuzun sık sık altını çiziyor.

Çöle İnen Nur ismi, ezelden beri vaad olunan ve doğumundan ölümüne, ölümünden bugüne bizzat bir mucize olan Sevgililer Sevgilisi’ni tarifte kullanılabilecek en güzel sıfatlardan biri. O bizim çölleşmiş idrakimize ve maneviyatımıza gönderilen bir nurdu; dünyayı karanlıktan çekip kurtaran bir aydınlıktı O.

Üstâd, bütün müminler adına O’na olan bağlılığını ne de güzel ifade ediyor:
Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!

Çöle İnen Nur da mutlaka okunması gereken başlıca siyer eserlerinden biridir.

Üstâd’ın da dediği gibi:

O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktı. İşte o…
O kadar evvel ve o kadar üstün…
Bir arada sebep ve netice…
O ki varlık o yüzden."

Ya Rab, bizden Habib’ine selam olsun!

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu

11 Mayıs 2017 Perşembe

İstikametten memnun olmayan, gidişata itirazı olan mısralar

"Minnet Eylemem", Yağız Gönüler’in "Kırılınca Klarnet"ten sonraki ikinci kitabı. İkinci şiir kitabı… Minnet Eylemem, dünyanın dehşet bir hızla yol aldığı istikametten memnun olmayan, gidişata itirazı olan genç bir şairin mısraları… Gidişata direnişin, suları tersine akıtmanın zorluğundan damıtılmış şiirler okuyucuyu düşünmeye, gidişatı sorgulamaya çağırıyor. Yeninin, modernin bizi içine çekerek tüketmesine yine bizim inancımızdan, geleneğimizden aldığı güçle direniyor. Bir direnişi örgütlüyor mısralarda en kavisinden. Önümüze sunulan her tavsiyeye, her tercihe kulak vermememiz gerektiğinden bahsediyor. Yalan dünyanın ziynetine aldanmış, kaderini harama ipotek etmiş Resulün ümmetine birer tokat gibi her mısra. Gönüler sızılı bir şair. Sızısı var, derdi… Çok asil, çok kadim bir yaradan sızan bir sızı… Mısraları bazen samimiyetten bir ırmak gibi çağıldıyor, bazen yatağını aşındıran bir sel gibi coşuyor, bazı bazı kırgın akıyor… Öfkeleniyor, üzülüyor, sinirleniyor. En sonunda inanmışlığın mutmainliğine uzanıyor bütün zamanların yorgunluğuyla.

Evet, gönlü yoran, aklı yoran bir çağda yaşıyoruz. Her şeyin aynileştiği, farklılıkların törpülendiği zamanlar. Samimiyetin kaybolduğu, aynı yerde ve zamanda yaşayanların aynı dili konuşmadığı, dillerden gerçekten çok yalanın sadır olduğu zamanlar. Gönüler işte bunlardan bahsediyor. “Leğen gibi göbeğiyle az yemeyi öğütleyenler/ Kim olduğu konusunda hiçbir şey bilmeyenler”den…

Minnet Eylemem, çok manidar bir isim olmuş kitaba. Biz Allah’tan başka kimseye minnet etmeyen bir dünyanın çocuklarıyız. Beklentisiz bir beklentideyiz aslında yeryüzünde. Yeryüzü maceramız baştan başa bir imtihanın izdüşümü aslında. Her ne kadar bu günlerde yeryüzünde çetin bir imtihanda olduğumuzu unutmuş olsak da… Yine şairin dediği gibi: “Yalan dünyayı gurbet bilmişiz/ Hakk’a kavuşmaya vuslat demişiz.

Yağız Gönüler hem şiirinde hem de şiir dışındaki yazılarında ekmek ve Mushaf’a fazla vurgu yapıyor. Zaten kitabın üç bölümünün isimleri de bu dediğimizi doğruluyor. Birinci bölüm ekmek, ikinci bölüm Mushaf, üçüncü bölüm ise ekmek ve Mushaf… Evet, helalinden, alın teriyle ekmeği kazanmak ve Mushaf’a koşulsuz bağlılık. Bizi tarih sahnesine çıkaran ve burada tutunmamızı sağlayan bu değerlere bağlılık olmuş. Ekmeğimize haram katmamak, dilimize yalanı almamak. Ve her zaman dünyalık için hiçbir kimseye minnet etmemek.

Minnet Eylemem'deki şiirler şiirsellik karmaşasına düşülmeden, söylenecekler imgeye boğulmadan söylenmiş şiirler. Artistik bir metin yok burada. Şairin ruhundan mısralara dökülen endişe var. Aynı zamanda var olana itiraz… Modern zamanlarda hayatımızın içinde ne varsa Gönüler’in şiirlerinde de onlar var. “Plaza Türküsü” adlı şiiri mesela… Yeni bir yaşam türünün mekânı, yeni insanlığın ikamet ettiği plazalar… Oralardaki yaşamları çok iyi gözlemlemiş şair ve çok da iyi yansıtmış mısralara.

Yağız Gönüler’in Minnet Eylemem adlı şiir kitabı önemli bir Anadolu âşığı Kul Nesimi’nin Minnet Eylemem türküsü eşliğinde okunmalı. Anadolu ruhunun devamlılığı… Kul Nesimi’nin 17. yüzyıldaki avazına Yağız Gönüler 21. yüzyılda karşılık veriyor.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
*Bu yazı daha önce dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

16. yüzyılın istihbarat dünyasına dair arşivlik bir çalışma

Türk tarihine "romantik dil" üzerinden bir bakış atacaksak, şüphe yok ki 16. yüzyıl diğer yüzyıllardan oldukça farklı bir yerde durmaktadır. İktisadî, siyasî, idarî, askerî, edebî; yani topyekûn bir medeniyet tasavvuruyla "muhteşem" olarak nitelendirilen bir yüzyıl... Saltanatın makamında II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanûnî Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed gibi birbirine hem yakın hem uzak karakterlerin bulunmuş olması bile 16. yüzyılı ilginç kılmaya yetmiştir. Şiiriyle, mûsıkîsiyle, mimarîsiyle, toplumun değişen zevkleriyle; batı ve doğu ilişkileriyle oldukça zengin materyale ve inceleme alanlarına sahip bir Osmanlı'dan bahsetmek mümkün 16. yüzyıl boyunca.

Bu yüzyılda Osmanlı'nın batıyla ve doğuyla mücadele biçimlerinde bazı değişiklikler olmakla birlikte, bilgiye verilen önemin malumatın önüne geçtiği söylenebilir. Sınırları kimilerince haddinden fazla toprağı aşan, dolayısıyla tehlikenin de her an karşılaşılabilir olduğu bu zamanlarda istihbarat gelişmelerine dair tarihçilerimizin ortaya çok ciddi bir çalışma koymadığı malum. Oysa Feridun Emecen, henüz Bafeus Savaşı'nda (1302) ortaya çıkan bir "haber alma" misali verir: "Mouzolon kumandasındaki Bizans birliği Osman Bey’in faaliyetlerinden rahatsızlık duyan bölgedeki Bizans idarecilerine yardım etmek amacıyla Yalova tarafına geçtiğinde karşısında birden Osman Bey’in askerlerini bulmuştu. Bunun bir tesadüf olmadığında ve “haber alma” sistemiyle yahut istihbarat ağıyla alakalı olduğu konusunda şüphe etmemiz için bir sebep yoktur. Konar göçer dünyada hızlı hareket eden ve haber almak, toplamak üzere görevli olan habercilerin var olmasına da şaşırmamak gerekir. Bu durum onların “hayatta tutunmaları” açısından birinci derecede, belki de en başta gelen özelliğe işaret eder. Pastoral hayatın gerçekleriyle de örtüşür, böylesine bir ortamda “hayatta kalmak ve tutunmak” için temel bir ihtiyaç olarak görünür."

Emrah Safa Gürkan, istihbarat konusunda belki de en fazla materyal sağlayacak olan ama ne hikmetse hiçbir tarihçimizin "bulaşmayı" göze al(a)madığı 16. yüzyıl için kolları sıvamış, imrenerek bakılacak kaynakçasıyla ortaya çok önemli bir eser çıkarmış: Sultanın Casusları. 300 küsur sayfa, akademik bir çalışma olmasına rağmen okuyucuyu hiç yormuyor. Kronik Kitap'ın bir kez daha kapak tasarımından iç sayfalardaki görsel desteğine kadar arşivlik bir eser neşrettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yeniçağda İstihbarat başlığıyla açılan Sultanın Casusları'nda önce okuyucuya Akdeniz coğrafyasında İslâm ve Hıristiyanlık arasında bir medeniyet çatışması olup olmadığı hem soruluyor hem anlatılıyor. Gürkan, kullandığı kaynakları anlattıktan sonra kitabını 6 bölüme ayırmış: 1) İki İmparatorluk, Bir Deniz:  Bahr-ı Sefid'de Osmanlı-Habsburg Mücadelesi. 2) Osmanlı Casusları ve İstihbarat Operasyonları. 3) Osmanlı İstihbaratının Kaynakları. 4) 16. Yüzyılda Osmanlı İstihbaratının Kurumsal Yapısı. 5) Osmanlı Karşı İstihbaratı (Kontrespiyonaj). 6) Hülasa.

Valladolid, Floransa, Ceneviz, Venedik, Madrid, Dubrovnik, Viyana, İstanbul arşivlerinden çok özel bilgilerin ve belgelerin bir araya geldiği Sultanın Casusları, magazinden uzak ama televizyona yahut beyazperdeye malzeme verebilecek birçok hikâye de anlatıyor. Languedoc'lu bir hokkabaz olan Baron  de la Fage, "tam bir baş belası" İspanyol Mehmed (Lope de Llanos), Messina'daki Osmanlı suikastçileri, Salerno'da Bursalı bir sipahi, Juan Pimentel ve Habsburg limanlarındaki Osmanlı işbirlikçileri, Kandiyeli Zorzi Cavala ve Gabriel Defrens bunlardan birkaçı. Tüccarların istihbarat konusunda nasıl kullanıldığını Gürkan şöyle yorumluyor: "Osmanlı Müslümanlarının ticareti Hıristiyanların eline bıraktığı şeklindeki yaygın kanaat, Avrupa söz konusu olduğunda dahi, yanlıştır. Her ne kadar Avrupalıların İslam toprakları üzerindeki ticari faaliyetleri kadar yoğun olmasa da, Venedik, Ankona ve Marsilya gibi Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde Müslüman tüccarlar bulunmaktadır. Bunlara Osmanlı tebaası gayrımüslim tüccarları da eklersek, İstanbul’un elindeki bir başka haber kaynağının da tüccarlar olduğu anlaşılır. Örneğin, 1572 yılında Budin beylerbeyini Orta Avrupa’daki siyasi ve askeri gelişmelerden haberdar eden üç kaynaktan biri “rencber ta’ifesi” adıyla anılan tüccarlardır. Bazen bu tüccarların gemilerinde casus taşıdıkları bile olmaktadır. Mesela, hikâyesini İkinci Bölüm’de anlattığımız Osmanlı casusu Jeronimo Amiqui, Güney İtalya kıyılarını gezdikten sonra Ankona’da Muhammed adlı bir Türk ile buluşacak ve onun gemisiyle Avlonya’ya dönecektir."

Tüccarlardan daha verimli haber kaynağı olarak ise esirler ve köleler yer alır Osmanlı istihbaratında: "Hicri 979 (1571-1572) gibi kritik bir yılı kapsayan mühimme kayıtları, düşmanın elinden kurtulan esir ve kölelerin Hıristiyan donanmasının plan ve hazırlıkları hakkında güncel bilgi sağladıklarını bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Uluc Ali’nin adamlarından Yusuf esaretten kurtulup Trablusgarb’a gelince, efendisi olan bir kaptandan Hıristiyan donanması ile ilgili öğrendiklerini hemen beylerbeyine anlatacak, o da bu haberi İstanbul ile paylaşacaktı. Gene kaçıp gelen altı nefer esir ve Memi Şah adlı bir gemi odabaşısı Balkanlar’da serdar olarak bırakılan Vezir Hüseyin Paşa’ya Korfu’daki Venedik filosu hakkında güncel bilgiler vermiştir. İnebahtı hezimetinin ardından savunmasız kalan Osmanlı kıyılarında paniğin hakim olduğu günlerde, gene esirlikten “halâs” olan bir başkası düşman donanmasının Mora’ya saldırmayı planladığını vilayetin sancakbeyine bildirecekti."

Bu eserle birlikte, yazarının belirttiği gibi hâlâ Osmanlıların elde ettikleri bilgileri, istihbaratları ve malumatları nasıl kullandıkları, karar alma mekanizmasında bu 'türlü'nün nasıl raporlanarak analiz edildiği ve yönetimde ilgili tedbirleri geliştirdiği koca bir meçhul olarak duruyor. "Ne yazık ki elimizdeki belgeler buna izin vermemektedir" diyor Emrah Safa Gürkan ancak kitabı Sultanın Casusları, istihbarat mevzumuza meraklı olanlar için hem bir kılavuz hem de tarihçilere cesaret verebilecek bir rehber olarak raflarda yerini almış bulunuyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yüzyıllar boyunca büyüyen, referans metin

Magna Carta Libertatum ya da Özgürlüklerin Büyük Sözleşmesi, Windsor yakınlarındaki Runnymede’de 15 Haziran 1215’te İngiltere Kralı Yurtsuz John ve onunla gergin ilişkiler içindeki baronlar tarafından imzalandı.

O gün orada bulunan hiç kimse, bu imzalanan metnin sonraki yüzyıllarda gittikçe büyüyen bir öneme sahip olabileceğini muhtemelen bir an bile düşünmemiştir. Zaten kilise haklarını güvence altına almak, meşru olmayan feodal vergilerin toplanmaması gibi vaatlerin üzerine kraliyet mührü basıldıktan hemen sonra tarafların sözleşmeye riayetsizliği ve patlak veren Birinci Baronlar Savaşı gibi gelişmeler, o günlerde, söz konusu belgeyi önemsizleştirmek için yeteri kadar sebepleri ortaya koyuyordu.

Ancak sevimsiz bir tiran olan Yurtsuz John’un 1216’daki ölümü, biraderi Aslan Yürekli Richard’dan borçlu devralıp daha da büyük bir borç içinde bıraktığı tahtın akıbetini zora soktu. John’un vârisi olarak taç giyen III. Henry başa geçerken aynı taahhütleri tekrarladı. Bu olaylar belgeyi diğer pek çok sözleşme gibi unutulmaya terk edecekken, tarihin eşik noktalarından birine dönüştüren yolu açtı. 13. yüzyılının Haçlı Seferleri yorgunu İngiliz kraliyetinin yerel ve günlük hayat sorunlarını çözmeye dönük vaatleri, zamanla bir zihniyet devriminin referansı oldu. Aslında keyfi idareye ve zorbalığa karşı yurttaşların hak ve özgürlüklerini dile getirmekte olan bu belge, “hukukun, kraldan daha üstün olduğu”nu ifade eden büyük bir anıt olarak yorumlandı. Her yeni monarkla tazelenen sözler, zamanla İngiltere’nin parlamentolarının temel prensiplerini belirledi. Habeas Corpus, birçok bakımdan, Assize of Clarendon ile beraber Magna Carta’nın dört yüzyıl sonraki görüntüsü, tadil edilmiş bir yansıması idi. 17. yüzyılda diğer tüm Hıristiyan ülkelerde neredeyse sorgusuz kabul gören “Kralın Kutsal Hakkı” teamülünü İngiltere’de tartışmaya açan referans da yüzlerce yıldır bir hukuk geleneği oluşturmuş olan Magna Carta’ydı. Görkemli Devrim’in (1688) de, kralın başını gövdesinden ayıran İngiliz aristokrasisinin iktidar ortaklığının da sebepleri arasında hukukun kraldan üstün olduğunu hatırlatan Magna Carta efsanesiydi…

Magna Carta, birkaç maddesi dışında neredeyse hiçbir şey söylemediği, hiçbir hak tanımadığı sıradan insanlar için bile mitolojik, ikonik bir değerler kümesi yarattı. En azından despotluğa, zalimliğe karşı savunulan temel değerler için bu böyleydi. Bu maddeler kabaca ifade edecek olursak miras bırakma hakkı, mülkiyet dokunulmazlığı ve güvenilir tanıklar olmadan adli muamele yapmama taahhüdüdür. “Bundan böyle” der taraflar,

herhangi bir Adliye Görevlisi güvenilir tanıklıklar sunmaksızın asılsız şikâyetlerine dayandırarak hiç kimse hakkında soruşturma açamaz. Özgür bir kimse, kendi zümresinin yasal kararı olmadan veya ülkenin ilgili yasalarına göre muhakeme edilmeden tutuklanamaz ya da hapse atılamaz; malına el konulamaz ya da yasal haklarından mahrum bırakılamaz; sürgün edilemez ya da herhangi bir şekilde zarara uğratılamaz (…) Hakkı ya da adaleti hiç kimseye satmayacağız, hiç kimseyi bundan mahrum etmeyeceğiz ya da bunu sağlamakta gecikmeyeceğiz." (Madde 38-40)

Tekrara belki lüzum vardır diyerek belirtelim; bu sözler 2015’lerin değil, 1215’lerin dünyasına aittir.

Aslında ağır bir Latinceyle ve tek parça halinde yazılmış olan Magna Carta sonraki zamanlarda 63 madde olarak düzenlenmiştir. 61. madde de bütün bu 63 içindeki en önemli beyan olarak kabul edilir. Zira kraliyetin keyfi idaresi, hükümetin iktidarını kötüye kullanımı ve askeri yahut hukuki herhangi bir kamu görevlisinin yapacağı hukuksuzluk, barış ve güvenliği bozacak herhangi eylem veya işlem karşısında kraliyet, tüm ülke halklarının temsilcileri olarak baronlara ve onların oluşturacağı Yirmi Beşler Meclisi’ne, kraliyet ailesi dahil haksızlığa, hukuksuzluğa yol açan herkesi yargılama ve hakça karşılığını verme imkânı tanımıştır.

Sözü Türkiye’ye bağlayarak toparlayalım: Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de anayasal gelişmelere dair bir milat olarak atıf yapılan Magna Carta’yı hemen hemen hiçbirimiz okumadık. Ankara Siyasal’dan Prof. Dr. Sina Akşin ve İstanbul Hukuk’tan Bülent Tanör’ün 1808’deki Sened-i İttifak’ın Türk anayasacılığına etkisini ortaya koymak adına yaptığı Magna Carta kıyaslamalarına rağmen, Özgürlükler Sözleşmesi’nin Türkçeleştirilmesine hiçbir dönemde nedense gerek duyulmadı. Ta ki Humanitas-Veritas çeviri dizisini yaklaşık on yıldır büyük bir sabır ve titizlikle sürdüren Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in metni Türkçeye kazandırmasına kadar… Çiğdem Hanımın diğer birçok klasik metin gibi Latince orijinaliyle birlikte yayımladığı bu hacimce küçücük ama içerik itibarıyla abidevi büyüklükteki eser, Dürüşken’in genç meslektaşı Dr. Eyüp Çoraklı’nın da açıklayıcı notlarla zenginleştirdiği iyi bir editörlükten sonra Alfa Yayınları’nca okurların ilgisine sunulmuş bulunuyor.

Bu hâliyle Magna Carta çevirisi, Çiğdem Dürüşken’in iyi bir çerçeve oluşturan sunuş yazısıyla birlikte her nitelikli okurun kütüphanesinde yer almayı hak ettiği gibi, her Siyasal Bilgiler, her Hukuk öğrencisinin de okuması gereken bir referans metin. Sadece 2015’lerden 1215’lere değil, 1215’lerden de 2015’lere bakarak temel hak ve özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne ve yöneten-yönetilen ilişkilerine dair çokça düşünmek için...

Hasan Aksakal
twitter.com/haksakal34
* Bu yazı daha evvel mesele121.org'da yayınlanmıştır.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Arsız baharları unutturan kuzineli kışlar

"İşini iyi yapan kendi şarkısını söyler."
- Mustafa Miyasoğlu

1980'li yıllarda doğan nesilden edebiyat meşgalesini ciddi bir dertmişcesine yüklenenler arasında, kelamını Hakk'tan ve hakikatten ayrı tutmayan, sivil bir direnişe sahip isimler var. Emre Miyasoğlu, sözüyle ve şiiriyle bu direnişin hakkını veren isimlerden biri. Olmaz Hayal (Hikâye, 2006) ve Yalnızlık Rüyâsı (Roman, 2006) dışında tercüme kitapları da var. Özellikle Mahatma Gandi'nin Otobiyografisi (2009) ve Müslümanların Rönesans'a Katkısı (2012) oldukça önemli eserler. Millî Gazete'de dış haberler editörlüğünü yürüten Miyasoğlu'nun Hece, Yedi İklim, Edebiyat Ortamı, Birnokta, Ay Vakti ve Temmuz dergilerinde şiirleri yayınlandı. Çeşitli okullarda ve kültür salonlarında mesele edindiği konuları paylaşmaya devam ediyor.

