31 Ocak 2025 Cuma

Sahip olmak ya da kazanılmış olanın terki

Erich Fromm, 1900 yılında Almanya’nın Frankfurt kentinde Musevi bir ailede doğdu ve antisemitizmin yaygın olduğu bir ortamda Yahudi bir çocuk olarak büyüdü. Çocukluk, ergenlik dönemlerinde yaşadığı travmalar ve 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile Fromm’un ruhu derinden sarsıldı ve bu sarsıntı onun insan davranışına olan merakını körükledi. Savaşın tahribatı Fromm’un yaşam ve çalışmalarının belirleyicisi oldu da denilebilir: “Savaş sona erdiğinde insanların nasıl olup da savaştıkları sorusuna takılıp kalmış, sorunlu bir genç adamdım. Bu akıl almaz kitle hareketini anlamak istiyor, barış ve uluslararası bir uzlaşma için tutkulu bir arzu duyuyordum.

Dış ve iç dünyasındaki sorunlar Fromm’un zihninde yeni sorular yaratarak onu cevap aramaya ve insan doğası üzerine düşünmeye itti. Sorularının cevabını bulma konusunda ona Freud ve Marx yardımcı olsa da toplumsal sorunlar onu yeni sorular sormaya yöneltti. Fromm, 1992’de Heidelberg’de felsefe doktorası verip ardından Berlin Psikanaliz Enstitüsünde çalışmaya başladı ve güçlenen Nazi hareketleri ile tehlikeli hale gelen Almanya’yı terk ederek çalışmalarını Amerika’da devam ettirdi. Columbia, Yale, New York gibi üniversitelerde dersler verdi. Psikanalizi antropoloji ve tarihle buluşturan ve yaşamı boyunca dört başarısız evlilik yapan Fromm, İsviçre’de yaşamını yitirdi.

Sahip Olmak ya da Olmak, 20. yüzyıl hümanizminin en iyi temsilcilerinden biri olan Erich Fromm’un yılların birikim ve deneyiminin sentezi olan en önemli kitabıdır. Birçok dile çevrilen kitabın ilgi görmesinin başlıca nedeni, insan varlığının ve çağın soru ve sorunlarının derinlemesine incelenmesi ve çözümlenmesidir. Kitap, varoluşun vazgeçilmeyen/değişmeyen soru ve sorunlarını barındırdığı için, içinde bulunduğumuz bugünü ve bugünün modern bireyini anlattığı hissini uyandırıyor insanın içinde.

Fromm, kitaba Sahip Olmak ve Olmak arasındaki farkın anlaşılması çabasına girişerek başlar. Sahip olmak, bir şeyler elde etmeye ve elde edilen şeyleri kendine mal etmeye dayanırken olmak, sahip olunan şeylerden kendini azat etmeye, her şeyi kendi bütünlüğü içinde sahip olmadan sevebilme kabiliyetine dayanır. Günümüz kapitalist ve sosyalist toplumları mal, mülk, haksız kazanç, unvan, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine inşa edildiği için bu toplumları oluşturan bireyler kapitalist sistemlerin yaşamını devam ettirebilmesi için birer işçidirler. İnsan ve insan onuru teknik, teknoloji ve bilimin ilerleyişine feda edilmiştir. Sınırsız üreten ve tüketen insan sınırsız sahte özgürlük hissine kapılınca, beraberinde sonsuz bir mutluğu da yakalayacağı yanılgısına düşmüştür. Mutluluğu tüm hazlarının tatmininden ibaret olduğunu sanan kendine yabancı birey, duygu ve düşüncelerinin kitle iletişim araçlarına egemen olan endüstri ve iktidar tarafından yönetilip, yönlendirildiğinin ise farkında değildir. Fromm’a göre "Sahip olmak kişiye haz verir. Sahip olmak tek hedef olunca insan giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olur. Çünkü insan ne kadar çok şeyi olursa, o kadar mutlu olacağını sanır.’’ Hayatında büyük bir anlam açlığı ve bu açlıktan doğan mutsuzluk hissini yaşayan bireyler yaptıkları sınırsız harcamalarla hazzın doruklarına çıkmaya ve düştükleri anlam açlığını kapatmaya çalışırlar. Fakat bu çabanın bir sonu yoktur, çünkü üretim ve tüketimin bir sonu yoktur. Sınırsız üretim ve tüketim, bireyin kendi mutluluğunun ve aradığı anlamın arzularının tatmininden ibaret olmadığını anlayana dek devam eder, fakat sistem en baştan bireyin bu çelişkiyi anlayamayacağı şekilde kurulmuştur bile. Çünkü sistemin yaşayabilmesi için bir yandan büyük bir üretime öte yandan üretilen malların sınırsızca tüketilmesine ihtiyaç vardır. “Tüketim” diyor Fromm, “günümüz aşırı üretim toplumlarının belki de en önemli sahip olma biçimidir.” Tüketimi olmanın değil de sahip olmanın temel elementi olarak ifade eden Fromm, insanların olmak ihtiyacını sürekli ertelediğini belki de sahip oldukça var olacağı yanılgısına kapılan modern bireyi işaret eder. Olmak ihtiyacı sürekli ertelenir, hatta bu ihtiyaç hissedilmez bile, böylece tüketen insan sürekli ve daha fazla tüketmek zorunda kalmıştır. Tüketim, modern bireyin kendini ifade ediş, kendi oluş, mutlu oluş biçimidir artık. Modern birey, daha çok tüketmek için daha çok kazanmakta ve ne kadar çok kazandığını gösterebilmek için sürekli satın almaktadır.

Sahip olunanları gösterme biçimi olarak satın almak, sahip olmanın en kolay ve en kestirme yoludur. Sınırsızca tüketebilecek kadar sahip olmak güce ve iktidara işaret ettiği için birey kendini güçlüler/ iktidar sahipleri sınıfında görmeye başlar. Güçlüler sınıfı aynı zamanda her istediğini istediği şekilde yapabilecek kadar özgür olanların sınıfıdır da. Sahip oldukça güçlendiği, güçlendikçe daha çok sahip olma hakkını elde ettiği yanılgısına kapılan insana artık bir başkasının mutluluk ve ihtiyaçları için fedakârlık yapılması gerektiğinden söz edilemez bile. Kapitalist ve sosyalist sistemler insanda önce arzuları yaratır, daha sonra da bu arzuları tatmin nesnelerini yaratarak piyasaya sunar. Kadınlar için makyaj malzemeleri, erkekler içinse otomobiller asli ihtiyaç listesindeki öncelikli sırasını alır. Estetik yapay güzelliğin, yapay güzellik imajın, imaj ise var oluşun büyük bir parçasıdır modern kadın için; modern erkek, ne kadar güçlü olduğunu her yıl yenilediği otomobilinin markası ile gözler önüne serer ve bu güç ile toplumda bir yer edinir. Sahip olunan her şeyle sahip olunmayan yeni bir şey gören ve ona yönelen modern bireyin sahip oldukları arttıkça sahip olmak istediklerine duyduğu iştah da büyümeye devam eder. Sahip oldukça sahip olamadığı yeni bir şey görüp fakirleşen maddeci insan, anlamı, özgürlüğü, kişisel ve toplumsal mutluluğu kolayca görmezden gelebilecek denli körleşir. Dünyada kozmetiğe harcanan 200 milyar dolar bütün Asya ve Afrika kıtasını içinde bulunduğu sefaletten kurtarabilir. Bazı insanların ihtirasları için harcadıkları para, bazı insanların hayatını daha yaşanılır hale getirebilir. Aksi halde Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en basit yaşamsal ihtiyaçlardan ibaret kalan böylesi bir hayatta insan, asla kendini tamamlama/ olmak seviyesine ulaşamaz. Peki, arzular tamamen gereksiz midir ve kontrolü mümkün değil midir? İnsan, sürekli arzulayan, isteyen bir varlık. Arzular irade ile çatışır durur. Psikanalizin babası Freud’a göre insan, güdülerine, dürtülerine göre hareket edip, tepki veren bir varlıktır.

Fromm, her ne kadar Freud’un pek çok kavramını kabul etse de kültürel ve kapitalist sistemlerin tesiri altındaki insanın dahi özgürlüğünü savunarak bu noktada Freud’dan ayrılır. İnsan özgürlüğüne kavuşabilmek için sorumluluklarını kuşanmalıdır. Belki de insan arzuları ve iradesi arasında devinen bir varlıktır ve esas olan arzularının esiri haline gelmemesi gerektiğidir. Olanlar ise ancak iradeleri ile -sahip olma- arzularını terbiye edenlerdir. Çünkü insan, irade sahibi olduğu için özgür, özgür olduğu için de sorumluluk sahibidir.

Tatmin nesnesi ile karşılaşan bireyler bunlara ihtiyaç duydukları için arzu duyduklarını zannederler fakat onları esir alan esas duygu ihtiraslardır. İnsanın ilk tatmin nesnesi ise kendi benidir, kendi bedeni. Aslında birey satın alarak sahip olduğu otomobil, ev, lüks eşyalar ile ve çoğunluğu ezerek sahip olduğu unvan, makam, şöhret ile bir nevi hiçbir zaman var olamayacağını kendine ispatlamış olur, çünkü özgürlük, mutluluk ve anlam satın alınarak ya da bir başkasının hakkı gasp edilerek sahip olunabilecek değerler değillerdir. Evet, ‘başkalarının hakkını gasp ederek’ dedim, çünkü Fromm’da sahip olma tutkusunun bizi şiddet kullanmaya ve başkalarını sömürmeye yönelttiğini ifade eder. Bugün insanlığın geldiği son noktada kitle imha silahlarıyla katledilen milyonlarca insan, yerleşim politikası adı altında yapılan işgaller, sahip olma arzusuyla canavarlaşan insanın yapabileceklerinin şiddetini gözler önüne serer. Verilere göre dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’de nüfusun %16’sı yoksulluk içinde yaşamakta, dünyanın en zengin on beş kişisinin serveti Afrika’nın toplam üretimini aşmaktadır. Tüm bu veriler, “dünyadaki yoksulluğun sebebi, yokluktan değil, hakkına razı olmayanların çokluğundan kaynaklanır” diyen Mustafa Kutlu’nun sözlerini anımsatıyor.

Dünya var olalı beri insanlar sahip olarak hayatlarının ne kadar anlamsız, kendi varlıklarının ise bir o kadar sahte olduğunu maskelemeye çalışmışlardır. Hakikaten insan hayatına anlam ve değer katan şey nedir? Felsefe-bilim tarihçisi İhsan Fazlıoğlu’nun da dile getirdiği gibi; “insan yaşamında bir kez de olsa kendine şu soruyu sorup yanıtlamalıdır: sahip olduğum her şeyi yitirdiğimde, beni ayakta tutacak olan nedir?’’ Sınırsız ve kontrolsüz güç mü, para mı, şöhret mi, unvan ve toplumsal statü mü? İnsan sahip olduğunu sandığı şeylerden ibaretse sahip olduklarının kaybı ile kendini de kaybetmiş olmayacak mıdır? Oysaki hayatın anlamı satın alınarak sahip olunamayacak değerlerde gizlidir. Kapitalizm zenginliğin güç olduğu bilgisini zihnimize kodladığı için acıma duygusunu en çok yoksullara karşı hissederiz. Kendimize acımamak, başkalarının acıma dolu bakışlarına maruz kalmamak için sahip olmak isteriz. Gerçekte acınması gerekenlerse anlamdan, mutluluktan, özgürlükten, kendini tamamlama bilgisinden yoksun olanlardır.

Peki, insan yaşantısını devam ettirmek için gereken temel araç gereçlere de sahip olmamalı mıdır? Bu soruyu sahip olmayı kendi içinde iki kısma ayırarak cevaplandırıyor Fromm; ona göre yaşamı devam ettirebilmek için gerekenlere sahip olmak ve daha sonra karakter yapısı olarak meydana çıkan sahip olmak arzusu birbirinden çok farklıdır. Bunların ilki ihtiyaçlarla, diğeri ihtiraslarla ilgilidir. Tüm bunlardan sonra akla bir soru daha geliyor: Olmanın önündeki en büyük ve tek engel sahip olmak mıdır?

Fromm’a göre “mal-mülk, bilgi kendiliğinden kötü değildir. Tüm bunları kötü yapan, yani kendimizi gerçekleştirmemizi engelleyen ve özgürlüğümüzü kısıtlayan bizim yanlış yaklaşımımızdır.’’ Fuzuli’nin Rind ile Zahit adlı eserinde bu tema çok kuvvetle işlenir. Rind der ki: “Ey Zahit! Dünya lezzetini görmeyenin ondan elini eteğini çekmesi çok kolay. Mecburi yokluğun adını himmet koymak iş mi? Zenginliği bulamamaktan ötürü gönlü fakirliğe vermek iş midir? Asıl hüner, dünyayı önce ele geçirip, sonra terk etmektir.” Terk etme eylemi bakımından insanlar ikiye ayrılır Rind’in gözünde: Dünyayı terk edenler, dünyanın terk ettikleri. Önemli olan kazanılmış olanı terk etmektir. Yoksa zaten elde olmayandan elde olmadığı için vazgeçmiş gibi görünmenin bir manası yoktur bu inanışa göre. Terk ediş, -var olmak için- dünya sahnesindeki oyunun bazı rollerinden vazgeçmek anlamına gelir. Olmak ise sonu gelmez, anlık hazlarının tatmini için sürekli tüketen insanın sahip olamayacağı kadar yücedir. Olmak, Sahip Olmak’ın karşıtıdır. Fromm’a göre olmak, “Hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz.

Fromm, kitabın ilk bölümlerinde Sahip Olmak ve Olmak kavramlarını ana hatları ile irdeler ve sanayi devrimin ardından sürüklenen -ihtiyaçları ve ihtirasları arasındaki farkı kavrayamayan- tüketim toplumunun içinde bulunduğu psikolojik ve sosyolojik çıkmazı ele alır. Psikoloji geçmişi boyunca Sigmund Freud ve Karl Marx’tan etkilenen Fromm, son bölüme doğru Marx, Eckhart ve Schweitzer’in konu ile ilgili, sahip olmak karşıtı fikirleri ile kendi tezini destekler. Son bölümde ise yeni bir toplumun oluşumunu sağlayacak yeni insan modelinin özelliklerini ayrıntılı bir şekilde incelemeye çalışır. Fromm’a göre yeni insan modeli, sahip olmak kökenli tüm davranışlarından vazgeçmelidir. Bu yeni insan modelinin oluşumunda iktidara düşen görevler de vardır elbette, bunlar ütopik, teoriden ibaret fikirler değil; zengin ve fakir sınıflar arası ulusal-sınıflar farklılıkların kapatılması, reklamların beyin yıkamasına müsaade edilmemesi, kadınların ataerkil vesayetten kurtarılması gibi pratik, uygulanabilir çözüm önerileridir. Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak’ta gelişmiş ve gelişmemiş toplumların, ulusların içine düştüğü büyük çıkmazı nedenleri ve sonuçlarıyla inceleyip, bize yeni ve daha yaşanabilir bir dünyaya giden yolun köşe taşlarını veriyor. Nietzsche’nin de ifade ettiği gibi “Çöl büyüyor, vay haline içinde çöl gizleyenin!’’

Sahip Olmak ya da Olmak, gittikçe büyüyen bir çöle dönüşen dünyamızın içine düştüğü buhranın farkında olan ve belki de hiç fark etmeden bu çölün bir zerresi haline gelen her insanın okuması ve sonrasında kendini ve yaşamını sorgulaması gereken bir başyapıt.

Sevil Türkyılmaz
x.com/arzhal_

"Ben ne kadar iyi isem sen de o kadar iyisin"

“Cümleler doğrudur sen doğru isen
Doğruluk bulunmaz sen eğri isen.”
- Yunus Emre

Hayat dediğimiz başlangıçların ve bitişlerin bir manzumesi değil midir; geldik bir başlangıç, gidiyoruz bir bitiş… Bu yazıyla da niyetimiz, hayatı kuran tüm bu başlangıçların ve bitişlerin içinde hem yazar hem de okur açısından bir başlangıcın daha heyecanını tatmak ve bitişine hüzünlenmek, tam da bu heyecanın ve hüznün arasında, İsmet Özel’in deyişiyle, üzerimize yüreğimizden başka muska takmadan konuşabilmektir.

Yanlış hatırlamıyorsam, müzik grubu MFÖ ile gençlik yıllarında gerçekleştirdiği bir televizyon programında, şiirlerinin evvela başlıklarını belirlediğini, buna müteakip şiirlerini yazdığını söylemişti İsmet Özel. Onun yazılarına koyduğu başlıklar, yazılarından müstakil, başlı başına inceleme nesnesi olabilecek anlam ve çağrışım zenginliğine sahiptir. Çünkü insanın tüm varlığına dokunan, tüm varlığını okşayıp ısıtan, yönünü yörüngesini şaşırtan, akılları meşgul, kalpleri savunmasız kılan başlıkları, en az şiirleri kadar şaşırtıcı ve sarsıcıdır. İsmet Özel’in nesirlerini okumamış olsalar dahi herkesin Erbain ile az buçuk mesaisi olduğuna gönlüm kani. Hatta okumasının lüzumu yok, eline bir kere bile Erbain’i alıp şöyle bir karıştıranlar, içindekiler kısmına göz atanlar başlık hususunda bu demek istediğimi anlayacaklardır. Benim nazarımda; Erbain’de, içindekiler başlığı altında yer alan şiir başlıkları da birer İsmet Özel şiiridir ve Erbain’e, yani “Kırk Yılın Şiirleri”ne dahildir. Özel, şiirlerindeki bu başlık özenini ve özverisini, düz yazılarında da sürdürmektedir. Hatta diyebiliriz ki, düz yazılarının başlıklarını daha da ince eleyip sık dokumaktadır. Özel’in şiir haricinde düz yazılarına verdiği başlıklarını da onu diğer yazar ve düşünürlerden ayıran bir vasıf olarak düşünebiliriz. Zira kendisinin de böyle düşündüğünü söyleyebiliriz. Bu çıkarımı, yine Ve’l-Asr’da mündemiç olan, başlığı; insani mantığa aykırı gibi duran, mütenakız görünen ve okuru, okuması için cezbeden, çağıran ve dahi okurun varlığında bir soru oluşturup dolayısıyla bir yokluk meydana getiren, okura emreden, dikte eden yani klasik bir İsmet Özel söz dizimine sahip olan; “İyi Şeyleri Kabul Etme, Kötü Şeyleri Reddet” başlıklı yazısının giriş paragrafında sarf ettiği şu cümleden çıkarabiliriz: “İşte sizi yine benim tipik başlıklarımdan biriyle yüz yüze getirdim.” Hatta, bu cümlenin peşi sıra kuracağı şu cümlede, tipik bir İsmet Özel okuru olmak için böyle başlıkları yadırgamamayı okura şart koşar: “Eğer bu yazının başlığında dizgi yanlışı yapıldı sananlar arasında iseniz benim tipik okurlarım sırasına henüz girmiş sayılmazsınız.” Başlıklar üzerinden Özel’e dair, yorumun tüketilemezliğini de göz önüne alarak nice yorum üretilebilir.

Hakkında konuşmak niyetinde olduğum ve muhtevası; İsmet Özel’in Türk siyasetine, tarihine, kültürüne, gündelik yaşantısına, toplum yapısına dair olup bitenleri ve olacak olanlara yönelik öngörülerini; İslam ve Müslümanlık dolayımında nasıl algıladığı ve değerlendirdiğini içeren düşünce yazılarından oluşan Ve’l-Asr kitabının adı, yani başlığı da alelade konulmuş bir başlık değildir. İsmet Özel, bu başlık ile Asr suresine uzanmamızı istiyor. Kudreti sonsuz yüce Allah, Asr suresinde biz yaratılmışlara, yaratılmışlık sıfatını yüklenmemiz sebebiyle bu sıfat dahilinde bir paket halinde gelen diğer sıfatlara da sahip olan bizlere; yani kusurlu olanlara, noksan olanlara asrın tam göbeğinde savrula savrula ziyan olan insanlar arasında felaha erişmek isteyenlere bir çıkış kapısı sunar: “Hakkı tavsiye etmek!” Özel de bu kitabıyla, hakkın ve hakkı tavsiye edebilmenin peşine düşmüştür, diyebiliriz.

Türk milletinin şiirler ve şairlerle kurduğu irtibat hayati öneme sahiptir. Geçen yazımızda bahsettiğimiz teklif meselesini, yazımızı okumuş olanlar anımsayacaklardır. O yazımızda da teklifi olan, teklifi hak olan bir millet olduğumuzun altını çizmiştik. Teklifi olmaktan ziyade; insanı, insan onuruna yaraşır bir çerçevede tahayyül eden bir teklife sahip oluşumuzdan sebep, tarihin hiçbir merhalesinde başımızdan kara bulutlar eksik olmamıştır. Tam da bu bunalımlı devirlerde; yol başçılarımız, iz sürenlerimiz, sevgi yiğitlerimiz, birbirimize ve tüm yaratılmışlara içtenlikle uzandığımız ellerimiz, aşka yürekten bel bağlamış olanlarımız, sırtımızı sıvazlayanlarımız, fikir ve eylem ateşleyicilerimiz şairlerimiz olmuştur. Dolayısıyla, biz şiirle ve şairlerle irtibatı derinlerde olan bir milletiz. Şiir bizim için yalnızca sanatsal bir üretim değil, var kalarak oluş sürecine girişimizin bir anahtarı, bir mekanı, en nihayetinde bir imkanıdır. Bir fikir, kurumsal manada ise bir teklif, büyüklük iddiası güdüyorsa şiirleşmek, bir şairin ellerinde işlenmek zorundadır. Şiirleşemeyen fikir yahut teklif; kendini dondurur, atıl hale gelir, kurur ve kalır. Şiir ve fikir, şair ve fikir arasındaki ilişkiyi, Özel’in fikriyatına girebilmek için göz önünde tutmak gerekir. Çünkü Özel, Türk edebiyatının tarihsel gidişine son derece önemli etkileri olan ve damgasını vuran düşünce ve eylem adamıdır, ancak evvela şair, ardından düşünce ve eylem adamıdır. Bu sebeple şiir ve fikir ilişkisine dair böyle bir paragraf gerekliliği meydana çıkmıştır. Onun, şiiri benimseyiş biçimini ve şiir ufkunu nasıl ki tek bir şiiri üzerinden yorumlayıp açımlayamıyorsak; fikriyatı hakkında da tek bir yazı yahut tek bir kitabından istifade ederek düze çıkamayız. Böyle güdük bir çalışma neticesinde ancak kırıntılar düşer tabağımıza. Hülasa Ve’l-Asr, Özel’in fikriyatının, düşün dünyasının bin bir veçhesinden yalnızca biridir. Dolayısıyla bu yazı da Ve’l-Asr’ın bin bir veçhesinden birkaçının soluk bir yüzüdür.

Yazdığı dil, dilimiz olduğu için talihli olduğumuz Türkmen kocası Yunus, insan ilişkilerindeki özü süzerek ulaştığı neticeyi, yılların duvarlarına meydan okuyup bize ulaşan: “Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” saptamasıyla ifade etmiştir. Yunus’un diğer dizeleri gibi bu dizeler de çağımızın sözlüğünden alınma bir tabirle; adeta yüzlerce veriyi içinde barındıran sıkıştırılmış, yani zip’li dosyalar gibidir. Bu dizelerde etrafına taşan, insanın insan üzerindeki etkisini anlamak için çepeçevre sunulacak sayfalar dolusu bilgilere bedel bir görü, bir sezi, bir anlayış, bir aktarım vardır. Özel’in, kapısının eşiği biraz yüksekte kalan bu kitabına girebilmek için Yunus’un bu dizelerini bir basamak, bir merdiven olarak kullanmamızın fayda sağlayacağı kanaatindeyim. Özel, kitaba da adını veren Ve’l-Asr başlıklı yazısına, Yunus’un bu sözleriyle hayli ilintili olan şu paragrafla başlar: “Ben ne kadar iyi isem sen de o kadar iyisin. Kötü olduğum için seni kötüleştireceğim. İyi olduğum için seni iyileştireceğim. Eğer istediğin kötülük ise benden yararlanabilirsin. Beni kötüleştirmek senin elinde. Benim iyiliğimi istiyorsan iyileşmek de sana düşüyor. Sen iyilik gösterdikçe ben iyileşeceğim. Aynı durum benim senden ne istediğim, seni ne olarak istediğim bakımından da geçerli. Bir mürşidin söylediğini müridin kendine dönük bir ifade bularak her zaman tekrar etse gerek: ‘Allah'ı arıyor iseniz niçin bana geldiniz? Allah'tan gayrısını arıyor iseniz niçin bana geldiniz?’ Ve sonra Albert Camus: ‘Dünyanın herhangi bir yerinde bir tek insan mahpus ise kendimi asla özgür hissedemem.’ İnsanlık tarihi her insanda teker teker mündemiçtir. Madem ona bilinç kazanma yeterliği verilmiştir, madem her insan dua edebilir; o halde her insan, insanlığın bizatihi kendisidir. İnsanların, kültürlerin, toplumların ve medeniyetlerin eşzamanlı olmadığını ileri sürenler her şeyden önce kendi hakikat arayışlarındaki eş zamansızlığın kusuruna baksınlar.” İnsanlar arasında bağları tesis edenin Allah olduğunu, bu bağın insan üzerindeki biçimlendirici gücünü de hesaba katarak nankör insanlardan olmamak gerektiğinin altını çizen Özel, bu bahsi, menşei Batı olan hümanizme bağlar ve hümanizmin bir isteksizlik hali olduğunu ve biz insanlara hakkı tavsiye etmeye hiç niyeti olmadığını bildirerek bitirir ve hakkı tavsiye etmenin, uzantısı yabanda olan akımlara kapılarak değil, ancak bizim Yunus’a kulak vererek olabileceği mesajını verir.

Ve’l-Asr’ın içindeki bazı yazıların bulunduğu sayfaları koparıp, katlayıp cebinize yahut cüzdanınızın bir kenarına sıkıştırasınız, çerçeveleyip duvara asasınız gelebilir. Bu bir latife, elbette bunu yapmayın. Bu latifeyle demek istenileni anlamak esas mesele. Demek istenilen ne öyleyse? Bunlar öyle yazılar ki, insanın gün ortasında, gece yarısında, sabahın köründe aniden okuyası gelebilir. Gündelik olaylar; sinir uçlarımıza dokunan, insanlığımızı zedeleyen, merhametimizi, sevgimizi ayaklandıran birtakım durumlar bizi bu yazılardaki şifaya, iyileştirici güce iter. Bu yazılardan biri de yalnızca başlığı bile birçok mevzuyla didişen, birçok olayın nedenini açıklayan “Medyanın Gücü Yok, Gücün Medyası Var” başlıklı yazıdır. Bu yazıda iktidar gruplarının medya aracılığıyla girdiği düzen oluşturma süreçlerinden söz ederken alaycı, güldürücü bir dille kurulmuş şu anlatıdan yararlanır: “Medyanın yaygınlık alanının şaşırtıcı boyutlara ulaştığını kabul etmemek mümkün değil. Hatta bunun şakasını da yapıyorlar: Bir sinekle bir devlet başkanı arasında ne benzerlik vardır? Her ikisi de gazeteyle öldürülebilir.” Bu yazılardan bir diğeri ise “Düşünceyi Karartan Terör” başlıklı yazıdır. Bu yazıda terörün insanlar üzerindeki etkisini mütalaa eden Özel, terörün asıl amacının düşünceyi ve düşünmeyi karartmak olduğu saptamasında bulunur. Bu yazıda altı çizilecek ve Özel’in de bu yazıyla varmak istediği amacı açıklayan şu anekdotun ise kıymeti haizdir: “Terör bir toplulukta birkaç insanı yıldırmamış olsa bile yapacağını yapmış sayılır. Korkuya kapılmayan insanlar hareketlerini korkmuş bulunanlara göre ayarlamak zorunda kalacaklardır. Yani asıl yapacaklarını erteleyip, ilk iş olarak terörün yıkıcı etkisini silmeye çalışacaklardır. Tıpkı şu anda benim yaptığım gibi.

Öte yandan Ve’l-Asr’ın içindeki bazı yazılar da var ki, iyileştirici güçlerine ihtiyaç duymak bir yana sıcak bir yaz günü bir bardak soğuk suyu arzular gibi ihtiyaç duyarız onlara. Öyle anlar gelir ki, bu yazıları da bir bardaktan su içer gibi lıkır lıkır okuyup; yıpranan, büzülen, tıkanan zihin dünyamızın arklarını açıp ferahlatasımız gelir. Bu yazılardan birisi de “Kepazelik Var, Kimse Kepaze Olmuyor” başlıklı yazıdır. Başlıktan da anlaşılacağı üzere Özel; toplum vicdanını rencide eden, küçük düşüren olayların niteliklerini, sebeplerini, faillerini; bu olayların Türk toplumundaki yeriyle Batı toplumlarındaki yerini kıyas ederek izah ediyor ve insanın aklını gıdıklayan şöyle bir belirlenimde bulunuyor: “Türkiye’de kamu vicdanının hassas olduğu hususlar Avrupalınınkilere benzemez, dolayısıyla bu ülkede skandal vasıtasıyla yıpratılmak istenen kimselerin sahip oldukları makamlara hangi özellikleri ile ulaştıklarına bakmak lazımdır. Eğer bir insan bir mevkii elde ederken gücünü namuslu ve iffetli kabul edilmekten almış ise; namussuz ve iffetsiz olduğu ortaya çıktığı zaman gücünün kaybolmasını anlarız. Bir iktidar ancak dayanaklarından mahrum bırakılırsa çöker.” Bu belirlenim takdir edileceği üzere pek sivri durmaktadır. Fakat Özel’in fikriyatını düşününce sivriliği pek de göze batacak kadar değildir. Türk edebiyatındaki en gözü pek açıklamaların arkasında adı bulunan, kendisinin deyişiyle dedikleri yenilir yutulur şeyler olmayan, şiirle bir şekilde irtibat kurabilme nasibine erişmiş olan herkesin şiir bahsinde hakkını teslim ettiği ancak fikirlerinin dik başlılığından sebep herkesin fikriyatına tam olarak nüfuz edemediği yahut etmeyi tercih etmediği kişidir, Özel. Bu belirleniminde ve devamındaki şu cümlelerinde de bu özelliği az biraz sezilmektedir: “Ortada kepazelik olduğu halde kimse kepaze edilemiyorsa bunun açıklaması toplumun işlenen suça bilkuvve iştirak etmesidir.

Bu yazıyı, bir kitabı tavsiye etmek için kaleme alınmış bir yazı olarak görenleriniz olacaktır. Bir bakıma öyle de. Fakat düşündüm, ben de Özel gibi tavsiyelerden pek hoşlanmıyorum sanırım, bilhassa kitap tavsiyelerinden. Kitaplara, tavsiyelerden ziyade rastgele ulaşmayı seviyorum, bir kitapçıda yahut kütüphanede raflar arasında gezerken yazgımın ve evvel bildiklerimin; beni, sürüklediği kitaplarda ayrı bir lezzet buluyorum daima. Bundan sebep bu yazıyı bir tavsiye olarak görmenizdense, naçizane bir takdim yazısı olarak görmenizi yeğlerim. Özel’in, tavsiyelerden bilhassa kitap tavsiyelerinden hoşlanmadığını da nereden çıkarttın diyenlerinizi de işitir gibiyim, izin verirseniz böyle diyenlerinizi, bu dediğime, yine Ve’l-Asr’a uzanarak, Özel’in “Size Tavsiyem Odur Ki” başlıklı yazısından bir alıntıyla mutmain edeyim ve bu vesileyle yazımızın sonunu da başına bağlayayım: “Yıllar önce bana topluluk içinden bir genç şöyle sormuştu: ‘Bize ne tavsiye edersiniz?’ Ender karşılaştığım bir soru değil bu. Dolayısıyla böyle bir soruya hazırlıklı olmam gerekirdi. Oysa ben bu ve bunun gibi sorulara cevap vermekten hep geri durmaya gayret ederim. Çünkü herkes gibi ben de tavsiye etmenin kolaylığını ve buna mukabil tavsiyenin bedelini ödemenin zorluğunu bilirim.” Görüldüğü üzere Özel, tavsiye nitelikli sorulardan uzak durduğunu belirtmektedir. Bu açıklamaların ardından, bu bahisteki soruyu soran gence şöyle karşılık verdiğini bildirmektedir: “Tavsiyelere kulak asmayın.” Özel’in aktardığına göre bu cevabını, genç Müslüman daha nüktedan ve akıllıca bir cevapla: “Buna bu tavsiye de dahil.” diyerek karşılamış ve ortaya okurda tebessüm oluşturan böyle bir diyalog çıkmıştır. Tavsiyeye ilişkin görüşlerini ve başından geçen bu diyaloğu aktardıktan sonra Özel, “Ne okumamı tavsiye edersiniz?” sorusunun tatsızlığına da değinerek sık sık bu sorunun muhatabı olduğundan söz eder. Özel’e göre okumayı ciddiye alan birisi böyle bir soru sormaz çünkü onlar, yani okumayı ciddiye alanlar; kitapların, insanları kitaplara götüreceğini bilirler. Özel, okurlar için, okuma seyirlerinde şiar edinebilecekleri, “Okumanın rehberi okumaktır.” biçiminde bir söz ederek tavsiye bahsinde son eleştirilerini sunarken önceki paragraflarda değindiğimiz Asr suresi ve Ve’l-Asr başlığı arasında kurduğumuz ilgiye de selam verir gibi durduğu şu cümleleri sarfeder: “Görüyorsunuz bu tavsiye meselesi gündelik mantık esas alınarak çözülecek cinsten değil. En doğrusu, gelin birbirimize hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edelim demektir; ama kimin tavsiye etmeye ve tavsiye olunmaya liyakat kesbettiğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

Biterken aklıma geldi, değinmesem içimde kalırdı. Ve’l Asr’da yer alan bir başka yazıda milletimizin İslam’la olan bağlantısı üzerine düşünüp, kazı yaparken sizin de lezzetini deneyimlemenizi istediğim şöyle hoş bir anekdot aktarır İsmet Özel: “Arabistan’a giden Anadolu köylüsü şöyle demiş: Bu Araplar da pek tuhaf! Adamların ezanı Türkçe, Kur’an’ı Türkçe; fakat konuşmaya gelince karıştırıyorlar işi!

Geldik dayandık bir bitişin daha kapısına, fakat gönlünüz daralmasın, şu an, hayatta her an yüz göz olunabilecek, fazlasıyla hafif bir bitişin muhatabısınız. Çünkü; kapısından geçilmez gibi, eşiği aşılmaz gibi görünen ve sayısı çok fazla olan bitiş çeşitlemeleri de hayatın kendisinde mündemiçtir. Bu bitiş anıyla yazarın ölümü de gerçekleşmiştir, rahmeti sonsuz Rabbimiz, taksiratını affetsin. Bu ölümle beraber okuyucu doğmuştur, hayırlara vesile olsun. Yazar, bitişin hüznüyle boğuşurken; okur, başlangıcın heyecanını tadacaktır. Herkes İsmet Özel’e ve Ve’l-Asr’a dair bu yazıdan, kendi kabınca bir şeyler toplayacak, yazıyı bozup üstüne katacak veya yazıyı düzeltmek isteyip tekrardan kuracaktır. Bu yazının yazgısı okuyucusuna bağlı olacak, ona göre şekillenecektir. Tam da biterken virdimizi tekrarlayalım ve yüce Allah’tan son bir niyaz edelim; hepimize hakkı tavsiye edenlerden olabilmeyi, kitaplarla, en önemlisi de aşkla kalabilmeyi nasip etsin.

Doğuş Bektaş
dgsbkts@outlook.com

Bir hoş temaşa: Kültür Dünyamızdan Manzaralar

"Şairin "o mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler" dediği gibi milletler de umumiyetle kendilerinin vücuda getirdikleri kültür eserlerinin değerlerini pek fark etmezler. Bunun sebebi yarattıkları eserlerin onlara çok tabi gelmesidir. Bir Türk için halıdan, kilden, yoğurttan, şiş kebaptan, Süleymaniye Camii’nden, Yunus’tan Mevlevi ayininden, Erzurum barlarından, Köroğlu’ndan, Kerem ile Aslı‘dan, misafirperverlikten, iyilikten daha tabi ne olabilir? Bir balık için deniz neyse bir Türk için asırlar boyunca içinde yaşadığı kültür odur."
- Prof. Dr. Mehmet Kaplan

Prof. Dr. Mehmet Kaplan hocanın yıllar evvel ifade ettiği gibi içerisinde bulunduğumuz kültürün değerini kültür öğelerinin bizlere doğal ve olağan gelmesinden dolayı tam anlamıyla idrak edemiyoruz. Halbuki hayata bakışımız, yaşayış biçimimiz, eserlerimiz, tebessümü sadaka kabul eden dinimizin bizlere kazandırdığı şahsiyet ve tavır bugün bizim olarak bahsettiğimiz kültürün temelini oluşturmaktadır.

Eşiğinde hayli zamandır beklediğimiz kapının gün gelip de açıldığını bir anlık da olsa tefekkür edelim. Kapının açıldığını gördüğümüz vakit yapacağımız şey kuvvetle muhtemel kapıya yaklaşmak ve usulca içeriye sokulmak olacaktır. Hayli zamandır beklemenin verdiği heyecan, meraklı gözlerimize yansıyacak ve karşımıza çıkacak manzaranın seyir keyfini katlayacaktır. Ben kendimi bildim bileli bizden olanın, bizi yansıtanın, manevi lezzet ve doygunluk verenin eşiğinde dolanırım. İçeriye girmek, nasiplenmek ne denli nasip olmuştur bilemem ama kapının ardında bir kıymet olduğunu bilirim. İşte burada beyhude lakırdıyı kesip içeride bizi bekleyen temaşaya dikkat kesilmek gerekir.

Dursun Gürlek’in kaleme aldığı Kültür Dünyamızdan Manzaralar kitabı medeniyetimize şekil vermiş şahsiyetlerin, kitapların, Türk İslam medeniyetine ait eserlerin, esasların bir manzarasını teşkil etmektedir. Bu manzara bizim kıymet vererek sabır göstererek işlediğimiz ve vücut verdiğimiz medeniyetimizin manzarasıdır. Çeşitli anektodlarla, anılarla, fıkralarla donatılmış bu manzara tezahürü, kendine has anlatım tarzı ve vuruculuğuyla bir çırpıda okunacak bir eser teşkil etmektedir. Yazarın meydana getirdiği bu manzara tezahüründen örneklere bakıp manzaranın keyfini çıkarmak, lezzet dolu sayfalardan ruhun gıdasını nasiplenmek de bizlere düşüyor. İnsan Allah lafzının bir şifa vesilesi olduğunu, depresyon ve tansiyon hastalarında iyi sonuçlar verdiğini okudukça yüzde bir tebessüm ile Allah lafzını tekrarlıyor ve eserde şu satırlara dikkat kesiliyor:

Hollandalı bilim adamı ve psikolog Vander Hoven, Allah kelimesini oluşturan harflerin hastaları iyileştirdiğini ispatladığını belirtti. Müslüman olmayan fakat İslam üzerine yaptığı çeşitli araştırmalar ile tanınan Hoven, Kur’an okumanın ve Allah kelimesini tekrar etmenin gerek hastalar gerekse sağlıklı insanlar üzerinde olumlu sonuçlar verdiğini açıkladı. Üç yıldan beri birçok hasta üzerinde araştırma yaptığını ifade eden Hoven, hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, bazılarının da Arapça bilmediğini, buna rağmen, hastalarına Allah kelimesini öğrettiğinde alınan sonucun çok mükemmel olduğunu, depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi sonuçlar verdiğini belirtti.

Allah kelimesinin ilk harfi olan (A) harfi, solunum sisteminden direkt çıkıyor ve nefes almayı düzenliyor. Damaktan söylenen (L) harfi ise, dil hafifçe damağın üst kısmına dokunuyor, çene kısa bir duraklamayla birlikte aynı işlemi tekrarlıyor. İki (L) harfi olduğu için bu işlem nefes alıp vermeyi rahatlatıyor. (H) harfi çıkartılırken, akciğer ve kalp arasında bir ilişki oluşuyor ve işlem sonucunda kalp atışları düzeliyor.


Kültür manzaralarımıza dikkat kesilecekken bilim adamı zatın bu araştırması ve izahı biz okurların ilgisini bir hayli kitaba vermesine vesile oluyor. Yazının devamında yazarın yer verdiği bizden bir fıkra da meseleyi iyice tatlandırıyor:

Bir Mevlevi ile bir Bektaşi beraberce yolda gidiyorlarmış. Bir ara Mevlevi, “Biz Allah der, döneriz!” demiş. Sözü Bektaşi alıp “Biz Allah der, dönmeyiz!” cevabını vermiş. Yazarın da söylediği gibi el hak ikisi de doğru söylemiş, bütün bir kainat Allah der döner, sesler ve yürekler bir olur. Allah der.

Üzerinde yaşadığımız ve dünümüzün Türk-İslam beldeleri olan bugün ise komşu coğrafyalar diye adlandırdığımız topraklarda doğmuş, gelişmiş ve yerleşmiş bir medeni birikime sahibiz. Takdir edersiniz ki medeni ve kültürel birikim kitapların yazılması, nesilden nesile aktarılarak okunması ile mümkündür. Kitaba kıymet vermek, başının üzerinde tutmak bu işin ilk kuralıdır. Kültür Dünyamızdan Manzaralar kitabından bahsetmişken ve okurların ziyaretini murad ederken kitap meselesinden konu açmamak olmazdı. Efendim kitapta nakledildiğine göre: Osmanlı Şeyhülislamlarından Arif Hikmet Bey’in kitaplara çok düşkün olduğu, kendi adına hem İstanbul’da hem de Medine’de kütüphane kurdurduğu biliniyor. Develerle taşınan kitaplar şöyle aktarılıyor:

Merhum Ali Ulvi Kurucu hocamızın hatıralarından anlaşıldığına göre, Şeyhülislam da, ailesiyle birlikte Medine’ye yerleşmek istiyor. Fakat devrin Padişahı Abdülmecid, senin İstanbul’da yapacağın hizmet daha önemli diyerek engel oluyor. Mecburen İstanbul’da kalan Arif Hikmet merhum, hanımına “Hanım, ben ölünce kitaplarımı sandıklara koydur. Medine-i Münevvere’deki kütüphane binasına götür. Yapılmış, hazır bekleyen dolaplarına yerleştir. Kendin de bitişikteki evinde otur. Ecelin gelince Cennetü’l Baki’ye gömülürsün.

Arif Hikmet Bey vefat edince, bu muhterem hanımı, vasiyeti yerine getiriyor. Binlerce cildi sandıklara yerleştiriyor, develerin sırtında Medine’ye naklettirip dolaplara dolduruyor. Kendisi de burada kalıyor ve ölünce Cennetü’l Baki’ye defnediliyor.

Yine eserde nakledildiğine göre bu kitapların macerası bu kadarla da sınırlı kalmıyor ve cihan harbinde Şam’a taşınıp tehlike geçince geri getirtiliyor. Kitaplara düşkün bu zat-ı muhteremin ve kitaplarının kültür dünyamızda zerre kadar yer tuttuğunu hesap edersek ihtişamını kanıksayamayacağımız bir manzaranın, dibini göremeyeceğimiz bir deryanın tam da yanımızda yöremizde olduğunu bilmeliyiz.

Kültürümüz giyimiyle, yemeğiyle, düğünü, cenazesiyle, Yunus’u, Mevlana’sı, Karacaoğlan’ı ile bir bütün halinde seyreder. Tarih de bu bütünün bir parçası olarak kültürü değiştirir, dönüştürür ve devam ettirir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u ve Anadolu’yu bir ilim yuvası haline getirme uğraşı, alimlere verdiği kıymet ve milletine kazandırdığı İstanbul kudretin ve tarihin kültüre olan etkisinin en net örneklerindendir. Kitapta Fatih Sultan Mehmed’e atfedilen fıkra okurların oldukça hoşuna gitse gerek:

Bir gün, Fatih’in önüne garip bir derviş çıkıyor; "Padişahım! Siz İstanbul’u bizim dualarımız sayesinde aldınız!” diyor. Hükümdar hafifçe gülümsedikten sonra, “Doğru söylersin derviş baba, fakat bunun da hakkını unutma!” karşılığını vererek, kılıcını gösteriyor.

Allahüalem İstanbul hem dua hem kılıç sayesinde fethediliyor. Bugün Ayasofya İslam’ın nuruyla ayakta ise bu sayede oluyor. Peygamber müjdesine mazhar olmak isteyen nice hükümdar, Bizans yollarına düştü. Eyüp Sultan başta olmak üzere nice İslam askerleri surların dibinde şehit düştü. Yirmi bir yaşındaki delikanlı, Edirne’den hareket edince, Bizans kralının içine bir kurt düştü. Derken tekbir sesleri arasında surlar düştü. Sonra şehir düştü. İstanbul’un fethi, kutlu bir düştü. Ve bu şeref, Sultan Mehmed Han’ın payına düştü.

Efendim temaşayı seyre karar kılmışken lakırdıyı fazla uzatmamak gerekir. Yine de dilimiz döndüğünce manzaranın seyri için tavsiyede bulunmuş olalım. Bizim olanın ne ucu var ne bucağı. Kıymetlerimiz, eserlerimiz, şahsiyetlerimiz anlatmakla, misaller vermekle de bitmez. En iyisi biz fani dünyada kendimizi bir yoklayalım. Kitaptan naklettiğime göre memleketimin ulusu Ebu’l Hasan el-Harakani hazretlerine “nasıl vakit geçiriyorsun” diye sorduklarında muhataplar şu ilginç cevabı alıyorlar: Bir taraftan Cenab-ı Hak benden halis bir iman istiyor. Diğer taraftan Resulullah, Kur’an’a ve sünnete sıkı sıkı sarılmamı emrediyor. Öbür yandan İblis bana “İnat ve isyan et” diye sesleniyor. Beri yandan ölüm meleği canımı almak istiyor. Ayrıca çoluk çocuk yiyecek içecek istiyor. Böyle bir durumda ben nasıl olabilirim, var sen kıyas et!..

Efendim uzun lafın kısası biz okurlar okur okur döneriz, bizlere okumayı öğreten Allah’ın adını der döneriz. Bir anlık tefekkür, bir kapı eşiği, bir manzara tezahürü, bir seyrine doyum olmayan temaşa. Bildik mi efendim?

Erdi Oran
oranerdi@gmail.com

28 Ocak 2025 Salı

Mismer'in İstanbul'tan Cezayir'e uzanan hatıraları

Charles Mismer, “Müslümanlar, okuyup talim ve tefennün ettikçe daha ziyade Müslüman olurlar. Hıristiyanlar talim ve tefennün ettikçe Hıristiyanlık’tan çıkarlar” sözüyle meşhur bir oryantalisttir. Onun İslâm Dünyasından Hatıralar'ı çok dikkat çekmiş, öyle ki Müslüman aydınlar tarafından referans olarak dahi kullanılmıştır.

Mismer, 1867 yılında, La Turquie gazetesinin Yazı İşleri Müdürü olur ve İstanbul’a yerleşir. Buradayken önemli devlet adamlarından Fuad Paşa’nın dikkatini celbeder. Bu sayede de Osmanlı yönetimiyle yakın ilişkiler kurar. Ali Paşa’nın katibi olarak Girit’te bulunur. Hidiv İsmail Paşa ile kurduğu ilişki sayesinde ülkesine döndüğünde Fransa’daki Mısır misyonunun yöneticisi olarak atanır. Cezayir’e ziyaret gerçekleştirir. Kuzey Afrika da dahil bu sayede Müslümanları yakından gözlemleme, inceleme fırsatı bulur. Ömrünün sonlarına doğru ara ara Fransa’dan yine İstanbul’a seyahatler gerçekleştirir ama vaktinin daha çoğunu yazıya adar. Gazetelerde, dergilerde yazıları yayınlanır, kitaplar yazar. Onun yazılarından Müslüman ülkelerde yaşadığı hatıralar hem tarihi açıdan hem de kültür dünyası açısından oldukça önem arz eder. Ketebe Yayınları tarafından okurla buluşturulan İslâm Dünyasından Hatıralar eseri Mismer’in İstanbul, Girit, Mısır ve Cezayir’de bulunduğu sürelerde yaşadığı olayları, gözlemlerini anlatan önemli bir kaynak kitap niteliği taşımaktadır. Öyle ki Mismer’in İslam ve Müslümanlar hakkındaki düşünceleri Fatma Aliye Hanım’ın dikkatini çeker. İslam’ın geri kalmışlığına dair oryantalist tavır ve yargı karşısında çalışmalar yapan Fatma Aliye Hanım’ın Tezahür-i Hakikat isimli eserinde görüşlerini desteklediği yazarlardan biri de Charles Mismer’dir. Fatma Hanım, Müslümanların ulvi niteliklerini ön plana çıkarıp bu konuda birçok oryantalistten ayrılan Mismer’i referans göstererek Batılıların İslam’a yönelik küçük düşürücü, toptan önyargılarına ve görüşlerine itirazlar geliştirir.

Ziya Gökalp de Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türklerin karakteristik özellikleri ve sanatları hakkında bazı Batılı isimleri referans verir ve bu isimlerden birisi de Mismer’dir.

Mismer, sadece gözlemde bulunmamış, olayların içinde somut bir şekilde rol de almıştır. Yöneticilerin dikkatini çekmesi ve sevgisini kazanması da zaten bu sayede olmuştur. Aşağıda yer vereceğim pasaj onun hatıratlarının önemini çok yerinde göstermektedir.

Hıristiyanlar tarafından Müslümanlara atfedilen suçlamalara karşı Müslümanların da kendi şikâyetlerini öne süreceği bir dilekçe oluşturmadan Hanya’ya dönmek istemedim. İkinci defa olarak topladığım şeyhler, mollalar ve ulema bu fikri benimsedi ve hemen uygulamaya koymak üzere mahallelerine dağıldılar.

Son Rus savaşının da ispat ettiği üzere Türk ırkı müthiş işler yapabilir. Bir yabancının onlara yaptırabildiği aşağıdaki şeylere bakarak, kendi liderlerinin onlara neler yaptırabileceğini anlayabilirsiniz. Bahsettiğim bütün bu ihtiyarlar imza yerine mühür basılmış, birkaç metre uzunluğundaki rulolardan oluşan kâğıtları bana şafak sökmeden önce getirebilmek için bütün geceyi uykusuz geçirdiler. Oradan ayrılırken de bana şükranlarını bildirdiler ve Allah’ın lütfuna mazhar olmam için dua ettiler. Elimi öpmelerine zorlukla engel olabildim. Hanya’ya döndüğümde Ali Paşa, devlete büyük bir hizmette bulunduğumu söyledi. Bütün ödülüm bu oldu. Daha sonra Mecîdî nişanı ve Girit seferi anısına bir madalya verildi ki bu madalya Hıristiyan olarak yalnız bana verilmiştir.


Girit’te yaşadığı yukarıdaki anı onun somut bir şekilde yer aldığını görmesi açısından önem arz ederken bir diğer anısı da onun Müslümanlara nasıl tarafsız bir gözle baktığını göstermesi açısından önemlidir. Bu anıyla yazıyı da sonlandıralım:

Hoca Mecid Efendi ak sakallı, güzel yüzlü, yaşlı bir adamdı. Salonun ortasında oturur, Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler okur, nükteler anlatırdı. Dinini ilk halifeler zamanındaki gibi yaşardı. Bir sabah askerler dağda yakaladıkları bir grup Giritliği konağın avlusuna getirdiler. Adamlar acınacak durumdaydı, açlıktan bir deri bir kemik kalmışlardı. Onları bu şekilde gören Hoca Mecid gözyaşları içinde kaldı ve koşarak mutfaktan epey bir erzak getirdi. Tarif edilmez bir zevkle adamlara dağıttı. Zihnimi asırlardan beri devam eden önyargılardan kurtardı ve İslam’ı gerçek yüzüyle görmemi sağladı.

Yasin Taçar
x.com/yasindediler

Süreyya Ağaoğlu’nun Amerika Günlüğü

Türkiye’nin ilk kadın avukatı Süreyya Ağaoğlu’nun 1946’da gerçekleştirdiği Amerika seyahatinde tuttuğu günlüğü Timaş Yayınları’ndan okurla buluştu. Hanife Karasu tarafından yayına hazırlanarak gün yüzüne çıkan Süreyya Ağaoğlu’nun Amerika Günlüğü, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’ya dair gözlemlerini ve düşüncelerini içeriyor. Kitapta Süreyya Ağaoğlu’nun yaşam öyküsü, fikirleri ve mesleki çalışmalarıyla özellikle Amerika seyahati ve bu seyahate ait günlüğü konu ediliyor.

1903’te Azerbaycan Suşa’da doğan Süreyya Ağaoğlu 1909’da ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etti. 1921’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başvuran ilk kız öğrenci olarak fakültenin kız öğrencilere açılmasına öncü rol oynadı. 1924’te Hukuk Fakültesi’ni bitirerek 1928’de avukatlık ruhsatını aldı. Böylece “Türkiye’nin ilk kadın avukatı” unvanının sahibi oldu. Ömrünü kadın ve çocukların haklarının savunulmasına adamış bir feminist aktivist ve entelektüel olan Süreyya Ağaoğlu, ünlü fikir ve siyaset adamı, Türk milliyetçiliğinin öncü isimlerinden Ahmet Ağaoğlu’nun kızı milletvekili, bakan ve edebiyatçı Samet Ağaoğlu’nun da ablasıdır.

Mesleki yaşamı boyunca çok sayıda uluslararası konferansta Türkiye’yi temsil eden Süreyya Ağaoğlu, 1949’da Beynelmilel Barolar Birliği’nin tek kadın yönetim kurulu üyesi oldu. 1952’de Milletlerarası Kadın Hukukçular Birliği’ne üye olarak girdi. 1960 yılında Kadın Hukukçular Birliği’nin BM Cenevre Teşkilatı temsilcisi seçildi. 1980-1982 yılları arasında Hukukçu Kadınlar Federasyonu ikinci başkanlığında bulundu. Kimsesiz ve suça meyilli çocuklara dair özel çalışmalar yapan Ağaoğlu, 1949’da “Hayatımda beni en fazla tatmin eden iş” dediği Çocuk Dostları Derneği’ni kurdu.

Süreyya Ağaoğlu 27 Mayıs darbesinin ardından Yassıada Mahkemeleri’nde ömür boyu hapse mahkûm edilen kardeşi Samet Ağaoğlu’nun avukatlığını üstlendi ve o dönemde kurulan Yeni Türkiye Partisi’nden siyasete atıldı. Süreyya Ağaoğlu, yaşamına dair anılarını Bir Ömür Böyle Geçti - Sessiz Gemiyi Beklerken adıyla yayınladı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişen Süreyya Ağaoğlu’nun hayatına ışık tutan birçok belge, mektup, bayram tebriği, günlük, gazete küpürü, diplomata, pasaport ve fotoğraflar hali hazırda Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı bünyesindeki Süreyya Ağaoğlu koleksiyonunda muhafaza ediliyor. 1997 yılında kız kardeşi Gültekin Ağaoğlu ve yeğeni Mete Taşkıran’ın çabalarıyla bir araya getirilen bu özel arşivde Süreyya Ağaoğlu’nun 19 Ekim 1946 ile 7 Ocak 1947 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Amerika seyahatinde Osmanlı Türkçesi olarak kaleme aldığı yetmiş üç sayfalık günlüğü de bulunuyor. Hanife Karasu’nun yüksek lisans tezi kapsamında titiz bir çalışmasıyla ilk defa Latin harflerine aktardığı Amerika Günlüğü, Erken Cumhuriyet kuşağından eğitimli ve entelektüel bir Türk kadınının ben-anlatısı örneği olmasıyla dikkat çekiyor.

1946’da New York’ta düzenlenen Uluslararası Kadınlar Birliği konferansında Türkiye’yi temsil etmek üzere Süreyya Ağaoğlu davet edilir. O günlerde iş için Londra’da bulunan Ağaoğlu resmi işlemlerin uzaması üzerine yola geç çıkmış ve kongreye yetişememiştir. Bununla birlikte Amerika’da hem kongreye sponsorluk yapan hem de kendisinin üyesi olduğu YWCA (Genç Hristiyan Kadınlar Derneği) tarafından misafir edilmiştir. Amerika seyahati boyunca YWCA, adına özel davetler vermiş bu dernekte kadınlarla görüşmüş ve birçok konferansa konuşmacı olarak katılmıştır. Gittiği hemen yerde ilgi gördüğü gibi gazetelerde de kendisinden özgüyle bahsedilmiştir. Günlüğünde Amerika’da bulunduğu yaklaşık üç aylık zaman zarfında neredeyse hemen her gün gazetelerde kendisinden söz edildiği vurgulamaktadır.

Süreyya Ağaoğlu seyahati esnasında Amerika’da birçok şehri gezmiş, yeni insanlarla tanışıp dostluklar kurmuş, konferanslara katılmış, sinema, tiyatro ve müzelere gitmiştir. Gezip gördüğü yerlerden yeme içmeye, ulaşım imkanlarından hava durumuna, gündemdeki siyasi ve sosyal meselelere kadar çeşitli bahislere günlüğünde yer vermiştir. Seksen bir gün kaldığı Amerika’da New Haven, La Guardia Havaalanı, Empire State Building, Rockefeller Plaza, Harlem,Central Park,Columbia Üniversitesi, Broadway, Times Square, Wall Street, Breed Abbott and Morgan Avukatlık Bürosu, Riverdale, modern Art Museum (MoMA), Metropolitan Art Museum, Macy’a Alışveriş Merkezi, Spence School, Queens, Kingston, Hyde Park, Radio City Music Hall, Roxy Sineması, White Plains, Hunter College, Washington DC, Art Gallerie, Boston, Harvard Üniversitesi’ne gitmiş New York ve Washington’da çocuk mahkemelerini görmüştür.

II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’da bulunan Ağaoğlu, günlüğünü iki kutuplu dünyada rekabetin en yoğun şekilde yaşandığı günlerde kaleme almıştı. Bu bağlamda savaşın hemen akabinde Amerika’da gündemde olan kadın iç gücü, işçi grevleri, atom bombası, yeni bir savaş söylentisi, savaştan dönen askerlerin durumuna, bebek patlamasına (Baby Boom), komünizm ve faşizm endişesi vb. konuları günlüğüne kaydetmişti. Amerikan toplumunda çalışan kadın sayısının artması ve birçok kadının harpten yıkılan binaların onarımı için yardım topladıklarından bahsediyor.

Amerika’da sosyal hayat ve kadınların konumu hakkındaki gözlemlerini etraflıca aktaran Süreyya Ağaoğlu, kadınların toplum içerisinde önemli bir yeri sahip olduklarının altını çiziyor. Günlüğünde kadınların çalışma hayatında rolü, hayır işleri ve eğitim durumları üzerine duruyor. New York’a giderken bindiği gemide yanına oturan kadının uluslararası bir şirkette yönetim kurulunda üye olduğunu söyleyerek New York sokaklarını dolaşırken de işe giden kadınların çokluğu dikkatini çeken bir husus olduğunu anlatıyor.

Amerika izlenimlerinde köprü ve yol yapımı, ulaşım araçları, teknolojik aletlerin yaygın kullanımıyla hayatı kolaylaştırdığı söyleyerek ulaşım ve teknolojide şahit olduğu gelişimin kendi ülkesinde de olmasını istediği belirtiyor.

Süreyya Ağaoğlu’nun Amerika Günlüğü hem iç dünyasını yansıtan hem de biyografisine katkı sağlayan bir kaynak olmasının yanı sıra II. Dünya Savaşı’nın ardından Amerika’daki toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel hayatta yaşananları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yetişmiş aydın bir kadının bakış açısından okurlara sunması bakımından önem taşıyor.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus

25 Ocak 2025 Cumartesi

Bir çağın masalı: Saatleri Ayarlama Enstitüsü

"Bu hastalık hemen hepimizde var. Bakın etrafa, hep maziden şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun manası nedir. Bir baba kompleksi değil mi? Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz? Şu Etilere, Frikyalılara bilmem ne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka bir şey mi?"
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Her yıl büyük yazarların vefat yıl dönümüne ayrı bir dikkat kesiliyorum. Ufak çaplı anma etkinlikleri ve sosyal medyada alıntı paylaşma ayini olarak yaşanan bu günler bazı yazarlar söz konusu olunca biçim değiştiriyor. Kendine makul bir entelektüel zemin inşa etmiş -bu konuda çalışmayı elden bırakmamış- okurlar, elbette yazarları uzak akrabaları olarak görüyorlar. Bu duygusal bağ kimi zaman romantik düzeyde kalsa da bazen esaslı çalışmaları da beraberinde getiriyor. Sosyal medyanın güzel ve güçlü taraflarından biri bu: neden okunması gerekir, okunursa ne elde edilir, kitaplar bugünlere neler söyler, yazarları günümüze taşıyan özellikler neler? Dilimize olan sevgimizin tüm bu sorulara birer cevap olması da ayrı hoşluk. Büyük yazarlarımız, dilimizin yaşayan ve yaşatan olmasında birer mihenk taşı, ne mutlu.

Ahmet Hamdi Tanpınar, her yıl sadece doğum ve vefat yıldönümlerinde hatırlanan bir yazar değil. Onunla ilgili çalışmaların sonu gelmiyor, gelmemeli zaten. Yaşarken maruz kaldığını dile getirdiği sükut suikastı başta Mehmet Kaplan olmak üzere vefalı pek çok talebesinin gayretleriyle buharlaştı. Artık "Bir gün elbet bana döneceklerdir" hakikati ayan oldu. Tanpınar daha çok okunuyor, daha çok anlaşılmaya çalışılıyor. Bu aynı zamanda okurun insan olarak kendini arama ve anlama çabasıdır. Sadece bu kadar da değil: Tanpınar'ı okumak ve anlamaya çalışmam, bu memleketin değerlerini, tercihlerini, yaşam biçimini, kısacasını ruhunu okuma ve anlama çabasıdır. Tanpınar'la ilgili neşredilen kitapların yanı sıra konferanslar, sempozyumlar, çevrimiçi atölyeler, podcast'ler de okurun her mevsimini güzelleştiriyor hiç şüphesiz. Mesela Ocak 2025 itibariyle bir güzellik; Yaz Sıcağında Bir Esinti: Ahmet Hamdi Tanpınar podcast serisi artık bir kitaba dönüştü: Çoksesli Bir Tanpınar Okuması.

Söz konusu Tanpınar gibi her açıdan zengin bir zihin, özel bir kalem olunca; ona dair tahlil kitaplarına daha yoğun seyretmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Ağustos 2022'de Ketebe Yayınları'ndan çıkan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü: Bir Tahlil kitabı bu anlamda çok kıymetli. Necip Tosun'un bu okuması son derece zevkli tahlili, okurun halihazırdaki Tanpınar ateşini yeniden harlamak için birebir. Kitapta yazar ve tarihsel bağlam, edebi bağlam, romanın ele aldığı sorun(lar), şairin katkısı, ana fikirler, ikincil fikirler, kazanım, romanın şairin çalışma sahasındaki yeri, romana dair ilk tepkiler, gelişen tartışmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün bugüne etkisi ve yarına mirası gibi hem temel, hem de özel konular irdeleniyor. Necip Tosun tahlili boyunca, bu yazıyı yazmadan birkaç gün önce bitirdiğim Manzaradan Parçalar'da yakaladığım başarılı bir tespiti daha anlaşılır kıldı benim için. Şöyle diyor Orhan Pamuk: "İki dünya arasında kararsız kalan, ama bu kararsızlığı bir üsluba çevirerek kararlılıkla benimseyen Tanpınar, aslında yaşadığı çevre ve bu çevrenin imkânları konusunda çağdaşlarının çoğundan daha akıllı ve kararlı davranmıştır. İki dünyanın arasında kendini yerleştirerek, her iki dünyadan seçmeli bir şekilde yararlanabilmiştir."

Tanpınar bunu sadece romanlarında değil, o romanlarının temelini oluşturan tüm düşüncelerinde yaptı aslında. Okurunu bir karar verme zorunluluğuna tabi tutmadan, verimli arazilere doğru ışıklar yaktı. O arazilerde Baudelaire, Jung, Valery, Beethoven, Debussy, Wagner de var; Yunus Emre, Dede Efendi, III. Selim, Şeyh Galib, Buhûrîzâde ItrîNeyzen Emin Dede de var. Gelenek ve batılılaşma arasında bizi biz yapan yahut yapamayan her şey var. Necip Tosun da şöyle diyor: "Romanın en büyük özelliği, sadece belli bir kesimin romanı olmayıp her kesimin, görüşün, anlayışın romanı olmasıdır. Bu anlamda ideolojik bir kesimin romanı olmaktan çok, Türkiye'nin romanı olma yönüyle de seçkin bir yerde durmaktadır.". Zaten kendi düşüncelerini mutlaka roman karakterleri içinden birine söyletir Tanpınar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de bunu Hayri İrdal'a yaptırmıştır. Tosun'dan okumaya devam edelim: "Yeni sisteme bağlı aydınları, sanatçıları, edebiyatçıları ortak karakter olarak Halit Ayarcı'nın zembolize ettiğini düşünürsen Muvakkit Nuri Efendi, Yahya Kemal'i; anlatıcı kahraman Hayri İrdal ise Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'cahil hâlini' temsil eder. Hayri İrdal zaten düşünce yönüyle Tanpınar'a benzemektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, kendisinden sonuna kadar Batılı olmasını, geçmişini, Yahya Kemal'i unutmasını isteyen Cumhuriyet aydınlarının sonunda kendini ne hâle getireceğini, oldukça abartarak ve dönüştürerek Hayri İrdal tipi üzerinden örneklemek istemiştir. Hayri İrdal karakteri kendisini inkâr edip başkalaşarak çelişkiden, geçmişten kurtulanların bunu yaptıklarında düşecekleri durumu temsil eder."

Tıpkı Balzac, Zola, Flaubert, Kafka, Joyce, Tolstoy, Dostoyevski, George Orwell, Thomas Bernhard gibi çalışma hayatını, bürokrasiyi, modernleşme adı altında düşülen komik durumları, 'sonradan görme' sendromlarını, hakkaniyetin ve liyakatin nasıl soytarılığa dönüşebileceğini anlatır Tanpınar romanında. Ancak bu romanda bariz bir Sartre, Camus, Proust etkisi vardır. Değer yargılarının alt üst oluşuyla ortaya topyekun bir çözülme, bozulma, yozlaşma çıkmıştır. Kısacası bir çöküş vardır. Bu çöküşten bu kadar ironik bir dille bu kadar gerçekçi bir alay inşa etmek de Tanpınar gibi dahilerin işidir. Roman boyunca kahramanlar; insanların birbirleriyle olan iletişimsizliği arasında kalmış, diğer yandan da anlam arayışı içinde boğulmuşlardır. Abes olan, bu boğulmanın farkına varamamalarıdır. Bir yeni ve güzel vardır ancak o yeni nedir ve güzel nerededir belirsizdir. Sartre'ın dile getirdiği 'yabancılaşma', Camus'nün gündeme getirdiği 'saçma' yaklaşımı, Proust'un şiirsel diliyle buluşur romanda. İnsan, zaman ve mekan; müzikle, resimle, bilinç akışıyla romana benzersiz bir hava verir. Necip Tosun'un işaret ettiği bir fark da şudur: "Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün Tanpınar'ın diğer romanlarından farkı, romanın modernizmin kesin galibiyetiyle bitmesidir. Modernizmden korunmak mümkün değildir. Bir anafor gibi herkesi içine çeker ve kendi gerçeğini yaşatır. Nuri Efendiler, Ahmetler bu anafordan kurtulmuştur ama toplum bu anaforun içindedir. Hayri İrdal oğlunun (Ahmet) bu seçimini gururla savunur ama bu anafordan kurtulamayacağını da ifade eder. Er ya da geç bu anafora o da kapılacaktır."

Değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek fikrini denemelerinden romanlarına taşıyan Tanpınar daima -belki de kendisi gibi- arayan, sorgulayan, çoğu zaman bölünmeler yaşayan ruhlarla meşguldür. Geçmişle bugünü bir araya getirmek, sanatın bütün gücünden yararlanarak yeni bir anlatım biçimi geliştirmek, farklı pek çok zihinden beslenerek başka bir Türkiye haritası ortaya sermekti meselesi. Analiz de sentez de kurgunun içindedir Tanpınar'da bu yüzden. O diğer taraftan da geçmişi bugüne taşımanın imkânsızlığını dile getirmiş, faydalanacak değerlere dikkat çekmiştir. Haliyle Huzur'daki engin ve derin anlatım Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde yerini ironiye, mizaha, alegoriye bırakmıştır. Hemen romandan bir paragraf hatırlayalım: "Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu seviyorum. 'Şehrin ortasında bir mezarlık eksik' diye bu yaşımda oturup ağlayacak değilim herhalde! Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder!"

Necip Tosun'un tahlilindeki en can alıcı yeri naklederek bitireceğim. Bu yer aynı zamanda romanı nasıl okumamız gerektiğine, yazara ve yazılana hangi soruları sormamız gerektiğine dair de bir çalışma biçimi olsun hepimiz için. Bir edebi eserin hangi yöntemlerle, hangi zevkler arasında tahlil edilmesi gerektiği, geçmişte olduğu gibi bugün de 'derin okur' için keyif meselesi. Keyfimiz bol olsun diyelim.

"Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile çağının masalını yazmıştır. Yüzeysel, gelir geçer gerçeklere teslim olmamış, masal üslubunda sembolik anlatım biçimine yaslanarak hep okunacak, anlatılacak kalıcı bir masal ortaya çıkarmış, hakikatlere dokunmuş, bir çağ masalıyla yaşadığı hayatı belgelemiştir. Bu, abes dünyanın işleyişini, ruhunu ortaya koymuştur. Saçma bir dünyada yaşayan insanların da zaten bu dünyayı sıradan insanların düşünceleri ve gerçekleri ile aşmaları mümkün değildir. Bu anormal dünyanın gerçekleriyle hareket ederler ve ortaya fantastik, masalsı bir atmosfer çıkar. Dengesiz, huzursuz, tekin olmayan bu karakterler, bambaşka bir evrenden dünyamıza düşmüş gibidir. Diğer yandan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde itiraz edilecek tek bir cümle yoktur. Sadece gerçekler daha iyi görelim diye abartılmış ve zaman dışı bir rüya atmosferinde gözler önüne serilmiştir, o kadar."

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

24 Ocak 2025 Cuma

Mehmed Ali Aynî'nin entelektüel dünyası

Kültür hayatımızın mühim simalarından biri olan Mehmed Ali Âyni Beyefendi bir yazar ve mütefekkir olmanın yanı sıra uzun yıllar idarecilik görevlerinde bulunmuş bir zat-ı muhteremdir. Ataları, İskân politikası neticesinde Konya’dan Rumeli’ye gelmiş Türk’lerdendir. Bu sebeple doğduğu yer olan Manastır’ın Serfiçe kasabası Konyar diye anılmaktadır. Sekiz yaşına kadar burada ikâmet eder daha sonra ailesinin Selanik’e taşınmasıyla, öğrenimini bir süre burada devam eder. Babasının Yemen’e gitmesiyle orada da bir süre öğretim hayatı olur. Askeri Rüşdiye’de Fransızca öğrenir. Tekrar İstanbul’a dönerler ve burada önce Gülhane Askeri Rüşdiyesi daha sonra Mekteb-i Mülkiyye’yi bitirir. Fransızcanın yanına Farsça ve Arapça’yı ekler. Mezun olur olmaz memuriyet hayatına adım atar. Önceleri çeşitli şehirlerde öğretmenlik ve maarif müdürlüklerinde vazîfe alır. Sekiz yıl süren bu vazifenin ardından 1913 yılına kadar idârecilik yapar. 17 yıla yakın süren idarecilik hayatı boyunca, Kosova ve Kastamonu mektupçuluğu, Sinop mutasarrıf vekilliği, Taiz, Amâre, Balıkesir ve Lazkiye mutasarrıflığı ile Yanya ve Trabzon valiliği yapar. Dönemin en önemli siyâsî ve devlet adamı olan Talat Paşa’nın talimatıyla emekliye sevk edilir. Maarif Nazırı’nın isteğiyle İstanbul Darülfünun’da felsefe müderrisliği teklifini kabul eder lâkin müfredatı ve öğretmenlerin tarzını beğenmediği için istifa eder. Cumhuriyet rejimin, düşünce ve ideolojisine yön verecek olan, Ziya Gökalp’in ısrarı ile Felsefe Muallimliğini aynı okulda kabul eder. 1915’te Edebiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi Reisi, 1923’te Tedkīkat ve Te’lîfât-ı İslâmiyye Heyeti üyesi olur, felsefe terimlerine Türkçe karşılıklar bulmak için çalışır. Bunların haricinde Çamlıca Kız Lisesinde edebiyat, İlâhiyat Fakültesine Tasavvuf tarihi Harp okulunda Ahlâk Felsefesi, Harp Akademisinde Siyâsî tarih derslerini okutur.1935 tekrar emekli olur ve 1937 yılında İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu başkanlığı görevine getirilir. 1945 yılında vefat eder.

Genç yaşından îtibâren idâreciliğin yanı sıra eser veren Ayni, aynı zamanda tasavvufa olan ilgisi özellikle Bayramiyye ve Celvetiliğe olan merakı ile bilinmektedir. Mürşid kelimesini telaffuz etmeden Aziz ibaresini kitaplarına alan Ayni, Tanzimat ve akibinde Yeni rejimle birlikte baş gösteren dini hayatın zayıflamasından endişe duyar. İlâhiyat fakültesi açılması taraftarı olarak karşıtlarına yazılarıyla cevap verir, mücâdele eder. Onun tasavvufi boyutu tanınma gündeminin önünde yer alırken idârecilik kısmı es geçilebilmektedir. Lâkin 25 yıla yakın süren memur hayatında yakın tarihimizi ilgilendiren birçok noktalara şâhitlik etmiş, yer yer vazîfe almıştır.

Büyüyen Ay Yayınları'ndan çıkan, Canlı Tarihler serisinin ikinci kitabı olan Mehmed Ali Aynî’nin Hatıraları onun Osmanlı sınırları içinde yapmış olduğu vazîfelerin bir dökümünü teşkil ediyor. Sayfa sayısı az ama içindeki muhteva dev olan kitap; bize İkinci Meşrutiyet, 31 Mart vakası ve Balkan Savaşları dönemini aktarıyor. Türk tarihin kırıcı noktalarından olan, Abdülhamit Han’ın istibdat uygulamaları (nedenleri tartışılır) neticesinde, hal edilmesine kadar olan süreçte, bir idârecinin kaleminin notlarını, daha sonraki yönetim hakkındaki hususiyetler de ele alınmıştır... Aynı zamanda görev yaptığı bölgelerin özellikleri, halkının yaşam kalitesi ve bakış açılarını da kaleme almıştır. İmparatorluğun sâdece bir bölgesinde değil bir ucundan bir ucuna giderek, bütün sosyolojisini, toplumunu irdeleme fırsatı bulmuştur. Bundan ötürü de bir batılı Aydın gibi düşünmediği gibi, bir şarklı gibi de düşünmekten uzak durmuştur. Çıkış yolunu din ve tasavvufta bulmuş, Türklük kavramını da önemsemiştir.

Öncelikle Büyüyen Ay Neşriyat’tan çıkan “Canlı Tarihler” serisi 80 yıl önce Tahsin Demiray’ın gayretleriyle Türkiye Yayınevi tarafından hayata geçirilmiş bir projedir. Demiray’ın bu seri çalışması tarih ve kültür dünyamız için dikkate değer niteliktedir. Kendisi, pek az insanın adını hatırladığı, yayın hayatımızın emektarlarından, aynı zamanda siyâsetçisidir. Bolu’da işgal yıllarında sorgu yargıçlığı ve öğretmenlik görevlerin bulunmuştur. Öğretmenliği sırasında yayın hayatına geçmiştir.1925 yılında Türkiye Yayınevini kurar. Yeni Yol mecmuası ve Yavru Türk gibi çocuk dergilerinin de yayıncılığını yapar. Yakın arkadaşları arasında Nihal Atsız, Esat Mahmut Karakurt gibi isimler vardır. Kültür hayatına hizmet etmek için altı ciltlik Canlı Tarihler serisini basar. 1960 yılında Adalet Partisinin kurucuları arasında yer alır. Millî Talebe birliğinde konferanslar vermiştir. Yakın tarihimizin simalarından olan Demiray’ın Canlı Tarihler serisini Büyüyen Ay tekrar bize kazandırmışlardır. Bu güne kadar 3 serisi tekrardan hayat geçmiştir. Birinci Kitap, Hattat Rifat Yazgan, İsmail Fenni Ertuğrul ve Lem’i Atlı’nın hatıraları, İkinci Kitap Mehmed Ali Ayni Hatıraları, üçüncü kitap Geçtim Hevesat-ı Dünyevîden ise Veled Çelebi İzbudak'ın hatıralarıddır.

Merhum Mehmed Ali Ayni’nin hatıralarında önem arz eden yerlerden bazılarını şöyle sıralayıp bahsedecek olursak:10 yaşında Yemen San’da bulunduğu sırada Valinin Huzurunda ezberden Fransızca bir nutuk okur. Ödül olarak vali ona Olendorf'u hediye eder, Habeş köleleri refakatinde uzun kulaklı filozofla okula gitmesi en hoşuna giden olaydır. Gülhane’de sınıf arkadaşı Peyam’ın baş Muharriri Ali Kemal’dir. (Boris Johson büyük dedesi). Mizancı Murad öğretmenidir ve onun tesiri ile okulda Fransız ihtilâli oyunu oynarlar, Recaizâde Mahmud Ekrem onları edebiyat sevgisi aşılar, Gülşen mecmuasında yazıları çıkmaya başlar. Abdülhamit karşıtıdır. Muallim Naci’nin kültür anlayışını beğenmez. Bir akşam Ali Kemal’lerin evinde Medeniyet münakaşası yüzünden dışarı çıkma saatini geçirilirler. Yakalanıp meşhur 7-8 Hasan Paşa’nın karşısına çıkarlar. Durumu anlatınca Padişah tarafından bahşiş gönderilir, ayrıca onlara bir kütüphane ayarlanacağı söylenir. Ama bu sırada mektep nizamnâmesine aykırı hareket ettikleri için beş gün hapis cezası da alırlar. Mehmed Münif Paşa’nın huzuruna çıkıp idadî müdürlüğü talebinde bulunur. Nazır’ın bir merakı vardır, kelimelerin aslını bulmak. bu yüzden onu imtihan etmek ister. Tercüme etmesini ister. Verdiği eser Türkçe’dir ama bir kelimeyi dört kez yanlış okur.

Üstelik bir kitap daha uzatmasın mı? Bu, Türkçe idi amma, gösterdiği sayfada tesadüf ettiğim bir kelimeyi dört türlü okuduğum halde hepsi için:
-Öyle değil!
Mukabelesinde bulundu. Meğer bu kelime Arapça bir yemeğin adı imiş.


Daha sonra Hz. Fatma’yı anlatan bu kitabın Osmanlı Türkçesi olduğu için anlamadığını, bu lisanı da öğrenip okuyacağını söylese de, Paşa kabul etmez. Ayni Bey yeniden Nazır’ın kapısını çaldığında sert şekilde niye geldiği sorulunca şu cevabı verir.

Efendim benim bildiklerim de var
Ne imiş onlar?
Hesap, hendese cebir, müsellat kozmografya kimya...


Sırasıyla bildiği ilimleri sayarken İlm-i Servet-i Millel de söyleyince paşa onu bu mevzuda imtihan eder. Neticesinde Nazırı iknâ eder hatta paşa onu kendine muavin eder. Böylece memuriyet ve öğretmenlik hayatı başlar.

Kastamonu görevi sırasında yazdığı ve neşrettiği “Tarih-i Edebi-i Âlem” başına iş açar. Zararlı görülerek toplatılması emredilir. Lâkin işin aslı sansür kurulundan izin alınarak bastırılmıştır. Ama bir yerinde Rum evlerinde asılı olan Çariçe resimlerinden bahsetmiş ve padişahın resminin ucuzluk ve kolaylık ile alınırsa, bunun önüne geçileceğini yazılmıştır. İşte bunun için kraldan çok kralcılar tarafından fırtına kopartılmıştır. Hemen kitapları toplatıp yaktırmış, hatta Romanya’ya kaçmayı düşünmüştür. İstanbul’a geldiğinde hiçbir ceza almadığını öğrenir. Çankırı’da meydana gelen bir deprem yüzünden, Mutasarrıfı Halepli Hacı Kadri Bey (Rektör Cemil Bilsel’in babası) fırınları açtırmamış halkı aç bırakmıştır. Halk telgraflarla durumu saraya bildirmişlerdir. Abdülhamit Han, bu tür müracaatlara önem arz ettiği için Sadrazam Said Paşa’yı görevlendirilmiştir. Ilgaz dağlarındaki kar yüzünden Sadrazam yerine teftişe gitmek zorunda kalır. Yaptığı tahkikat sonrası Mutasarrıflık kaldırılmıştır. Balıkesir görevinde ise Türkiye’nin ilk işçi grevini sonuçlandıran kişi olarak tarihe geçmiştir. Amare (Irak) görevinde asilerle uğraşmış, Şeyh Gadban ve Şeyh Sayhud arasındaki savaşı durdurmak için çareler aramıştır. İki tarafın sözünden dönmemesi için İmam Abbas türbesinde yemin ettirmeye karar vermiş, lâkin amacına Mustafa Nuri Paşa engel olmuştur.

Çünkü Şii olan bu aşiretlerin itikadına göre bu şekilde tesvik edilen bir ahde riayetsizlik vaki olursa bunlar imam Abbas tarafından çarpılırmış.” Bu bölgede bu tür olaylar için cezalar sıra ile gidermiş, şöyle aktarır,

Irakta cari olan eski bir an’aneye göre isyanların mesuliyeti sıra ile mutasarrıfa, Valiye veya kumandana atfedilirmiş. Evvelki vakıanın cezası selefim Babanzâde Hamdi Paşa’ya çektirmişler. Son hâdisede nöbet valiye gelmiş!

Mehmed Ali Ayni’nin hatıraları bunlarla bitmiyor, İttihat ve Terakki Cemiyeti Üyesi olmadığı halde, Balıkesir görevinde iken padişaha gözdağı vermek için telgraflarında teşkîlât adını kullanmış olduğunu, askerlerin başıboş davranışlarını bu sayede nasıl önlediğini de okuyoruz.

Meşrutiyetle ve Kanûnî Esasî ile birlikte mahkûmların isyanı ve ülkeyi saran karmaşa ile uğraşması, Balkan Savaşlarında Trabzon’da yaptıkları çalışmalar, Lazkiye’de Nasiriler davası, Ermeni meselesinde Fransız ve İngilizlerle olan mücâdelesi, kedi fare oyunu gibi birçok olay var.

Son hatıra olarak Talat Paşa tarafından nasıl emekliye sevk edildiğini anlatıyor. Babıâli Baskını haberini Spinoza hakkında yapılan bir münâzara sırasında haber alır. Elindeki telgrafta sadece Talat imzasını görünce, onun bu hareketini Patrona Halil Vak’asına benzetir. Bu durum Talat Paşa’nın kulağına gider ve onu zamanı gelmediği halde emekliye sevk eder.

Bununla beraber üzülmedim. Çünkü mülkî hizmette bulunduğum müddet içinde parlak bir sicili doldurmak mazhariyetine ermiş idim. Tekrar maarife dödüm. Yarının büyüklerini yetiştirmek vazifesine dört el ile sarıldım.

Tarihi olaylar vakanivüsler tarafından yazılanlardan, antlaşmalardan, kayda geçen devlet yazışmalarından ibâret değildir. Hâdiselerin içinde bizzat yer alan şahısların, yetkililerin hatta halkın anlattıkları hatıralarda gizlidir. Abartılar ve eksiklikler olsa da, bugün bildiğimiz vak’aların arka planını, nedenlerini öğrenmemiz için başucu kaynaklarıdır. Coğrafyaları, halkın içinde bulunduğu sosyal durumu, en iyi gören gözler anlatır. Mehmed Ali Ayni; Osmanlı’nın Abdülhamit son dönemi ve Meşrutiyetle birlikte içine düştüğü ateşin nedenlerini, sonuçlarını kendi tecrübeleri ile aktarmış. Hatıraların çoğalması ve yayınlanması, bakış açılarımızı değiştirecek bize farklı bir düşünce kapısı açacaktır. Masallar, menkıbeler, hatıralar, kökleri sağlam olanların geleceğe sağlam basanların sesleridir.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

21 Ocak 2025 Salı

Sanatçının içindeki kainat: edebiyat

Abdülhak Şinasi Hisar’ın edebî yazıları, yayımlanan bu ikinci ciltle daha da genişledi. Büyük edebiyatçıların teorik konularda fikir belirtmesini ve bunları yazmasını ciddi bir şekilde savunan biriydi Hisar. Everest Yayınları’nın derlediği bu iki cilt onun düşündüğünü yaptığının en güzel örnekleri. Bu sitede serinin ilk cildiyle ilgili Yağız Gönüler ağabeyin bir yazısı olduğu için ben daha çok ikinci cilde değineceğim.

A. Şinasi Hisar’ın Romana Bakışı
Hisar için, her şeyden önce hangi türün yazarıdır desek herhalde en iç rahatlığıyla denemeci deriz. Çünkü o güzel İstanbul ve Boğaziçi yazılarının önüne onun yazdığı başka şeyler kolay kolay geçemez. Ancak onun aynı zamanda üç tane, hacim olarak küçük ama üslûp ve içerik olarak büyük romanı var. Üstelik bu romanlar yazıldığı zamanlar için farklı addedilmiş, biraz garipsenmiş metinler. Çünkü Hisar, romanda hiç önem vermediği, yan unsur gördüğü, olmasa da olur dediği ‘vaka’yı atlamış ve direkt kişiyi temel alan, karakter romanları yazmıştı. Zamanı için bir yenilik olan bu durum Hisar’ın roman anlayışıyla da örtüşüyor. Bunu da dört bölümden oluşan kitabının en uzun ve detaylı bölümü olan Romana Dair’de tartışıyor. Zaten bence, Hisar’a en çok kulak kabartmamız gereken yer burası. Roman türü hakkında hiç de tutucu olmayan bir yazarla karşı karşıyayız. O dönemler için romanda vaka’yı saf dışı bırakmak, olsa da olur olmasa da olur, durumuna getirmek herkesin kolay kolay savunup bunu uygulayabileceği bir şey değil. Bu tavrını da başta Fahim Bey ve Biz olmak üzere üç romanıyla da çok başarılı bir şekilde desteklemiş. Üstelik bu yenilikçi tavır Hisar’dan sonra da uzun süre -istisnalar dışında- devam ettirilememiş.

Hisar, romanı belli bir çerçeve içine sokmuyor. Romanı belli bir yere oturtmaya çalışanlara da karşı geliyor. Ona göre roman hudutsuzdur ve içinde birçok başka türü barındırır. Vaka konusunda, yukarda değindiğim gibi, hassastır ve merak unsurunu romandan atmak ister:

Mesela, mevzu diye alınan bir vakanın hikâyesi, birçoklarının sandıkları gibi romanın esası değil, teferruatı ve hatta denilebilir ki, onun düşmanıdır. Eğer bana sadece bir vakayı hikâye etmek istiyorsanız ve başka hiçbir diyeceğiniz olmadığı da meydanda ise, bu masalı söylemeseniz de olur ve ben de sizi dinlemesem daha iyi etmiş olurum, diye düşünebilirim.

(Kişi incelemeleri, karakter başarısı önemlidir fakat onun dönemlerinde veya kısa zaman öncesine kadar bazı büyük yazarların müstear isimlerle ve geçim kaygısıyla romanlar yazdığı veya çevirdiği de bir gerçektir. Peyami Safa ve Kemal Tahir ilk akla gelenler. Hisar’a göre olmaması gereken bu tür anlatımlar ve romanlar öte yandan büyük yazarların büyük romanlar verebilmesini sağlamıştır. Safa’nın dediği gibi, Cingöz Recai olmasaydı Peyami Safa olmazdı.)

Kitabın en uzun ve bence en değerli olan bu ilk kısmında Hisar adeta karşısında biri varmış gibi bir tartışma ortamı oluşturuyor ve roman hakkında neredeyse üniversite dersi veriyor. Romanda kişiler, roman hakkında yazılmış kitap eleştirileri, roman nasıl yazılır, vaka’nın önemsizliği gibi konularda uzun uzun fikirlerini yazıyor. Ayrıca Şinasi Hisar dendiğinde akla ilk gelen şeylerden olan romanda üslûp konusunu da didik didik ediyor. Ondaki üslûp titizliğini gösteren çok cümlesi var kitapta:

İyi yazmayı bilmedikleri, kelimelerini seçemedikleri, edebiyatı da sevmedikleri için, güya romanın güzel bir üslupla yazılmış olması icap etmediğini bir kaide olarak uyduran ve ileri süren basit muharrirlerin bu sözde nazariyeleri, ancak kendilerinin küçük hesaplarına uymaktadır. Üslupsuzluk, tembel muharrirlerin kolayına gelmektedir. Bunlarca sanat, tasannu sayılıyor ve edebiyat da özenti söz! ‘Edebiyat yapmak’, âdeta ‘lügat paralamak’ tarzında tenkit edilecek bir kusur telakki ediliyor! Vakıa, geçirdiğimiz buhranlı zamanlarda, her nevi üslupsuzluğun bir başka saiki daha vardır. Bu muharrirlerin bazıları, bütün dünyanın yüzünü değiştirmek istediklerinden olacak, bir sayfalık yazının intizamı ile uğraşmak onlara abes geliyor! Kalemlerini bir bomba gibi kullanmak isteyenler bizim bu bir tek sayfa için dikkatle uğraşmamızı, kim bilir ne çocukça telakki ederler!

Şiire Dair ve Diğer Bölümler
Kalan bölümlere de kısaca değinip yazıyı bitirmek istiyorum çünkü benim bu yazıda aksettirmek istediğim daha çok Hisar’ın roman hakkındaki görüşleriydi. Şiire Dair ve Tenkit ve Tercümeye Dair bölümleri de Hisar’ın orijinal görüşlerini görebileceğimiz yerler. Özellikle şiir konusundaki yeniliğe açıklık da tıpkı roman konusundaki yenilikçi fikirleri kadar önemli. Tenkit ve Tercümeye Dair bölümünde ise Hisar’ın münekkitliği öne çıkıyor. Şu durum sevindirici: Yazarın ortalama 70 yıl önce eleştirdiği bazı konularda, özellikle tercüme eserler ve niteliği konusunda Türk Edebiyatı epey yol aldı. Tenkit olmadığı ve münekkit yetişmediği konusundaki eleştirileri haklı olsa da, bu alana edebiyatımızda kaç tane yazar önem veriyordu? Hele bu zamanda, tek tıkla milyonlarca reklam yapılabilen bir zamanda işin bu yönünü de düşünmek lâzım. Bazı eleştirilen konuların gelişmemesi maalesef ki zamanın ruhuyla da alakalı.

Son bölüm İlgili Söyleşiler ise ilk üç bölümle ilgili kısa değerlendirmeler gibi olmuş. Okur en önce söyleşileri okuyup daha sonra ilk üç bölümü okuyabilir. Böyle olursa söyleşilerde kısa geçen konuları sonrasında uzun uzun okuma şansına sahip olabilir.

Şinasi Hisar’ın bu tür fikir metinlerinde zor bir üslûbu var. Roman ve İstanbul yazılarında gördüğümüz o lezzetli dil yerini çok daha ciddi ve çetrefilli bir anlatıma bırakıyor. Üstelik bu kitap, serinin ilk cildine göre daha zor okunuyor çünkü ilk kitabın çoğu, tek cümlelik veya paragraflık çok sayıda aforizmadan oluşuyordu ve bu durum okumayı biraz rahatlatıyordu. Bu kitapta ise sadece Şiire Dair bölümünün kısa bir yerinde görüyoruz bu tarzı. Biraz da bundan dolayı bu kitap biraz daha emek istiyor. Ancak son tahlilde ilk kitaba göre çok daha doyurucu bir kitap. Hisar’ın çok değerli eleştirmenliği ve inceleme gücünü bu kitapta daha net görebiliyoruz çünkü aynı zamanda Hisar dediklerinin dayanağını sağlam kuruyor. Dediklerinde gereksiz ve boş diyebileceğimiz cümleler neredeyse hiç yok.

Mehmet Akif Öztürk
x.com/OzturkMakif13

20 Ocak 2025 Pazartesi

Medeniyetimizin içine düştüğü buhranın romanı

Bazı yazarlar, bazı eserler değerinden bir şey kaybetmezler. Demlendikçe tazeleşir, demlendikçe halden hale girer, ruhlara seslenirler. Onlar her devrin mürekkep sâhipleridir, değişen zaten sadece zamandır (o da izafidir) ki, bizler geçmiş zaman içinde yaşarız. Şimdi denilen şey ise geçmişin bir parçasıdır, aslında yoktur. An vardır ve anda kalırız. Mütefekkirler, münevverler, âbide şahsiyetler, "an" sâhipleridir. 20.yy, teknolojinin hızla yayıldığı, maddenin yeryüzü üzerinde bir perde oluşturup, içine mânevîyatı sokmamak için direnen, sekizinci katman olarak varlığını ortaya koyduğu, çağdır. Maddeden uzaklaşan insanoğlu, toplum bilincini de bozmuştur, tekerleği patlamış bir araba gibi oradan oraya savrulmaktadır. Menzil amacından uzaklaşılıp, sadece yolda kalmaya odaklanılmıştır. Bu yüzden de tepeye zirveye ulaşan pek az eser verilmektedir. Ve yine nadir olarak sâdece hakîkate odaklanan âlimler ve münevverler zuhur etmektedir. Denilir ki evliyanın sayısı kıyamete kadar aynı kalırmış. Bu çağda evliyalarda kispet değiştirmiş, kendini saklamıştır demek yerinde olacaktır. Kendini açığa çıkaranlar ise bin bir güçlükle karşılaşmakta, mücâdele vermektedir. Yeni rejimle birlikte, herşey tepetaklak olmuş, kadim Türk devlet anlayışının temel taşlarından kopulmuş bir inkılâpçılık, ülkeyi sarmıştır. Bu gidişin karşısında, uyarıcı görevini üstelenen bazı isimler olmuştur. Bunların başında, bir İstanbul Hanımefendisi, son Osmanlı Kadını diyeceğimiz, erlik kisvesi giyinmiş, Sâmiha Ayverdi’dir.

Kullandığı dil, konuyu anlatımı, harfler arasında kalem işi süsler ile mürekkebini şenlendirmiş, bizi bize gösteren ayna vazifesini yerine getirmiştir. Türkçe’nin en bereketli kelimelerini, tanımlarını, dil inkılabının sümen altı ettiği kuralları savunmuş, sadeleştirmeye direnen bir mütefekkir olarak karşımıza çıkmıştır. Lâkin, hiç istemeden, gençlerin anlaması için kısmî olarak bazı sadeleştirmeler yapmak zorunda kalmıştır. Hatıra, roman, mektup, deneme, inceleme, mensur şiir türlerinde kırk altı esere imza atmıştır. Mektuplarından oluşan seri 14 tane kitabı vardır. Onun en büyük imzası ise topluma kazandırdığı insanlardır. Bugün önünde şapka çıkartılan, aksakal denilen birçok ismin hocalığını yapmıştır ki, kendisi çalışmayan, eğitim fakültesi mezunu olmayan, kendi deyimiyle “Elhamdüllah Müslüman Türk Kadınıyım”dan başka hiçbir sıfatı kabul etmeyen, muhterem biridir.

Kendisi; toplum bilimi, felsefe, dönüşüm, bir hicreti, kendi varlığımızda medeniyetimizin içine düştüğü buhranı sorgulayan romanı, Mesihpaşa İmamı'nı 1948 yılında kaleme almıştır. Külliyatının 27. Eseri olan 1985 yılında ilk baskısını yapan, Ne İdik Ne Olduk’da anlattıklarını ilk olarak bir romanda aktarmıştır. Külliyatının sekizinci eseridir. Hayatımda yaşamadığım ve şâhit olmadığım hiçbir şeyi yazmadım, dediği için; bu romanın bir hakîkate dayandığını söylemek mümkündür. Ne İdik Ne olduk kitabında, "Batı dünyâsına zebün olup diz çöküşümüz, sâri hastalık gibi, ne de çabuk iliğimize kemiğimize işlemiş bulunuyor. Bâhusus, bu illet millî kültür zırhı giymemiş zümreler arasında kendine zemin bulup nasıl da kolaylık ve şuursuzca bir sür'atle yayılabiliyor.” diye yazar.

İşte tam olarak romanda bunu, hayatın içinde dile gelmiş bir olaylar örgüsünde işler. Kısaca neyi kaybettik? Nerede hata yaptık? Dünyaya hâkim mümtaz Türk İslâm Medeniyetinin ayağı nerede tökezledi? Nasıl kör ve sağır olduk? Nesiller arasındaki uçurum nasıl kapanır, birbirini nasıl anlar? Din nedir? Aşk nedir? Suallerine tek tek cevap verir. Birbiri ardına gelen olaylar ve karakterler, her sualin cevabını oluştururken, arka planda İstanbul’u tanırız. Payitahtın, Balkan savaşında içler acısı tablosunu, yetim kalan Bosna Girit, Üsküp, Selânik, Filibe, için üzülürüz. İstanbul halkının; köklerinden sökülmüş olan bîçâreleri, kimi yerde kucakladığını, kimi yerde hakarete uğradığını gösterirken, bir göç panoraması da çıkarır. Bugün, Balkanlardan gelenler bizden tezinin, geçmişte öyle görülmediğini de söyler. Ekmeğine ortak olarak görülen bu insanların, yaşamak için verdiği mücâdelede dünü sorgularız. Ayverdi, Bugünü dünden görmüş biridir.

Romanın ana konularından birini, aile kavramı ve taassub oluşturmaktadır. Bağnazlık içinde sırf yüzey ve şekil Müslümanlığının arızalarını, ana karakter Halis Efendi nezdinde gösterir. 20.yy başlarında deformasyona uğrayan kadim değerlerimizden uzaklaşan bir toplumun, içine düştüğü buhranın adı “taassuptur”. Kişiler ve konuşmalarında, hem dini hem maddeci taassubu irdelerken, onun hatalarını yanlışlarının neticesini de yazar. Maddeci taassubun da; yâni dinî, îmanı, millî ne varsa reddeden garbçı zihniyetinde bir taassup içinde olduğunu bize aktarıyor. Böylece bize şunu soruyor.

Bizim, peygamber lafzını ilk duyduğumuz an aşkına tutulup, mecnun misali mefkûresi peşinde koşan, kendini fedâ eden ecdadımızın torunları, nasıl yanlış eylem ve idealler tuzağına düşmüştür?”. Romanda bunun cevabını da Halis Efendi’nin kimliği ile açıklıyor. Mânevî ve millî değerleri koruyalım derken savunmada gedik açılmıştır, bu gedikten virüsler girmiştir. Ve gerçek muhafazakârlıktan, batının bağnazlık içeren muhafazakârlığına geçiş yapmışızdır. Eserde yer alan caminin içine pisleten Güvercin metaforu ile bize bunu gösteriyor, demek istiyor ki; Tevhidimizi koruyalım derken şekilciliğe, taklitçiliğe takılı kalıyor, böylece inancımızda gedikler oluşturup, kirlenmesine izin veriyoruz. Bizim felsefimizin zaferi; maddeyi ruhun emrinde tutmasında yatarken, garbın îcadı materyalizm ve türevleri ise, rûhu maddenin emrine vererek, zenginin menfaatine, fakirin istismarına yol açan, bencil demokrasiler meydana getirerek, dünyaya hükmetmesidir. Sömürgeciliğinin boyutunu değiştirip, millî değerler silsilesine; hürriyet ve eşitlik çağdaşlık adı altında kültür ve ideoloji sömürgeciliği yaparak, körpe dimağları ve münevverleri mankurtlaştırıp, yeni sömürge imparatorluğunu kurmaya çalışmaktadırlar. Bunda da başarılı olmuşlardır ama bunun bir çaresi de vardır, «yada» taşını canlandırıp yağmuru yağdıracak kuvvet gelecektir. Türk’ün ezeli kanununda ve kaderinde bu yazılıdır.

Mesihpaşa İmamı, tam bu zihniyetin, İngiliz Yahudi Küresel medeniyetinin filizlendiği dönemi ele alır. İlim irfan çatışmasının, materyal düşünceler ağına nasıl hizmet ettiğini, irfansız bir ilmin hiç olduğu gözler önüne serilirken, millî düşüncenin de ilimsiz irfansız, kısaca aşksız olamayacağını eksik ve yarım kalacağını gösterir.

Bizim devlet teşekkülümüzün kuruluş ve yükseliş dönemlerinin iki ana unsuru olan ilim ve irfanın arasına hangi kara kedi girmiştir? Halis Efendi’nin düşünceleri ve müezzin Salim karakterlerinde, araya girenin taassub ve menfaat olduğunu söyler. Ve bunun neticesinde duraklama ve ardından gerileme gösteren Türk toplum hayatında, çıkış için yeni arayışlar, yeni yönelişler başlar. Bu dönem öyle bir çatışma içerir ki ithal ideolojiler havada uçuşur. Romanın birinci kısmı: Bizim nerden gelip nerede tökezleyip düştüğümüzü ve ağır yara aldığımızı ince ince anlatmaktadır.

Halis Efendiye asırların ardından küçüle küçüle bozula bozula yuvarlanıp gelen medrese bilgi ve tefekkürünün uçuk, silik, karmakarışık müsveddeleriden bir yaprak denebilir.

Ayrıca ancak bir insanın, inançlarının, bakış açısının, otoritesinin, ailedeki konumunu;, kılıç darbeleri alarak yaralanmasına sebeb olan, kollarının bacaklarını tutmaz hale getiren, eziyet eden, taassubun en büyüğü olan “nefsi kibirden” kurtulma yolunu, içinde aşk olmayan bir alimin, bilim köyünden aşkın şehri Medine’ye hicretini, yâni hakîki ilme ulaşması, yeni bir dirilişi, ancak göç arka planı ile anlatılabilirdi.

Âdeta günün, geceden de, sabahtadan da uzakmış sanılan bu erken saatinde, kışla baharın çarpıştığı, gözle görülecek bir mücadele halindeydi.

Eser alacakaranlıktaki bu yürüyüşü anlatan betimleme ile başlar. Kışın ve baharın alacakaranlıkta başlayan savaşında zafer müjdesi baharındır. Bu betimlemeyi yaparken de Halis Efendi yürümektedir. Evinden işine gitmektedir daha doğrusu çokluktan ayrılıp kendine gidiştir, bize romanda nelerin beklediğinin habercisi olan satırlardır. Duygularını kış soğuğu gibi donduran imam, sabah ezanı ile yani aşkla ısınıp bahar havasına kavuşacak, böylece yeniden doğacaktır.

Peki, neden bir cami ana mekândır? Sualini aklımıza getirdiğimizde şu cevap karşımıza çıkar. Cami bildiğimiz gibi bizim ibadethânemiz aynı zamanda Müslümanlığın en büyük remzidir. Osmanlı olsun, Selçuklu olsun, bu yüzdendir ki ilk fethettikleri yere cami yaparlar yani derler ki “artık burası bir İslâm beldesidir.” Taassup ve menfaat eline geçmiş îman tahtamızın, dünü, bugünü ve yarınını anlatacak en iyi mekân camidir. Aynı zamanda sosyal faaliyet alanıdır hayatın kalp atışı orada atar, toplumu oluşturan ilk normlar orada hayat bulur.

Kutsal olan bir yer daha vardır. Bedenimiz. Ruhûmuzun, nefsimizin üstüne giydirilen bedenlerimiz birer camidir. Evet, cami remzi burada aynı zamanda Halis Efendi'nin kendisidir. Kitapta Mesihpaşa Camisi harap ve pis bir haldedir, cemaati azdır. Sâdece kendisi vardır. Kimse gelmez, hatta “kapat git” derler, ama o inatla camiye gelir ve vazîfesini yapar. İşte medresenin halinin yazıldığı, hâdiselerin geçtiği dönemi en güzel tasvir edebilecek bir resim karesidir. Her tarafı çalı çırpı sarmış, camları kırık, halılar tozlu, örümcek ağları bağlamış. Öyle ki dışarıdan güvercinlerin gelip pislettiği bir yerdir. Sâmiha Ayverdi’ye göre, irfansız bir medrese da tam olarak budur.

Mesih Paşa Camisinin vîrâne halî, Halis Efendinin gönlünün röntgenidir. Camii toplanma yeridir. Bilgisinin toplandığı yerdir, bütün kitaplardan öğrendiği herşey aklında bir araya gelmiş, sığ bir âlim meydana çıkarmıştır. Salt bilgi ve taklit ile, gönüle inmemiş, merhamet, şefkat, zarafet, kısaca irfandan arınmış bir din; harap, içine hayvan yâni nefsin pisliklerinin bırakıldığı yer haline gelir. Gönlü ibâdetler ile temizlemeye çalışsa da, haramdan uzak durmayı başarsa da, özünde dürüst bir adam olsa da, gönlüne inmedikçe vîrânedir. Camii bir taraftan da içtimâî kanunlarda irfanın yavaş yavaş çöküntüsünü simgeler.

Medrese, şarkı tanıdığını zanneder, fakat ondan fersahlarca uzaktır.

Şark da, hakiki garp tekniğine ve maddeciliğine omuz silktiği için harap, yıkık, geri ve tasalıdır.

Sâmiha Ayverdi bu eserinde toplumun bir aynası olmuştur. Sâdece birinci kısım ile ilgili birkaç konuyu ele aldığımız bu yazı biraz olsun idrak gücümüzde vesile olabilir niyazıyla ele alındı. Neyi kaybettiğimizi ve neyi bulmamız gerektiğini hatırlayabiliriz. Aşk kapısını çaldığında Halis Efendi neye dönüşecektir? Bunu da bir başka yazıya saklayalım.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

19 Ocak 2025 Pazar

Sinir sistemini tanımak ve güçlendirmek

Uzun zamandır bir cümleye "pandemiyle birlikte..." diyerek başlamamıştım, başlayayım. Pandemiyle birlikte hayatımıza hızla giren bazı kavramlar var. Çünkü sağlığımızın ne kadar değerli olduğunun farkına zor zamanlarda varıyoruz, bu hiç değişmiyor. Nedir bu kavramlar? Fibromiyalji, rezilyans, psikosomatik ağrı, vagus sinir sistemi... Gribi görünce çorbayı, meyveyi hatırlayan insanoğlu, hangi baharatın neye iyi geldiğini araştırmaktan zevk alır hâle geldi. Beden ve ruh sağlığının birlikte hareket ettiğinin farkına vardı. Elbette insanın sağlığını düşünmesi ve bu yönde planlar oluşturması gayet doğal. Yediğimizin içtiğimizin ne olduğunu anlayamadığımız bir çağdayız ve sağlıklı kalmak, sağlıklı olmak için savaş veriyoruz, vermek zorundayız. Bunun için de başta kitaplar olmak üzere pek çok şeyden yararlanıyoruz. Podcast'ler, atölyeler de cabası. Haliyle dünya üzerinde alanında uzman, etkili bazı isimleri de tanımış oluyoruz. Avustralyalı ruh sağlığı uzmanı Anna Ferguson da bu isimlerden biri. Kendisi anksiyete üzerine önemli çalışmalar yapıyor ve ilgi çeken içerikler üretiyor.

Jung'un meşhur sözüdür: Yarası olmayan, şifacı olamaz. Esas iyileştirici güç yaranın kendisindedir. Sadece yaralı hekimler iyileştirebilir. Böyle demiş. Anna Ferguson da kendi yarasından yola çıkıyor. On yaşında lunaparkta geçirdiği hız treni kazası, bedeniyle zihni arasında sürüp giden savaşı fark etmesini sağlıyor on yıl sonra. Bağ kuramama hissi, yakasını bırakmayan karanlık düşünceler, uykusuz geceler ve kim olduğuyla ya da kime dönüşeceğiyle ilgili soru işaretleri artık bir zemine oturmaya başlıyor. Psikoloji eğitiminden sonra durmuyor; klinik anksiyete uzmanı, sağlık ve beslenme koçu, nefes koçu, bütünleyici somatik travma terapisti unvanlarını da kazanıyor. Bedenle barışmadan mental sağlığın kazanılmayacağına inanıyor ve bilgi birikimini artık bir kitapla Türk okurlarına da aktarıyor: Vagus Sinirine Reset At.

Ferguson okura önce merkezi ve çevresel (somatik, otonom) sinir sistemlerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu sistemlerin nasıl işlediği, nelerden beslenip neler karşısında reaksiyon gösterdiklerini açıklıyor. Regüle olmuş bir sinir sistemi, direnç gösterebilen, dayanıklı bir sistemken; disregüle olan bir sinir sistemiyse hassas dengenin bozulması anlamına geliyor. Peki disregüle haldeki sinir sisteminde neler yaşanıyor? Kısaca: aşırı ya da az tepki vermek, duyusal hassasiyet, tükenmişlik hissi, hafıza sorunları, sindirim sorunları, gevşemede zorlanma, alerji ya da intoleransla ilgili sıkıntılar, baş ağrıları, migrenler, terleme, baş dönmesi, vertigo, mide bulantısı, insomnia (uykusuzluk, uykuya dalmada ve uykuyu sürdürmede güçlük), huzursuzluk, asabiyet. Sinir sisteminin bu reaksiyonları göstermesine sebep olan pek çok şey var. Onları da kısaca şöyle özetleyebiliriz: Yanlış nefes alma alışkanlığı, bağırsak sağlığında bozulma ve bakterilerin aşırı çoğalması, işlenmiş gıdalar, aşırı stres, yeteri kadar uyumamak, alkol ve madde kullanımı, çevresel toksinler. Fergosun bundan sonra insanın kendi beğenine uyum sağlaması konusuna değiniyor. Burada bedeni ve zihni geri kazanmak için meraklı olmak, ciddi bir gayret göstermek elzem. Fiziksel varlığımızın öneminden anlam arayışına kadar süren bu yolculukta özgüven, insanın dayanak noktası: "Özgüven kişisel büyümenin ve gelişimin temel ilkesidir ve bağlarımızı yeniden yeşertebilmemiz üzerinde önemli bir rol oynamaktadır. Özgüven eksikliği ise sosyalleşme sırasında güven duygumuzu olumsuz etkiler, ilişkilerimizi mahveder, bizi güvensizlik, terk edilme ve reddedilme korkularıyla baş başa bırakır."

Mental sağlık hizmetlerinin değişen yapısına da kafayı takmış olan Ferguson, konuşma terapisini bir yara bandı olarak görüyor, yani çözüm olmaktan uzak... Somatik terapiyi ise fiziksel gerginliği azaltmak, duyguları regüle etmek, güvenlik ve özfarkındalık noktasında değerli buluyor. Bunun için de beden çalışmaları öneriyor ve bunu aşama aşama kaydediyor. Birinci aşamada temel sağlamlaştırma yapılıyor: Güvende olma duygusunu kavramak, objektif bir gözlemci olarak sağlam bir temel inşa etmek, duygularla yeniden etkileşime geçip sağlam bir temel inşa etmek, temel ihtiyaçları karşılamak, koruma egzersizleri yapmak, bedenden yararlanmak, öz kaynakları regüle etmek. Burada okurun en ilgisini çeken konulardan biri kayıt tutmak olacaktır, yani yazmak. Ruhumda neler olurken bedenim nasıl tepki gösteriyor. Günlük ruh halim nasıl, hangi durumlarda endişeli oluyorum, gibi. Bedene yoğunlaşılan diğer aşamada kafanın yanlarının, alın ve ensenin, kalp ve midenin, göğüs kafesinin ortasının ve kafatasının tabanının nasıl kullanılması gerektiği anlatılıyor. Bu aşamada yapılanlar: özgüven sayesinde güçlü bir beden-zihin bağlantısı geliştirme, beden farkındalığını anlama, bilinçli hareketlerle, onarıcı yoga çalışmalarıyla, denge egzersizleriyle vücudu, somatik rahatlamayla vücudu geri kazanma. Kitapta pek çok egzersiz yöntemi detaylı biçimde anlatılıyor. Günümüzün bilgiye hızlı ulaşmak isteyen okuru için güzel hizmet. Ferguson'a göre üçüncü aşama, insanın süper gücünü keşfettiği ve kullanmaya başladığı aşama. Burada vagus siniri artık stresi alt etme yolunda bir müttefik. Bilinçli hareketler ve egzersizler de öyle. En önemlisi de uygulamaları birer pratik haline getirmek ve yaşam tarzında önemli, kalıcı değişiklikler yapmak.

"Size önerim, kişisel ihtiyaçlarınıza ve isteklerinize her zaman kulak vermeniz ve onlara hak ettikleri ilgiyi göstermenizdir" diyor Ferguson ve tüm anlattıklarının bir ritüel olarak yaşamda yer bulması gerektiğinin altını şöyle çiziyor: "Unutmayın, ritüellerinizin hayatınızı zorlaştırmasını değil, sizi güçlendirmesini ve enerji vermesini isteriz. Bu ritüeller konfora ve güven duygusuna ihtiyaç duyduğunuz zamanlarda size gereken alanı sağlamalı ve fakat bunu yaparken bir yandan da sinir sisteminizin güçlenmeye devam edebilmesi ve daha dayanıklı hale gelmesi için sizi biraz zorlamalıdır."

Vagus Sinirine Reset At; son yıllarda sık duyduğumuz somatik deneyimlerin hayatımızda neleri değiştirebileceğine dair şaşırtıcı bir kitap.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf