"Milli tarih telâkkisinin romantik devrini, Türk nasyonalizmi de tabiatiyle görmüştür. Avrupa tarihçiliğinin Türkler hakkında hiçbir ilmî esasa dayanmıyan çok haksız menfî telâkkileri karşısında, bizim romantik tarihçiliğimizin aksülameli de ister istemez çok müfrit ve mübalağalı oldu."
- M. Fuad Köprülü, 1940
Tanzimat'tan itibaren hem siyasî hem de edebî olarak müthiş malzeme üretti Türk politik kültürü. El'an üretmeye de devam ediyor. Nâmık Kemal'den Cemil Meriç'e kadar çalışmaları yeniden incelenmesi gereken birçok isim, aynı zamanda romantizmin kalemlerini, seslerini oluşturuyor. Yalnız kitaplarda değil, halk masallarında, efsanelerde, fıkralarda ve elbette mitlerde derin bir romantizm tütüyor. Türk Muhafazakârlığı ile söylenmeyen gizemleri koca bir tepside okuyucuya sunan Hasan Aksakal, eylül 2015'te İletişim Yayınları tarafından neşredilen Türk Politik Kültüründe Romantizm'de; milliyetçi, muhafazakâr, İslâmî tarafı ağır basan bir yolculuğa çıkıyor. 312 sayfalık bu yolculuğun sol şeridinde Kemalist, halkçı, devrimci romantikleri de okumak mümkün.
Romantizm öyle büyük bir soru işareti ki Friedrich Schlegel, 1793 yılında kardeşi Wilhelm’e gönderdiği mektupta “Sana en az 125 sayfa tutacağı için romantik kelimesine dair açıklamamı gönderemiyorum” diye yazmış. Aksakal, kitabın girişinde romantizmi tanımlamanın "karmaşık doğası gereği, en başından itibaren daima sorun"lu olduğunu söylüyor ve kitabının tabiri caizse nasıl bir yükün altına girdiğini şöyle ifade ediyor: "Sistematik bir birlikten ziyade başına buyruk sanatçı ve düşünürlerin şekillendirdiği bir hareket, bir yaklaşım, bir felsefe, bir dünya görüşü olarak Romantizm, Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu ve birkaç on yıl içinde tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar farklı çehrelere sahip oldu. Bugün bile Romantizm, aradan geçen 250 yıla rağmen belirsiz sınırları ve çözümlenemez karmaşıklığı nedeniyle hâlâ bir “muamma”dır."
Aksakal, beş bölüme ayırdığı eserinin ilk bölümünde modernleşmenin çelişkileri içinde Türk romantiklerini masaya yatırıyor. Türk romantizminin ne olduğu, Nâmık Kemal kültü, romantiklerin sürgün hayatı, trajik acıları ve erken ölümlerini anlatıyor. Gençlik, ortaçağ, Rousseaucu toplumsal düzen tasavvuru, tercüme, melankoli, mâzi, rüya, antikapitalist tavır eksikliği; Türk romantizminin ana temaları olarak irdeleniyor. Yazara göre Türk düşüncesini romantikleştiren sorunlar da bu bölümde yer alıyor: Entelektüel pusulasızlık, aydınlanma eksikliği, çelişkili modernleşme. Bölümün sonunda ise şarkiyatçılığa karşı tutulan garbiyatçılık aynasının, yani batıya karşı tutturulmuş üstünlük türküsünün garabeti, tuhaflığı, anlaşılamaz inatçılığı yorumlanıyor: "Son yüz elli yıllık tarihe bakıldığında, Romantik akımın, belli ölçüde değişim ve dönüşüme uğramakla birlikte, dâhil olduğu Türk sanat ve fikir dünyasında kendisine merkezî bir yer bulduğu anlaşılıyor. Bu noktada Türk aydınlanmasının ne ölçüde Aydınlanma'nın temel değer ve ilkelerini sahiplendiğine dair yapılacak bir değerlendirme, Türk Romantizminin de ne ölçüde Avrupa Romantizmine sadık kaldığını gösterecektir." [sf. 80]
İkinci bölüm, "Volksgeist: Herder'den Bu Ülke'nin Ruhuna" başlığını taşıyor. Kanaatimce kitabın en kritik bölümü. İlk defa Gottfried Herder'in kullandığı ve "halk ruhu", "milli karakter", "ortak kültürel doğa", "müşterek mensubiyet" gibi anlamları karşılayan volksgeist, Türk edebiyatında cumhuriyetin kuruluşundan Cemil Meriç'in Bu Ülke'sine kadar hiç vazgeçil(e)memiş bir kavram. Yazarlar, şairler, tarihçiler ve çoklukla yönetici sınıf sık sık 'muhteşem mazi'den bahsederken karşı tarafın başvurduğu kavramlar ise daha çok taşra romantizmi, folklor, köycülük ve pastoral değerler oluyor. Bu bölümde çok net biçimde görülen bir şey var ki romantizmin sağ kanadına forsa kazandıran ruh, elbete 'milli' ruh: "1772 tarihli "Dilin Kökeni Üzerine" başlıklı meşhur makalesinde Herder, "Bir şair çevresinde bir ulus yaratır, insanlara görülecek bir dünya verir ve onların ruhunu bu dünyaya yönlendirmek üzere elinde tutar" diye yazmıştı. Bu anlamda, İskoçların milli ruhunu şair Scott'un hikayelerinin, Almanların milli ruhunu şair Goethe'nin Faust'unun, Türklerin milli ruhunu Vatan şairi Nâmık Kemal'in üflediğinin sıkça söylenmesi, bu birikimde üzerinden yeniden yorumlandığında görüleceği gibi, tesadüf değildi. Kemal, ruh-u milli'yi bulmak adına, Celâleddin Harzemşah'ın önsözünde "konuların tarihten seçilmesi, milli hayatın köklerinin oradan çıkarılması, halka iniş, büyük kütlenin diliyle temas" gibi ifadelere başvurarak, Türk romantizminin 'beyanname'sini yazıyordu." [sf. 93]
Kitabın sol romantizm ağırlıklı bölümü, üçüncü bölüm; Romantizmin Taşrası: Folklor, Popülizm ve Köycülük. Burada masalsı bir anlatı olarak memleket romantizasyonu, Jön Türklerin folkloru keşfi, erken cumhuriyet dönemindeki folk kültür araştırmaları, Anadoluculuk ve memleketçilik, sol romantizm, büyülü gerçekçilik, popülizm, milli devletin temsilcisi olarak öğretmen, Demokrat Parti etkisi, devrimci romantizm, köyün ve çobanıl değerlerin görünürlüğü konuları irdeleniyor. Bu bölümde, "Bizim Köy" adlı, bir dönemin gizemli kitabı üzerine Aksakal'ın çok önemli değerlendirmeleri mevcut. Öte yandan yine Bizim Köy'le birlikte coşkulu bir biçimde artan köy romantizmi ve köy edebiyatı da önemli bir konu. Sabahattin Ali, Mehmet Başaran, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Necati Cumalı gibi isimlerin özellikle belli eserleri üzerine Aksakal şu yorumda bulunuyor: "Tüm bunlar toplumcu-gerçekçi olarak nitelense de, esasen duygularıyla, duyarlılıklarıyla, geri kalmışlığın melankolisiyle, vicdanî bir sorumlulukla kaleme alınmış ve iyilerin hepten iyi kötülerin hepten kötü olduğu alışılageldik romantik kasvete boğulmuş eserlerdi. Hemen hepsi popülizme yakın bir kanalda ilerlemekte; hepsi mevcut toprak sorunundan kaynaklanan "bozuk düzen"e, isyankâr bir ses ve umutsuzca bir arayışla yaklaşmaktaydı." [sf. 160]
Tarihimizin romantik sayfaları oldukça ironik örneklerle dolu. Bunlardan bazılarını Hasan Aksakal'ın zengin dipnotlarından birinden çekip aktarıyorum: "1850'lerde, Kırım Savaşı'nda Osmanlı askerine destek olmak üzere İstanbul'da konuşlanan İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin kahramanlıkları, Şeyhülislâm fetvasında "şehitlik" payesiyle mükâfatlandırılmalarına dek varmış, Müslüman halk, kâfirlikten şehitliğe terfi eden Avrupalı Hıristiyan askerler için gıyabî cenaze namazları kılmıştır. İstiklâl Savaşı sırasında Bolşevik liderler, Anadolu'daki Kuva-yı Milliye birliklerine verdikleri destek sebebiyle Allah'ın rızasına kavuşmaları yönünde dualarla anılmış; 1990'larda bir çocuk olarak benim de katıldığım bir Cuma namazında, vaizin el açıp "Bosna'daki Amerikan askerlerine sen yardım eyle Allah'ım" dualarına bütün cemaat tarafından "âmin" diye karşılık verilmiştir. Dinin Makyavelci bir yaklaşımla ilişkilendirilmesi, politik iradenin elinde işte bu denli etkilidir." [sf. 181]
Romantik devlet ve vatan mitolojisi başlığı, dördüncü bölümün içeriğini tamamıyla karşılıyor. Burada mitolojisinin sihirli dünyası, politik mitoloji ve romantikler, devlet mitosu ve Türk politik mitolojisi, Türk devletine dair bazı mitolojik vasıflar gibi konular yer alıyor. Hem Çanakkale Savaşları'nı hem İstiklâl Harbi'ni kuşatan bir devirden bahsediyor Aksakal. 'Politik sözlüğümüz'de hâlâ sık sık vurgulanan "nizâm-ı âlem" mitinden Ziya Gökalp'e atfedilen "cumhuriyetin akıl hocası" olma durumu yeniden sorgulanıyor. Altını çizdiğim şu paragrafa dikkat: "Devlet mitolojisi zaman ve mekân mefhumlarını yırtıp atarak, insanları insan-üstü varlıklarla muhatap kılar. Ölüleri canlılarla sürekli olarak konuşturur; büstlerle, heykellerle, marşlarla ve şiirlerle sürekli bir ayin hâlindedir. Bu derece büyük bir teslimiyet isteyen dogmatik ilkeler bütünü olan Devlet'in modern zamanların Tanrısı olduğunu söyleyen genişçe bir literatürün varlığından söz edilebilir. Muhtemelen bu yüzden Devlet mitolojisi, alabildiğine ilahiyatçı bir dil kurgulayarak kendini ifade eder. Böylece, ona ilişkin yapılan her faaliyet, sarf edilen her söz, sevap ve günah gibi kavramlarla da açıklanabilir hâle gelir." [sf. 226]
Son bölümde romantik tarihyazımı ve Türkiye'de tarihi romantizm ele alınıyor yazar tarafından. Özellikle edebiyatçılar için harikulade bir metin zenginliği ve yeni yazılar yazdırabilecek materyaller var. Aksakal'ın dipnotları ve kitabın sonundaki kaynakça da bu yönde bir kullanım imkânı sunuyor. Bu bölüm aynı zamanda yazarın 'uzmanlık' alanını konuşturduğu bir bölüm. Batı'da ve Türkiye'de tarihyazımı, edebî romantizmde tarih merakının doğuşu ve yükselişi, Türkiye'de romantik tarih anlayışı ile Türk edebiyatında tarihin romantikleştirilmesi ve romantik tarih görüşünün edebileştirilmesi gibi alt başlıklar var. Özellikle Türkiye'de romantik tarih anlayışı bölümü, zenginliği itibariyle öne çıkıyor. Burada Nâmık Kemal ve döneminin romantik tarihçiliğini, Türkçülüğün yükselişi ve romantik tarihçiliği, erken cumhuriyet döneminde tarih ve romantizmi kronolojik boyuta yakın bir biçimde okumak mümkün. Ömer Seyfettin'den Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Yahya Kemal'den Abdülhak Şinasi Hisar'a, Samiha Ayverdi'den Cemil Meriç'e Türk romantiklerinin inişli-çıkışlı metinlerini gözden geçirmek, okuyucuya yeniden sorgulama imkânı sağlıyor. "Tıpkı Abdülhak Şinasi Hisar'daki gibi Ayverdi'de de, Çamlıca romantizmi, Boğaz'ın güzelliği ve Bostancı'dan ötesiyle pek alâkadar olmayan -olması da gerekmeyen- eski İstanbulluluğun ayrıcalıklı günlerine duyulan eğreti bir nostalji göze çarpar. Bu da onu politik-ekonomik-toplumsal gerçeklik yönü bulunmayan bir tür estetik eleştiriyle sınırlandırır" diyen Aksakal, bir nesli 'yetiştiren' kitapları Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor ile Nihal Atsız'ın Jacop M. Landau'ya göre İskoç romantizminin kurucusu babası sayılan Walter Scott'un kahramanlık romanlarını anımsattığını ve onun Alman romantizminden etkilendiğini belirtiyor. Aksakal'ın bölüm sonu değerlendirmesinden bir paragraf ise şöyle: "Türkiye'deki romantik tarih anlayışının milliyetçiliğin doğuş, gelişim ve evriminde her daim başat unsur olduğu aşikârdır. Çok milletli ve çok sesli bir İmparatorluktan "kaynaşmış bir kitle" var etmeye çalışılacak olan ulus-devlete geçişe çoğu kez mübalağalı, yer yer irrasyonel, kimi zamansa fantastik tarihsel değerlendirmelerde bulunulduğu da kolayca görülebilir. Üstelik bu çarpıtmayı yapmakta herhangi bir beis görülmediği de bellidir." [sf. 280]
Netice-i kelam, Hasan Aksakal üç evreye ayırdığı Türk romantizmini (1860-1910, 1910-1960, 1960'lardan günümüze) Türk politik kültürü çerçevesinde analiz ederken, önemli bir yükün altına girse de bundan alnının akıyla çıkıyor. Birçok ismin ve eserin yeniden yorumlanmasının, hem onları daha anlaşılabilir kılacağı hem de bazı sayfaların artık kapatılması gerektiği bariz biçimde ortaya çıkıyor. Geriye, artarak devam eden bu romantizm rüzgârından sağ salim çıkabilmenin umudu kalıyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hasan Aksakal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hasan Aksakal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Mayıs 2017 Pazartesi
7 Nisan 2017 Cuma
Çelişkileriyle ve dile gel(e)meyenleriyle Türk muhafazakârlığının bir çözümlemesi
"Türkiye'de yıkım, şehirlerin yıkımı Demokrat Parti ile başlamıştı. Dolayısıyla muhafazakâr kesim kendisinin bu haliyle ne kadar yıkıcı bir etki yaptığını, yani ne kadar da çok Amerika öyle olmadığı halde Amerikanvari düşündüğünün bence artık farkına varmalıdır."
- Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm
Kendine sürekli geçmişten yeni tarihî argümanlar çıkaran, karşıt siyasî görüşlerle hesaplaşan, karşılaştırmalar yapan ve maçı daima 'kazanan', din dilini kullanarak aslı astarı belli olmayan bir adalet anlayışıyla ahlâkı göz göre göre perde arkasına saklayan, STK'lar vasıtasıyla toplum mühendisliğinden, yazılı/görsel/sosyal medya vasıtasıyla da algı yönetiminden oldukça kuvvetli biçimde yararlanan ve hatta bu hizmet için maaşlı elemanlar çalıştıran, özellikle kalabalık cemaatlerle çok sıkı ilişkiler kuran, ciple teravihe giden, havuzlu/güvenlikli sitelerde oturmayı kendine "bunca yıllık mazlumluktan sonra" hak olarak gören ve daha bir çok tuhaf stratejiyle yolunu (her iki anlamda da) bulan bir muhafazakârlıkla karşı karşıyayız son 15 yıldır. Bunca tuhaflığa rağmen doğru düzgün eleştiri ve düşünce kitabının raflarda olmaması ayrı bir fecaat. Abdurrahman Arslan, Fırat Mollaer ve Hasan Aksakal kanaatimce en gerçekçi yorumları yapan isimler. Bu isimlerin dışında sayılması gerekenler de vardır muhakkak ama hak geçmesinden imtina ederek kitabın içine dönmeyi daha münasip buluyorum.
2011'de "Aydınlanma" Çağından "Karanlık" Yüzyıla: Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, 2013'te Türk Cogitosu ve Modern Türkiye’de Politik Yaşam, 2015'te Türk Politik Kültüründe Romantizm isimleriyle neşredilen kitaplarında, politika - romantizm - modernizm üçgeninin iç ve dış açılarını bana kalırsa doğru bir dille ve en önemlisi de doğru kavramlarla irdelemiş bir isim Aksakal. Şubat 2017'de Alfa Kitap etiketiyle Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm kitabı raflara çıktı, akabinde meraklısından 'uzmanına' okundu, sevildi, önerildi. Kitabın kapağında yer alan 'asla dokunulmaz' muhafazakârlar, mevzuya ilgisi olmayanlar için bile 'call to action' oldu. Çivi gibi bir giriş yazısıyla başlıyor kitap. Durumun vahametini ortaya seriyor Aksakal: "2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere ilişkin köşe yazıları Osmanlı'da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramlar Yahya Kemal Beyatlı'nın bir şiir okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip Fazıl ve Mehmet Âkif'ten mısralar okuyup Mevlânâ'nın büsbütün turistikleşen Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa katliamlarını, kul hakkını, iş ve işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camiler Alp Arslan'dan, Yavuz Selim'den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitapları Steinbeck'i, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus Emre'yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare'in aslında Müslüman olup olmadığına kadar indi(rildi)."
Aksakal, kitapta neden daha evvel yayımlanmış yazılarını bir araya getirdiğini açıklama nezaketi göstermiş. Yazarın samimiyeti okuyucu için önemlidir. Özellikle eleştiri türü kitaplarda yazar safını türlü sebeplerle pek belli etmez. Üst bir dil kurarak meseleleri ve değerlendirmeleri o dil doğrultusunda inşa eder ve anlatır. Bu durum kavram izahını zorlaştırır oysa. Aksakal, günümüz entelektüellerini kendince iki grup misali vererek ayırıyor. Bir tarafta Süleyman Seyfi Öğün, Nuray Mert, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ve Nâzım İrem yer alıyor. Diğer tarafta ise Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Dücane Cündioğlu, Mustafa Armağan ve Yusuf Kaplan. Şöyle diyor yazar: "Hemen hepsine aşina olmakla ve yer yer atıf yapma gereği duymakla birlikte safımın birincilerden yana olduğunu, ancak mümkün olduğunca kendi sesimle konuşmaya gayret ettiğimi de belirtmek isterim."
"Giriş: Eleştirel Bir Çerçeve" başlıklı yazıdan sonra Avrupa-Merkezcilik ve Türk-Merkezcilik hakkında bir değerlendirmesi var yazarın. Burada özellikle kendi tarih, toplum ve sanat anlayışımızdaki bilgi eksikliğinin, şehir efsanelerinin ve klişelerin etkisini kıyaslamalı olarak okura sunuyor. Nâmık Kemal Üzerinden karşı-aydınlanma ve Osmanlı düşüncesi üzerine bir değerlendirme yaptığı yazısında, Kemal'in dayanaklarını masaya seriyor: "Toplumsal bir hareketlenme için büyük, inandırıcı bir güce gerek duyulduğunu söylerken, tutunulabilecek çok az somut gerçeği vardı ve bu yüzden aradığını enerjiyi geçmişten, maneviyattan, kahramanlardan ve halkın gücünden çıkarmaya çalıştı."
İbrahim Şinasi ile Cemil Meriç'in medeniyet anlayışları üzerine ele aldığı yazı, özellikle yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası bağlamında oldukça derinlikli bir metin. Medeniyet kavramına dair "ilk sözü söyleyen Türk aydını" Şinasi Efendi ile "aynı kavrama dair en bilinen sözü söyleyen Türk aydını" Cemil Meriç'in oldukça zıt fikirlere sahip olmalarına rağmen "Avrupa'yı çağdaşları arasında en iyi tahlil edebilen serazat akıllar" olarak değerlendiriyor.
Yahya Kemal'in muhafazakâr dünyadaki itibarı üzerine ele aldığı yazıda Hasan Aksakal özellikle Müslüman camianın hiç üzerinde durmadığı yahut durmak istemediği meseleleri kendi süzgecinden geçiriyor. Bu yazıda oldukça ilginç yorumlar var, üzerine yeniden ve yeniden yazılar kaleme alınabilir, yeni değerlendirmeler yapılabilir ve en önemlisi de yeni araştırma malzemeleri için kollar sıvanabilir. Burada kanaatimce genç araştırmacılara çok iş düşüyor. Şöyle diyor Aksakal: "Türklüğü, Tanpınar'ın yazdıklarına bakılırsa hiç de gönüllü olmadan, İslamla sentezleyen yolun yapıcılarından biri olması, Yahya Kemal'i Tek Parti-sonrası dönemin kahraman kültür adamlarından biri olarak yeniden üretmiştir. Gerçeğin bu olduğu yönündeki kendinden emin tavrı benimseyenlere, "Beyatlı, çeyrek yüzyıllık Tek Parti iktidarının inkılâpçılık adına yaptıklarına, kamuoyunda pek çok tartışma yaşanırken, üstelik 'içeriden', hatta kendisine sunulan bürokratik ve edebi pozisyonlar itibarıyla bir o kadar da 'yukarıdan' tek bir yüksek sesli eleştiri getirmiş midir?" diye sorulabilir."
Kitabın tadını kaçırmamak için bundan sonraki bölümlerdeki Peyami Safa ve Necip Fazıl incelemelerinin ve eleştirilerinin oldukça yerinde olduğunu düşünerek geçiyorum. Bu iki isimin hemen peşinden gelen "1945-1950 Arası Dönemin Panoraması: Tek Parti Yönetimi Sonrasında Türk Muhafazakârlığının Yükselişi" başlıklı yazı, tamamlayıcı nitelikte. Hasan Aksakal'ın ayrıca Fuad Köprülü'nün "Türk Edebiyatı Ders Notları" ve Mehmet Efe'nin "Mızraksız İlmihal" adlı cemaat eleştirisi üzerine de 'görüntüyü netleştiren' metinleri de yine önemli. Özellikle Efe'nin kitabının yeniden basıldığını ve tekrar tekrar okunması gerektiğini, günümüzün 'atmosferini' demir leblebi kıvamında yaşanmış öykülerle idrak edebilmeyi sağladığını söylemem gerekiyor. Kitabın son yazısında nihilizm gölgesinde muhafazakârlık yanılsamaları üzerinde duruyor yazar.
Hasan Aksakal'ın sorduğu gibi; bakalım tünelin sonundan gelen ışık çıkışın habercisi mi yoksa karşıdan hızla gelen trenin mi? 'Toplumsal bir berzah' dönemi yaşadığımız bir gerçek, yazarın dediği gibi. Onun kadar karamsarım fakat iyimser hiç değilim. Son olarak, yazarın sosyalbilimler.org'da verdiği mülakatta yer alan, çok basit ve etkili bir çözüm önerisiyle bitirmek isterim: "Zaten asıl mesele Türk yeni-muhafazakârlığının artık böyle şehirli suretlere, ağırbaşlı düşünce insanlarına değil de, nevzuhur tiplere, ganimet avcılarına teveccüh göstermesinde değil mi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, bugün siyasi irade sözde tarihçi, güya filozof, iliştirilmiş köşe yazarı, saldırgan Twitter fenomeni tiplerden o en bilindik on tanesini vitrinden kaldırsa Türkiye’nin gerilimi yarı yarıya azalacak. Küfürler ederek naralar atanların yerine biraz da kadim bilgelikten konuşanların sesi duyulacak. Türk muhafazakârlığının saplandığı yerden çıkabilmek için buna gerçekten ihtiyacı var."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Abdurrahman Arslan, Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm
Kendine sürekli geçmişten yeni tarihî argümanlar çıkaran, karşıt siyasî görüşlerle hesaplaşan, karşılaştırmalar yapan ve maçı daima 'kazanan', din dilini kullanarak aslı astarı belli olmayan bir adalet anlayışıyla ahlâkı göz göre göre perde arkasına saklayan, STK'lar vasıtasıyla toplum mühendisliğinden, yazılı/görsel/sosyal medya vasıtasıyla da algı yönetiminden oldukça kuvvetli biçimde yararlanan ve hatta bu hizmet için maaşlı elemanlar çalıştıran, özellikle kalabalık cemaatlerle çok sıkı ilişkiler kuran, ciple teravihe giden, havuzlu/güvenlikli sitelerde oturmayı kendine "bunca yıllık mazlumluktan sonra" hak olarak gören ve daha bir çok tuhaf stratejiyle yolunu (her iki anlamda da) bulan bir muhafazakârlıkla karşı karşıyayız son 15 yıldır. Bunca tuhaflığa rağmen doğru düzgün eleştiri ve düşünce kitabının raflarda olmaması ayrı bir fecaat. Abdurrahman Arslan, Fırat Mollaer ve Hasan Aksakal kanaatimce en gerçekçi yorumları yapan isimler. Bu isimlerin dışında sayılması gerekenler de vardır muhakkak ama hak geçmesinden imtina ederek kitabın içine dönmeyi daha münasip buluyorum.
2011'de "Aydınlanma" Çağından "Karanlık" Yüzyıla: Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, 2013'te Türk Cogitosu ve Modern Türkiye’de Politik Yaşam, 2015'te Türk Politik Kültüründe Romantizm isimleriyle neşredilen kitaplarında, politika - romantizm - modernizm üçgeninin iç ve dış açılarını bana kalırsa doğru bir dille ve en önemlisi de doğru kavramlarla irdelemiş bir isim Aksakal. Şubat 2017'de Alfa Kitap etiketiyle Türk Muhafazakârlığı: Terennüm, Tereddüt, Tahakküm kitabı raflara çıktı, akabinde meraklısından 'uzmanına' okundu, sevildi, önerildi. Kitabın kapağında yer alan 'asla dokunulmaz' muhafazakârlar, mevzuya ilgisi olmayanlar için bile 'call to action' oldu. Çivi gibi bir giriş yazısıyla başlıyor kitap. Durumun vahametini ortaya seriyor Aksakal: "2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminin arifesinden bu yana yaşadığımız şu uzun on yıl zarfında muhafazakâr okur-yazar çevreler için günlük politik gelişmelere ilişkin köşe yazıları Osmanlı'da bir vezirin başına gelenlere değinmeden, günlük hadiseler Ahmet Hamdi Tanpınar'ın roman karakterlerine atıf yapılmadan, bayramlar Yahya Kemal Beyatlı'nın bir şiir okunmadan konuşulamaz oldu. Siyasetçiler olur olmaz yerlerde Necip Fazıl ve Mehmet Âkif'ten mısralar okuyup Mevlânâ'nın büsbütün turistikleşen Şeb-i Aruz merasiminde saf tutmakta yarış ediyor. Diyanet çocuklara tecavüzü, kadınlara sistematik şiddeti, doğa katliamlarını, kul hakkını, iş ve işçi güvenliğini konuşamaz hâle ge(tiri)lirken, her cuma camiler Alp Arslan'dan, Yavuz Selim'den tarih dersleri vaaz etmekte. Son birkaç yılda Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitapları Steinbeck'i, Pir Sultan Abdal'ı, Yunus Emre'yi sansürlerken, ortalık ebru ve ney kurslarıyla doldu. Tiyatro sahnelerinden Hamlet, Faust, Sefiller gibi en temel klasikler dahi çıkarılırken, tartışmaların seviyesi, Shakespeare'in aslında Müslüman olup olmadığına kadar indi(rildi)."
Aksakal, kitapta neden daha evvel yayımlanmış yazılarını bir araya getirdiğini açıklama nezaketi göstermiş. Yazarın samimiyeti okuyucu için önemlidir. Özellikle eleştiri türü kitaplarda yazar safını türlü sebeplerle pek belli etmez. Üst bir dil kurarak meseleleri ve değerlendirmeleri o dil doğrultusunda inşa eder ve anlatır. Bu durum kavram izahını zorlaştırır oysa. Aksakal, günümüz entelektüellerini kendince iki grup misali vererek ayırıyor. Bir tarafta Süleyman Seyfi Öğün, Nuray Mert, Tanıl Bora, Ahmet Çiğdem ve Nâzım İrem yer alıyor. Diğer tarafta ise Beşir Ayvazoğlu, İskender Pala, Dücane Cündioğlu, Mustafa Armağan ve Yusuf Kaplan. Şöyle diyor yazar: "Hemen hepsine aşina olmakla ve yer yer atıf yapma gereği duymakla birlikte safımın birincilerden yana olduğunu, ancak mümkün olduğunca kendi sesimle konuşmaya gayret ettiğimi de belirtmek isterim."
"Giriş: Eleştirel Bir Çerçeve" başlıklı yazıdan sonra Avrupa-Merkezcilik ve Türk-Merkezcilik hakkında bir değerlendirmesi var yazarın. Burada özellikle kendi tarih, toplum ve sanat anlayışımızdaki bilgi eksikliğinin, şehir efsanelerinin ve klişelerin etkisini kıyaslamalı olarak okura sunuyor. Nâmık Kemal Üzerinden karşı-aydınlanma ve Osmanlı düşüncesi üzerine bir değerlendirme yaptığı yazısında, Kemal'in dayanaklarını masaya seriyor: "Toplumsal bir hareketlenme için büyük, inandırıcı bir güce gerek duyulduğunu söylerken, tutunulabilecek çok az somut gerçeği vardı ve bu yüzden aradığını enerjiyi geçmişten, maneviyattan, kahramanlardan ve halkın gücünden çıkarmaya çalıştı."
İbrahim Şinasi ile Cemil Meriç'in medeniyet anlayışları üzerine ele aldığı yazı, özellikle yüz yıl öncesi ve yüz yıl sonrası bağlamında oldukça derinlikli bir metin. Medeniyet kavramına dair "ilk sözü söyleyen Türk aydını" Şinasi Efendi ile "aynı kavrama dair en bilinen sözü söyleyen Türk aydını" Cemil Meriç'in oldukça zıt fikirlere sahip olmalarına rağmen "Avrupa'yı çağdaşları arasında en iyi tahlil edebilen serazat akıllar" olarak değerlendiriyor.
Yahya Kemal'in muhafazakâr dünyadaki itibarı üzerine ele aldığı yazıda Hasan Aksakal özellikle Müslüman camianın hiç üzerinde durmadığı yahut durmak istemediği meseleleri kendi süzgecinden geçiriyor. Bu yazıda oldukça ilginç yorumlar var, üzerine yeniden ve yeniden yazılar kaleme alınabilir, yeni değerlendirmeler yapılabilir ve en önemlisi de yeni araştırma malzemeleri için kollar sıvanabilir. Burada kanaatimce genç araştırmacılara çok iş düşüyor. Şöyle diyor Aksakal: "Türklüğü, Tanpınar'ın yazdıklarına bakılırsa hiç de gönüllü olmadan, İslamla sentezleyen yolun yapıcılarından biri olması, Yahya Kemal'i Tek Parti-sonrası dönemin kahraman kültür adamlarından biri olarak yeniden üretmiştir. Gerçeğin bu olduğu yönündeki kendinden emin tavrı benimseyenlere, "Beyatlı, çeyrek yüzyıllık Tek Parti iktidarının inkılâpçılık adına yaptıklarına, kamuoyunda pek çok tartışma yaşanırken, üstelik 'içeriden', hatta kendisine sunulan bürokratik ve edebi pozisyonlar itibarıyla bir o kadar da 'yukarıdan' tek bir yüksek sesli eleştiri getirmiş midir?" diye sorulabilir."
Kitabın tadını kaçırmamak için bundan sonraki bölümlerdeki Peyami Safa ve Necip Fazıl incelemelerinin ve eleştirilerinin oldukça yerinde olduğunu düşünerek geçiyorum. Bu iki isimin hemen peşinden gelen "1945-1950 Arası Dönemin Panoraması: Tek Parti Yönetimi Sonrasında Türk Muhafazakârlığının Yükselişi" başlıklı yazı, tamamlayıcı nitelikte. Hasan Aksakal'ın ayrıca Fuad Köprülü'nün "Türk Edebiyatı Ders Notları" ve Mehmet Efe'nin "Mızraksız İlmihal" adlı cemaat eleştirisi üzerine de 'görüntüyü netleştiren' metinleri de yine önemli. Özellikle Efe'nin kitabının yeniden basıldığını ve tekrar tekrar okunması gerektiğini, günümüzün 'atmosferini' demir leblebi kıvamında yaşanmış öykülerle idrak edebilmeyi sağladığını söylemem gerekiyor. Kitabın son yazısında nihilizm gölgesinde muhafazakârlık yanılsamaları üzerinde duruyor yazar.
Hasan Aksakal'ın sorduğu gibi; bakalım tünelin sonundan gelen ışık çıkışın habercisi mi yoksa karşıdan hızla gelen trenin mi? 'Toplumsal bir berzah' dönemi yaşadığımız bir gerçek, yazarın dediği gibi. Onun kadar karamsarım fakat iyimser hiç değilim. Son olarak, yazarın sosyalbilimler.org'da verdiği mülakatta yer alan, çok basit ve etkili bir çözüm önerisiyle bitirmek isterim: "Zaten asıl mesele Türk yeni-muhafazakârlığının artık böyle şehirli suretlere, ağırbaşlı düşünce insanlarına değil de, nevzuhur tiplere, ganimet avcılarına teveccüh göstermesinde değil mi? Hepimiz gayet iyi biliyoruz ki, bugün siyasi irade sözde tarihçi, güya filozof, iliştirilmiş köşe yazarı, saldırgan Twitter fenomeni tiplerden o en bilindik on tanesini vitrinden kaldırsa Türkiye’nin gerilimi yarı yarıya azalacak. Küfürler ederek naralar atanların yerine biraz da kadim bilgelikten konuşanların sesi duyulacak. Türk muhafazakârlığının saplandığı yerden çıkabilmek için buna gerçekten ihtiyacı var."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)