Mart 2017'de Temmuz Kitap tarafından neşredilen Bir Yetim Türküsü'nde 32 şiir var. Varlık Manifestosu, Naat ve Dinle Oğul isimli şiirlerle başlayan kitap; Darmadağın, Bayat Kentler ve Soğuk Şiir ile bitiyor. Şiirlerin isimlerinden ve sıralamalarından Miyasoğlu'nun oldukça titiz davrandığı anlaşılıyor. Tıpkı kitaba verdiği isim gibi, yol boyunca bir türkü tutturmuş şair. Türküsünde hem yetimliğini hem de ruhundaki içtenliği dışarıya taşırmak, yani anlatmak için taşıdığı yetinmezliği kuvvetli biçimde hissettiriyor. Özellikle bazı dizeleri, babası merhum Mustafa Miyasoğlu'nun yarım kalan dizelerini tamamlıyor gibi. Aslında buna tamamlamaktan çok, şerh etmek daha doğru olabilir. Misal, "Şiir bir şah at olmuş şair dilinde / savaş meydanlarında söz tufanı" der Mustafa Miyasoğlu. Oğlu ise şöyle demiş bir şiirinde: "Bana da söyleme derler, öleyim mi böyle / insana dil ne gerektir, hak söylemeyince."

Şairlerin röportajlarını okumayı çok severim. Sanki şiirlerini detaylandırır, daha bir anlam kazandırırlar soruları cevaplandırırken. Onların, yani gerçek şairlerin cevaplarında magazin yoktur. Doğrudan sorunları çözmeye, meseleleri göstermeye, dertlere derman sunmaya yani şifa olmaya çalışırlar. Okuduğum tüm şair röportajlarından mutlaka birer ikişer paragraf not alırım. Rahmetli Mustafa Miyasoğlu, bir röportajında "Bazı sanatçılar orijinal olayım derken marjinal duruma düşüyorlar. Bu türden yanlışlıklardan kurtulmak için bu toplumun sözcüsü olacak sanatçıların geçmişin kültür mirası üzerinde kafa yorması, kendine göre bir devlet ve medeniyet tasavvuru geliştirmesi gerektiği kanaatindeyim. Ben bunları denemelerimde ortaya koymaya, Bir Gönül Medeniyeti rüyasını ifade etmeye çalıştım." der. Bu sözlerin pratiğe geçmiş hâlini sık sık gördüm, okudum Emre Miyasoğlu şiirinde. "Herkes birbirinin baltası, gönüller yıkıyor / Hak'tan değil, yoktan yere tarih yazılıyor" diyor şair. Fikirsiz beyinlerin slogan kustuğu bir çağda, derdini hakça söyleyen şair sayısı gittikçe azalırken bu dizeler elbette umut oluyor.

Başta belirttiğim gibi biz, 80'lerin çocukları eskiyle yeninin arasında sıkışıp kalmamıza rağmen tavrımızı eskiden, yani güzelden yana koymuş bir garip insanlarız. Sayımız çok gibi gözükse de oldukça azınlığız. Belki de bunun bilinci bizi daha çok yazmaya götürüyor. Daha çok yazarak da daha fazla çalışmış oluyoruz. Emre Miyasoğlu birçok şiirinde farklı biçimler kullanarak 'çalışkan şair'liğini ortaya koyuyor. Bazen uzun dizeler yazıyor, bazen kısa dizelerine kafiyeler serpiştiriyor. Sade konuştuğu da oluyor, sesini yükselttiği de. Bu da okuyana, dalgalı şiirlerin farklılığını tattırıyor.

"Hâlâ âşık olabilenlere" derken şair, Manolyam şiirinde, "Güçlüyüm, ihtiyarların dilinde kalan türkünün / sılayı sızlatan sazın / şehirleri göğe taşıyan akın akın ruhların / ve antika bir gürzün anıları kadar / öyle kan revan..." dizeleriyle, gözlerimizle görebildiğimiz güç tutkusuna bir darbe vuruyor. Arsızlığın ve hırsın artık maharet sayıldığı şu günlerde, birçok dizesiyle eski şehirlerin ve sokakların türküsünü söylüyor:

"Etekleri beton tutmuş sahillerin
Sizdiniz sessiz sakini
Delik deşik gökleri siz beklerdiniz."

"Toplar sekiyor araba camlarında, demir perdeler çınlıyor
Anne sesi, yarım ekmek, balkon ve sepet...
Ellerim kirli, ellerim boş."

"Müsait aralıklarda yaşamak dediğiniz uymuyor bana
Gelmeyin ne olur şu temiz pınarların başına
Bırakın seyredeyim güzel ölümlerde
Ucunu kıvırmayın yalnız yolculuklarımın."

Emre Miyasoğlu, şiirleriyle gönül kapısını ardına kadar açmış, kendisini anlayacak, böylece hayatı anlamlandıracak gönülleri bekliyor. Şiir kapısıdır bu. Esas duruşların, kravatların, pantolonların, kartvizitlerin ve makam arabalarının geçersiz olduğu bir kapı. Bu kapıda yalnız sivil sözün kıymeti, kalıcılığı var. Kitaptan, kendime en yakın bulduğum dizelerle bu yazımı nihayete erdiriyor, şairi gönülden tebrik ediyorum.

"Arsız baharlar kiminse kimin, ben kuzineli kışlar alırım
Soğuk gülüşler yerine içli mi içli bir nakış
Eskiler alırım bayım, eskici geldi hanım."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Mayıs 2017 Perşembe

Bir futbol kitabından çok daha gollüsü

"Savaştan sonra ülkeyi toparlayan odur. Altmışlı yılları gerçekten anlayan tek kişi Cruyff'tu."
- Louis van Gaal

"Tarzınız yüzünden takdir görmek kadar güzel bir ödül yoktur."
- Johan Cruyff

Biz 'gökdelen çalışanları'nı bu ruhsuz ve çetrefilli yaşamın kendine has dünyasından kurtaran yegane tutku; futbol. Yer bulup da kahvaltı etmek için kurulduğunuz masada dijital dünyanın yenilikleri ve kuaför ücretleri arasından sizi kurtaracak bir futbol tutkunu bulursanız çok şanslısınız... 4 Mayıs 2017 sabahı, yaş ortalaması olağanüstü derecede küçük olan Ajax'ın Lyon'u 4-1'lik skorla nasıl ezdiği üzerine konuşurken, Hollanda futbolundaki altyapı, vizyon ve planlama meselelerine değinmemek olmazdı.

İster 70'lerde, ister 80'lerde, ister 90'larda doğmuş olun; bir Hollandalı futbolcu muhakkak kalbinizde diğerlerinden daha fazla yer kaplamıştır. Gözlüklü olduğum için mi bilmiyorum; Edgar Davids'le başlamıştı portakalların futboluna olan merakım. Daha sonra Milan, Barcelona, Arsenal gibi takımlarda yer alan Hollandalı oyuncuklarla derinleşmişti. Şimdilerde ülkemizde ne yapacağı belli olmayan üç topçu saymaya kalksam, üçü de Hollandalı mesela: Wesley Sneijder, Ryan BabelRobin van Persie. Sahi neydi Hollandalıları ve onların futbolunu bu kadar sıra dışı yapan şey(ler)?

Total futbol ruhuyla, bölümlerin sıralı değil forma gibi düşünerek numaralandırıldığı acayip bir kitap: Harika Portakal. Mesela kitabın 97. sayfasında başlayan Demokrasi bölümüne 1 numara verilmiş. Ondan önceki Kavisler bölümünün numarası 10. Bir Aspirin Al bölümüne 9 numara uygun görülmüş. 6 üzerinden 5 verilen bölümün adı aslında içeriği bağırıyor: Frank, Patrick, Frank, Jaap, Patrick, Paul...

İthaki Yayınları'nın Futbol Kültürü kitapları arasında çıkan Harika Portakal: Hollanda Futbolunun Nevrotik Dehası, bir David Winner eseri. Yazar, nezaketi bol bir abi olsa gerek ki Türkçe baskı için özel bir önsöz yazmış. Uğur Vardan'ın sunuş yazısı da bu turuncu kitabı daha sevimli yapmış. 320 sayfa boyunca tüm entelektüel altyapısı, estetik tarafı ve özgünlüğüyle, Hollanda futbolu avucunuzda. İster baştan başlayıp okuyun, ister rastgele. Neticede futbol da öyledir, her şey ansızın gelir.

1960'larda Hollanda'da Provo adıyla yeni bir hareket ortaya çıkar. Sistemden rahatsızlık duyan birkaç hippi, mizah dolu çalışmalarla uyuduğunu söyledikleri toplumlarını uyandırmaya çalıştılar. Kendilerini "kapitalizme, komünizme, faşizme, bürokrasiye, militarizme, profesyonelliğe, dogmacılığa ve otoriteye karşı" olarak nitelendiren Provoların yapmaya çalıştığı -belki de yaptığı- bu kültürel devrim, futbola da yansıdı. Karel Gabrel anlatıyor: "Cruyff bizler için, John Lennon İngiltere'de nasılsa öyle bir örnekti. Bizim neslimize özgü bir mantıkla konuşuyordu. Çok para kazanabileceğinin, fakat aynı zamanda kariyerinin de sona erebileceğinin farkındaydı. İnsanların para vererek izlemek isteyeceği ve mütemadiyen tartışmayı sevdiği birçok yeteneği olduğunu biliyordu. Şöyle meşhur sözleri vardı: Kariyerim sona erdiğinde fırıncıya gidip merhaba, ben Johan Cruyff, bana ekmek versene, diyemem!.. Cruyff her türlü kavgayı veriyordu çünkü bütün bir neslin sorduğu soruyu sormaya başlamıştı: Bu düzen neden böyle?"

David Winner, uzun süren ve oldukça keyifli sayfalar boyunca bir kültürel devrimle futbol devrimi arasında bağlantı var mı yok mu sorgulamış. Aynı yerde ve zamanda gerçekleşmesi dışında hiçbir bağlantısı olmayan bu devrimlerarası iletişim için Hollanda balesinden Rudi van Dantzig, herkesten farklı olarak şu yorumu yapmış: "Altmışlardan önce insanlar tiyatroyla, müzikle, edebiyatla ilgilenirdi ama dansla ilgilenmezdi. Sonra birden bedensel ustalık gerektiren sanatlara karşı yoğun bir ilgi baş gösterdi: Futbola ve baleye. Salonlar bir anda dolup taşar oldu ve dansa müthiş meraklı bir takipçi kitlesi ortaya çıktı. Genç nesil artık kasavetli bir toplum istemiyordu. Deli dolu bir yaşam sürmeye yönelik bu patlamayı hissedebiliyordunuz. Yeni dünyaya ayak uydurmaya, eski kısıtlamalardan kurtulmaya yönelik arzuyu..."

Anlaşıldığı kadarıyla Johan Cruyff, futbolun sanatsal yönlerini keşfetmiş ve bu keşfini de herkese göstermek istemiş, göstermiş de. Diğerlerinin aksine ve yazarın deyimiyle baby boom jenerasyonuna üye olmasına rağmen saç uzatarak, pop dinleyerek ve çok fazla içki içerek düzene başkaldırmaktan çok uzakmış. Ailesine düşkün ve dindarmış. Yani eğlencesine değil, düzeni gerçekten eleştiren ve ciddi bir değişimin destekçisi olan Provoların başında geliyormuş Cruyff. Bir örnek: KNVB (Koninklijke Nederlandse Voetbalbond, Kraliyet Hollanda Futbol Federasyonu) ile Adidas'ın yaptığı anlaşmaya göre, Hollanda milli takımı futbolcuları sadece Adidas'ın verdiği kramponları giyebilirken, Cruyff bu anlaşmayı hiçe sayarak Puma kramponlarıyla sahaya çıkmış. Hatta 1974 Dünya Kupası'nda Adidas'ın o dönemin klişesi üç çizgili formaları yerine iki çizgisi olan bir forma giyip sahaya çıkmış. Kimse de bir şey diyememiş, yapamamış. Sebebi belli. Hollanda'nın sahadaki en önemli sanatçıymış Cruyff ve uzun yıllara damgasını vurmuş, nice gence örnek teşkil etmiş. Louis van Gaal, onun hakkında şöyle demiş: "Hollandalılar sistemle bireysel yaratıcılığı harmanlayabildikleri anda en üst seviyeye çıkar. Johan Cruyff ise bunun baş temsilcisidir. Savaştan sonra bu ülkeyi toparlayan odur. Bence altmışlı yılları gerçekten anlayan tek kişi Cruyff'tu."

1174 tarihinde Papa III. Alexander tarafından aziz ilan edilen, Fransız başkeşiş Clairvauxlu Bernard, "Tanrı nedir? Tanrı uzunluktur, yüksekliktir, genişliktir, derinliktir" demiş. David Winner, Hollanda futbolunun en belirleyici unsurunun alan kavramı olduğunu belirtiyor. "Hiçbir takım futbolunu Hollandalılar gibi soyut, mimari ve ölçülü bir üslupla tahayyül etmemiş veya yapılandırmamıştır" derken aslında 19. yüzyılın Amsterdamlı inşaat mühendisi Cornelis Lely ile Rinus Michels'li ve Johan Cruyff'lu Hollanda futbolunun atılımını vurguluyor. Lely nasıl denizden olağanüstü boyutta toprak kazma sistemini meydana getirdiyse, Michels-Cruyff ikilisi de futbol sahasını enine-boyuna kullanma noktasında harikalar yaratmıştı. Ne alaka demeyin. İngiliz antropolog Mark Turin, Britanya ile Hollanda'yı havadan görüntülerle karşılaştırmış ve Hollanda'yı "şekillerin mozaik gibi dizildiği, parçaların birbirine muntazam bir şekilde geçtiği bir düzen ve sükûn, akıl ve muhakeme âlemi" olarak yorumlamıştır. Hollanda'da yolların, arazi ve çiftlik içlerinden geçmediğini, toprağın denize karşı biteviye bir mücadele verdiğini, "düzene ve zapturapta dayalı Protestan ahlâkıyla bir şekilde iç içe geçmiş bir çukuristan (nether-land)" olarak değerlendirmiştir. Akıllıca tasarımların, pratik çözümlerin ve sahiden insanın zamanına değer katan planlamaların güçlendiği Hollanda toplumunda, tüm bu anlatılardan Dennis Bergkamp'ı ne kadar uzak tutabiliriz? Cruyff'un pas mucizesinin belki de son temsilcilerinden biri olan Bergkamp'ın Anelka'ya oynadığı yılları hatırlatıyor Winner. Gözünüzde canlandırın: Orta sahasının biraz gerisinden, rakip yarı alanın çapraz köşesine doğru falsolu atılan bir Bergkamp pası, olduğu yerden şimşek gibi 'çıkan' Anelka. Evet, pas ve gol. İşte Hollanda'nın toprak sistemi zihninin yeşil sahaya yansıyan bilinci. Düşünce dünyanızı neler zenginleştiriyorsa yalnız sahada değil, bal mumu heykeli inşa ederken de orkestra şefliği yaparken de aynı zenginliği gösterirseniz. Bergkamp da tıpkı Cruyff gibi sanatçıydı. Bana inanmıyorsanız eski matematikçi, Amsterdam Üniversitesi Sanat Tarihi Enstitüsü'nden Dr. Rob Ruurs'u dinleyin: "Meslektaşlarımın çoğu arasında Dennis Bergkamp gibi birinin kesinlikle büyük bir sanatçı olduğuna dair bir kanaat var. Bu durum Bergkamp'ın alanı kullanış biçiminden kaynaklanıyor."

İçinde Van Hanegem'den Marco van Basten'e, Ruud Gullit'ten Johan Neeskens'e, Frank Rijkaard'dan Jaap Stam'a, Ronald Koeman'dan Frank de Boer'a, Edwin van der Sar'dan Ruud van Nistelrooy'a mucizevi, entelektüel, sanatsal bir futbol tarihinden bahsediyoruz. İçinde sadece futbol olmaması kadar doğal bir şey yok bu kitabın. Dolayısıyla Ajax ve Feyenoord tribünlerine yansıyan İsrail-Filistin meselesi de var metinler arasında, sömürge ülkesi olup Hollanda futboluna nice yıldızlar kazandırmış Surinam da var, II. Dünya Savaşı da, Kennedy'nin ölümü de... Kanaatimce, kitabın sadece %20'si doğrudan futbol. Geri kalanı o kadar lezzetli alıntılarla, hatıralarla ve bilgilerle dolu ki roman, şiir yahut bir tarih kitabı ancak bu kadar keyifle okunabilirdi diyorum. İthaki Yayınları'na, azılı bir futbol tutkunu olarak bu kitabı dilimize kazandırdıkları için hususi teşekkür ediyorum.

"1975 yılının sıcak bir yaz gününde Wim van Hanegem'e sevgili Feyenoord'undan ayrılıp yüksek bir ücret karşılığında Fransız kulübü Marsilya'ya geçmesi için teklifte bulundu. Van Hanegem ne yapacağını bilemiyordu, bu yüzden karısı Truus'la, en iyi arkadaşı (ve eski orta saha oyuncusu) Wim Jansen'le ve Jansen'in karısıyla konuşmak için Zeeland'daki bir adaya gitti. Dörtlü piknik malzemelerini alıp sahile gitti ve dört saat boyunca konuyu enine boyuna tartıştı. Sonunda Van Hanegem oylama teklif etti: İki kişi gitmesi, iki kişi kalması için oy kullandı. Bu yüzden Van Hanegem köpeğine döndü: "Karar veremiyoruz. İş sana kaldı. Marsilya'ya gitmek istiyorsan havla." Köpek ve Van Hanegem birkaç dakika birbirine baktı. Köpek hareket etmedi. "Tamam," dedi Wim, "gitmek istemiyor. Kalıyoruz."

Harika Portakal'ın Demokrasi adlı bölümün tamamıydı okuduğunuz. Bir paragraf, bir bölüm ve oldukça güzel, yeterli bir anekdot...

Bu kitabın bir futbol kitabından çok daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Okuyucuda bir süre sonra "unutulmaz bir derbiyi yeniden izleme" heyecanı uyandırıp, kendini yeniden okutabileceğine inanıyorum. Yeniden ayağa kaldıracağını ve yaşam için yeni mücadele cepheleri açacağını. Çünkü total futbolun mucidi Rinus Michels haklı: Futbol savaştır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kış hikâyeleriyle baharı karşılamak ya da "ne çok acı var"

Baharın gelmeye başladığı şu günlerde bir Tarık Tufan kitabı okumak, insanda, hanımeli kokularını içine çekmenin verdiği hissi değil, acı badem yemenin verdiği tadı hissettiriyor. Öylesine acı, sert, insanın ‘genzini yakan’, ağlatan; önce tebessüm ettiren sonra gene ağlatan…

"Beni Onlara Verme," Profil Kitap’tan yayımlanmış Tarık Tufan’ın son kitabı. Yazar, bu kez hikâye türünde okurların karşısına çıkıyor. 245 sayfadan oluşan bu kitap, yazarın en hacimli kitaplarından ve toplam 41 hikâye barındırıyor. Daha önce yazarın herhangi bir kitabını okuyan okurlar bu kitabın da içine hemen girecektir ancak yazarı tanımayanlar (varsa?) ‘ne çok acı var’mış cümlesini kuracaklardır kitabı okuduğu her an. Beni Onlara Verme'nin girizgâhında yazar niye ve ne hakkında yazdığını açıklayarak okuru kitaba hazırlıyor ve okur bu pasajdan sonra Fırtına Cemal’in, Şoför Cesur’un, Hayırsız Yasin’in, 15 Temmuz’da şehit olan Erkan Abi’nin ve daha birçok kişinin o çetrefilli, bazen duygusal, bazen kriminal, çoğu zaman acılı dünyasına adım atıyor: “Kendimi bilmeye başladığım yaşlarda, içinde yaşamak zorunda kaldığım hayatın bende baş edilmesi güç bir nefes darlığı ve kopkoyu bir iç sıkıntısı yarattığını derin bir acıyla fark ettim. Hayatımı her yanından kuşatan gerçekliğin kalın ve aşılmaz duvarlarını güçsüz ellerimle yıkayacağımı zamanla öğrenmiştim. Bu nefes darlığından, bu iç sıkıntısından kurtulabilmek için kendi kendime hikâyeler anlatmaya başladım. Gerçekliği bozarak, ruhumu ayakta tutmaya çalışıyordum. Bu durumla başka türlü yüzleşmeyi göze alacak kadar cesur bir adam olmak isterdim. Mahallemizi, insanları, yaşadıklarımı hayallerimi katarak anlatıyordum. Beni yaralayan ne varsa, anlattıkça anlam ve duygu değişikliğine uğruyordu. Nefes darlığı ve iç sıkıntısı yaratan bir gerçeklik tahammül edilebilir bir hâle dönüşüyordu.

Tarık Tufan’ın, kitaplarında dili kullanma meziyeti bu kitapta da gözümüze çarpıyor. Cümlelerdeki sadelik okumayı kolaylaştırsa da, manada oluşan ağırlık okuru zaman zaman yorabiliyor. Bir de bunlara yazarın yoğun betimlemeleri eklenince okur daha da çok yorulabilir. Fakat başka bir yazarda olumsuz bir özellik oluşturacak bu durum, Tarık Tufan’ın her kitapta tarzı oldu. Yazar bu sayede sözcüklerle, sahneyi okurun gözünün önüne çiziyor ve sinematografik bir anlatım sağlıyor. Kitap, otobiyografik hikâyeleri bol içerse de Tufan bazen kendi bakış açısından, bazen de üçüncü tekil kişi açısından yazılarını oluşturmuş. Ancak her zaman, bazen duygusal olarak çok etkilendiği, bazen onu az etkileyen olayları ve kendisine değip geçen veya kendisini delip geçen olayları anlatmış. İmkansız aşklar, kendi imkansızlığını oluşturan insanlar, İstanbul’un kenar semtinde dünyayı hiç ilgilendirmeyen ama o semtin çocuklarını ta derinden etkileyen yaşamları, aşkları her zamanki gözlem ve yazı gücüyle okura aktarıyor yazar: “Aşık olduğu kadın ölünce, aramızda olduğu halde gerçekte ölmüş olan erkekler vardır; kalbi atar, nefes alır, siz onları hayatta, bir biçimde yaşıyor sanırsınız ama kadın giderken erkeğinin en hayat dolu yanını da alıp gittiğinden birlikte ölmüşlerdir. Aynı tabuta, aynı mezara sığamadıklarından, biri toprakta diğeri aramızda kalmıştır.

Aşk teması etrafında detaylı bir şekilde dolanan yazar, ölüm ve ayrılığı da buna katarak hikâyelerini daha da dramatikleştiriyor. Kitap, sanki bütün imkânsız aşk hikâyelerinin toplamı gibi. Bunlara bir de toplumsal acıları da ekleyen yazar okurların kalbine kalbine vuruyor. Birçok hikayeden sonra, bir diğer hikayeye geçmek için bir süre duraklayacaktır okur: “Ülkenin hangi yanına dokunsak altından ağlayacak bir yara çıkıyor, farkında mısın? Hangi fotoğrafa baksak içimizi sızlatan bir yüz var. Umran’ın fotoğrafını gördün değil mi? İlginç olan nedir biliyor musun? Bakıyoruz ve ölmüyoruz. O fotoğraflara bakıyoruz, Umran’a, Aylan’a, Ceylan’a, Yasin’e bakıyoruz ve hayatta kalmayı başarıyoruz. Yaşamak hırsı, hayata karşı duyduğumuz o sınırsız şehvet, kredi kartlarımız, ev taksitlerimiz, büyük ekran televizyonlar, indirimli alışveriş günleri, erken rezervasyonlar, özlü sözler, ömrümüzce biriktirdiğimiz para puanlar ve uçuş milleri, feysbuk hesaplarımız, vatsap gruplarımız, telefona yüklediğimiz oyunlar ölmemize mani oluyor. O fotoğraflardan birine bakarken ölüversek hiçbir şeyimiz kalmayacak. Bütün ağırlıklardan kurtulacağız. Ölmeden önce bir kere öleceğiz. Risaletpenah Efendimiz’in dudaklarından dökülen o hakikate mazhar olma şerefine ereceğiz ve ölmeden önce öleceğiz. Bir fotoğrafa bakarken. Bir çocuğun yüzüne bakarken. Bir coğrafyaya bakarken. Aynaya bakarken.

Tufan’ın bu kitabında bazı yerlerde özellikle Mustafa Kutlu’nun anlatım tarzı hissediliyor. Büyük hikâyeciye bir öykünme diyebiliriz bu bölümlere. Üstelik kişilerin tasvirini gerçekleştirirken Kutlu’nun tarzının hissedilmesi kitaba olumsuz bir etki değil, tam tersi artı bir değer katmış.

Öykülerde bazen imgesel ve soyut anlamın görülmesi Tarık Tufan’ın dilini şiirselleştiriyor ve hikâyelerin etki gücünü artırıyor. Bunlara ek olarak toplumsal olayları da öykülerin arasına etkili bir şekilde yerleştirmesiyle yazarın başarısı daha da artırıyor. 90’lı yılların politik düzeninden ipuçları verdiği kısım bunun en önemli kanıtlarındandır: “1990. Eğer bir takım politik tercihler içinde örgütlü bir yaşam sürüyorsanız ya da örgütü filan bırakın mesela dilini, kimliğini yaşamak arzusunda bir Kürtseniz, ne bileyim adamakıllı bir Müslüman olayım deyip dinî inançlarınızı özel veya kamusal alanlarda özgürce yaşamak istiyorsanız, başınızda bir örtü varsa mesela, 90’lı yıllar diye başlayan hikâyeler çok iç açıcı olmaz. Başında veya sonunda, en hafifinden sebepsiz ve uzun süreli bir gözaltı, gözaltında işkence, öyle dövme sövme değil ağır işkence, uzun tutukluluk, hukuksuz hükümler, faili meçhul cinayetler, öyle böyle değil binlerce faili meçhul hikâyenin içine dahil olabilir insan.

Halkın içinden yazdığı hikâyelerdeki aşkı, fakirliği, imkânsızlığı ve acıyı çok iyi bir şekilde okurların kalbine kazıyan yazar, Beni Onlara Verme'de en iyi işlerinden birini çıkarmış.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

2 Mayıs 2017 Salı

Unutulan irfan dilini hatırlatan bir roman

Âlem bir kâmilin rüyasıdır. Onun tabirini yapabilseydin, bir bakmışsın ırmağın karşı kıyısındasın.” diyor Leylâ İpekçi "Dem Yüzü" romanında. Evet, âlemi bir rüya olarak görmekten uzaklaştığımızdan, rüyayı yoracak kâmilleri yitirdiğimizden beri dünya hepimiz için cehenneme dönmüş bir durumda. Irmağın beri yüzünde çırpınıp durmadayız. Olgunluğu, yetkinliği, yoğunluğu kaybedeli beri ne yaşadığımız zamanın bir anlamı var ne sohbetin bir tadı… Bir makineye dönüşmüş gibiyiz ve yapıp ettiklerimiz de mekanik ritüellerden ibaret. Derinlik yok, düş yok, irfan yok, ârif yok… Kuru aklın tıkır tıkır işleyen bir tekniğin, hep aynı yeknesaklıkla devam eden birbirinin benzeri günlerin esiriyiz. Öteleri işaret eden, tepenin öbür tarafından haberler getiren ulaklar yitip gitmiş. Malumat çöplüğüne dönüşmüş hafızalarımızın iyiyi kötüyü birbirinden ayıracak mecali de yok. Önümüze düşüp bize öncü olacak, karanlıklara kandil tutacak bilgelerden, velilerden, kâmillerden, dervişlerden de kalmadı. Kalanlarsa bizi dünyanın kirine pasına biraz daha batırma derdinde. Duçar oldukları dünya sevicilikten sıyrılıp da öteleri işaret etme cehdinden fersah fersah uzaklar, uzaktalar…

Dem zaman, an anlamına gelir. Özü, saflığı da ifade eder. Aynı zamanda mürşidin sözü demektir de… Evrendeki tekliği, birliği, âlem ile âdemin ayniliğini söyler. “Âlemden maksat âdemdir, âdemden maksat o demdir” demiş eskiler. Dem Yüzü, bu kadim anlayışın ışığında, modern zamanlarda çıkılan aşk ve irfan yolculuğunu heceliyor. Kalabalıkta, gürültüde kesrette kaybolup giden modern zihne çıkış kapılarını gösteriyor.

Dem Yüzü bir arayışın, bir kendini yitirmenin ve kendini yeniden bulmanın satırlardaki izdüşümü. Kelimelerin gönlün derin koyaklarından ağır aksak yürüyerek gün yüzüne çıkışı… Bir yola çıkışın romanı Dem Yüzü… Kalabalıklarda, kitlelerde herkes bir hayat yaşadığını zanneder ama evrensele teslim olup ferdiyeti, bireysel arayışı yok etmek aslında gerçekten yaşıyor olmak anlamına gelmez. Asıl hayat ya da gerçeğin farkına varmak rutini parçalamakta, insanın kendini özünü, benliğini fark etmesiyle yani yola çıkmasıyla başlar. İman da inancın inşaası da ferdi tecrübeyi gerektirir. Başkalarının yaşadığı tecrübeler de işte bu yolculukta yola çıkanlara rehberlik eder, öncülük yapar.

Dem Yüzü romanındaki kahramanımız Arzu’nun yola çıkış esnasındaki rehberi Niyâzi Mısrî’dir. Mısrî, 17. yüzyılda yaşamış, etkileri günümüze kadar azalmadan devam eden bir mutasavvıf, şair… Malatya’da doğuyor. Eğitimini Bağdat ve Mısır’da tamamlar. Mısri ismi de Mısır’da eğitim görmesinden gelir. Daha sonra Elmalı’ya gelir. Burada Ümmi Sinan Hazretlerine bağlanır. Şeyhi tarafından Uşak’a gönderilir. İstanbul’a gider. Binlerce seveni vardır. O dönemlerde fıkıhçılar ve kelamcılar tasavvufçulara savaş açarlar. Mısrî, tasavvuf safında destansı mücadele verir. Müridlerinin çokluğu ve aşırı sevilmesi padişahı da rahatsız eder. Bursa’ya yerleşmek zorunda kalır. Söylediğimiz gibi yaşadığı dönemde çok geniş bir etki alanı var. Kaideleri bozan istisnalardan. Söyledikleri, eyledikleri sıradan insanlar tarafından kolay kolay sindirilecek bir kıvamda değil. Bütün dengeleri sarsabilecek bir karizması var. İşte bu karizması ve ana akıma zıt düşünceleri dolayısıyla yaşadığı dönemdeki yöneticiler tarafından rahat bırakılmaz. Bir sürgünden bir sürgüne… En son sefere çıkacak Padişaha eşlik etmek ister. Bu isteği kabul edilmez. Cins kafalar, seçkin insanlar yayından fırlamış ok gibidirler kader güzergâhında… Bütün uyarılara rağmen Edirne’ye gelir. Camide vaaz verdiği esnada askerler tarafından alınarak Limni’ye ikinci kez sürgüne gönderilir. Çok zorluklar yaşar, zehirlenir, hakarete uğrar, aç kalır, ihvanlarıyla görüşmesi engellenir. Sonunda bu meşakkatli hayatı biter. O, aşkın belalı yollarında son demine kadar cefa çekmiş bir seçkin. Varlığını sevda yolunda yağmaya vermiş, efkâr yağmurlarında ıslanmış mürşitlerden.

Dem Yüzü işte böyle bir mürşidin izinde çıkıyor yola. Sekiz bölümden oluşan roman Mısrî’nin izinde, Mısri’nin ömrünü geçirdiği durakları takip eder. Malatya, Elmalı, Bursa, Limni… Bir iç yolculuğu işleyen roman dış dünyaya da bigane kalmaz. Hem dünyayı hem memleketimizi etkileyen olaylar da anlatıda yer bulur. İnsanlığa rahmet olarak indirilen bir dini kafa kovarma, adam öldürme psikopatlığına dönüştüren Ortadoğu’da cemaat görünümlü terör örgütleri, şefkatten ve merhametten uzak insanların elinde stratejik mevzulara malzeme kadim hikmet… Dünyevi iktidar için güç devşirilen kaynak haline getirilen tasavvufi öğretiler… Yazar bunlrdan bahsediyor. Özellikle de memleketimizi bir cinnet uçurumuna getiren ve uçurumdan yuvarlamaya ant içmiş 15 Temmuz Darbe Girişimi. Bir cemaatin cinneti… çok şükür ki bu millet bu imtihandan yüzünün akıyla çıktı. İmanla… Şehitleriyle, gazileriyle… Hatta romanımızın kahramanı Arzu’nun eşi de o gece şehit olanlardan. O gece bütün teorileri, stratejileri halkın basireti, irfanı geçersiz kıldı.

Bütün bu hengâmenin içinde Arzu “Bir”iyle tanışır. Kesretten vahdete, oyundan hakikate yürüyüşü gerçekleştirir. Kendini arama serüveninin çetinliğini, sertliğini bu “bir” ve Niyâzi Mısrî yumuşatır. Bir yanda dünyanın zorluğu, cemaat ve camiaların eleştirisi ve iç yolculuğu var. Romanın kimi bölümlerinde şiirsel anlatımın en güzel örneklerine rastlarız. Kimi bölümlerde psikolojik çözümlemeler, kimi bölümler de ise hayat kurtaran diyaloglar…

Yaşadığımız bu zamanlarda vakıaların genellikle rasyonel değerlendirmelerini görüyoruz. Kitaplarda, gazetelerde, televizyonlarda olaylar maddi açılar gözetilerek anlatılıyor. Hikmetten, bilgelikten, irfandan uzak bir dilin hükümranlığı söz konusu. Her şeye stratejilerin, planların, projelerin penceresinden bakılıyor. En Müslümanlarımız bile Sünnetullah’ı dışarıda bırakarak yaşama derdinde. Aşk ve irfan dilini konuşan neredeyse yok. Hep bizi maddenin, realitenin katı dünyasına çiviliyorlar. Dem Yüzü romanı böyle bir ortamda bize unuttuğumuz irfan dilini hatırlatıyor. Olayları değerlendirebilecek bir başka bakışın ve dilin olduğunu da gösteriyor.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu