27 Şubat 2025 Perşembe

Filistin meselesinin kökleri

Filistin işgalden ve soykırımdan kurtulana ve özgürleşene dek her zaman gündemimizde en ön sırada yer tutmaya devam edecek. Bir Müslüman esaret altındaysa tüm Müslümanlar esaret altındadır. Bir Müslümana kaldırılmış tokat bütün Müslümanlara kaldırılmıştır.

Ve savaş çok cepheli bir savaştır. Bazıları cephede savaşır, cephede olmayan işgali dillendirir, boykot eder, her zaman gündemde tutmaya çalışır. Yazarlar, edipler ise işgali kitaplaştırarak dünya tarihinde unutulmamasını, yer tutmasını sağlarlar. Kitap kalıcılığı ile bir zulmü ileriki nesillere taşır ve böylece Müslümanlar her zaman diri kalır, unutmayarak yarınını hazırlar, geleceğin taşlarını tecrübelerle örer.

Ömer Rıza Doğrul’un Filistin Meselesi adlı kitabı 1947 Arap-İsrail savaşının cereyan ettiği dönemlerde yazılmış olması itibarıyla ayrı bir önem taşımakta. Doğrudan devrin izlerinden, gözlemlerinden beslenmiş olması bugünden bakıp da dünü anlamaya yönelik bir izlek. “Ufak büyük ciddi her meselenin, sükûnetle incelenip temelinden bilinip kavranarak, gerekli tedbirlerin yıllar öncesinden ve fazlasıyla alınmadıkça, çaresinin bulunmayacağına kesin olarak eminim.” Ömer Rıza Doğrul’un kitabın önsözünde belirttiği bu düşüncesi bizim söylemeye çalıştıklarımızın özeti mahiyetinde ve kitabın neden önemli olduğunun da birinci ağızdan aktarımı.

Büyük mücahid Şeyh Şamil’in torunu merhum Said Şamil Bey’in 1960’lı yıllarda Medine’de dile getirdiği şu sözleri de meseleyi derinden kavramanın önemini ortaya sermektedir: “Yahudi bir beladır. Onunla harbe girerseniz, arkasındaki büyük devletlerle savaşırsınız. Haydi üç beş günde savaş bitti diyelim. Fakat sulh müzakereleri üç sene, beş sene bitmez. Yetmiş bin tane yalan söyler. Her gün yeni bir şart koşar. Uzata uzata karşısındakini o hale getirir ki, ‘Allah belasını versin, ne olacaksa olsun da şu işten kurtulalım!’ dedirtir. Müzakerelerin başında topunu birden reddettiğiniz şartları kabul etmek zorunda kalırsınız. Müzakereden çekilemezsiniz ama devam da edemezsiniz. Öyle bir beladır. ‘Amerika’ya da ne oluyor? Neden bu kadar İsrail’e destek çıkıyor?’ diyorsunuz. Bunda şaşacak bir şey yoktur. Daha önce de söyledim. Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in bir vilayetidir! Geçen asrın baş belası İngiltere, onun emrinde idi; bu asırda da Amerika’yı kendilerine hizmetçi yaptılar.

Ömer Rıza Doğrul’un da “Siyonistlik baştanbaşa tecavüzdür” cümlesini hemen sonuna ilave edelim. Bugün yaşadığımız, tanık olduğumuz gelişmeler bu meselenin yeni olmadığını, eskiye dayandığını ve bir devamlılık sonucu gerçekleştiğini zaten göstermişti. Mesele bu devamlılığın nasıl ilerlediği, olayların başlangıç noktasına giderek bugünlere nasıl gelindiği meselesidir.

Toplam 57 yazıdan oluşan eser Filistin meselesinin nasıl başladığını, neler yaşandığını ayrıntılarıyla ve okuru boğacak ayrıntılara girmeyerek sunuyor. Modern dünyanın Müslümanlara biçtiği akıbeti aşikâr ediyor ve okuru adeta tokatlıyor.

Filistin hepimizin meselesidir. Mescid-i Aksa esir tutulduğu müddetçe hiçbir Müslüman özgür değildir. Dolayısıyla bu konuya dair yazılmış her kitap başucu mahiyeti taşır. Okumak, okutmak, yaymak ve önermek de vazifedir.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

25 Şubat 2025 Salı

Yumurta mitlerinden teknoloji krallığına: Kore

Günümüz Kore çılgınlığının alıp gittiği bir dönem. Sadece müzikleri ile değil dizi ve filmleriyle de, popüler kültürde dünyada hâkimiyeti ele geçirdiler. Japonya’nın taklit edilmesiyle başlayan pop kültürleri, bugün hükümdarlığını îlân etmiş durumdadır. Bir dönem Çin ve Tokyo bu yayılmacılığı önlemek için yasaklar getirmişlerdir. Gençlerin, bilhassa genç kızların hayallerini süsleyen idollerinin endüstrisinden bahsediyoruz. Duvarları süsleyen posterler, çantalar, kıyafetler... Ve gözlerden kaçmayan bir durum estetikle uzak doğulu olma çabası.

Koreliler, yüzyıllar boyunca içine kapanık, geleneklere bağlı bir toplum olarak yaşamış. Joseon döneminde 1592 yılında Japonya işgali onlarda derin izler bırakmıştır. İkinci dünya savaşı, Amerika ve Rusların paylaşımlarıyla, 38.paralel sınır kabul edilir. Böylece soğuk savaş döneminin efendileri tarafından ikiye bölünürler. Kore, sömürge olmasına rağmen Cihan harbinden Almanya gibi bölünen bir millet olmuştur. Ruslar ve Amerikalılar arasında tampon bölgedirler. Ardından iki tarafın kışkırtmaları güç gösterileri yüzünden başlayan iç savaş ise kardeşleri savurur birbirine düşman eder. Tek millet iki hasım devlet olarak yerlerini alırlar. Güney Kore çalkantılı darbeci demokrasi yıllarının ardından, kısa bir sürede dünya üzerinde teknoloji, internet, gösteri dünyasın da hegemonyasını kurmayı başarır. Aslında bu başarının temeli baskıcı yıllarda kurulan âdeta kölelik sistemi olan uygulamadır. Halkın ezelde çalışkanlığı giymiş olan toplum azimle çalışır ve dünyanın ekonomisi güçlü devletleri arasına girmeyi başarır.

Bu azim şifresini bulabilmek için öncelikle onun binlerce yıllık tarihini az çok bilmek gerekir. Şunu da eklemeyi unutmayalım, günümüzün en iyi kültür kuramcısı da Byung-Chul Han, Seul doğumludur, Güney Kore menşeli Almanya vatandaşıdır. Anlaşılan odur ki 21.yy kültürünü şekillendirecek olan güç Uç Asya’dan çıkmıştır, çıkacaktır. Yüzyıllar boyunca Batının ilgisinden uzak, kendi kabuğunda yaşayanlar, fedakârlıkla yıkık bir ülkeden devleşmeyi başarmışlardır. Japonya mûcizesi diye yıllardır dillendirdiğimiz hakîkat aslında Bir Asya mucizesidir. 21.yy, Kore’nin, Çin’in, Singapur gibi Asya ülkelerinin yükselişine şâhit olmuştur. Bir soykırımın ardından, yükselenin sâdece Japonya olmadığını, dünya markaları ile filmleri ve müzikleriyle ispatlayan bir Asya vardır. Güney Kore bunların içinde sıyrılıp gençlerin gönlüne girmeyi de başarmıştır. İşte onu ayıran en önemli özelliği belki de budur. Ülkelerini inşâ ederken, sınai, ekonomi, yükselmenin yanında insanların gönlünü fethetmenin de, kültür politikasının önemini kavramış olmalarıdır. kpop denilen müziğin ve idollerin kılık kıyafetleri, efemiye duruşları bize ters görünse de, dizi ve sinema filmlerini izlemekle kalmayıp, kopyala yapıştır yöntemiyle izleyici ile buluşturan bizler, iktidarı çoktan, Goryeolara kaptırmış durumdayız. Kaptırmaktan başka seçeneğimiz de yoktu. Çünkü Güney Kore devleti kültürel iktidarın önemini kavramış, bu alana gerekli yatırımı yapmıştır. Bunun uğuruna bir nevi kölelik sistemi geliştirip uygulamıştır. Kpopçular, uzun meşakkatli askerî eğitimi anımsatan bir hayat içindedirler. İşte bu disiplin içinde kendi iktidarını dünya üzerinde kabul ettirmişlerdir. Kore bizlere yabancı değil, dedelerimizin kanlarının aktığı şehit düştüğü topraklardır. Bunun için de kardeş ülke olarak akıllarımızda ve gönlümüzde yer etmiştir. Kore savaşında cesaret ve kahramanlık örneği ile onların da gönlünde ayrı bir yerde olduğumuzu, 2002 yılındaki Dünya kupasında görmüştük. Aramızdaki bağı 70 yıl ile sınırlamak doğru olmayacaktır çünkü Mançurya sınırlarında başlayan mâcerâlarında komşularından biri de Türklerdir. Evet, aramızdaki ilişki Göktürklere, Hunlara dayanmaktadır, Kül Tigin Kağanın cenazesine gelen Şilla (Kore devletlerinden) elçisi ve topraklarındaki üç günlük yastan tarihçiler bahsetmektedirler. Hun devletinin başına geçen Uwe Shan Yu (Disney’in, Mulan çizgi filmindeki kötü karakteri, ana düşman olarak çizmiştir) kutlamak için elçilerin geldiği de ana kaynaklardan olan Han Yo Gong’ta yazmaktadır. Renmin Üniversitesi öğretim görevlisi Chen Xujing, Hunların ve Goryeoların akraba olduğunu söylemektedir. Bu akrabalık soy olduğu kadar evlilik yoluyla da gerçekleştiğini ilâve etmiştir. Göktürk devleti 6.yy’da kurulduğu vakit Kore topraklarında üç devlet mevcuttur. Kuzey bölümündeki Goryeo tahtında (bugün Kuzey Kore sınırları içinde) Yangwon Wang bulunmaktadır ve ilişkileri Türklerle iyidir. Neredeyse iki bin yıla dayalı ilişki ağının tarih araştırmalarında daha çok yer kaplaması gerekirken, bugün Türk araştırmacıları bu konuya fazla eğilmemektedir. Belleten dergisinin arama motoruna Kore yazdığınızda sadece Cezmi Eraslan’ın “On the Similarity of Colonialist Policies Implemented Against the Ottoman Empire and the Far East: The Bargains Over Korea After the Shimonoseki Agreement” isminde bir makale çıkmaktadır. Yayınevleri ise yeni yeni bu konuya ilgi duymaktadır. Genellikle Kore sineması diye bilinen Hallyuu dalgası üzerine kitaplar çıkarılmaktadır. Kronik Kitap bu açığı görmüş olacak ki Michael J. Seth'in Kısa Kore Tarihi kitabını basarak, bir nebze olsun bizleri bu kadim topraklar hakkında bilgilendirmişlerdir. Fakat bu kitapta Türklerle olan bağ es geçilmiştir.

Kitap, herkesin anlayabileceği dil ile yazılmıştır. Korelilerin serencamı düzen içinde akmış kafa karışıklığına, sayfalara arası dönmelere neden olmamıştır. Michael J. Seth Hawaii üniversitesinde doktorasını yapmış 1998 yılından beri Kore ve Asya ile ilgili dersler veren bir profesör. Giriş bölümünün ilk başında, Japonya ve Çin’in gölgesinde kalmış, doğu Asya dışında pek bilinmeyen küçük bir ülke olmasından bahsetmektedir. Kore hakkında ilk İngilizce kitap onu hiç görmemiş Kore’yi gören hiçbir batılıyı bile tanımayan, Japonya’da yaşayan William Griffis’e aitmiş. Seth’e göre Güney Kore yoksulluktan refaha nefes kesici bir hızla döner, Kuzey Kore’yi ise çılgın yöneticisi sâyesinde tanımayan kimse kalmamıştır. Korelilerin coğrafyalarının kuzey doğusunun uzun kulaklarını oluşturduğu bir tavşan benzettiklerini, nüfusunun Güney Kore’de elli milyon Kuzey Kore’de 25 milyon olduğu yazmaktadır. Toplamda 75 milyonluk nüfusuyla ülkemizle neredeyse başa baş diyebileceğimiz bir oran çıkmaktadır. Coğrafyası ile ilgili bilgileri özetlersek; muazzam bir dağ silsilesine sâhip, karayoluyla seyahati engelleyecek ölçüde engebeli bir yapıya sahiptir. Ülkedeki nehirlerin çoğu Sarı Nehir’e akmaktadır, nereye giderseniz gidin karşınızda dağları görülmektedir. Bu yüzden Koreliler dağ yürüyüşlerine önem vermekteler. Asya anakarasına bağlı ama onunla bütünleşmemiş bir bölgedir. Bugün Kore denilen bölgenin sınırları altı asır önce oluşmuştur. Kışları sert yazları ise tropik buhar banyosu şeklinde geçmektedir. Bize bu bölümde, Paektu dağı ve ondan çıkan iki nehir, Doğu Denizine dökülen Tumen nehri, Sarı denize dökülen Yalu nehrini sınırları ile gösteren bir haritayı ekleyerek, coğrafyayı daha iyi anlamamıza neden olmuştur. Yine, Kore yazısının Latin alfabesine dönüştürülme zorluğuna dikkat çekilmiştir. Amerikalılar Kore dilini çevirmek için McCune - Reischaur sistemini geliştirmişler bu ilmi alanda kabul gören bir uygulama olmuş. Kore dili Avrupa dillerinden farklıdır (Altay dil gurubuna âit olduğu için Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve Japonca ile akrabadır, kitap bu bilgiyi yazmamıştır) bu yüzden Latinceye aktarmak zordur. Giriş bölümünden sonra bölümler şu şekilde sıralanmaktadır,

1. Kökenler
2. Budist Kore
3. Konfüçyüsçü Kore
4. Krallıktan Sömürgeciliğe
5. Kore İki Devlet Oluyor
6. Kuzey Kore’nin Yükselişi
7. Kuzey Kore’nin Mücadelesi
8. Güney Kore’nin Ortaya çıkışı
9. Müreffeh Güney Kore
10. Her Taraftan Meydan Okuma

Kore’nin mit kökenlerine baktığımız zaman karşımıza; yumurta, ayı, sarımsak çıkmaktadır. 5000.yıl önceye dayanan mite göre tanrı Hwanung gökyüzünden bir dağa iner, orada bir dişi kaplan ve dişi bir ayı ona yaklaşır. İnsan olmak istediklerini söyler. Hwanung ot ve sarımsak verir. Yüz gün boyunca güneşten uzak kalmasını söyler. Ayı başarır ama kaplan başaramaz. Dişi ayı kadın olur ve tanrı Hwanung onunla ilişkiye girer, 3 Ekim’de oğulları Dangun dünyaya gelir. Ve Gojosen adı verilen ilk Kore devletini kurar. (Paektu dağı Kuzey Kore) bu hikaye göre kökenleri Mançurya sınırındadır. Yazar bu mitin ilk olarak Moğol istilası sırasında yazıldığını söyler. Bu anlaşılır bir durumdur, eğer Yunus’unuz yok ise, yakıcı bir istilanın karşısında halkı ancak bu şekilde diri tutabilirsiniz. Mançurya; Batısında İç Moğolistan, güneydoğusunda Kore bulunan bir bölgedir. İç Moğolistan’da Hun damgalarının bulunduğu bilinmektedir.

Kitapta, Çinli Shang Hânedanına mensup imparator Gija’nın bu bölgeye sığındığında, tarımı, ipek böcekçiliğini, edebiyatı ve medeniyetinin bütün inceliklerini Korelilere öğrettiğini, medenileşerek tarihlerinin başladığı savına da yer verilmiş. Lâkin Bu mit Kore milliyetçileri tarafından kabul görmez. Ama ileride Silla Kralı tek başına hâkimiyet için Çin geleneklerini saraya sokacaktır. Japonya’ya uzanan ve Budizm ve Konfüçyüslüğe kapı açacaktır.

Dangun, Kore Halkının kuzeydoğu Asya’daki dağlar, ormanlar ve düzlüklerle ilişkisini; Gija onların kültürünün şekillenmesinde Çin’in muazzam etkisini temsil eder.” Çin istilası Dördüncü yüzyılda bitince, üç devlet kurulur; Kuzeyde Goguryeo, güneybatı da Baekje ve güneydoğuda Silla. Bu üç krallığın en eski olanı Goguryeo Krallığıdır (Bu isimlere TRT’de 2000'li yıllarda yayınlanan Sarayın incisi, İmparatoriçe Ki, gibi dizileri izleyenler ile yabancı değildir).  Bu krallıklar birbiriyle kıyasıya bir mücâdeleye girer. Yumurta efsanesi de böyle çıkar.

Yuhwa adlı güzel bir kadın Güneşin ışıklarından hâmile kalır ve bir yumurta doğurur. Kral bunun üzerine şüphelenir korkar ve yumurtayı hayvanlara atar ve onlar yemek yerine kırılana kadar onu korurlar. Ondan okçulukta yetenekli Jumong doğar. Üvey kardeşleri onu öldürmek istediklerinde kaçar, muazzam bir nehir yanına geldiğinde, karşısına kaplumbağalar çıkar. Onlar, dar bir geçit olacak şekilde dizilirler ve nehri geçmesine yardımcı olurlar. Jumong nehri geçtikten sonra Goguryeo’yu kurar. Ama bu kral yer yer zâlim bir yönetici olarak tasvir edilir, bunun nedeni Kuzeyde Goguryeo, Silla ise ari ırkı temsil eder ve güneyde (Seul) olmasıdır. Yazar hikâyenin tutarsızlığı, ilgili tarihin yanıltıcılığının altını çizer. 4.yy başlarında bir kabileler birliği vardır. Hikâyeye göre, ikinci devlet Bakje’yi Jumong'un oğlu kurar, Pak Hyeokgeouse, Silla’yı kurulmuştur. Geleneğe göre, üç kralın en eskisi Pak Hyeokgeouse’dir. O, bir beyaz atın önünde diz çöktüğü yumurtadan doğmuştur. Bir bilge tarafından yetiştirilen kral ejderhanın kaburgasından doğmuş Leydi Aryeongu kendisine eş yapar.

Pişmiş pirinç demek olan “bap” yemek mânâsını da gelmektedir. Kore toplumu pirinç üretimiyle başlar, üç öğünde ana yemek olarak yerini alır. Onunla yenen yemeklere ise “banchan” denir. Kore mutfağının olmazsa olmazı pirinç, yumurta, sarımsaktır. Üç yiyeceğin Kore mitleriyle olan bağlantısını bu kitapta ayrıntılı olarak öğrenmekteyiz. Yazar üç devlet olan eski Korenin Silla ile birleşmesini, Moğol döneminde süre gelen acılara zalimliklere de yer verir. Karşımızda, birçok acıya göğsünü germiş, mahâretli bir millet vardır. Budist döneminde rahat olan kadınların Konfüçyüsçülükle başlayan eve kapanışları ve toplumdışına itilişleri, Moğolların antlaşma gereği, cariye olarak verilmesini, Japonların ikinci dünya savaşında Rahatlatıcı Kadınlar diye, küçük büyük demeden birçoğunu kullanmasına yer vermektedir. Kore dizilerine beğenen, Asya tarihine merak duyanlar alıp okumalı. Biz yazımızı mitleri ve bizle olan yakın teması üzerine kurduk, kitapta bu temasa hiç değinilmemiş.

Kore ile ortak yönlerimizin çok olmasına rağmen ilişkilerimiz kısır döngüde kalmış, misyonerlerin kol gezip üçte birini Hristiyanlaştırdığı bu ülkenin en büyük eksiği bir Yunusların olmayışıdır. Hep batıya bakan bizlerin acılar içinde bir çıkış arayan kadim dostlarımızı keşke zamanında duyabilseydik. O zaman Sarı Saltuklar gibi âşıklar onların susuzluğunu giderebilirdi. Bugün Misyonerlerin kol gezdiği yerde Yunuslar hasıl olurdu. Geç kalmış sayılmayız. Her ne olursa olsun Işık doğudan yükselecektir.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Modern çağın sorunlarına irfani çözümler

“Hak geldi, batıl yok olup gitti; batıl her zaman yok olmaya mahkumdur.”
- İsra:81

Rene Guenon, modern çağı dünya için bir bunalım dönemi olarak görmektedir. Nakıb El- Attas'a göre ise bugünün modern Batı uygarlığının ileriye sürdükleri çağlar boyunca insanlığın karşı karşıya kaldığı en ciddi ve tahripkâr tehdittir. Merkezin Tanrı’dan insana kaydırıldığı, geleneğin sürekliliğinin kırıldığı, ruhani arayışın gölgelediği ve bunun sonucunda insan uygarlığının çöküşünü başlattığı için, hümanizm temelinde, estetik ve din dışı bilimlerle meşgul Batı modernizmi psikolojik olarak yozlaşmış, entelektüel ve manevi olarak iflas etmiştir. İslami ilimler uzmanı ve mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasr’da, İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı adlı eserinde; Modern çağın ortaya çıkardığı sorunları, bu sorunların çözümlenmesinde günümüz insanının içinde bulunduğu durumun açıklanmasını ve modern uygarlığı meydana getiren tüm ögelerin uzlaşımcı kurallara veya duygusal tercihlere göre değil de hakikate göre yargılanmasına olanak verecek İslami öğretileri uygulama yollarını arıyor.

1933 yılında Tahran’da doğan Seyyid Hüseyin Nasr, ilk öğrenimini İran’da tamamlamasının ardından üniversite eğitimi için Amerika’ya gitti. Massachusetts Institute of Technology’de matematik ve fizik okudu. Batılı filozofların bilimi fiziksel gerçekliğin doğasını keşfin vasıtası olarak görmediklerini öğrenmesi onu Batı felsefesi ve bilim tarihi çalışmaya yönlendirdi. Karşılaştırmalı dinler alanındaki araştırmalarında René Guénon’un eserleriyle karşılaşması ise onun için bir dönüm noktası oldu. Doktorasını Harvard Üniversitesi’nde İslam kozmolojisi ve bilim alanında yaptığı araştırmasıyla tamamladı. Bir dönem ülkesi İran’a dönen Nasr, Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde bilim tarihi ve bilim felsefesi dersleri verdi. Bu sırada İslâm geleneksel düşüncesi alanında Seyyid Muhammed Kazım Asrar, Seyyid Ebü’l-Hasan Kazvinî ve Muhammed Tabatabâî’nin verdiği derslere katıldı. 1979 yılında Amerika’ya dönen Seyyid Hüseyin Nasr 1984 yılında bu yana George Washington Üniversitesi’nde İslami Araştırmalar profesörü olarak görevini sürdürmektedir. Gelenekselci ekolün önde gelen isimlerinden olan Seyyid Hüseyin Nasr karşılaştırmalı din, din-bilim ilişkileri özelinde İslam bilimi ve bilim felsefesi alanlarında çalışmalarına devam etmektedir.

Seyyid Hüseyin Nasr’ın beş bölümden oluşan çalışması ilk olarak modern Batı insanın bugünkü durumuna odaklanıyor ve Batı’nın insanı Merkez’den ve varlık dairesinin ekseninden uzaklaştıran konulara değiniyor. Yazar bunun temel sebebinin: “Semavi olana isyan etmiş olan modern insanın İslam’da olduğu gibi Kalbi Aklın (Intellect) ışığına değil de duyuların verilerini elekten geçiren insan aklının gücüne dayalı bir bilim görüşünü benimsemesi” olduğunu söylüyor. Yalnızca akla dayanan bilimin ve ürettiği bilginin insanı asli olana ulaştırmasının mümkün olmadığını savunuyor. Schuon’un deyimiyle: “Modern bilim, öznede rasyonalist, nesnede materyalist tavrı ile bizim durumumuzu açıklamaya çalışır. Ama ilahi manada ve hakiki alem hakkında hiçbir şey söyleyemez. Mekân, zaman, madde, enerji gibi kavramların ilahi derinliklerine dalmaya çalışan profan bilimler, bunların içeriğindeki “hikmet”i unutur.” Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerimde: “Onların kalpleri vardır onlarla aklederler”. der. (Hac, 46) Seyyid Hüseyin Nasr “kalb” kelimesini buradaki anlamıyla insanın kavrama, bilme ve algılama sağlıklı hüküm verme yeteneği olan “akıl” manasına gelen tanımını kabul ediyor ve ancak asli bilgiye bu yolla ulaşılabileceğine inanıyor. İbnü’l Arabi’nin de dediği gibi: “Bilgi kalpten gelen edinime muhtaçtır; bilen kalptir, bilinen de kalbin edindiğidir."

Sonrasında ise bu kez yönünü bugünün dünyasında yaşayan Çağdaş Müslüman’a çeviriyor ve günümüz Müslümanlarının çıkmazlarını ele alıyor. Müslümanların modern Batı insanından farklı olarak hala aşkın boyutu kaybetmemiş olan toplumlarda yaşamına devam ediyor olmasına karşın, modern dünya karşısında Batı’ya kıyasla geleneksel olandan çok daha fazla şey kaybetmesi sonucunda Doğu’da meydana gelen yıkım çok daha hızlı ve yıkıcı olduğunu belirtiyor. İslam öğretilerinin anti tezi olan modern Batı’nın dünya görüşü karşısında düşünce, eğitim, görsel ve işitsel sanatlar gibi birçok alanda düştüğü bunalımı anlatan Nasr, bu okumayı yapan tüm Müslümanların aklına düşen o soruyu da sormaktan çekinmiyor: “Müslümanların hayatında bu açmaz var olmak zorunda mıdır?” “Neden Müslümanlar modern medeniyeti kendi geleneklerinin ilkelerine göre değerlendirip, bu ilkelere aykırı olan yönlerini reddetmiyorlar?"

Çalışmasında felsefe ve metafizik açısından bir Doğu ve Batı karşılaştırması da yapan Nasr, hikmetin ortak dilinin yitirildiği modern dünyada anlamlı bir karşılaştırma yapabilmek için ilk şartın Doğu’nun ve Batı’nın dini ve metafizik geleneklerinin yapılarını ve anlam düzeylerini bütünüyle tanımaktan geçtiğini belirtiyor. Batı’nın Hikmet’ten soyulmuş salt akla dayalı ve fiziki bir nitelik olarak insanı merkeze alan felsefesi ile İmam Gazzali’nin; “Aklın varlık alemindeki seyrinin bir diğer adı” olan Doğu felsefesi arasında derinlemesine yapılacak karşılaştırmalı bir çalışmanın modern dünyayı oluşturan yaygın yanılgılar karışımını sileceğini düşünüyor. Aksi takdirde farklı ilham düzeylerinin tamamıyla karıştırıldığı Tolstoy ile Mahatma Gandi’nin ya da Nietzsche ve Mevlâna Celaleddin Rumi’nin aynı kefeye konduğu karmakarışık bir hal alan sığ ve kolaycı sentezlerle karşı karşıya kalabiliyoruz.

Mahmud Erol Kılıç’a göre “Günümüzün modern insanının en büyük problemi 'bağlantısı' olmamasıdır. Modern düşünce 'bağlantısız' sayarak insanı çırılçıplak halde, ortada bırakmıştır. Oysa insanın varlığın birliği ve bütünlüğü dahilinde çok önemli bir bağlantı içinde var olması gerekir. Bu ise ilahi bir bağlantıdır. Seyyid Hüseyin Nasr da “Semadan inmiş bulunan ve kaynaklarında İlahi olanın özel bir tezahürüyle özdeşleşen ilkeler dizisini ve bu ilkelerin farklı zaman birimlerinde ve farklı koşullarda belli bir insan topluluğuna indirilmesi ve uygulanması” olan geleneğin; “Kim olduğunu unutmuş ve kendi varlık dairesinin kenarında yaşayan modern insan için Merkez’den neşet eden ve insanın kenardan Merkez’e dönmesini sağlayabilecek yegâne çağrı olduğunu” savunuyor kitabında. Gelenek özelinde ise tasavvufu modern insan için bir yol gösterici olarak tanımlıyor, zira tasavvuf hayatın amacını, gayesini gösteren ve anlamını bulmanın yoludur. Mahmud Erol Kılıç’ın da dediği gibi: “Mananın kendisi Allah’tır; hayata anlam veren Allah’tır ve O’nsuz mana olamaz. Manadan O çıkarılmaya çalışılırsa hayatın anlamı kopar gider, insan da doğa da kendini kaybeder, tamamen rayından çıkar. Bu yüzden manadan uzak bir anlayışın hüküm sürdüğü modern zamanlarda kendimizi bulmanın yolu gelenekten geçer."

Kitabın bir bölümünde modern insanın en büyük sorunlarından birisi olarak gördüğü düşünce ve eylemi birbirinden ayıran, eylemin düşünceye olan üstünlüğünün kabulü konusu üzerine eğilen Seyyid Hüseyin Nasr’ın düşüncelerinden istifade ettiği Rene Guenon bir adım daha ileri gidiyor: “Olayların bugünkü durumunda Doğu- Batı karşıtlığının, Doğu’nun derin düşünmeyi eylemden üstün tutmasından, buna karşılık modern Batı’nın da eylemin derin düşünmeye olan üstünlüğünü kabul etmesinden ibaret olduğunu” söylüyor. “Her fırsatta eylemin üstünlüğünü açıklamakla yetinmeyen Batı, eylemi tek kaygı yapacak ve gerçek mahiyetini bilmediği ya da bilmezlikten geldiği düşüncenin bütün değerlerini inkar edecek bir noktaya ulaşmıştır. Onlar bilgi konusunda, yansımalı bilgi diyebileceğimiz sadece akli ve istidlali bilgiyi, yani dolaylı ve eksik bilgiyi göz önünde bulunduruyorlar ve giderek bu aşağı seviyeli bilgiye bile ancak pratik amaçlarına yararlı olduğu ölçüde değer veriyorlar. Eylemin içine eylemi aşan her şeyi inkar edecek derecede girdiklerinden, bizzat eylemin ilke yokluğundan, önemsiz olduğu kadar verimsiz bir telaşa dönüştüğünü fark etmiyorlar. İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: Ardı arkası kesilmeyen bir telaş, sürekli değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan hız gereksinimleri..." Bu durumun meydana getirdiği denge yitimi insanı kendi varlık dairesinden uzaklaştırıp, eylemlerini anlamsız ve kopuk bir hale getiriyor. Yazar bu sorunun İslamiyet'teki düşünce ve eylem arasındaki ahenk ile giderilebileceğini öne sürüyor ve İslami öğretilerde düşüncenin üstünlüğü açık bir biçimde kabul ederken, eyleme de layık olduğu yeri veren örnekler sunuyor.

Seyyid Hüseyin Nasr, günümüz İslam dünyasında İslam’ın durumuna göz atarken Çağdaş Arap dünyası ve kendi doğup büyüdüğü topraklar olan İran’da İslam’ın dünü ve bugünü üzerinden örnekler vermekle yetiniyor. Sonrasında çeşitli İslam ülkelerinde modernleşmiş olmalarına rağmen, hala İslam’la ve tarihiyle ilgisini koparmayan Müslümanların zihinlerinde modernizmin doğurduğu daha spesifik sorunlara göz atıyor. Bunun içinde modernleşmiş Müslüman’ın din ve tarihi bir gerçeklik olarak İslam’ın bütünü karşısında takındığı tavrı yansıtan üç sözcük üzerine odaklanıyor; “çöküş”, “sapma” ve “yeniden doğuş”. Modern Batı’ya göre İslam dünyasının “çöküş” olarak adlandırdığı dönemi ele alarak başlayan yazar, bu çöküşün neye göre ve hangi ölçüye göre uygulandığını sorguluyor zira bu belirlemeler yapılırken yalnızca Batı’nın değerler sisteminin kullanıldığını ve bunun açtığı sorunlar ile yok saymaları sıralıyor. “Yeniden doğuş” un ise Rönesans’a atıfta bulunularak her alanda fütursuzca kullanıldığını, halbuki bu söylemin yani İslami Rönesans’ın insan tarihinin belli bir anında moda olmuş herhangi bir şeyin doğuşu veya yeniden doğuşu değil, gerçekten İslami nitelikteki ilkelerin yeniden uygulanmasıyla olacağını savını öne sürüyor.

Ve son olarak, modern Batı’nın çağdaş Müslüman’a karşı zihni ve manevi düzlemde meydan okuyuşlarına ve bu meydan okuyuşlara karşılık vermede İslam geleneğinin oynayabileceği role değiniyor ve şöyle bitiriyor: “Her şeyden önce, İslam ve İslam medeniyetini korumak için, İslam geleneğinin bilinçli ve zihni düzeyde savunması yapılmalıdır. Bunun yanı sıra, modern dünya ve taşıdığı yanlışlıklarla eksiklikler, tam bir zihni eleştiriden geçirilmelidir. Bugünkü değişim temposunun hızı nedeniyle, eğer Müslümanlar aynı çıkmaz sokağa, hatta daha da kötüsüne girmek istemiyorlarsa, Batı’nın izlediği yolda gitmeyi hiçbir zaman ümit etmemelidirler. Müslüman aydınlar tam bir güvenle Batı’nın bu kitapta sözünü ettiğimiz ve daha başka pek çok meydan okuyuşuna göğüs germelidirler."

Bugün Seyyid Hüseyin Nasr’ın bu çalışmayı kaleme almasının üzerinden tam yarım asır geçti. İlk yazılışından çeyrek asır sonra gerek İslami coğrafyada yaşanan değişimler gerekse Batı’nın Doğu’ya meydan okuyuşlarındaki değişimlerden dolayı yazar kitabın yeni baskısında gerekli değişiklikleri yaptığını hatta kitapta yer alan iki bölümü yeniden kaleme aldığını belirtiyordu. Üzerinden geçen yıllarda entelektüel sezgiyi tanımayan ve inkar etmekte ısrar eden gerçek manada bir “gelenek”ten yoksun, şüphe ve iç çelişkisi içerisindeki Batı kültür ve uygarlığının doymak bilmeyen, açgözlü ve sınırı olmayan yolculuğuna hız kesmeden devam ederken, günümüzdeki meydan okuyuşlarına karşı yeni sözlere ihtiyacımız olduğu aşikardır.

Neslihan Erarslanoğlu
x.com/nerarslanoglu

21 Şubat 2025 Cuma

Tarihi belgeleriyle ve tüm gerçekleriyle 31 Mart Vakası

Yakın tarihimizin önemli ve en netameli konularından birisi, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra meydana gelen 31 Mart Vakası'dır. Bu hadisenin karmaşık olmasının ve hakkında bir çok kafa karışıklığının bulunmasının en önemli sebeplerinden bir tanesi, sonucunda 2. Abdülhamid'in hal edilerek padişahlığının son bulmasıdır. 2 Abdülhamid'i tanımayan, tanımak gibi derdi olmayan, tanıdığını zanneden fakat bilgisi zandan öteye geçmeyen ve 2. Abdülhamid'den günümüze siyasi çıkarımlar yapan günümüz popülizm kurbanlarına göre Abdülhamid'in hal edilmesi ile birlikte tarihte yeni bir sayfa açılmıştır ve padişahın hallinde en büyük günahkar (!) İttihat ve Terakki Cemiyeti'dir. Bu tarafgirlerin anlatımlarına ve algılarına göre, 2. Abdülhamid'in hal edilmesiyle birlikte imparatorluk çökmüş, İTC'nin yönetimi devralmasıyla imparatorluk parçalanmaya başlamış hatta parçalanmıştır. Sanki asırlardır toprak kaybeden, savaşlarda yenilgi yüzü gören Osmanlı İmparatorluğu değilmiş gibi veya her şey yolundayken imparatorluk, Meşrutiyet'in ilanı ve İTC imparatorluk yüzünden yıkılmıştır.

Ne yazık ki mesele bu kadar basit ve sıradan değildir. Denklemin birden fazla bilinmeyeni, oyunun birden fazla kurucusu ve hayatın kendi akışı vardır. 31 Mart Hadisesi'nin ve yorumlarının birden fazla ve farklı cephesi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hadisenin sonunda hal edilecek olan Sultan 2. Abdülhamid'dir. İTC'ye göre padişah, meşrutiyeti sekteye uğratmaya yönelik bir girişim olan hadiseyi desteklemiş ve arkasında durmuştur. Böylece meşruti yönetime tekrar son vererek mutlaki rejime dönmeyi ve gücünü toplamayı amaçladığı düşünülmüştür.

Bu taraflardan bir diğeri İTC'dir ve bu tarihi vakada parmağı olduğuna yönelik iddialar ve ithamlar bulunmaktadır. İTC muhaliflerine göre, tertiple birlikte padişahın hal edilmesi amaçlanmış ve bu amaca ulaşılmıştır. Bu iddialara göre, İTC'nin meşrutiyetin ilanımdan sonra 2. Abdülhamid'i hal düşüncesi kafasındadır, İTC'nin 2. Abdülhamid'le asla geçinemediğine yönelik hayali bir tablonun varsayımcıları ve savunucuları, bu olayla birlikte sultanın hal edilmesine gidecek yolun taşlarının İTC tarafından döşendiği iddiasındadır. Meşrutiyetin ilan edilmiş olması, İTC'nin de siyasal hayata alışmaya ve söz sahibi olmaya çalıştığı gerçeği göz önüne alınmadan ve vaka neticesinde oluşan karışıklık ile İTC mensubinine yönelik hareketler değerlendirilmeksizin İTC'ye yönelik bu ithamların haksız olduğu anlaşılacaktır. Bir diğer cephe ise Derviş Vahdeti, Volkan Gazetesi ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'dir. Özellikle günümüzün meşhur İTC anlatımlarında 31 Mart Vakası'na yönelik yazılan bir kitaba atılan başlık (sonradan başlıktan bu kısım çıkarılmıştır) bu grubun meydana gelen hadisede parmağının olduğuna yönelik inancı güçlendirmiştir. Genel olarak İTC taraftarı olan grupların da söylemleri, İMC'nin bu olayda parmağının bulunduğu, hazırlayıcısı ve kurucusu olduğu yönündedir. Özellikle laiklik üzerinden rakiplerini alt etmek isteyen grupların okumalarında bu cephe geniş yer tutar. Kemalist ve laik gruplar için 31 Mart Vakasının günah galerisinde bu isimler, gazete ve cemiyet bulunmaktadır.

Bir diğer taraf ise "dış güçler, yabancı mihraklar" olup, iddialar bunların olayda parmağı olduğu, planlayıcısı olduklarına yöneliktir. Meydana gelen hadisede yaralanan her iki tarafın imparatorluk askeri ve vatandaşı olduğu, imparatorluğun güçsüz düştüğü ve kendi içerisinde açmazlarının olduğu, aynı zamanda olaydan sonra ilan edilen sıkıyönetimin meşruti darbeye ciddi anlamda darbe vurup sekteye uğrattığı gözetildiğinde bu hadisenin oyun kurucularının imparatorluk topraklarında gözü olan dış güçler olduğu ihtimali de zikredilir. Bir günah keçisi aranır aranır bulunamayınca, içinden çıkılamayan hallerde yapılacak en son çare olarak bu kapıya gelinir. Bugüne kadar yaptığım okumalarda, 31 Mart Hadisesi'nin tam olarak ne olduğunu gösteren net bir fotoğraf çizen çalışmaya rastlamadım. Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, tarafgirlik ve yazılanların hakikatten ziyade birilerinin çıkarına hizmet etme gayretiydi. Diğeri de zandan öteye gitmeyen veya muğlak ve müphem ifadeler içeren, sonuca varmayan yorumlardı. Aklıselimle meseleyi dışarıdan, tarafgir olmayan bir tutumla anlatacak, yazacak birilerine ihtiyaç vardı. Kimselerin sözcüsü olmadan ve sonuca varacak bir çalışma lazımdı 31 Mart Hadisesi'ne ilişkin. Elbet bu da bir yoruma dayanacaktı ve eleştirilebilir olacaktı ama en azından mevcut boşluğu dolduracaktı. Ender Korkmaz hocanın kitabı işte tam böyle bir zamanda yayınlandı. Üzüm yemeyi amaç edinen ve üzüm yeme gayretinde olan, bağcıyla pek işi olmayan ve birilerini de dövmeye kalkmayan kitabını çıkardı.

Dumanı üstünde bir kitap; 31 Mart Vakası. 3 ana başlıktan oluşuyor: İsyan yoluna döşenen taşlar, 31 Mart Askeri İsyanı, Vaka Sonrası ve Vakanın Tahlili. Giriş kısmında Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başlıyor hikayemiz. Kamil Paşa Hükümeti'nin kurulmasını müteakip, İTC'ye karşı oluşan muhalefet ve 31 Mart Hadisesi'ne giden yolda döşenen taşlar anlatılıyor. Muhalefetin oluşumu burada önemli bir unsur olarak ortaya çıkıyor. Çünkü meşrutiyet ilan edileli çok olmamış, meşrutiyetin tanımı da tam olarak oturmamış, belirsizlikler üstüne kurulu bir siyasi hayat söz konusu ve İTC'nin siyasi deneyiminin olmayışı ve siyaset bilgisinin zayıflığı bütün hadiselerin üzerine tuz biber olmaktadır. Meşrutiyetin ilanı sonrasında halk ne yapacağını bilmez haldedir, genel anlamda bir gevşeklik baş göstermiştir. Bütün bunlara otorite yokluğu da eklenince, ne yazık ki imparatorluk bir çalkantı içerisine girmiştir. İTC'ye karşı muhalif oluşumlar bu sırada baş göstermektedir. Bir kısım düşünür ve muhalif, meşrutiyetin ilanı ile birlikte kendilerine acılar çektirdiklerini düşündüğü padişahın hal edilmesini istemektedir. İTC ise bu tavrın ve görüşün karşısındadır. "Sabahaddin Bey ve çevresindekilerin İTC ile yaşadığı temel fikir ayrılıklarından biri, Sabahaddin Bey ve çevresinin Meşrutiyet'in ilanının ardından Sultan 2. Abdülhamid ile uzlaşmaya yanaşmamalarıydı. Sabahaddin Bey ve taraftarları Sultan 2. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hatta Sabahaddin Bey'e göre kendisinin ve taraftarlarının bu görüşü İttihatçılar tarafından hainlik sayılmaktaydı. Dolayısıyla bu tür fikir ayrılıkları zaten zayıf bağlarla bir arada bulunan iki grup arasında bir bölünmeyi kaçınılmaz kılıyordu." (syf. 41)

Bu alıntı ve bu ayrım önemli bir hususu "İTC'nin 2. Abdülhamid'e karşı nefretinin veyahut onun padişahlık görevine son verilmesinin söz konusu olmadığı" hususunu okuyucuya göstermektedir. İTC'nin 2. Abdülhamid ile geçinemediği, onu hal etmek için bahane aradığı ve bu bahaneyi de bu vakayla elde ettiği varsayımı tarihi gerçeklere uygun düşmemektedir. Padişahın dahli olmamakla birlikte vaka sonucunda hal edilmesi ise tarihin bir cilvesidir. Bu, planlanmış ve vaka sonrasında herkesin ellerini cebine atarak "Hadi padişahı hal edelim" dediği bir vaka değildir. Padişah hakkında, vakanın başlangıcında hal edilmeyeceğine ve padişaha karşı herhangi bir harekete girişilmeyeceğine yönelik garantiler de verilmiştir. Hadise öncesinde, bir yandan muhalif oluşumlar, bir yandan Derviş Vahdeti ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyet'i ve söylemleri; asker arasındaki huzursuzluk, başıboşluk; Hasan Fehmi cinayeti; hükümet bunalımları; sürgüne gönderilen ve Meşrutiyetin ilanı ile dönenler ve bir çok mesele adeta gelmekte olanı haber vermiştir.

Kitabın ikinci bölümünde, isyanın başlamasıyla birlikte gün gün farklı cephelerden isyanın gelişimi, yaşananlar ve yazarın değerlendirmelerine yer verilmiştir. İsyan, alaylıların mekteplilere yönelik baskını ile başlamıştır ve isyan ateşi yanmıştır. İsyan ateşi, toplu bir hareketten ziyade başıboş ve düzensiz bir oluşumdur. İsyan patlak verdikten sonra planlı olması halinde etkisinin çok büyük olması ve kargaşa düzeyinde kalmaması söz konusu olabilecekken bu aşamalara geçememiştir. İsyanın nihai bir gayesinin varlığından da söz edilemez.

"Tanin'in olağanüstü olarak Selanik'te basılan 26 Nisan tarihli özel sayısında o gün yaşadıklarını anlatan Bağdat Mebusu Babanzade İsmail Hakkı Bey, meclise giren askerlerin şeriatın uygulanmasını, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa'nın, Hassa Ordusu (I. Ordu) Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'nın, II. Fırka Kumandanı Cevad Paşa'nın, Taşkışla Kumandanı Esad Bey'in görevden alınmasını istediklerini aktarır. Meclis-i Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey'in istifası ve olaylara karışan askerlerin affedilmeleri de askerlerin taleplerinin arasındaydı. Muhalefetten Mahir Said Bey'in ve iktidar partisinden İsmail Hakkı Bey'in askerin talepleri hakkında verdiği birbirinden farklı iki rivayetin muhtemelen ikisi de doğruydu. Bu durum isyancı askerler arasında bir söylem birliği olmadığını dolayısıyla hareketin politik motivasyonunun düşük olduğunu gösterebilir." (syf.97)

Kitabın en uzun kısmında, hareketin başlamasından sonra tarafların tepkilerine yer verilir. Kimileri hareketin karşısında yer alır, çareyi saklanmakta ya da kaçmakta bulurken, matbaalar dağıtılır, mebus öldürülür, kimileri de bunları onaylar nitelikte yazılarla yeni bir "inkılaptan" söz eder. Kişiler, cemiyet ve gruplar açıklamalarıyla saflarını almaya başlarlar. Ayaklanmanın başlangıcında, isyancıların durumu göz önüne alınarak rüzgarı arkasına almış hareketten yana tavır koyulur. Fakat gün geçtikçe ve Rumeli birlikleri İstanbul'a yaklaşıp müdahale edince rüzgar yine yön değiştirir ve galibe göre yeni söylemler benimsenir. Bu, bizim siyasi geleneğimizin de vazgeçilmezlerindendir. Güce karşı konumlanan bir anlayış, bulunduğu yere değer katmaktan ve inandığı hakikatleri savunmaktansa gücü arkasına alarak gücün rüzgarına inanarak yükselmek, yön tayin etmek. Memleket, yüz yıl öncesinde de aslında bugünden farklı değildir. İkinci kısım gerek tarihi vakaları aktarması gerek bu vakaların yorumlanmasıyla okuyucusuna yol gösterir. Aktarılan vakalar, geniş kaynakça, günlük ve hatırat alıntıları sadece alıntılanmakla yetinilmeden, eleştiriler ile zenginleştirilir. Katılınan ve katılınılmayan noktalar okuyucuya sunulur. Eserin geniş kaynakçası incelendiğinde de eserin emek mahsulü olduğu ortaya çıkacaktır. En nihayetinde Rumeli'den gelen Hareket Ordusu İstanbul'a gelir, olaya müdahale eder ve isyan kontrol altına alınır. Hiç bitmeyecek bir sıkıyönetimin ilanı, padişahın halli ve Selanik'e gönderilmesi, Reşat Efendi'nin padişahlığının ilanıyla birlikte bu bölüm bitirilir.

Kitabın son bölümü, vaka sonrası yaşananlar ve vakanın tahliline ayrılmıştır. Okuyucunun en merakla beklediği, yazarın ise muradının anlatılacağı yere gelmiş bulunmaktayız. Vaka sonrası neredeyse imparatorlukta, cumhuriyete kadar devam edecek bir sıkıyönetim ilan edilmişti. Bu sıkıyönetimi takip eden ise yargılamalar ve cezalandırmalar olmuştur. Bu cezalandırmalardan olayın müsebbibi sayılan basın, İMC, Volkan Gazetesi, Derviş Vahdeti, İkdam ve Ali Kemal Bey, Mevlânzâde Rifat, 2. Abdülhamid'in yakınları, askerler ve pek çok isim nasibini almıştır. Bu cezalandırmaların ve yargılamaların ne kadar hukuki ve hakkaniyet uygun olduğu elbette soru işaretlerini içerir. Olağanüstü dönemlerin olağan yargılamalarından bahsedilmesi mümkün değildir. Olması gerekir ama olmaz.

"Vaka sonrası sıkı bir cezalandırma politikası izlendi. Bu politikanın İTC için olası iki faydası vardı. Bunlardan birisi Meşrutiyet'in ilanından sonra oluşan kafa karışıklığı sırasında iyiden iyiye zayıflayan kamu düzeninin tekrar sağlanmasıydı. İkincisi ise elde edilen fırsattan istifadeyle İTC'nin eleştirilemez ve muhalefet edilemez bir siyasi yapı haline getirilmesidir." (syf.289-290)

"Divan-ı Harplerin faaliyeti bir yönüyle eski dönemle yarım kalmış bir hesaplaşmanın da tamamlanması çalışmasına dönüşmüştü. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul adalarında ikamete mecbur edilen, Sultan 2. Abdülhamid'in yakın çevresindeki tartışmalı isimler de Divan-ı Harp tarafından yargılandı." (syf.296)

Kitabın en can alıcı noktasına gelir okuyucu sonunda: Vakanın Tahlili. Bu kitap bu sayfalar için yazılmış da denebilir aslında. Buraya kadar yorum, tarihi aktarım birlikteliği el eleyken buradan itibaren vakanın değerlendirilmesine geçilir. Öncelikle irtica kavramına değinilir. İrtica, aradan geçen yüz yıldan fazla bir süreye rağmen hala ülke gündeminden düşmemiştir, akademik çevrelerde, siyasi partilerde ve sokakta konuşulur. Herkes bir yerinden tutar kavramı, çekiştirir kendince. Vakayla ilişkilendirenlerin irticadan anladıkları şey ise "şeriatçı bir ayaklanma" başlığında da görüleceği üzere vakayı din ve dini hareketler ile ilişkilendirip, laiklik üzerinden cumhuriyete, cumhuriyetten günümüze ulaşan bir okumadır. Burada en önemli tespit, "1909 yılında kamuoyunda laiklik gibi bir baskın gündem olmadığı için laik-antilaik çatışmasından söz edilemeyeceğidir." Tarihi kendimize göre çekiştirip, kendi penceremizden karşı tarafa taş atmak için kullanmak olsa olsa bizi komik duruma düşürür ama ne yazık ki yıllar boyunca ülkede bu tezler işlenmiş hala da işlenmektedir. Bu ayaklanmanın neden laik çıkarımla okunamayacağı ya da irticadan neyin anlaşılması gerektiği detaylıca anlatılır.

"Aslına bakılırsa vakadan sonra iktidarı daha güçlü bir şekilde ellerine alan ve 1912'deki yaklaşık 5 aylık bir kesinti hariç ellerinde bulunduran İTC, laikleşme şöyle dursun İmam Hatip Liselerinin temeli olan Medreset'ül Eimme ve Huteba adli okulları açarak, Medresetül Kuzat'ı kurup medreseleri yüksek öğretim sistemine dahil ederek ve Hukuk-ı Aile Kararnamesi gibi bir İslam hukuku metnini kanunlaştırarak devletin dini niteliğini tahkim etmişti. Dolayısıyla İTC'nin dine yönelik tavrını Fransız Devriminde ortaya çıkan ve Katolik Kilisesini adeta Fransa'dan silen Jakoben grupların dine yönelik tavrına benzetmek klasik mantık terimiyle "kıyas-ı batıl"dır." (syf.308)

İkinci değerlendirme Sultan 2. Abdülhamid'e yöneliktir. Yukarıda açıklanan gerekçelerle Sultan'ın vakada parmağı olabileceğine yönelik kamuoyunda güçlü bir algı oluşturulmuş, oluşturulan bu algı sebebiyle de Sultan vaka sonunda hal edilmiş, tahtından olmuş, Selanik'e gönderilmiştir. Saldırının Meşrutiyet'e yönelik olduğu inancı nedeniyle Sultan şüphelilerden birisi olarak görülmüşse de bu varsayımın hatalı olduğu da bugün ortaya çıkmıştır.

Vakada diğer taraflar Ahrar Fırkası, İTC, Derviş Vahdeti ve dış güç İngiltere'nin de parmağının olup olmayacağı mantıklı ve tutarlı bir şekilde değerlendirilmiştir. Bunların da vakanın arkasında yatan ve ayaklanmanın çıkış nedeni olamayacağı izah edilmiş ama vakanın tarihi seyri içerisinde şiddetli ve hafif etkileri, vakanın ilerleyişinde hataları ve günahları olabileceği de göz ardı edilmemiştir. Vakanın müsebbipleri değillerdir doğrudan. Vakanın değerlendirilmesinde en dikkat çekici ve çarpıcı, aynı zamanda ayakları yere basan yorum şu şekildedir: "31 Mart askeri isyanı iyi organize edilmiş veya titizlikle planlanmış bir darbe girişiminden ziyade, spontane gelişen bir ayaklanmaydı." (syf. 321) Devamında gelen tespit de can alıcı olup önem arz eder: "Muhtemelen bazı birlikler bir süredir nasıl isyan edeceklerini tasarlıyorlardı. Ancak talepleri 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra görülen askeri huzursuzluk örneklerinde olduğu gibi hoşlanmadıkları subayların değiştirilmesi, rütbelerinin yükseltilmesi ya da erken terhis gibi şeylerdi. ... Vakanın en karışık günü olan ilk gününde bile isyancılar sadece meclis önünde beklemişlerdi. Ne istedikleri kendilerine sorulduğunda derli toplu bir cevap bile verememiş, talepleirni iletmesi için Hoca Rasim Efendi'yi Meclise göndermişlerdi" (syf. 322)

Kitabın savunduğu ana tema bu yorumlarda saklıdır. 31 Mart Vakası, organize ve planlı bir grup tarafından eyleme geçirilen bir isyan yahut ayaklanma değildir. Bu vakanın temelinde merkez- taşra çatışması ve memnuniyetsiz askerler, halk bulunmaktadır. Toplumda Meşrutiyet'in ilanına yüklenen büyük anlamdan doğan büyük hayal kırıklıkları ve halkın devletten istifadesinin istenilen düzeyde olmaması isyanın başlangıcında etkilidir. İsyan başladıktan sonra yan unsurların desteği olmuşsa da bunların müsebbip oldukları ve bunlar tarafından tertiplenen büyük bir organizasyondan söz edilemez. Çatışmanın ana odağı merkez-çevre, Balkanlar-Anadolu ekseninde ekmeği biraz da biz yiyelim, ya da kim yesin, devletin nimetlerinden faydalansın, devlete sırtını yaslasın da saklıdır ve bu tartışmaya yöneliktir. Birden fazla politik, sosyal aktörün şekillendirdiği ayaklanmanın anlaşılmasında bu yorum ayakları yere basan mantıklı ve akla yatkındır. Elbette bu da bir yorum nihai bir sonuç veya mutlak bir hakikat değildir.

31 Mart Vakası kitap içerisinde; öncesi ve hazırlayıcıları bölümüyle incelenmeye başlamış, meydana gelişi gün gün tarafların gözünden anlatılarak aydınlatılmış, sonuç kısmında ise ana sebep ve yan etkenler üzerinden okuma gerçekleştirilmiştir. Ayaklanmanın anlatımında tarafgirlik yapılmadan olanların anlatılarak yorumlanması ve her cepheden değerlendirilerek ulaşılan nihai sonuç ortaya konulmuştur. 31 Mart Vakasının fotoğrafı anlatım itibarıyla etraflıca çekilmiş, analizler ve yorumlar anlaşılır ve ayağı yere basan mantık çerçevesinden tahlil edilmiştir. Okuyucusuna hem okuma keyfi sunan eser aynı zamanda farklı ve yeni bir yorumla 31 Mart Vakası'nın anlaşılmasına katkı sağlamıştır.

"Sonuç olarak 31 Mart Vakası ne dinci ne de tümden Meşrutiyet karşıtı bir ayaklanmaydı. 31 Mart Vakası, devrimle birlikte ortaya çıkan yüksek beklentilerin gerçekleşmemesi sonucu sıradan insanların yaşadığı hayal kırıklığının, devrim sonrası gerçekleştirilen tensikat ve tasfiye uygulamalarıyla çıkarları zedelenen askerî ve bürokratik kesimlerin memnuniyetsizliğinin ve İTC'nin siyasi acemiliğiyle tek partili bir yapı oluşturmaya çalışmasının yarattığı gerilimlerin birleşiminden doğan kitlesel bir patlamaydı. İsyancılar menfaat duygusunun bir araya getirdiği bir grup olmakla beraber, menfaat bir isyan için geçerli ve kabul edilebilir bir sebep değildi. Bu yüzden isyancılar dönemin en saygın toplumsal mefhumu olan dini, isyanlarını meşru göstermek için bir araç olarak kullanmıştı. Bunu yaparken de (dönemin İslamcılarının ekseriyetinin İTC saflarında bulunmalarına karşın) bazı sivil ve subayların dine karşı lakayt davranışlarını İTC'ye mal ederek kendi davalarına haklılık kazandırmaya çalışmışlardı. İsyancıların ağzındaki “şeriat isteriz” sözü Fransız ihtilalinde binlerce insanı “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” söylemi altında katleden Jirondenlerin ya da Irak'a demokrasi götürmek için gittiğini iddia eden ABD'nin kullandığına benzer samimiyetsiz bir meşruiyet kılıfından başka bir şey değildi. Zira isyancılar "şeriat” kavramını başka amaçlarla giriştikleri bir isyan hareketini meşrulaştırmak için kullanmışlardı. Bu açıdan isyancıların "şeriat" söylemiyle ilişkileri; Cumhuriyet dönemindeki kimi anti-demokratik güç odakları tarafından, askerî darbelerin ve parti kapatmaların meşrulaştırılması için “Atatürkçülük, demokrasi ve özgürlük” kavramlarının araçsallaştırılmasına benzerlik arz etmektedir.

İsyanın temel nedeni II. Abdülhamid döneminde körü körüne bir sadakatle temayüz etmiş vasıfsız insanların -alt ve orta düzey memurların kaybettikleri menfaatlerin intikamını almak üzere giriştikleri yine de organize olmaktan uzak fesat hareketleri, taşra kökenli eğitimsiz asker grubunun ordudaki disiplinin sarsılmasından dolayı kendilerinde bir güç vehmetmeleri, muhaliflerin bu gerginlikten ve uygun ortamdan istifade etmeye çalışmaları, siyasi cinayetlerle birlikte siyaset ve toplumda artan şiddet eğilimi, basındaki ölçüsüz çatışma dili gibi dinamiklerin bir araya gelmesiydi. Bu durum yüzyıllardır süregelen ve Tanzimat sonrasında daha da güçlenen merkeziyetçi devlet anlayışının Türk insanını üretken bir topluma dönüşmekten alıkoymasının bir sonucu olarak, Ziya Gökalp'in anlattığı şekliyle Türk milletinin memurluğa ve çiftçiliğe hapsedilmesinden kaynaklanan, bireylerin kendi kendilerine değil ancak devlete bağımlı olarak var olabildikleri toplumsal düzenin o günkü çıktısıydı.
" (syf.342-343).

Muhammed Hüseyin Güneş
muhammeddgunes@gmail.com

20 Şubat 2025 Perşembe

Dünyanın binbir hâli: İyilik Yap Denize At

Ayşegül Dede’nin yeni çocuk kitabı İyilik Yap Denize At, Mercankaya kasabasından Selim’in, bir atasözünün peşinde, birçok farklı durağa uğrayarak geliştirdiği hikâyesine odaklanır. Eda Ertekin Toksöz’ün çizimleriyle giderek daha da renkli bir hâl alan kitap, iyilik yapmanın, insanlarla ortak değerleri paylaşmanın önemine vurgu yapar.

İyilik Yap Denize At, Mercankaya kasabasında yaşayan insanların hikâyesini kimi zaman mutluluk dolu, kimi zamansa okuru düşündürten birtakım değerler üzerinden işliyor. Hikâyenin merkezinde yer alan Selim, “küçük bi balıkçı kasabası”nda yaşar; muzip, heyecanlı, huysuz ve çokça meraklı tavırlarıyla dikkat çeker. Madrabaz Ali, Bilal Kaptan, Kemal Öğretmen ve Naz gibi kahramanlarla giderek şekillenen ve her an Selim’e hayata dair yeni bir öğreti sunan kitap, bugünün okuruna da çok anlamlı mesajlar vermekten geri durmaz.

Kitap, “güneşin ilk ışıkları”nın küçük sahil kasabası Mercankaya’ya vurmasıyla perdelerini açar. Ağır okul çantasıyla sahile doğru inmekte olan Selim, bir yandan ufku, martıları, balıkçı teknelerini seyrederken diğer yandan zihninde türlü düşünce uçuşur. Uzun süre martılarla boğuşan Selim, üzerine buluşan pisliklerden kurtulmak için ta “dedesinin dedesi” zamanından kalma bir çeşmeye uğrar ve temizlenmeye başlar. Bu sırada gözüne çarpan bir yazı, Selim’in zihnini ve sonraki davranışlarını uzun süre meşgul edecektir: “İyilik yap denize at…

Selim, bir yandan bu sözün hikmetini sorgularken diğer yandan onu parçalara ayırıp daha iyi anlamaya çalışır. İyilik yapıp neden onu denize atacaktır? İyilik, denize nasıl atılır? İyilik, elle tutulur, gözle görülür bir şey midir? Onu neden özellikle denize atmak gerekir? Bu gibi türlü sorular zamanla Selim’in zihnini meşgul ederken ona türlü türlü şeyler düşündürmekten de geri durmaz.

Aklının bir köşesinde çeşme üzerinde okuduğu sözün anlamı üzerine düşünen Selim, diğer yandan Madrabaz Hasan Amca’ya bu sözün hikmetini sorar. Selim’in aklını meşgul eden bu söz karşısında kahkaha atmaktan geri duramayan Madrabaz, ona atasözlerine ve anlamlarına dair bir konuşma yapar ve sözün gerçek anlamını yorumlar. Böylelikle Selim, insanlar gibi sözlerin de türlü anlamlara gelebileceğini öğrenir.

Artık yoluna yeni bir söz ve onun anlamıyla devam eden Selim, bir süre sonra kendisini türlü oyunun içerisinde bulur. Bir yandan martılar, diğer yandan kediler onun gününü olduğu gibi ele geçirmek üzere sanki yarış hâlindedir. Öyle ki okula vardığında dahi onlardan kurtulamaz. Sonunda tüm bu canlılar bir süre sonra Selim’in dostları olarak belirmeye, Selim onlarla farklı şekillerde diyalog kurmaya başlar.

Okul, Selim için dünyaya bambaşka bir açıdan bakmasını sağlayan bir yuva gibidir. Özellikle de Kemal Öğretmen ve kızı Naz, ona birçok konuda yardımcı olur. Selim, Kemal Öğretmen’in doğuştan işitme engelli kızı Naz’ı tanıyıp onun dünyasına adım atmaya başladıkça hikâye bambaşka şekillerde gelişmeye başlar. Böylelikle onun için öğrenilmesi gereken yeni yeni şeyler ortaya çıkar.

Selim’in bir atasözünün peşinde onun anlamını kavramaya çalışmasıyla başlayan İyilik Yap Denize At, çevresine giderek daha da duyarlı bir şekilde yaklaşmaya çalışan bir çocuğun hikâyesi üzerinden gelişir. Selim’in, Kemal Öğretmen’in, Naz’ın, Madrabaz Hasan Amca’nın, kedilerin, martıların hikâyesi bu kitapta vücut bulur.

Büşra Tan
busratannn@hotmail.com

Her ferdi bir tarih: Ayverdiler

Türk kültür tarihi üzerine araştırmalar yaparken yahut sadece meraklı bir okuyucu gibi iz sürerken, üç isimle muhakkak karşılaşırız: Ekrem Hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi. Eğer bu üç isimle karşılaşmıyorsak, o büyülü kuyuda dolanıp durduğumuz vakidir. Oysa bize düşen, yukarıya çıkmak için gerekli enstrümanları, alet edevatı, fikri ve zikri bir an evvel toparlamak, yani derinden çıkarmaktır. Ayverdi ailesinin alametifarikası da budur: hayretten gayrete geçmek isteyenlere birer büyülü basamak olmak.

Ekrem Hakkı Ayverdi’nin sadece Makaleler adlı kitabı okunsa, Türk bayrağının dalgalandığı, Türk kültür mirasının ulaştığı her yeri nasıl dert edindiği kolayca görülür, gıpta edilir. Onun, “Bizim sanatımızın mertebesinden, milletimizin ululuğundan en ufak bir şüphemiz yoktur ki başkalarının ağzına bakalım. Böylece en temiz ve saf şekilde sanat ifadesine erişen millet, çapraşık yollara giremez. Ezelden, büyük nimete erişmiştir; onun kadrini bilmelidir.” sözleri, Yahya Kemal’in hem tavrını hem de Türk Müslümanlığı kavramına yaklaşımını izah eder sanki. Aradığımız her şey bu topraklarda mevcuttur ve kafa karışıklığına, umutsuzluğa, vesveseye gerek yoktur. Yeter ki kıymet bilelim, hakkını verelim, vazife üstlenmekten kaçınmayalım. Ekrem Hakkı Bey, mesleki yaşamını hâl edinmiş bir şahsiyet. Disiplinli tavrı, dürüstlüğü, latife zenginliği, laubaliliğe ödün vermeyişi ve tek bir Türk mirasına dahi gölge düşmesine fırsat vermemesi; bugün hepimizin yüreklenmesi için yeter de artar bilir.

Sâmiha Ayverdi, bugün hem denemeleriyle hem romanlarıyla Türk okurunun gönlü için en sakin, en güvenli, en merhametli limanlardan biri. Bu limanda Türkçenin bütün cilveleri okurun dil zevkini donatmaya hazır. Şurasını hatırlatmak lâzım: Sâmiha Ayverdi, namıyla yazmış bir erbab-ı kalem ve ehl-i gönül. Nedir namı? Vatan Ana. Onun irfan anlayışında, derviş tavrında, maarif düşüncesinde daima aksiyon var. Devletin en yüksek kademelerine yazdığı mektuplardan, cezaevinde kendine bir kâmil arayan dertliye kadar herkese ulaşmaya çalışması boşa mı? Kıymet ortadadır, kıymeti bilmeyen insan da ziyandadır, bu hep böyle olmuştur. Zaten, “Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade Sana yenilmek için geldim” diyen bir kimse, dünyanın tahripkârlığı ve insanın vefasızlığı karşısında asla yenilmez. Planı da yılmaz yıkılmaz bir plandır. Talebelerinden biri “Bu büyük kapıya girdim, burayı tanıdığım için ne kadar mutluyum, nasıl şükredeyim?” diye sorduğunda, şöyle cevap vermiştir: “İnsanlara ve cemiyete hizmet et. Şükrünü ödersin. Bir de muhabbeti içinden çıkarma.

İlhan Ayverdi, 1970’li yılların başında artık yeni bir Türkçe sözlük hazırlanmasının şart olduğunu düşünür ve kolları sıvar. Lügat, otuz beş yıla yakın bir süre boyunca geceli gündüzlü bir çalışmanın neticesinde ortaya çıkar. Hazin olan şu ki İlhan Ayverdi artan sağlık sorunlarından dolayı Topkapı Sarayı’nda düzenlenecek Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ün tanıtım merasimine katılamaz. Bağlısı olduğu kapıdan ve o kapının büyüklerinden idrak ettiğiyle gönlü itminan bulur: “Bu kadar takdirle karşılanan bir eserin tanıtım merasiminde bulunmak benliğini kabartabileceği için bu mahrumiyet şüphesiz ki Allah'tandır ve en hayırlısıdır.

Sinan Uluant Beyefendinin hatıralarından oluşan Ayverdiler: Bir Âilenin Kısa Tarihi, bizi esasında ‘şimdi’yi yeniden düşünmeye davet ediyor. Maziden güç ve hız alarak…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Heyecanla başlayıp yarım bıraktığım bir kitaba dair

Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı ilk okuyuşum değil. Bu şiirsel başlık beni zaman zaman kendisine çekmiş olduğundan, ara ara canlanan bir heyecanla farklı çevirilere yönelmiş, ama her defasında belirli bir eksiklik duygusuyla, heyecanımı sürdüremeyerek öylece yarım bırakmışımdır. Açık bırakılan her kitap gibi hem tamamlanmamış hem de nedensiz bir biçimde aklımda kalmıştır. Bende yer etmesi, tuhaf biçimde, içinde yazdıklarından çok üzerimde bıraktığı duygusal etki nedeniyledir ve belki de şiir, tam olarak bu demektir! Yani, nedensiz etkisinden çıkamadığımız, içimizde yer ettiğini hep hissedip açıklayamadığımız sözler.

Şimdi bir kez daha, bu defa Gürsel Aytaç çevirisinden (İletişim Yayınları) okuyorum. İlk satırlardan itibaren, sorunun artık çeviriyle ilgili olmadığından eminim. Bu oldukça güzel bir çeviri. Kitabın kendisinden ya da kendimden kaynaklandığı konusu, hiç olmadığı kadar net. Bu kitapta aradığım her neyse, o tam olarak yok ama buna rağmen etki etmesine neden olan bir şeyler var. Açıklanamaz bir şeyler.

Okurken, yine devam edemeyip bırakacak mıyım diye düşünürken buluyorum kendimi. Bu kez daha kararlıyım; ama kararlı olmamın tek nedeni kitabı bitirme azmi değil; bitiremediğim takdirde bunun nedenini bulmak gibi bir meselem var, bu kez. Neden bu ve bu gibi kitapları heyecanla elime alıp sessizce bir köşeye bıraktığımı bilmek istiyorum. Bunu gerçekten istiyorum. Anlı şanlı pek çok kitabı bitiremeyişim üzerine belli belirsiz düşünsem de, hiç bu kadar kararlı bir tutumla üzerine düşünme iradesine yaklaşmamıştım.

Önce, kitabın cezbedici olma nedenini düşünmeliyim belki de… Başlama nedenimi bulmalıyım. Bir kere Rilke, mistik bir şair ve Melih Cevdet’in bir yerde dediği gibi, “bir şair ne yazarsa yazsın -ya da ne yaparsa yapsın da denilebilir! – öncelikle şairdir” sözünde olduğu gibi, yazdıklarının içinde gizli şiirselliği bulmak istiyorum. Hele ki bu mistik bir şairse, her halinin şiirle iç içe yaşanan bir kendinden geçme hali olduğu bile söylenebilir.

Rilke’nin, dünyanın çalkantısı karşısındaki hassas ruhunun içsel isyanıyla yaşantısı arasındaki ilişkiye dair ipuçları bulabileceğimi de düşünüyorum. (Kitabın asıl önemi de burada yatıyor belli ki.) Bir de bambaşka bir kültürden ve tecrübeden gelse de bize söyleyebildiği zamansız ve mekânız neler var acaba diye merak ediyorum. Şiiri tam da böylesi bir zamandan ve mekândan bağımsız oluşla ilişkilendiriyorum. Yersiz yurtsuz, kaynağını şairin de bilemediği esrarengiz dizeler olarak görüyorum. Rilke’nin esrarengiz sıradanlığından, sıradan kelimelerle esrarengiz sıra dışılıklar yaratma ustalığına giden yolu bulmak istiyorum.

Başlıyorum okumaya. Rilke’yi düşünüyorum okurken. Yaşadığı şehrin sokaklarında hissettiği yalnızlığın gözleriyle bakıyor her şeye. Kendi hayatını bütünüyle insanlara bağışlıyor. Şiiri için kendinden bütünüyle geçiyor sanki! Böyle olunca, yazın bütün şehirlerin kokması, bir köpeğin havlaması, bir horozun ötüşü gibi sıradan ayrıntıları hiç kimsenin göremeyeceği bir özgünlükle görüyor. Aslına bakılırsa, baktığı her şeyde kendi ruhunun iniş çıkışlarını, içine düştüğü çıkmazları, heyecanlı kımıldanışlarını görüyor demek, daha doğru. Bir horozun ötüşü, hayatının bütün uyuşmalarına, insanların her türlü tepkisiz isyansızlıklarına karşı sarsıntılı bir yeniden canlanmaya, taze bir isyana neden oluyor.

Satır aralarında, hasta olmaktan ve ölmekten korkuyor Rilke besbelli. Bu kadar hayat dolu bir hayatın bu kadar hiçlikle bitmesini hiç de şiirsel bulmuyor belli ki. Eskiden insanların daha az korktuklarını düşünüyor: “Eskiden insanın, ölümü bir meyvenin çekirdeği gibi içinde taşıdığını biliyorlardı (belki de bunu seziyorlardı). Çocukların içindeki küçüktü, büyüklerininki büyük. Kadınlarınki kucaklarında, erkeklerinki göğüslerinde. Buna sahiptiler ve bu, insana acayip bir asalet ve sakin bir gurur verirdi.” (s.10)

İnsan, ölümden uzaklaştıkça ölümsüzlükten de uzaklaşıyor ve hiç olmadığı kadar telaşlı, hiç olmadığı kadar hırslı ve hiç olmadığı kadar acımasızlaşıyor. Hayat hızla kayıp gidiyor ve sonlu olan her şey gibi bunaltıcı bir darlıkla insan ruhunu sararak hapsediyor. Ölüm, hapisten kurtulmanın tek çaresi. Ve ölüm, içimizdeki hapishanenin sonsuz kaderi. Asil bir kurtuluş: “Ölümü zırhlarının altında bir esir gibi taşıyan bu adamlar; çok yaşlanmış ve ufalmış, sonra da muazzam bir yatakta bir sahnede gibi bütün ailenin, hizmetçilerin ve köpeklerin önünde asil ve saygınca öbür tarafa giden bu kadınlar. Hatta çocukların, çok küçüklerin bile herhangi bir çocuk ölümü yoktu; kendilerini tutarak şu an oldukları ya da gelecekte olacakları hale göre ölüyorlardı.” (s.14)

Bir şair için, karşılaştığı insanlar kendi ruhunun harekete geçmiş yüzleridir. Yaşanan, ne kadar dışarda olursa olsun bütünüyle içsel bir deneyimdir. İçten dışa taşan ne varsa insanlar onu canlandıran birer aktöre dönüşmektedir. Ne var ki oynayan kim olursa olsun senaryo hep şairin kendisine aittir. Bir şair için düşünülebilecek en son şey başkasının yazdığı bir senaryoda yer almaktır. Şairlik hayatın senaryosuna karşı kendi senaryosunu yazmaktır belki de. Böyle olduğunda, her şeyde kendini görür ve hayatın her hali kendisiyle dopdolu hale gelir. “Sonra uzun boylu, zayıf bir adam köşeyi döndü… Bir sevinç gülümsemesini bastıramıyor, gülümsüyordu, geçen her şeye, güneşe, ağaçlara. Adımları küçük bir çocuğunki gibi çekingendi ama alışılmamış derecede hafif, eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu.” (s.15)

Aradığım gibi satırlar bulmanın keyfiyle devam ediyorum Rilke’nin notlarını okumaya. “Eski yürüyüşünün hatırasıyla dopdolu” mesela, ne kadar da şiirsel! Ve çok geçmeden çok önemli bazı başkaca düşünceleriyle karşılaşıyorum. Tam olarak şairliğin sırrını veriyor Rilke: “Ah, gençken yazılmışsa dizelerin pek değeri yoktur. Acele etmemek gerekir, mana ve tat toplamalı, bütün ve mümkünse uzun bir hayat boyunca ve sonra en sonunda belki iyi olan on satır yazabilir.” (s.16)

Sonra şu çok önemli düşüncesi geliyor: “Çünkü dizeler, birçoklarının dediği gibi, duygular değildir (bunlara insan yeterince erken yaşta sahiptir), dizeler de deneyimlerdir. Bir mısra için insanın birçok şehir görmesi, insanlar, şeyler, hayvanlar tanıması gerekir, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmeli ve küçük çiçeklerin sabah hangi kıpırdanışla açtığını.” (s.17)

Dizelerin duygulardan ibaret olmadığı, yaşananların içimizde kendi hayatını bulduğu tecrübeler olduğunu söylüyor Rilke. Bu tam olarak bizim şiirimizdeki eksiklik belki de. Biz şiiri fazlaca duygu işi olarak görüyoruz. Oysa yaşamak ve yaşadıklarımızın içimize işlemesinden gelen melodiyi duyabilmek şiirin kapısını açıyor. Bunun yoluysa duygudan çok deneyimden geçiyor. Anıların içinden çıkıyor şiir. Acıyla sevmekten, çocukluk ümitlerinden, beklenmedik karşılaşmalardan, umulmadık anlardan, içinde tutulamayan sevinçlerden, çaresiz bekleyişlerden, yıldızsız gecelerden süzülüp geliyor. Uzun ayrılıklardan, hüzünlü vedalaşmalardan, sevimli buluşmalardan ve heyecanlı bakışmalardan… “Ama ölmek üzere olanların da yanında olmuş olmak gerekir, ölmüşlerin yanında oturmuş olmalı, açık pencereli ve kesik kesik gürültülerin olduğu odalarda. Hatıraları olmak da yetmez. Onları eğer çoksa unutabilmek de gerekir, ayrıca tekrar gelmelerini beklemek için büyük sabır ister. Çünkü henüz tam hatıra olmamışlardır. Bunlar ancak içimizde kana, bakışımıza ve hareketlerimize dönüşünce ve adsızlaşıp kendimizden ayırdedilemez olunca, ancak o zaman çok ender bir saatte bir dizenin ilk kelimesi onun ortasında ve onların içinden ortaya çıkar.” (s.17)

Bu heyecan verici başlangıç satırlarından sonra bir anda soluveren bir çiçek gibi bitiveriyor kitap. Bir kez daha devam edemiyorum. Gündelik ayrıntılarda boğuluyorum. Rilke’nin hassas ve hüzünlü şair dokunuşlarını göremez oluyorum. Rilke’yi görememeye başlıyorum, çünkü çok fazla kendini anlatmaya başlıyor. Kendinden geçmişlik hissinin şiirselliği gerçeklikle karşılaştığında sert biçimde yeniliyor. Şiirsel dokunuşları yitip gidiyor ve ben bu gibi kitapları neden bitiremediğimi anlıyorum.

Tıpkı iyi bir şiir gibi iyi bir kitabın da yaşananlardan yayılan henüz yaşanmamışlıklarla yüklü olduğunda gerçek anlamını bulduğunu düşünüyorum.

A. Erkan Koca
x.com/ahmeterkankoca

17 Şubat 2025 Pazartesi

Biten bir ömrün sorgulanması

İnsan hayatının psikolojisi en farklı, hassas ve kırılgan dönemlerin başında ihtiyarlık geliyor olabilir. Bir hayat yaşanmıştır artık ve ölüm yakındır, hele ki ortalama ömür süresi de geçilmişse. Ne zaman gelir bilinmez ama yakın zamanda gelecektir. Ölüm duygusu/korkusu gençlikte böyle yoğun olmayabilir. Evet, genç de ölebilir insan ama bu olguyu çok düşünmez. Nasıl olsa vakit vardır daha (!) İhtiyarlıkta ise o vakit bitmek üzeredir. Bunun psikolojisi kolay kolay başka bir şeyle kıyaslanamaz, diye düşünüyorum. Bu psikoloji, bunu yaşayan kişi bir de yalnızsa, çok farklı şekillerde tezahür edebilir. Bunun tipik örnekleri geçmiş sorgulaması, geçmiş hesaplaşması, bir canlıya veya nesneye fazladan bağlanma ve hayallere gömülme şeklinde görünebilir: “Görüşüm bulanıktı ve sen benimle buluşmaya geliyordun. Hayal kurmak artık her zamankinden daha da büyük bir sığınak olmuştu.

İhtiyar bir bireyin bakış açısından, bu hayatı da sorgulayarak yaşanan hayatı işleyen romanlar veya anlatılar çok az değildir ancak bunun başarılı örnekleri azdır. Bunun iyi örneklerini anlatı türünde Jean Louis Fournier verdi, vermeye devam ediyor. Fournier tam bir psikoloji yansıtması yapıyor. Avantajı ise başka bir hayatı değil kendi hayatını yansıtması. Turnalar Güneye Uçarken’in yazarı Liza Ridzen’in başarısı ise hem karşı cinsiyeti yazması hem de bunu bir kurguya oturtması. Evet, kitabın çıkış noktası Liza Ridzen’in büyükbabasının bakıcılarının eve bıraktığı notlar olmuş ancak büyük kısmında edebî bir anlatım mevcut. Liza Ridzen sanki kendini 89 yaşındaki Bo Andersson gibi algılamış ve onun psikolojisine bürünmüş. Üstelik Kuzey Avrupa Edebiyatı’nın o soğuk anlatımını da birçok yerde kırabildiğinden, mekanik bir insan ve duygu durumundan ziyade gerçek, kanlı canlı insanı anlatabildiği için kitabın samimiyeti daha da yükselmiş. Norveç ve İsveç edebiyatlarının (ben bunları çok ayrı görmüyorum) genel durumundan duygu olarak ayrılıyor Turnalar Güneye Uçarken.

Roman ön planda Bo’nun hayatının son döneminde köpeği Sixten’e bağlılığını, günlük hayatını, arkadaşı Turner ve torunu Ellinor’la konuşmalarını, oğlu Hans’ın iyi bakamadığı için, çok bağlandığı köpeği Sixten’i kendisinden almak istemesini engellemeye çalışmasını yansıtıyor. Ama bu tür metinlerde bir veya birden fazla alt damar her zaman vardır. Buradaki de, Bo’nun, alzheimer olduğu için tedavisinden ötürü üç yıldır ayrı oldukları eşi Fredrika ve adını anmadığı, ondan sadece ‘ihtiyar’ diye bahsettiği babasıyla ilişkisi. Fredrika’yla olan geçmiş sevgi ve bağlılık üzerinden ilerlerken ‘ihtiyar’la olan geçmiş bir hesaplaşma üzerinden ve baba-oğul çatışması içinden akıyor. Burada klasik bir baba-oğul çatışması gibi değil daha ileri bir ilişkisizlik durumu mevcut. Ancak Bo bize geçmişte tam olarak ne yaşandığını anlatmıyor. Öyle ki artık sonda, babasının cenazesinde düşündükleri bile babasıyla ilgili ciddi bir travması olduğunun kanıtı bence: “Tabutun önünde durduğumda kendimi sahte hissettim. Arkamda yas tutan kalabalığı kandırdığımı hissettim. Rahibin sözleri beni rahatsız etmişti, saygılı cümleleri babam olacak adamı hiçbir şekilde tanımadığını gösteriyordu. Bir yanım dönüp orgdan daha yüksek sesle bu adamın yas tutulacak bir adam olmadığını haykırmak istiyordu. Ama dişlerimi sıktım ve boğazımdaki yumruyu yutmaya çalıştım. Fotoğraftaki ihtiyarın doğrudan gözlerinin içine, ardında da tıraşlı çenesine baktım. Orada takılı kaldım.

Turnalar Güneye Uçarken Bo’nun bakışından aktarılıyor ama zaman zaman bakıcıları Ingrid, Kalle, Johanna, Marie’nin ve oğlu Hans’ın evdeki bakıcı günlüğüne yazdıkları kısacık ‘durum bildirir raporları’yla ilerliyor. Bo’nun anlatımı sık sık geçmişle karışıyor, öyle ki arka arkaya cümlelerde bile farklı bir zaman dilimine geçiyor. Ben bu tür anlatımları yorucu bulurum ama Liza Ridner bu durumun üstesinden okuru rahatsız etmeyecek şekilde gelmiş. Örneğin bu tür bir anlatımı Jon Fosse’de sevmemiştim. Onda daha yoğundu ama Ridner diyaloglarla bu anlatımı biraz havalandırmış. Bu da okunurluğu önemli ölçüde artırıyor. Yine Kuzey Avrupa’dan örnek verecek olursam, tarz olarak Knausgaard’ın Kavgam serisine yakın bir kitap Turnalar Güneye Uçarken.

Tabii bu biraz da baba oğul çatışması, daha doğrusu hesaplaşması romanı olduğu için sadece Bo’nun babası ‘ihtiyar’la olan ilişkisi değil, Bo’nun oğlu Hans’la olan geçmiş çatışmaları ve kuşak farkında dolayı çıkan sorunlar da anlatılıyor. Bo da babasıyla sorun yaşayan her baba gibi oğluyla ilişkisini iyi tutmaya çalışırken zaman zaman ‘klasik’ baba rolünden çıkamıyor. (Kırsaldaki bir Norveçli ailenin belli bir zaman dilimi içindeki hayatını anlayıp anlamlandırma ve bu tür aileler hakkında öngörü sağlamak açısından Bo’nun aileleriyle yaşadığı ilişkiler önemli birer gösterge.)

Bu ikilemler, gelgitler duygusal olarak iyi işlenmiş. Edebî anlayışıma göre Kuzey Avrupa’dan kötü roman çıkmayacağını ve romanların belli bir ortalamanın üstünde olacağını düşünüyorum. Liza Ridzen’in metni bunun başarılı örneklerinden.

Turnalar Güneye Uçarken duygusu ağır basan bir kitap. Baba-oğul, karı-koca, arkadaşlık ilişkilerine genelde duygu açısından yaklaşıyor. Hatta en ön planda olan Bo ve köpeği Sixten arasındaki ilişkisine bile. Bo’nun köpeği Sixten’e böyle yoğun bağlanmasının duygusal bir açlıktan olduğu çok açık. Üstelik buna bir de travma ekliyor yazar ileriki sayfalarda. Okur da bunu daha doğru anlamlandırıyor.

Yeni, ödüllü ve çok satan bir roman Turnalar Güneye Uçarken. Aynı zamanda yazarın ilk kitabı. Çevirmen Yonca Mete Soy’a da değinmek lazım. Asıl dilinden başarılı bir çeviri gerçekleştirmiş. Çeviri, okumayı çok kolaylaştırıyor ve neredeyse hiç aksamıyor.

İsveç Edebiyatı tıpkı Norveç Edebiyatı gibi iyi romanlar üretiyor. Timaş Yayınları’ndan yayımlanan Turnalar Güneye Uçarken de bunun yeni ve iyi örneklerinden. Üstelik bu ülke edebiyatlarında yer alan soğuk ilişkiler, mesafeli insanlara göre çok daha samimi ve insancıl bir roman. Öyle bir üslûba sahip ki Bo’yla birlikte biz de kırsaldaki o evde ayın duyguları yaşayabiliyoruz. Tek eleştirim yukarıda da değindiğim gibi, babayla olan bozuk ilişkinin sebebinin net olarak gösterilmemesi. Sebepsiz bu düşmanlık niye?

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

10 Şubat 2025 Pazartesi

Gerçek mi kusursuz yoksa yalan mı?

Fantastik edebiyat gerçeklerin dünyasını aşıp, olağandışılığın sınırları içinde yepyeni bir dünya açar. Kimi zaman mekân yaşadığımız dünya gezegeni, kimi zaman var olmayan bir gezegen ve zaman diliminde kapılarını açar. Bizi şaşırtır, tedirgin eder, meraklandırır. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi serisinde Orta Dünya denen bir yerde var olmayan, onun mürekkebinden hâsıl olan Elf, Hobit gibi ırkların macerasını yazmıştır. Onu etkileyen en büyük etken Birinci Dünya Savaşı’dır ve onu bambaşka bir dünyada bize aktarmayı istemiştir. O, fantastik edebiyatın babası hüviyetine, ince ince düşünüp ilmek ilmek işlediği eseri sayesinde kavuşmuştur. Özellikle gençler tarafından ilgi gören, hayallerinin sınırlarını zorlayan, “Fantastik edebiyat” bu yüzyıla damgasını vuran, tür olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır.

Türk Edebiyatında da gençlere yönelik bu tür eserlerin sayısı günden güne artıyor. Özellikle çocukluğunda He-Man gibi çizgi filmler, Zindanlar ve Ejderhalar gibi film ve kitaplar arasında kaybolan nesiller, beslendikleri bu kaynakların benzerlerini yazmak için kolları sıvamışlardır. Bu toprakların çocukların elinde, fantastik edebiyata konu olacak malzeme bir hayli fazladır. Bu alanda kalem oynatmayı kendine vazife bilmiş Haldun İlkdoğan bu isimlerden biridir. Özgeçmişinde yazan şu cümle çok dikkat çekici: “Fantastik Evrenlere olan ilgisi ise Harry Potter, Narnia Günlükleri ve Altın Pusula gibi eserlerden beslenerek kendi özgün evrenini yaratma kararını almasına vesile oldu. Böylece toplumsal gerçekçi fantastik bir yönelimde eserlerini kaleme almaya özen gösteriyor.

İlkdoğan’ın, etkilendiği, Narnia Günlüklerinin yazarı 1898 Kuzey İrlanda Doğumlu (Birleşik Krallığa Bağlı bölüm) Clive Staples Lewist'ir. Eserini 1950 yılında Tolkien’den etkilenerek yazmıştır. Kitap 2005-2008-2010 yılında üç seri olarak filme çekilmiştir. Yine etkilendiği, Altın Pusula ise Philip Pullman tarafından yazılan 3. ciltlik Karanlık Cevher serisinin 3. kitabıdır. 2007 yılında, Chris Weitz tarafından çekilen, başrollerinde Nicole Kidman, Danie Craig olan Oscar'lı bir film olarak da hafızalarda yerini almıştır. Bu iki kitabın içeriğinde toplumsal gerçekler olduğu kadar, Hz. İsa’nın hayatından esinlemeler taşıdığını da bir yere not etmek lâzımdır. Haldun İlkdoğan aynı zamanda bir akademisyen, müzisyendir. Hayal kurmaya ve bunu kaleme dökmeye meraklı bir isim olarak yazın dünyasında kendine yer etmiş biri. Özellikle kendine has evrenini; orada adalet, eşitlik, huzur yaşanabilen bir dünya üzerinden inşa etmeye, bunu da gençlere aktarmayı hedefliyor. Genç Timaş’tan çıkan Lema: En Yüksek Tepe eserinde bunu yapmaya çalışıyor.

Eserini yazarken içinde bulunduğumuz evrenin, toplumsal gerçeklerini kendi gözüyle, kendi bakış açısıyla veriyor. Materyalleri, mineralleri biten, yaşanmaz hale gelen dünyadan, bir başka gezegene giden insanların evrimi, yolculuğu kutsal kitaplarda yazan kıyamet hikâyelerinden esinlendiğini söyleyebiliriz. Açgözlü yönetici ve zenginlerin iktidar savaşı ve vurdumduymazlığı dünyayı o hale getirmiştir. Çevre bilincinin yok olduğu bir dünyadan kaçıp, yeni bir gezegene gelen insanların evrim geçirse de zihinlerinin yine aynı olduğunu, aç gözlülük ve iktidar arzusunun her şeyin önüne geçtiğini anlatmaya çalışmaktadır. “Dünya öyle bir yere dönüşmüştü ki insanlar yaşayabilmek için temiz havayı bile parayla takas eder oldular.

Lema adlı 15 yaşındaki olağanüstü güce sâhip karakterin etrafında örülen olaylar dört kısımda ele alınıyor. Lema kendini tanırken, biz de onunla karanlık geçmişinin gizemini, ondan saklanan sırrı ve kendisini bekleyen tehlikeyi öğreniyoruz. Onunla birlikte doğan dört çocuk birer kurtarıcıdır lâkin diğer üçünün kim olduğunu bilmiyoruz. (Narnia Günlüklerinde dört çocuk vardır) Mai gezegeninin Mavel Kasabasında bir postacı ailenin kızı olan Lema görüngü krizleri geçirmektedir. Bu krizler mekân ve zaman içinde gelip gitmesine neden olmaktadır. Her krizinde bir ağaç ve yıkılmış harabe bir şehirde kendini bulmaktadır. Bu anlarda vücut ısısı yükselmekte ışık ve ateş saçabilmektedir. Kasaba çocukları tarafından garip bulunduğu için evinden dışarı çıkmamaktadır. Lâkin bir gün Su perdesi denilen bir geçiş tünelinden gelen Aksak’ların saldırısında (Yaramaz Ruhlar-Doğmamış çocukların ruhu) gücünü bilmeden açığa çıkarır. Böylece olaylar başlar. Bir görüngü krizinde, koca ağacın yanında gördüğü yaşlı bir kadından, geçmişi ile ilgili gerçekleri dinler. Kendi içinde gücüyle ağaca ışık vererek şehri eski halinde görmeyi başarır. Ateşlerle ışıkla dolu ağaç, Hz. Musa’nın Tanrı ile konuşmasını andırır. Yine mahşerin yedi kapısı bize dinlerde yer alan yedi sayısına göndermedir. Yunus Emre: Yolcuğa Öğütler kitabında bunu işler. Büyük Tufan, Hz. Nuh kıssasıdır.

Roman Mai denen bir gezegende geçer. Mai gezegenini de dört temel millet oluşturmuştur. Asil Ruhlar bu gezegene uyum gösterip yaşayabilenler, ruhlarını feda edenlerdir. Enzallar, bedenleri çürüyen hastalıklılar, göçmenlerdir. Enzad’lar, sağlıklı tertipli şerefli olan yerleşik hayata geçenler, onlar kendilerini gezegenin asıl insanı olarak görmektedir. Ve dördüncüsü bunu kabul etmeyen Akela’lar. Yılda bir kez ortaya çıkan Safirin güneşi, hiçlik kuşağının küçülmesi ve insan bedeninin ihtiyacı olan mineralleri sağlayan güçtür. Mahşerin Yedi kapısı ise hiçlik ruhunun üfleneceği kıyametin kopartacağı geçitlerdir.

Zaten yüzyıllardır bu gezegende bir şekilde var olmamızı iki şeye borçluyuz, biri dünyevi maddeler diğeri Safir’in güneşi.

Lema kim olduğunun peşinde koşarken Akela olan Pioren ona şöyle cevap verir

Sen yeryüzüsün, dünyevi toprağın özü ve her şeyi dönüştürecek olan güçsün.

Lema böylece gezegenin kaderini elinde tuttuğunu öğrenir, ama onu bekleyen tehlikeler nelerdir? Yüce Konseyi oluşturan Enzad’lılar Esfahan (İsfahan şehrine kimi yerde böyle seslenilir) denen büyük şehirde karar verici mercidir. Göçmenlerden korunmak için kasaba bir sis bulutu altındadır. Bu gezegende insanlar, Lav kuşunun yumurtasının özünden ısınma aydınlatma ve insanlar enerji toplarlar. Watt denilen elektrik üreten bir kuş türüne, Seron denilen dev kanatlı bir kuş ve Lema’nın sevgili hayvan dostu Ason ise canlı türlerinden bazılarıdır. Görünmez olmayı sağlayan taşlar, insanın düşüncesini okutan bitkiler, kokuları alıp götüren okaliptüs bitkilerinden bazılarıdır. Mavel kasabasında kimsenin akrabası yoktur ve çocukların meslek seçme hakkı yoktur. Çünkü ailesinin mesleğini sürdürmek zorundadır. Lema’nın kendine bulma ve Mavel kasabasının Şafak Kolcuları tarafından işgal edilmemesi için verdiği mücadelenin ön saflarında yer alan Bitki Uzmanı, Büyük Tufan’dan kaçıp gelmiş İssara, Hayvan terbiyecisi (bir çeşit çoban) Harden ve Kasabanın bekçisi Roff, annesi Sira, onun gelişmesini sağlayan kişiler olarak da karşımızdadır.

Eserde kimin yalan söylediği kimin doğru söylediğini sonuna kadar anlamıyorsunuz bütün cevaplar ikinci kitapta yer alacak gibi durmaktadır.

Gerçekler hep kusurludur, ama yalanlar şüphe duyamayacağın kadar kusursuz görünür.

Bir serinin giriş kitabı olan Lema: En Yüksek Tepe, kendimizi de sorgulayacağımız konuları, halktan uzak yöneticilerin her türlü yalana sarıldığını ve gerçek sandığımız birçok şeyin yalan olduğunu anlatmaya çalışmış.

Sana anlattıklarımın hepsi kızıl başlı kör kâhinlerin alacalı divitleriyle insanlar için mahşerin yedi kapısını kapatan lahitlere yazıldı. Başaramazsan, başaramazsak, lahitler yerle bir olacak ve gezegenin ruhu bir ses olarak bedenleşecek, kendi varlığında oluşan hiçlik kuşağının genişlemesini durdurmak için bu yedi kapıdan yeryüzüne üflenecek. O gün insanlık karşı koyamayacağı bir yok oluşu, acı dolu bir mahşeri yaşayacak.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Filistin’in iç içe geçmiş trajedileri

Filistin’in işgali gündemimizde. Şu an ateşkes olsa da işgalden ve soykırım girişiminden dolayı Filistin maalesef aklımızda yıkımla ve rakamlarla özdeşleşmiş halde. Filistinli insanlar rakamdan ibaret. O gün kaç Filistinlinin öldüğü, yaralandığı gibi haberler Filistin’e dair zihnimizi kaplamakta. İşgalin bir gün biteceğine de Filistin’in özgür olacağına da imanımız tam.

Fakat Filistinli kahramanların bir hayata sahip olduklarını unutmamak önemli. İşte Âbid Selâme’nin Hayatından Bir Gün romanı savaşın yıkıcılığını anlatırken aynı zamanda Filistinlerin hayatını gösteriyor. Onların dertlerini, aşklarını, özlemlerini anlatıyor. Ve bunu yaparken okuru ne gereksiz betimlemelerle boğuyor ne de belgesel niteliği katarak kitabı edebi bir eser olmaktan çıkarıyor. Okuru sıkmayan, sade ama o sadeliğin içine gerekli her detayı da katarak şahane bir üslup tutturuyor. Yazar Nathan Thrall, Kudüs’te yaşayan Amerikalı bir gazetecidir. Gazeteciliği onun kalemini beslemiş, romanı anlaşılır ve derin bir üslup ile zengin kılmıştır. Gazeteci olması aynı zamanda olayların tam merkezinde yer almasını sağlamış, gözlem gücünü yüksek tutmuş ve yaşanan hayatları, dramları ıskalamasının önüne geçmiştir. Böylece de sokaklardan gelen gözyaşı, tarihe tanıklık edecek bir esere dönüşmüştür.

2012 yılının Şubat ayında Kudüs’te bir kaza meydana gelir ve o kazada beş yaşındaki Selame ile bazı okul arkadaşları hayatını kaybeder. Selame’nin Hayatından Bir Gün bu kazanın etrafında Filistinlilerin yaşadığı işgali anlatır. Roman öyle ses getirir ki Pulitzer Ödülü’nü kazanır, ayrıca 15 farklı yayın tarafından yılın en iyi kitabı olarak gösterilir.

Roman gerçeğin farklı suretler şeklinde gösterilmesi, gerçeğin giydirilmesi şekliyle karşılar okuru. O hayatın tam olarak kendisini, sanki hayatın dışında bir alandan seslenir gibi anlatır. Hayatın tam içinden seslenir ama sesin çıkış noktasını hayatın alternatif bir bölgesinden başlatır. Eğer roman, belgesel niteliği taşırsa bu kez hayatın içinden kendisine bir konum edinir. Giydirilmiş suret sayısı azalır, kurgu ile gerçek ortaklaşa hareket ederler. Selame’nin Hayatından Bir Gün gerçeğin yalın şekilde gösterilişi, kurmacanın imkânlarından faydalanmakta ama gücünü ve haykırışını gerçeğin kendisinden almaktadır.

Ayrıca yazarın Amerikalı olması, vicdanın insan olmak için yeterli olduğunu da göstermektedir. Modern dünyada Müslümanlar sahneye sadece öldürülmek için çıkarılmaya çalışılırken, zulmün gölgesinde Amerikalı bir yazar sahneye savaşı yansıtabilmektedir. Kalemin susturulması da yayılmasının engellenmesi de mümkün değildir, bu eser de bunu bir kez daha herkese göstermektedir.

Soykırımın gölgelenmeye çalışıldığı bugünlerde Selame’nin Hayatından Bir Gün eseri okunmalı, paylaşılmalıdır. Çıkarılan her ses tarihe geçecektir.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

8 Şubat 2025 Cumartesi

Bütün varlıklar âlemi birer açık yapıttır

Umberto Eco, sanat yapıtının okurla, izleyiciyle olan ilişkisini anlamlandırdığı eseri Açık Yapıt’ta, “Bir kitap ne başlar ne de biter, en fazla öyleymiş gibi yapar.” der. Bu söz, sanatçının emeğinin bir karşılık bulması için onu talep edende açtığı derinliğe bakmamız gerektiğini anlatır biraz da. Kitaplar, filmler, şarkılar; insanın zihniyle gönlü arasında bir salıncak kurar. Aklın ve kalbin işleyişi, bu salıncağın salınımından mutlaka beslenir. İhtiyaç anında hatırlanan bir dize, yolda yürürken ritmi tutturulan bir şarkı, ansızın beliriveren bir resim, “bir olasılıklar yumağı” olan dünyayı anlamlandırmamıza, yaşamımıza şekil vermemize, bazı başka hayat damarlarını keşfetmemize imkân sağlar.

Yahya Kemal’in ilk açık yapıtı Üsküp’tü. Henüz çocuk yaşlarında önüne açılan bu güzellik filtresi, sonrasında İstanbul’dan Bursa’ya, Varşova’dan Madrid’e kadar onun yaşam ölçüsü oldu. Boğaziçi ona “Baktığım daha bir kerre güzeldin” dedirtti. Îsâ Bey Camii’nde dinlediği ezanlar, salalar, Bursa’nın Ulu Camii’sinde aklına gelince ona bu kez “Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın” dizesini yazdırdı. Çok sevdiği Üsküdar sokaklarında bir Ramazan günü “kaldım oruçsuz ve neşesiz” derken bile “Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür." diye hissetmesi, Rumeli Türklüğünün iç âleminde ona bıraktığı tohumun bir meyvesiydi. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi nice talebesini İstanbul surlarında gezdirirken anlatmak istediği tarih değil, tarihî olandı. Yani akan, içinde salındığımız, görmemiz ve mutlaka faydalanmamız gereken kıymetler; bugünü kavramamızı kolaylaştıracak enstrümanlar. Kocamustapaşa gibi bir semte baktığında orada ‘tarihî olan’ı fark eder, Türkçenin tüm cilveleriyle geleceğe sunardı: “Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada / o kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada / geçer insan bir adım atsa birinden birine / kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

İsmini Yahya Kemal’in Açık Deniz şiirindeki “hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!” dizesinden çekip alan bir Mehmet Samsakçı kitabı dolandı durdu elimde ne zamandır. Okurken neşeyi de tedirginliği de birlikte yaşadığım kitapları hemen bitirmeyi sevmiyor, onlarla olan ilişkime mutlaka makul bir takip mesafesi koyuyorum. Hayır buradan insanlarla olan ilişkimiz de esasında böyle olmalı demeyeceğim, çünkü öyle olması gerektiği herkesin malumu. Malum, âlim, ilim. Dili nasıl sevmeyelim? Türk kültürü ve edebiyatına dair yazılardan oluşan Tuzu Engin Denizlerin; metin karşısında okuyucunun nasıl bir konum alması gerektiğini öğreten -bu benim iddiam ve aksi ispatlanana kadar doğrudur- bir kitap. Edebiyattan yeni edebiyata, portrelerden tanıtımlara, şehir ve mimari yazılarından röportajlara kadar misaller sunan tarafıyla keyifli, zengin bir derleme. Yahya Kemal üzerine çok mühim gayretler ortaya koymuş Samsakçı, şairin “İnsanın ufku insandır” sözünü satırdan sadrımıza şöyle açıyor: “Büyük şair, herhalde ‘İnsan insanla açılır, insanla zenginleşir, çoğalır, insanla kendisinde bir şeyler yapacak kudreti bulur’ demiş olmalıdır. İçerisinde birçok insanlar, birçok hayatlar, birçok hayaller, hayal kırıklıkları barındıran ve bulunduran edebî metin ise, kendisindeki tükenmezlik, her çağa çağdaş olabilen her dem tazelikle bize sonsuz ufuklar, sonsuz açılımlar, cevherler sunar.

Edebiyat sevgisi, belirli bir noktaya geldiğinde hayatı insana daha berrak, şeffaf gösteren bir gözlük olur. Burada bir ara not: Bu sevgi, maddi-manevi enerjiyi yüksek dozda ister. Silik, tembel, şevksiz bir ilgiyi reddeder. Can kulağı, gönül dili arar. Soru ve sorgu talep eder. Hayatı gelişigüzel yaşamayı istemez. Yeme-içme, gezip tozma, alış-veriş gibi faaliyetlerin dışında; sesin ve sözün güzeline talip, ahengi önemseyen, duyarlı, hisli, sezgili kimselerle hemhal olmak ister. Şimdi ara nottan çıkıp devam edebiliriz. Okur, hasbi bir edebiyat sevgisiyle birlikte, hayata edebiyatla ve edebiyata da hayatla bakmaya başlar. Birinin ağırlığını diğeriyle hafifletir. Ne çok okumanın, sürekli okumanın yükünü taşımak, ne de hayatın yoruculuğu karşısında dirençsiz kalmak, sevdiğimiz ve istediğimiz şeyler değil. Bu nazarla düşündüğümüzde; denemeden şiire, romandan hikâyeye bütün insanlığa hayatı açıyor edebiyat. Hiçbir zaman anlamı aramaktan uzaklaşmak istemeyen, yaşamındaki o tadı, dokuyu, zevki kaybetmek istemeyen kimseler -samimi okurlar- için aşkın bir mesele bu yüzden edebiyat. Dünyaya, yaşama, insana, tabiata; hatta mahalleye, çeşmeye, köprüye, sahile bir ayna olabilmek, bir ayna tutabilmek için dilden büyük, dilden kudretli bir saz yok. Bu sazın akordu ezelden kurulu: insan kendini aramak zorundadır. Hurufattan nazariyata, güfteden besteye, böyle. Bu gerçeği görmek için Samsakçı’ya kulak verelim:

Bakan göz ve bu gözün entelektüel birikimi, kültür ve inanç seviyesi nesnenin, dolayısıyla bir sanat eserinin anlam açılımını zenginleştirecektir. Aslında bu bakış açısıyla her şey, bütün varlıklar alemi birer açık yapıttır. Zira bir nesneye, edebi ürüne, tabiata ya da insana bakış her zaman farklıdır. Ve bakılan, seyredilen nesnenin açıklığı da ona bakan kişinin konumuna, durumuna göre farklılık gösterir. Eseri okuma, seyretme, yorumlama, şerh etme vs. gücü çok olan bir insan için normalde çok kapalı görünen bir eser de açıktır. Nesnenin anlamı, özneden gelir. Nitekim Mehmet Kaplan, ‘Bakılan, bakana tâbidir’ der.

Aktüel edebiyatta tarihin ve tasavvufun nasıl işlendiğini sorgulayan, Sâmiha Ayverdi romanlarında kadının ve aşkın hâlleri arasında gezinen, Mustafa Kutlu’nun Nûr’undan Cahit Sıtkı’nın günahkârlık duygusuna uzanan, Kosova-Üsküp-İstanbul üçgeninde tarihi mirası didikleyen Tuzu Engin Denizlerin, okuruna ‘ikinci zaman’ı düşündüren, Mehmet Samsakçı’nın sözüyle “kelimenin bereketi edebiyattandır” dedirten bir kitap.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

7 Şubat 2025 Cuma

Serden yardan geçen hatunlar, melikeler, kraliçeler

Âdem yaratıldığında ona yârenlik etmesi için bir eş yaratılır. Nisâ sûresinin birinci ayetinde “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının.” Buyrulur. Eş kelimesi düşündürücüdür, sizin aşağınızda yahut sizin üstünüzde yaratıldı buyrulmamıştır. Sözlük anlamına bakacak olursak, birbirinin aynı olan, denk, emsal gibi karşılıklar buluruz. Bir başka mânâsı Kubbealtı Lügatinde şöyle yazar, “Karı kocadan her biri, zevç, zevce [Bu mânâ “arkadaş” anlamından gelmiştir].

Adına sûre inmiş olan kadının dünden bugüne değeri tam ortaya çıkmamıştır. Dünün köleleri ve cariyeleri olan hatunlar, bugün reklam sektörü, eğlence sektörünün bir numaraları ekran yüzüdür. Dün köle pazarlarında pazarlanan vücutları bugün reklam filmleri gibi görsel alanda sergilenmektedir. Ve için en acı tarafı bunu özgürlük olarak gösterilmesidir. Evet, bugün birçok alanda ismini duyduğumuz kadınlar vardır ama konumu hâlâ aynı noktada kalmıştır. Kadının kadın, erkeğin erkek olarak hayatı idâme etmesi gerektiğini, birisinin birisinden üstün olmadığını sâdece takvada üstünlük olduğunu anlatmak gerekir. Hucurat suresinde "Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.” diye yazar.

Bugün özgürlük yalanı ile aslına rücu etmeyip, hürriyetin gerçek mânâsından uzaklaşan kadın değil aynı zamanda toplumdur. Çünkü bir milletin yapıcı öğesi kadındır. Beşik sallayan dünyayı sallar. İnsanların ilk mürşidi annesidir. Âdemoğluna ahlâkı anlatan, öğreten kadındır. Dünyayı elinde tutanlar, dün ve bugünde esirdir. Bu esirlikten kurtaracak olanlar yine kendileridir. Onların yetiştirdiği çocuklar yarına yön verenler olacaktır. Bugünden düne kadına bakacak olursak nasıl bir ilerleme gösterdiğimiz belli olur. Sanayi devrimi, birinci dünya savaşını içeren, toplumdaki kadın hareketleri konusunda birçok çalışma mevcut iken daha geriye gittiğimizde çalışmalar kısıtlı kalmaktadır. Neyse ki eskiye nazaran sayıları gün geçtikçe artmaktadır.

Son zamanlarda çalışmalara bir yenisi daha eklenmiştir. Kronik Kitap'tan, Tülay Metin ve Songül Dumlupınar Alican’ın editörlüğünde çıkan Ortaçağ’da Kadın isimli çalışma yerini yazın dünyasında almıştır. İçinde bir çok akademisyenin yazıları yer almaktadır. Konu başlıkları bir hayli ilgi çekici olan çalışma aslında bir yazı derlemesidir. Öncelikle yer alan akademisyenler ve konuları sıralamak doğru olacaktır.

• Birinci ve İkinci Haçlı Seferinde Kadınlar - Birsel Küçüksipahioğlu
• Selçukluların Devlet Anası: Altuncan Hatun - Erkan Göksu
• Töregene Hatun ve Zamanı - Altay Tayfun Özcan
• Anadolu Beyliklerinin Siyasi Hayatında Kadının Rolü - Cevdet Yakupoğlu
• Hârezmşahlarda (1097-12319 Kadın ve İktidar - Meryem Gürbüz
• Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen Hatunlarının Taht Kavgalarındaki Rolü - Ayşe Atıcı Arayancan
• Hindistan’da Bir Kadın Hükümdar, Sultan Raziye - Bilal Koç
• Gürcü Krallığında Kadın Kral Tamar ve İktidar - Ayşe Beyza Ercan
• Şeceru’d-Dûrr: Trajik ve İhtişamlı bir Yaşam Öyküsü - Songül Dumlupınar Alican
• Megale Basılıs Tōn Romaıon: Romalıların Büyük İmparatoriçesi Eudokia Makrembolitssa - Esra Çıplak
• Selçuklu Hanedanının Hatunları: Çağrı Beyin Kızları - Suat Kaymak
• İktidar Yolunda Muhteris Bir Kadın: Ayşe Hatun - Yusuf Budak
• Kraliçe Akitanyalı Eleanor - Esra Güneş

Kitabın içinde yer alan konu başlıklarına bakınca, aslında Türk tarihini yakından ilgilendiren mevzûlardaki kadınları hedeflendiği anlaşılacaktır. Hepsinin bizim kadim tarihimizle sıkı bağları mevcuttur. Tamar, Eudokıa, Eleanor ve Haçlı Seferlerindeki salip ehli ordularındaki kadınların yer aldığı bölümler dikkat çekici. Bunlar bizim mücâdele içinde olduğumuz milletlerin içindeki nüfuzu olan isimlerdir. Diğerleri ise Türk milleti mensubu hatunlardır. Töregene Hatun ise, ikilemde kalınana isimdir. Kimisine göre Türk kimisine göre değildir. Moğolların Türklüğü ırkî mi yoksa Müslüman olduktan sonra Türkleşmişler midir? Henüz çözülmüş bir soru değildir ve çözülmeyecektir.

Kitab daha çok iktidarda söz almışları hedeflediği için toplum içindeki kadının yerine çok fazla söz verilmemiştir. Çoğu naip ve Kraliçe olan ve ülkesinin tek hâkimi olmuş kişilerdir. Farklı olarak görebileceğimiz yer, Türkiye ismiyle anılan Anadolu topraklarına en uzak bölge Hindistan’dır. Seçilme nedeni de Türk Devletinin başına geçen tarihe malolmuş Raziye sultan olmasıdır.

İsimler tek tek irdelendiğinde, Kral Tamar bir başka boyutla da dikkati celp eder. 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi olan Gürcü Hatun’un büyükannesidir. Bilindiği gibi Selçuklu tarihinde güçlü ve özel bir yere sâhip olan bu hatunun babası aslen bir Türk’tür. Gürcistan Kraliçesi Rosudan (Kral(içe) Tamar’ın kızı) Selçuklu Hanedanına mensup Erzurum Hâkimi Mugîseddin Tuğrulşâh’ın oğlu ile evlenir. Ondan kızı Tamar doğar. Gürcü Hatun millet olarak yarı Türk’tür. Lâkin babasının Hristiyanlığı seçmesiyle bu dine mensuptur. Daha sonra Müslüman olmuş hatta Mevlânâ Hazretlerinin müridleri arasına girmiştir. Kitapta bu bilgilere yer verilmediği gibi Gürcü Hatun ele alınmamıştır. Yardımseverliği ve Mevleviliği ile tanınan Sultan eşinin, büyükannesinin dâhiliğini ve Gürcü Devletini nasıl ayağa kaldırdığını öğrenmek, onu daha iyi tanımamızı, anlamamızı sağlayacaktır. Kral(içe) Tamar(a) Selçuklu Devletini dize getiren güçlü bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Gürci Tarih yazımında ki “Yedi Krallık” ifâdesi onun dönemini işâret etmektedir.. Bu yedi krallık, Abhaz, Gürcü, Kaheti, Ermeni, Arran, Şirvanşahlar (Azerbaycan), İran topraklarını kapsamaktadır. Bir diğer isim Eudokıa ise, Anadolu kapılarını Türklere açan Malazgirt zaferinin, yenik imparatoriçesidir. Bizans’ın tarihinde güçlü bir yere sâhip, akıllı, bilgili bir imparatoriçenin yükselişinin bir manastırda noktalanışı ele alınmış. Manastırda kaldığı 12 yıl gibi bir sürede kendini ilme adamış, gramer ve dil kitapları yazmış yenik bir imparatoriçe potresinin arkasındaki gücü aktarılmıştır. Ülkesini ve iktidarını ayakta tutmak için büyük mücâdeleler, ve Bizans Oyunları düzenlemiş bir isimdir. Diyojen ile evlenebilmek için her türlü oyunu düşünmüş, son ana kadar saklayarak, patriği diğer yöneticileri kandırmayı başarmış birisidir. Kitapta, Bizim için dönüm noktası Malazgirt savaşının, mîmârlarından ve etkili isimlerinden olan Eudokıa hakkında geniş bilgiler yer almaktadır.

Eleonar ise Haçlı seferlerinde Fransa Kralı Luis’in eşi ve Kudüs Kralının kızı olarak geldiği bu topraklardan yenik olarak gider ve İngiltere Kralı Henry ile evlenerek dünyanın en güçlü Kraliçelerinden biri olur.

Düşman kraliçelerin ve naiblerin anlatıldığı kitapta bizim için övünç kaynağı olan Altuncan Hatun da yerini almıştır. Her ne kadar çekilen Selçuklu dizisinde pasif bir karakter olarak gösterilmiş olsa da tarih sayfasında güçlü bir hatun olarak yerini korumaktadır. Devleti için oğlunu hiçe sayan, bekā için ordunun başına geçerek Hemadan’da sıkışmış Sultanın imdadına yetişerek, Türk tarihinin seyrini değiştiren Altuncan Hatun’u, Selçuklu Konusunda uzman bir isim Erkan Göksu kaleme almış. Değeri bilinmeyen, bugün bile birçoğunun isminden bir haber olan Altuncan Hatun, okullarda, anıtlarla, filmlerle kız çocuklarına konulan isimlerle yaşatılmalıdır. Bugün Anadolu’da Türk varlığından ve Türkiye devletinden bahsediyorsak bu hatuna bir vefa borcumuz vardır. Bacıyan-Rum taifesinin ana ruhunun nereden geldiğinin bir vesîkası olan, Tuğrul Beyin gözdesi ve sevdasına sâhip Altuncan Hatun, yiğitliği kadar erdemi ve aklıyla da tarihe malolmuş bir isimdir. Yine Selçuklu tarihinde güçlü karakter olarak karşımıza çıkan Çağrı Bey’in iki kızı Hatice Arslan Hatun ve Gevher Hatun Türk kadınının Ruhunu anlatan diğer simgelerdir. Öyle ki 10.000 kişilik ordunun başında onları komuta ederek Anadolu’ya gelen Gevher Hatun, ancak öldürerek durdurulmuştur. Her ne kadar Alparslan ve Melikşah karşıtı olsa da, bey ve orduyu iknâ edecek bir kabiliyete ve onları yönetecek bir zekâya sahiptir. Bu vasıflar güçlü Hatun sıfatı almasına yeterli nedendir. Hatice Arslan Hatun ise, Halife eşi olarak hüküm sürdüğü Bağdat’ta esir düşmesine rağmen korkmayan, sırtını amcasına dayayan ve gücünü soyundan alan bir isimdir. Acımasız bir zalim olan Arslan Besasiri’nin eline esir düşer. Lakin bu zalim bile onun kudretinden çekinir ve iyi davranır. Bunun ana nedeni Selçuklu töresinde, kadınlara olan hürmet ve koruyuculuktur. Selçuklu meliklerine kötü davranış savaş sebebi sayılabilmektedir. Hatice Arslan Hatun’un konumunu çok iyi bilen Arslan Besasiri bu yüzden tehlikeyi görmüştür ve onu serbest bırakmıştır. Bu hatun yine bilinmeden sessiz şekilde, meftun halde ebedî istirâhatindedir. Ortaçağda Kadın adlı çalışmada en azından bu hatun ayrıntılı ele alınarak biraz olsun hakkı verilmiştir.

Birçok ismin yer aldığı Kitapta Memluk devletinin ilk sultanı olan Şeceru’d-Dûrr Hatun'a yer verilmiş. Kölelikten sultanlığa yükselişi ele alınmıştır. Birçok kitaba konu olmuş Mısır sultanının hayat hikâyesi trajik bir sonla bulmuş, daha sonra kutsal bir isme dönmüştür. Hamamda cariyelerinin döverek öldürüp kaleden attıkları bu hatunun cesedi köpeklere yem olmuş, çürüdükten sonra defin edilmiştir. Bugün Güllaç olarak yediğimiz tatlının hikâyesinin de Şeceru’d-Dûrr Hatun'un öldürülmesine dayandığını belirtmek gerekir.

Ortaçağda Kadın kitabının alt başlığında yazan "Hırs, Tutku ve Hâkimiyet", 12 ve 13.yy’da erkek egemen bir dünyada varlıklarını ortaya koymuş, onlardan sonraki dönemlere ilham olmuş kadınların hikâyesini anlatan bir çalışma olmuş. Bugün kadınların önünde engel olan her ne varsa o günde aynı engellerin olduğunu, değişenin sâdece birkaç söylem ve eylemden ibâret kaldığını, demek yerinde olacaktır. Kadın ve erkek olsun, iktidar için, güç için varını yoğunu ortaya koymuş, kimi zaman yardan kimi zaman serden geçmişlerdir. Değişen sâdece teknoloji ve yönetim şekilleri olmuştur. Unutmayalım ki kirli dünyayı temiz hale koyacak olanlar kadınlardır, onların yetiştireceği evlatlardır. Yahya Kemal, Türk kadınlarının örnek olacak vasıfları olduğunu söylerken yarını da kuracaklarını da ilâve eder. Çünkü dünyanın en büyük vasfı olan annelik kadına aittir ve ilk mürebbi kadındır. Mevlânâ hazretlerinin dediği gibi;

Kadınlar, akıllı erkeklere karşı galip gelirler, fakat cahil kişiler kadınları mağlup ederler. Bu tür cahiller, sert ve kaba olan insanlardır. Bunlarda acıma, lütfetme, sevme duygusu azdır; çünkü yaratılışlarında hayvanlık duygusu üstündür. Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık. Kadın, Hak nurudur, sevgili değil; sanki yaratıcıdır (doğurgan), yaratılmış değil!

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis