Necip Tosun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Necip Tosun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2025 Pazartesi

Bir tutku rehberi: Yazma Dersleri

Büyük tutkuların ardında nelerin saklı olduğu; edebiyatın, felsefenin, psikolojinin konusu olmuştur daima. Tutku denilen şeye yaşamdan alınacak payı eksilterek mi ulaşılır yoksa tam aksine yaşama sıkı sıkı yapışarak mı? Belki biri, belki her ikisi. Sözlükte “Bir şeye karşı duyulan aşırı düşkünlük, şiddetli arzu, iptilâ” karşılığını buluyor tutku. Yap(a)madığımız takdirde zamanımızı zehir edecek kadar etkiler bizi tutkumuz. Böyle düşündüğümüzde acaba bir alışkanlık mı yoksa bağımlılık mı sorusu da geliyor elbette. Bu kez belki biri, belki her ikisi diyemeyeceğim çünkü ikisi de değil. Tutku başka bir şey. Olmazsa olmaz, vazgeçilmez, her şeyin önüne geçen, herkesten daha çok kıymet verilen, uzletin de vuslatın da yegâne sahibi. Evet bir aşk kokusu geliyor sanki. Yaralarım aşktandır demiş şair, tutkularımız da.

Yazarların nasıl yazdıklarına, gün içindeki ritüellerine, okuma alışkanlıklarına, hayatlarıyla eserlerine arasındaki ilişkiye dair çok güzel çalışmalar yapıldı son dönemde. Mesela hemen, Sema Uğurcan’ın makalelerini bir araya getiren Biyografik Okumalar’ı ve editörlüğünü Mehlika Karagözoğlu Aslıyüksek’in yaptığı Yazanların Okuma Kültürü’nü söyleyebilirim. Fakat bir kitap daha var ki okumaya ve yazmaya hayatında apayrı bir yer ayıranların, yani bunları tutku hâline getirenlerin uzun bir süre başucunda kalmaya layık: Yazma Dersleri. Edebiyatımızın herkesçe sevilen, sayılan, eserleri döne döne okunan yazarlarının nasıl, hangi şartlarda, ne tür ruh durumları arasında yazdığını anlatan bir çalışmada Necip Tosun imzası var. Okur, pek çok merakının giderileceği, yine pek çok sorunun karşılığını bulabileceği bir kitapla baş başa artık: İnsandaki yaratma duygusunu en çok ne harekete geçirir? Bir şair en çok hangi duygusunun esiridir? Hiçbir şeyin yazılamadığı o kasvetli zamanla nasıl baş edilir? Hayatı boyunca maişet meselesi yakasını bir türlü bırakmamış bir yazar ne kadar üretken olabilir? Etkilenme endişesi yazma eylemi içinde nerede durur? Aşklar ve ayrılıklar üretime mâni midir?

Yazma Dersleri’nde Ahmet Mithat Efendi’den Tomris Uyar’a kadar edebiyatımızın köşelerini tutmuş yahut sık sık kendi sessizliğine çekilip oradan kendi kelimeleriyle gürültü çıkarmış nice yazar var. Birkaçını -başka türlü sevdiklerimize kıyak geçerek- zikredelim: Halid Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Abdülhak Şinasi Hisar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil, İsmet Özel, Orhan Pamuk. Ve hemen sondan başlayalım yazarların dersleri arasında gezinmeye.

Orhan Pamuk, yaşadığı şehirle yazma eylemi arasında hüzünlü bağlar kurmuş bir yazar diye düşünüyorum. İçinde yalnızlığın, sıkıntının, türlü nefs oyunlarının, keşiflerin, hayal kırıklıklarının, aşkların ve terk edilmelerin olduğu bir hüzün bu. Hep bir adım geride durmayı bilerek ve dolayısıyla gözlem yeteneğini geliştirerek kendi sürecini kendi kurmuş bir yazma planı. Günün ilk ışıklarıyla uyanan şehrin temposuna ayak uydurmadan ama onun ayak seslerini işiterek. Çevreye katılmadan ama çevrenin yüklerini de omuzlama cüreti göstererek. İçedönük, çareyi evvela kendi gayretinde ve sükunetinde bulmaya çalışarak. Babamın Bavulu kitabında, kendisine “neden yazıyorsun?” diye sorup peş peşe sıraladıklarına bir bakalım Orhan Pamuk’un: İçimden geldiği için. Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için. Herkese kızdığım için. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için. Kâğıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için. Unutulmaktan korktuğum için. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için. Yalnız kalmak için. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için. Böyle diyor. Elbette bunun bir ruh planı da var. Onu da Manzaradan Parçalar’da bulabiliyoruz. Pek çoğumuzun “İşte ben!” dediğini duyar gibiyim şimdiden: “Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelir bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakalemle bağlılığımı bilir, ama gene de “Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!” diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim.

Şimdi de Orhan Pamuk’un İstanbul adlı kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” diye takdim ettiği yazarlardan birine gelelim. “İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir” diyerek aslında kendi yazma dürtüsünü aşikâr eden Ahmet Hamdi Tanpınar’a. “Büyük insan sevgisi, her olaya önyargısız bakışı, hürriyet aşkı; kuşatıcı Doğu-Batı bilgisi; hüzünle coşku arasından dünyayı yorumlayışı, geleceğe umutla sarılışı; geçmişe, birikime vefası; sanatçılık ve düşünce adamlığının aynı kişide toplanması; bilinç akışıyla masalın birleştiği bir anlatım tarzı; Dede Efendi ile Beethoven’a aynı derinlikte nüfuz edişi; boğulmaya çalışan bir sanatçı imgesi, tüm saldırılarda edebiyata sığınan eşikteki adam…” diyerek pek güzel takdim ediyor onu Necip Tosun. O her ne kadar şair olarak tanınmayı, bilinmeyi istese de yazar kimliğiyle hatırlandı daima. Şiirleri asla romanları, denemeleri kadar yer edemedi edebiyatımızda. Ama kim itiraz edebilir ki Huzur’un edebiyatımızın en büyülü şiirlerinden biri olduğuna? Kim mesela Beş Şehir’i öylesine bir şehir hatıratı olarak tanımlayabilir? Tanpınar, öyle kolay izah edilebilir mi? Yarım kalan aşklarıyla, ‘beş parasız’lığıyla, annesini aradığı rüyalarıyla, ihtiyarlardan işittiği masallarıyla, İstanbul’un kendini besleyen sokaklarıyla; müzik, resim, mimari gibi sanatın pek çok alanına derin dalışlarıyla, kendinden büyük bir estet çıkarmış bu kültür adamı nasıl yazardı acaba? Önce öncüleri tanıdı: Proust, Valery, Bergson, Freud, Jung, Bachelard, Yahya Kemal, Haşim. Sonra düşünce ortamlarına, arkadaş gruplarına dahil oldu. Edebiyat kavgalarının içine düştü. Sükût suikastı yaşadı. Çok sevdiği, çok tartıştığı dostluklar kurdu: Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Necip Fazıl, Peyami Safa, Abdülhak Şinasi Hisar. Yazdı, daima yazdı. Ne siyaset, ne maişet, ne de yâren eksikliği gölgeledi onun yazıya olan aşkını. “Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır” diyen bu adam, “Her şey yerli yerinde” diyerek düzensizliğin içinde kendine ait bir hayat kurduğunu da anlatmaya çalıştı. Günlük tuttu, bir gün okunacağını bilerek. Hikayeler yazdı, edebiyat tarihleri çalıştı. 14 Eylül 1960’ta günlüğüne yazdıkları, onun hâlâ neden sıra dışı bir yerde durduğunun, neden daima ona dönüldüğünün bir izahı sanki: “Ben bir psikolojik halitayım, bir yığın izah, düşünce veya benzeri, birbirine dolaşmış birtakım duygular bende beni, müphem şekilde teşkil ediyorlar... Hasretlerim, azaplarım, sevinçlerim. Bunların yanı başında keşiflerim, sezişlerim...

Yazarlık tecrübesinin ardında bir hayat tecrübesi var. Tecrübe nedir? Bazen yenilgilerimizin bazen de vazgeçemediğimiz şeylerin toplamı. Bu ikisi arasında yazar kendi mizacına uygun biricik bir yol inşa eder. Kendi gibi biricik. Adanmışlığı, sabrı, çileyi cem edip hayal gücünü, sezgilerini, kimi zaman rüyalarını katık eder. İlhama yanaştığı da olur yalnızca mesaiye inandığı da. Ama bir aşk ilişkisi yaşar kalemiyle daima. Aşkın hem iyileştirici hem de kahredici tarafını tanıdıkça yazarlık tecrübesi de zenginleşir. Necip Tosun’un Yazma Dersleri işte bu zenginliği teferruatıyla bize anlatıyor. Okumaya ve yazmaya olan tutkumuzu cilalıyor.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

25 Ocak 2025 Cumartesi

Bir çağın masalı: Saatleri Ayarlama Enstitüsü

"Bu hastalık hemen hepimizde var. Bakın etrafa, hep maziden şikayet ediyoruz, hepimiz onunla meşgulüz. Onu içinden değiştirmek istiyoruz. Bunun manası nedir. Bir baba kompleksi değil mi? Büyük, küçük hepimiz onunla uğraşmıyor muyuz? Şu Etilere, Frikyalılara bilmem ne kavimlerine muhabbetimiz nedir? Baba kompleksinden başka bir şey mi?"
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Her yıl büyük yazarların vefat yıl dönümüne ayrı bir dikkat kesiliyorum. Ufak çaplı anma etkinlikleri ve sosyal medyada alıntı paylaşma ayini olarak yaşanan bu günler bazı yazarlar söz konusu olunca biçim değiştiriyor. Kendine makul bir entelektüel zemin inşa etmiş -bu konuda çalışmayı elden bırakmamış- okurlar, elbette yazarları uzak akrabaları olarak görüyorlar. Bu duygusal bağ kimi zaman romantik düzeyde kalsa da bazen esaslı çalışmaları da beraberinde getiriyor. Sosyal medyanın güzel ve güçlü taraflarından biri bu: neden okunması gerekir, okunursa ne elde edilir, kitaplar bugünlere neler söyler, yazarları günümüze taşıyan özellikler neler? Dilimize olan sevgimizin tüm bu sorulara birer cevap olması da ayrı hoşluk. Büyük yazarlarımız, dilimizin yaşayan ve yaşatan olmasında birer mihenk taşı, ne mutlu.

Ahmet Hamdi Tanpınar, her yıl sadece doğum ve vefat yıldönümlerinde hatırlanan bir yazar değil. Onunla ilgili çalışmaların sonu gelmiyor, gelmemeli zaten. Yaşarken maruz kaldığını dile getirdiği sükut suikastı başta Mehmet Kaplan olmak üzere vefalı pek çok talebesinin gayretleriyle buharlaştı. Artık "Bir gün elbet bana döneceklerdir" hakikati ayan oldu. Tanpınar daha çok okunuyor, daha çok anlaşılmaya çalışılıyor. Bu aynı zamanda okurun insan olarak kendini arama ve anlama çabasıdır. Sadece bu kadar da değil: Tanpınar'ı okumak ve anlamaya çalışmam, bu memleketin değerlerini, tercihlerini, yaşam biçimini, kısacasını ruhunu okuma ve anlama çabasıdır. Tanpınar'la ilgili neşredilen kitapların yanı sıra konferanslar, sempozyumlar, çevrimiçi atölyeler, podcast'ler de okurun her mevsimini güzelleştiriyor hiç şüphesiz. Mesela Ocak 2025 itibariyle bir güzellik; Yaz Sıcağında Bir Esinti: Ahmet Hamdi Tanpınar podcast serisi artık bir kitaba dönüştü: Çoksesli Bir Tanpınar Okuması.

Söz konusu Tanpınar gibi her açıdan zengin bir zihin, özel bir kalem olunca; ona dair tahlil kitaplarına daha yoğun seyretmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Ağustos 2022'de Ketebe Yayınları'ndan çıkan Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü: Bir Tahlil kitabı bu anlamda çok kıymetli. Necip Tosun'un bu okuması son derece zevkli tahlili, okurun halihazırdaki Tanpınar ateşini yeniden harlamak için birebir. Kitapta yazar ve tarihsel bağlam, edebi bağlam, romanın ele aldığı sorun(lar), şairin katkısı, ana fikirler, ikincil fikirler, kazanım, romanın şairin çalışma sahasındaki yeri, romana dair ilk tepkiler, gelişen tartışmalar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün bugüne etkisi ve yarına mirası gibi hem temel, hem de özel konular irdeleniyor. Necip Tosun tahlili boyunca, bu yazıyı yazmadan birkaç gün önce bitirdiğim Manzaradan Parçalar'da yakaladığım başarılı bir tespiti daha anlaşılır kıldı benim için. Şöyle diyor Orhan Pamuk: "İki dünya arasında kararsız kalan, ama bu kararsızlığı bir üsluba çevirerek kararlılıkla benimseyen Tanpınar, aslında yaşadığı çevre ve bu çevrenin imkânları konusunda çağdaşlarının çoğundan daha akıllı ve kararlı davranmıştır. İki dünyanın arasında kendini yerleştirerek, her iki dünyadan seçmeli bir şekilde yararlanabilmiştir."

Tanpınar bunu sadece romanlarında değil, o romanlarının temelini oluşturan tüm düşüncelerinde yaptı aslında. Okurunu bir karar verme zorunluluğuna tabi tutmadan, verimli arazilere doğru ışıklar yaktı. O arazilerde Baudelaire, Jung, Valery, Beethoven, Debussy, Wagner de var; Yunus Emre, Dede Efendi, III. Selim, Şeyh Galib, Buhûrîzâde ItrîNeyzen Emin Dede de var. Gelenek ve batılılaşma arasında bizi biz yapan yahut yapamayan her şey var. Necip Tosun da şöyle diyor: "Romanın en büyük özelliği, sadece belli bir kesimin romanı olmayıp her kesimin, görüşün, anlayışın romanı olmasıdır. Bu anlamda ideolojik bir kesimin romanı olmaktan çok, Türkiye'nin romanı olma yönüyle de seçkin bir yerde durmaktadır.". Zaten kendi düşüncelerini mutlaka roman karakterleri içinden birine söyletir Tanpınar. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde de bunu Hayri İrdal'a yaptırmıştır. Tosun'dan okumaya devam edelim: "Yeni sisteme bağlı aydınları, sanatçıları, edebiyatçıları ortak karakter olarak Halit Ayarcı'nın zembolize ettiğini düşünürsen Muvakkit Nuri Efendi, Yahya Kemal'i; anlatıcı kahraman Hayri İrdal ise Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'cahil hâlini' temsil eder. Hayri İrdal zaten düşünce yönüyle Tanpınar'a benzemektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar, kendisinden sonuna kadar Batılı olmasını, geçmişini, Yahya Kemal'i unutmasını isteyen Cumhuriyet aydınlarının sonunda kendini ne hâle getireceğini, oldukça abartarak ve dönüştürerek Hayri İrdal tipi üzerinden örneklemek istemiştir. Hayri İrdal karakteri kendisini inkâr edip başkalaşarak çelişkiden, geçmişten kurtulanların bunu yaptıklarında düşecekleri durumu temsil eder."

Tıpkı Balzac, Zola, Flaubert, Kafka, Joyce, Tolstoy, Dostoyevski, George Orwell, Thomas Bernhard gibi çalışma hayatını, bürokrasiyi, modernleşme adı altında düşülen komik durumları, 'sonradan görme' sendromlarını, hakkaniyetin ve liyakatin nasıl soytarılığa dönüşebileceğini anlatır Tanpınar romanında. Ancak bu romanda bariz bir Sartre, Camus, Proust etkisi vardır. Değer yargılarının alt üst oluşuyla ortaya topyekun bir çözülme, bozulma, yozlaşma çıkmıştır. Kısacası bir çöküş vardır. Bu çöküşten bu kadar ironik bir dille bu kadar gerçekçi bir alay inşa etmek de Tanpınar gibi dahilerin işidir. Roman boyunca kahramanlar; insanların birbirleriyle olan iletişimsizliği arasında kalmış, diğer yandan da anlam arayışı içinde boğulmuşlardır. Abes olan, bu boğulmanın farkına varamamalarıdır. Bir yeni ve güzel vardır ancak o yeni nedir ve güzel nerededir belirsizdir. Sartre'ın dile getirdiği 'yabancılaşma', Camus'nün gündeme getirdiği 'saçma' yaklaşımı, Proust'un şiirsel diliyle buluşur romanda. İnsan, zaman ve mekan; müzikle, resimle, bilinç akışıyla romana benzersiz bir hava verir. Necip Tosun'un işaret ettiği bir fark da şudur: "Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün Tanpınar'ın diğer romanlarından farkı, romanın modernizmin kesin galibiyetiyle bitmesidir. Modernizmden korunmak mümkün değildir. Bir anafor gibi herkesi içine çeker ve kendi gerçeğini yaşatır. Nuri Efendiler, Ahmetler bu anafordan kurtulmuştur ama toplum bu anaforun içindedir. Hayri İrdal oğlunun (Ahmet) bu seçimini gururla savunur ama bu anafordan kurtulamayacağını da ifade eder. Er ya da geç bu anafora o da kapılacaktır."

Değişerek devam etmek ve devam ederek değişmek fikrini denemelerinden romanlarına taşıyan Tanpınar daima -belki de kendisi gibi- arayan, sorgulayan, çoğu zaman bölünmeler yaşayan ruhlarla meşguldür. Geçmişle bugünü bir araya getirmek, sanatın bütün gücünden yararlanarak yeni bir anlatım biçimi geliştirmek, farklı pek çok zihinden beslenerek başka bir Türkiye haritası ortaya sermekti meselesi. Analiz de sentez de kurgunun içindedir Tanpınar'da bu yüzden. O diğer taraftan da geçmişi bugüne taşımanın imkânsızlığını dile getirmiş, faydalanacak değerlere dikkat çekmiştir. Haliyle Huzur'daki engin ve derin anlatım Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde yerini ironiye, mizaha, alegoriye bırakmıştır. Hemen romandan bir paragraf hatırlayalım: "Ben artık modern adamı, modern mimariyi, modern konforu seviyorum. 'Şehrin ortasında bir mezarlık eksik' diye bu yaşımda oturup ağlayacak değilim herhalde! Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder!"

Necip Tosun'un tahlilindeki en can alıcı yeri naklederek bitireceğim. Bu yer aynı zamanda romanı nasıl okumamız gerektiğine, yazara ve yazılana hangi soruları sormamız gerektiğine dair de bir çalışma biçimi olsun hepimiz için. Bir edebi eserin hangi yöntemlerle, hangi zevkler arasında tahlil edilmesi gerektiği, geçmişte olduğu gibi bugün de 'derin okur' için keyif meselesi. Keyfimiz bol olsun diyelim.

"Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile çağının masalını yazmıştır. Yüzeysel, gelir geçer gerçeklere teslim olmamış, masal üslubunda sembolik anlatım biçimine yaslanarak hep okunacak, anlatılacak kalıcı bir masal ortaya çıkarmış, hakikatlere dokunmuş, bir çağ masalıyla yaşadığı hayatı belgelemiştir. Bu, abes dünyanın işleyişini, ruhunu ortaya koymuştur. Saçma bir dünyada yaşayan insanların da zaten bu dünyayı sıradan insanların düşünceleri ve gerçekleri ile aşmaları mümkün değildir. Bu anormal dünyanın gerçekleriyle hareket ederler ve ortaya fantastik, masalsı bir atmosfer çıkar. Dengesiz, huzursuz, tekin olmayan bu karakterler, bambaşka bir evrenden dünyamıza düşmüş gibidir. Diğer yandan Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde itiraz edilecek tek bir cümle yoktur. Sadece gerçekler daha iyi görelim diye abartılmış ve zaman dışı bir rüya atmosferinde gözler önüne serilmiştir, o kadar."

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

1 Nisan 2016 Cuma

Bireyi gerçeğine çağırma uğraşı

Türk öyküsünü mesele edeceksek, günümüz öyküsüne kuram olarak hem de öykünün asgari şartlarını yerine getirmekte başarılı Necip Tosun’u öncelemekten geri durmamalıyız. Tosun’un anlatıcı olarak öyküye giriş tarihi 1983 senesidir. İlk öyküsü “Yangın” ismini taşımaktadır. Tosun’un öykü ve kuramla olan mesaisini göz önüne alıp konuşacaksak, Tosun’un karnesi sağlam ve mütevazıdır.

Sağlamlığı tarafımdan/tarafımızdan şu şekilde kabul görmektedir; 1998’de çıkan Küller ve Uçurumlar (Hece Yayınları), 2005’de çıkan Otuzüçüncü Peron (Hece Yayınları) öyküye dair örneklemelerimiz olacaktır. Sağlıklı ve sağlam bir şiirin ana arterlerinden bahsettiğimizde sırtımızı dönemediğimiz eleştiri, öykü konusunda meydana çıkıp efelenmektedir. Efelenmesi hakkıdır, bu hakkı gören Tosun, öykünün sağlıklı yollarını ararken eleştiri konusunda da çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmalar hem dönemini aydınlatmış hem de sonrasındaki kuşağa ve günümüze sağlam öykünün asgari şartlarını anlatmıştır. Anlatıcının öykü eleştirisi konusundaki mesaisi 1990 yılında başlamış olup, Modern Öykü Kuramı kitabı 2011 yılında Hece Yayınları'ndan çıkıp, öyküye dair mesaisi olan öykücülerin başucu kitabı olma görevini görmektedir.

Toplum olarak düzgün ve akışında mani olmayan meseleleri açıklamak için şiir gibi akıyor veya su gibi berrak ifadelerini kullanırız. Şiir konusunda dil muazzam önemlidir ancak dilin bir sınırı ve zaman aşımı vardır. Öyküde bu tarife uymak zorundadır ancak öyküdeki kronolojik oluşum şiire göre farklıdır. Cümleler, ifadeler, anlam uzundur. Anlatıcı bu kronolojik sistematiği yerine oturturken dile azami özen göstermelidir. Eğer göstermezse kaybeder. Ya kazanır ya da kaybeder değil. Kaybeder. Tosun, okuyucuya gelirken kronolojik sırayı öncelemiyor. Kronolojik sıra modern anlatımın içinde ana unsur olarak değil, tali unsurlar olarak eritiliyor. Bu konudaki başarı modern öyküden haberdar oluşunu işaret ediyor. Anlatıcı modern kurama ve kronolojik sıralamaya hâkimse dil konusundaki başarı oranı yüksek olacaktır. Başarının bir diğer unsuru da öyküde olması gereken ‘anlam’ meselesidir. İçi boş, öyküdeki kof teklifler öyküsü dil konusunda başarısızlığa iter. Tosun, modern öyküye yaklaşarak, klasik öyküdeki kronolojik sıraya teslim olmayarak ve öyküsünde anlamı öncelediği için ana unsur olan dil kuvvetlidir. Başarı yüksektir ve düşmemektedir.

Kuvvet kazanan dil, anlam ile birleştiğinde anlamda boğulmayan, tökezlemeyen bir yapı kazanıyor. Okur, öyküyle yüzleştiğinde ayrıntı denizinde boğulmuyor. Öykü, okuyucuyu sersemletmiyor. Bu anlatıcının öykü konusunda kolaya kaçtığını göstermez. Aksine, anlatıcı muntazam bir şekilde hüviyet kazanmış olan öyküyü sağlam bir dil ve açık anlatımla okura sunuyor. Öykü başlıyor, kronoloji tali unsurlar olarak yerini alıyor, ana unsur olan dil yanına anlam unsurunu alıp, okuyucu sağ kroşenin ne olduğunu o zaman öğreniyor. Anlatıcı, okuru oyuna getirmiyor ancak öykü anlatıcının. Hikâyeler, bazen istediğimiz gibi veya düşündüğümüz gibi sonuçlanmaz. Okuyucu geriye yaslanır, anlatıcının kroşesinin etkisinde, kendine gelmeye çalışır.

Toplumların istemese de yüzleşmesi gereken gerçekleri vardır. Gerçekler, 7’den 70’e her bireye tesir eder ve izler bırakır. Anlatmak topluma düşer fakat bu ihtiyacın hepsini karşılayamaz bu anlatılanlar. Farklı bir kanaldan, ağızdan dinlemek gerekir yoksa ağrısı hafiflemeyecektir.

İçinde adını koyamadığı bir burukluk vardı. Bir yandan buralara yeniden kavuşmuş olmanın sevinci, diğer yanda da nereden başlayacağını, nasıl karşılanacağını bilememenin kaygısı. Ne diyecekti. Her şeyi sizin için yaptık, ama birden ayağımız kaydı, düştük. Bir bakışa yakalandık. Ama o incitici oyun bitti.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.32]

Anlatıcının öyküye konu ettiği kişi, bu ülkenin hangi tarafına koyarsanız koyun gerçeğidir. İdeolojisi, inancı, rengi ne olursa olsun. İnandığı, peşinden gittiği ve sonra düştüğü. Boşluklar, herhangi bir şekilde kani olduğumuz ve bize tanıdık gelen düşme hali. Yerin üstündeki ağır türbülans.

Slogan attığı, cenaze törenlerine katıldığı yerlerden geçti.” [Otuzüçüncü Peron- Geçit-S.32]

Gidilen yerden döndüğünüzde, gidilen yeri ve olanı anlatmak güçtür. Bu güç durumu, desibeli artmış öfke ve merhamet karışımı bir insana has olan atom bombasıdır.

Küçücük, tertemiz yürekleriyle her şeyi değiştireceklerini sanmışlar ama arkalarında titrek gölgeler, cam kırıkları ve büyük düşler bırakıp yitip gitmişlerdi.” [Otuzüçüncü Peron-Geçit-S.33]

Anlatıcı, büyük düşleri geride bırakıp yitip gidenlerden midir, bu soruyu sorabiliriz ancak cevap verme lüksümüz yok. Şunu söyleyebiliriz; anlatıcı birçoğumuz gibi bu sendromu yaşamış adı hangi darbe olursa olsun anlatıcı yaşananlar karşısında zayiat vermiştir. Bu zayiat durumu, anlatıcıyı yaşanan zamana tanıklık etmeye çağırmış, anlatıcı ancak bu şekilde omzundaki yükü hafifletebilmiştir. Anlatıcı, zamanını anlatmak ve okuyucuya aktarmak konusunda güçlüdür. Korkuya kapılmadan ve sakınmadan bu gerçekleri ifade etmektedir. Okur olarak biz de yaşamaktayız.

Biri bulvara, şehrin merkezine, diğeri otogara doğru uzanıyordu. Kaldığı ev ise tam karşıda, tepedeydi. Dik merdivenle çıkılan mahallesi karanlıklar içindeydi. Bu saatte ıslak ve kaygan merdivenleri çıkmayı göze alamazdı. Sağa doğru baktı. İnsanı rüyalara, umutlara, yolculuklara çağıran otogar ışıl ışıldı. Pek çok otobüs girip çıkıyordu. Hiçbir zaman yolcu olarak girmediği, hep tanıdığı tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna, otogara doğru yöneldi.” [Otuzüçüncü Peron-Ricat- S.49]

Anlatıcının zihnindeki kendine gelebilme, kendini bulabilme konusuna açıklık kavuşturmak istiyorsak ‘karanlık içinde olan ev’ ve ‘ışıl ışıl olan otogar’ ifadelerini seçip almalı ve masaya koymalıyız. Ev, sosyal ve toplumsal hayatımızda güveni ve emin olmayı ifade eder. Uzağa giden, uzak düşen her zaman evi önceler ve bu umutla hayata bağlanır. Ev umut demektir. Anlatıcı, evi tam aksi istikamete koymaktadır. Çünkü ‘eve giden merdivenler ıslak ve kaygandır’ gerçeği vardır. Anlatıcının ifadelerini masaya koyarken meseleye nesnel olarak bakmayın, cisim kazandırmayın. İçimizle/içinizle ilgili olsun bu cisim kazandırma. Kaçmak istediğimiz, yorulduğumuz bir benlik ve kendi oluşumuz var. Islak ve kaygan kendi oluşumuz. Anlatıcı, günümüzle aidiyet sorunu yaşayan toplumun sorununa işaret etmekte. Kendi oluşun, hastalıklı yanlarından kurtulabilmenin reçetesini yazıyor ve ekliyor ‘hep tanıdığı ve tanımadığı insanları karşıladığı o mekâna’ unsurundan kurtuluşu da tanındığı ve tanınmadığı bir insan olarak gitmekte gösteriyor. Anlatıcıya göre, toplumsal kendi oluşun hastalıklı bu yönünden kurtulmanın ilk olmasa da son çaresi nesnel olarak değil kendi içinde ışıl ışıl bir otogar tespit edip gitmektir. Terki terk ederek terki terk.

Anlatıcının kronolojik öykü sistematiğini tali unsur olarak kullandığı ifade etmiştik. Modern öykü kuramı ışığında yapılan mesai sonunun nasıl biteceğini tahmin etme konusunda bizi yanıltıyor. “Otüzüçüncü Peron” isimli öyküde karakter hapisten çıkmıştır. Ancak karaktere, toplumdaki bireyler farklı biri gibi davranır. Taksici, manav, hatta anne dediği karakter bile kendisine ‘buyur bey’ diye hitap eder. Öykü garipleşir, okur olarak ana karakterin rüyada olduğunu düşünürsünüz ancak karakter uyanıktır. Ayrıntılar üzerinden okuru uyanık tutmaya çalışır. Karakter tam belgelerle sırrını ifşa edecekken, anlatıcı ortaya çıkar. Okurun ve karakterin deplasmanda olduğunu hatırlatarak, bir kedi miyavlamasını sebep kılar. İpuçları elinizden gider, okur tüh be der, karakter yoluna devam eder. Karakter, korkulu bir rüyaya kendi olarak dalar, kendi olarak uyanır. Bu karakterin bildiğidir. Yağmur yağmaktadır, gözlerini ovuşturarak uyanır ve elektrik direğine bakar. Direkteki afişte kendi fotoğrafı bulunmaktadır. Ana karakter, çifttir. Hem baba-hem oğuldur. Ayrım şuradadır, baba oğlunun geçmişini bilmemektedir, oğul babanın geçmişini bilmemektedir.

Karşılaşmalar” öyküsünde anlatıcı ana karakteri, yan karakterin ölümü üzerine bir buluşmaya yönlendirir. Ana karakter, diğer yan karakterle ölen yan karakter üzerine buluşmalar sağlar ve ana karakter ölen karakterin ölü bulunduğu eve gider. Ana karakter ve yan ölü karakter ortak özellikleri kalp hastası olmaları, sürekli ceplerinde kalp ilacı taşımalarıdır. Yan ölü karakterin evine gittiğinde, ana karakter yan ölü karakterin nasıl öldüğü sorusuna cevap ararken, anlatıcı öyküdeki karakterlerin yerini değiştirir. Ölü yan karakter, ana karakter boyutuna geçer ve aslında yerde yatan ölü yan karakter değil, ana karakterdir. Ölen kendisidir. Zil çalar, kapıcı gelir. Yan ölü karakter ile ana karakter yer değiştirip, tek karakterde birleşmiştir. Tek ana karakter, zilin çalmasıyla düştüğü yerden kalkar, etrafa dağılan hapları toplar ve kapıyı açar. O esnada, ölen yan karakterin dinlemiş olduğu Bach müziği çalmaktadır. Kapıcı, bu ayki aidatı istemektedir.

Anlatıcının, karakterleri şekillendirmesi ve öyküde konumlandırması kuvvetlidir. Bu teknik, klasik öykünün bize sunmuş olduğu bir gerçeklik değildir. Modern öykü ve öykü kuramının öyküye dâhil olmasıyla başarıya kavuşup, kendine alan açmış bir tekniktir.

Modern şiir, şiir kuramı etkisinde ‘hikâyeleştirme ve romansılaştırma’ teorilerini kullanıp, şiirlerine yerleştirmektedir. Öyküde de, kuramın etkisi ile şiirin öyküye dâhil olmasından söz edebiliriz. Bu kaçınılmazdır çünkü kuram ve alanlar arasındaki etkiden bahsetmemek kuramdan, kavramlardan anlamadığınız anlamına gelir. Tosun’un öykülerinin dil sağlamlığından bahsetmiştik. Bu dil sağlamlığının önemli kazanımlarından birisi de öykülerdeki şiirselleştirmelerdir. Bu şiirselleştirmenin öncelenmesi, öyküyü sağlam kılmakta ve geçerliliğini artırmaktadır. Şunu diyebiliriz; Tosun, öykü kuramından ve öyküden anlıyor.

Sararmış yaprakları toz içindeki çınarlara, her tarafı delik deşik olmuş asfalt yola bakarken, artık burada yaşamıyor olması içini rahatlatmıştı.” [Otuzüçüncü Peron- Sis Çanları-S.51]

Rüzgâr, terden ıslanmış gömleğine, alnına, saçlarına çarpınca, kendini biraz daha rahatlamış hissetti. Tam da mevsimiydi. Hanımeli kokusu iskeleye kadar uzanan bu daracık sokağı doldurmuştu.” [Otuzüçüncü Peron-Aynalar ve Sırlar-S.7]

Anlatıcı, öykü girişlerinde şiirselleştirilmiş ifadeler kullanarak giriş yapıyor. Öykülerin ilerleyişinde bu şiirselleştirilme durumu devam ediyor.

Üzerinde günler söndürülmüş birbir. Kimi yarım bırakılmış, kimi sonuna kadar içilmiş. Filtrelerinde ruj izleri, dudak kanamaları. Küllere boğulmuş izmaritler. İşte ömür bu; boşaltılmayı bekleyen bir kül tablası.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur- S.73]

Bu yağmurlar hiç dinmeyeceğe benziyor.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]

Her şey çürüyecek.” [Otuzüçüncü Peron-Yağmur-S.73]

Örneklemlerimizle, savımızın doğrulunu kanıtlamaya çalıştık. Savlamamızı şöyle devam ettirebiliriz; Tosun şiirden anlıyor ve şiire öykü güzergâhında ikamet açarken bunu başarıyla yapıyor. Şiirselleştirmenin öyküye olan etkisi dozundadır, doz aşımı olmamaktadır. Öykü zayiat görmediği gibi, Tosun’un öyküsü güç kazanmakta ve ana unsur olan dil daha da güçlenip gideceği adrese doğru teyitli bir şekilde yola çıkmaktadır.

Yalnızlık, somurtan bir çocuk gibi karakterlerin yakasından çoğu zaman düşmez. Karakterlere atfedilen yalnızlık, kısmen günümüzle olan hesaplaşmaya karşılık gelmektedir. Karakterlerin geçmişleri, hatırları, sevinçlerinin bugüne dair sağlaması yapıldığında adres teyidi yapılamamaktadır. 180 Km hızla akan bir zaman vardır, karakterler kendi olarak kalmak isterler ancak mekânlar, insanlar, ifadeler, cümleler değişmektedir. Karakter, bu hızla değişime ayak uyduramamakta, şaşkınlık içerisinde olana bitene öfkelenmektedir. Öfkelenme ve şaşkınlık sonrasında sert bir yalnızlık olarak sonuca varmaktadır. Yalnızlık kavramı, anlatıcının öykülerinde bir anafor olmuştur. Karakterler ve anlatıcı yalnızlık ana imge olarak kabul etmekte ve vazgeçilmezler arasına koymaktadır.

‘Yalnızım’ dedi, ‘sessiz bir oda olsun lütfen.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.75]

Görevli bu sesi işitti ama duymamış gibi yaparak ‘Kimliğinizi almak zorundayım’ dedi, ‘Kayıt için gerekli’. ‘Yok’ diye cevapladı adam, ‘Kimliksizim.’ ” [Otuzüçüncü Peron-Park Otel-S.76]

Tosun’un öykülerinde sürekli yalnızlık, gitmek, geçmişe duyulan bir özlem vardır. Karakterler geçmiş olanın güzel hatırları ile birlikte yaşar bu yüzden uyum sorunu yaşarlar. Genel olarak hava kasvetli ve ‘sis’lidir ancak bu okuru boğmaz. Anlatıcı ile birlikte karakterin derdine çare arar. İlaç olmaya çalışır. Anlatıcının da teyit ettiği adres şudur; karakter üzerinden okurun toplumdaki çıkmazdan doğru istikameti bulabilmesidir. Bu yüzden otogarların ışıklarını örnekler. Örneklemeyi yaparken okurun zihnini bulandırmadan yapar. Çünkü kuram dil ve anlam unsurları üzerinden şekillenip, gitmek, yalnızlık, intihar, toplumsal sorumluluk meselelerini ön plana çıkarmaktadır. Karakter üzerinden, anlatıcı kaçmamaktadır. Sosyal toplumun, zaman karşısındaki tepe taklak oluşunu tespit etmekte, önermelerde bulunmaktadır. Necip Tosun bunları yaparken başarılı mıdır? Ziyadesiyle. Ne kadar anlatıcıdan kroşeler yesek de.

İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6

23 Temmuz 2015 Perşembe

Hikâyeye Doğu’dan bakmak

Yakın zamanda yayımlanmış olan Modern Öykü Kuramı ve Öykümüzün Kırk Kapısı’ndan sonra usta öykücü, eleştirmen Necip Tosun, Doğu’nun Hikâye Kuramı ile bu kez Büyüyenay Yayınları’ndan okurunu selamlamış. Kuramla ilgili yazılanların, sıkıcı kitaplar olduğuna dair yaygın bir kanı vardır. Doğunun Hikâye Kuramı için bunu söyleyemeyiz. Akıcı ve anlaşılır cümlelerle, meraklısına çok şey vadeden bu kitapta doğuya dair, öykücülüğe dair pek çok zengin tespitle karşılaşıyoruz. Mesela, Alman şair Goethe ya da Italo Calvino, Genceli Nizamî hakkında neler demiştir? "Bu hikâyelerde batıyı etkileyen derinlik, renklerin hikâyeleri oluşu mudur?" şeklindeki soruların cevabını bu hacimli kitapta bulmanız mümkün. Mesnevî ile ilgili bilmediklerimiz, Bostan ve Gülistan’ın, Osmanlı döneminde ders kitabı olarak okutulması gibi, mühim notlara ulaşmak isteyenlerin başvuracağı bir kitap Doğu’nun Hikâye Kuramı.

Hikâyelerinde dünya ve ahiretin iç içe harmanlandığı Sadî: “Dil hikâye etmeseydi, gönlün sırrından kimin haberi olurdu ki?” diyerek hikâyeyi haklı hale getirir okur nezdinde. “Çünkü başkalarının hata ve kusurlarını konuşmanın bizi iyi bir insan yapmaya yetmeyeceği vurgulanır. İnsanlara her zaman sevgiyle bakmanın, hata ve kusurlarından dolayı kınamamanın gerekliliği öğütlenirken onların erdemlerinden bahsetmenin daha doğru olacağı aktarılır. Yaşanmışlıklar, tecrübeler, ayetler, hadisler bu küçük hikâyelerden çıkarılacak eğitici derslere dönüşür.

Osmanlı yazışma dilini masaya yatıran Necip Tosun; Türkçe, Arapça, Farsça’nın dönem dönem kullanılış biçimlerini incelemiş. Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiğini tesbit etmiştir. Kullanılan dilin, dönemin anlayışını yansıttığını ifade eder satırlarında. Mesela, Fatih’in kendi döneminde Arapça’yı resmi dil olarak kullanılmasını istediğini pek çoğumuz bilmeyiz. Kitabın satırları arasında buna benzer detayları okuyabilirsiniz. Rahatlıkla alanında başucu kitabı olarak gösterilebilecek nitelikte bir eserle karşı karşıya olduğunuzu bir okur olarak fark edeceksiniz.

Geleneksel hikâyenin temel amacını “bilinç aktarımı” olarak nitelendiren Tosun, “çarpılma” ve “keşif” halini yaşarken okurun ciddi bir iç sorgulama eşiğine taşınacağını düşünmektedir. Geleneksel hikâye yazarlarının hedefi ise, bir mihenk taşı oluşturmaktır aslında. Çoğu kez bu; manzum hikâye, menkıbe ve mesneviler yoluyla okura ulaşmayı gerektirir.

Sadece “estetik bütünlük içinde hikâyeleştirir” derken, gerçeğe ait ışığa işaret edildiğini tespit etmektedir. Yazar, “biçimsel mükemmelliği” hedeflerken, “yazarın oluşturduğu yeni durumu” göz ardı edemeyeceğimizin altını çizer. Biçim, öz, estetik ve mutlak tekilliğin getirdiği etkileyici başarı anlatılmaktadır bu kitapta.

Şahname dünya edebiyatında neden bu kadar önemlidir? Meraklısına bu kitapta çarpıcı detaylar açıklanmış. Sanatçı ve iktidar ilişkisini de irdelemiş yazar, bu kitabında:

Hiç kuşkusuz sanat/edebiyatın özerklik alanını bozan, özgür ve bağımsız işleyişine yapılan dış müdahaleler, sanatı, doğasından uzaklaştırır. Sanat üzerindeki her türlü yönlendirme, baskı ve denetimler, sanatsal özgürlük ve özerkliğin temel kısıtlayıcısıdır.

Yazar, yine de Osmanlı’nın “yüksek edebiyat bilincine” sahip ve her biri “divan sahibi” padişahları sayesinde, muhalif sanatçılardan çok, iktidara yakın isimlerden bahsedildiğinin altını çizmiş. Kıssalardaki mesajın ise, “geçmişe değil ileriye, geleceğe dönük olduğunu” söylüyor Tosun. Edebî kabul edilebilirliğinin yanında, “ilahî bir hikâye anlatıcısı”na da dikkat çeker. “Yüksek belagat özellikleriyle kurgulanmış” metinlerin Kur’an’da geniş yer aldığını anlatır kitapta.

Cenknâmeler için ise, “anlatı geleneğimizin bilinçaltını yansıtan” öğeler taşıdığını vurgular Tosun.

Bir dini ve tarihi gerçeği temsil etmedikleri için kurmacanın özgürlükleri hikâyelere yansımıştır.”.

Hamzanâmeler de diğer destan türleri gibi ilgi görmüştür zaman içinde. Meddahlar tarafından her ortamda hararetle anlatılageldiği aşikârdır: “Çünkü Türkler Müslüman olduktan sonra İslam’ın önder isimleriyle ilgili destanlara sahip çıkmış, gerek telif gerekse adaptasyonken de kuşkusuz kendi ruhlarını, anlayışlarını, bakış açılarını destanlara katmış, kendilerine dönüştürmüşlerdir.

Yazar, Fuad Köprülü’nün esprili yaklaşımını “Bütün Türk edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde aktarırken, çok kıymetli eserlere dikkat çekmiştir. Günümüzde ise, destanların durumunu, “Büyük kitleleri ekran başına çeken televizyon dizilerinin, sinema filmlerinin destanların işlevine soyunduğuna kuşku yoktur.” şeklinde ifade eden Necip Tosun, “hikâye anlatıcısı”nın değişime uğrayıp “görselliğe” taşındığını adeta itiraf eder: “Sanki hikâye anlatıcılığı yaşadığımız görsellik çağında hayatiyetini televizyonlarda, sinemalarda sürdürmektedir. Büyük destanlar buralarda anlatılıyor gibidir.

Fantastik bir dünya oluşturulmak istenmektedir ve büyük ölçüde başarılmıştır yazara göre. Hikâyeye dair tanımların, yeniden gözden geçirildiği bu kaynak eserde: “Jorge Luis Borges’e göre yenilik saçmadır. Her şey daha önce yapılmıştır. Yeni bir şey yaratabileceğini sanmak derin bir aldanıştır. Ona göre insanlığın bütün kaderi aynıdır. Aslında hep aynı hikâyeyi anlatırlar, ama değiştirerek.” Bu kitapta Necip Tosun da aynı doğrultuda düşünür ve şöyle der: “Tüm hikâyeler aynıdır, değişen sadece sunumdur.

Doğu ya da batı fark eden bir şey yoktur. Tanım üç aşağı beş yukarı aynıdır: “Öykü artık nazma çekilen bir hikâye anlatmamakta, bizzat kendi yapısını kendi gerekleriyle oluşturmaktadır. Artık öykünün sanat kabul edilmesi için şiir olması gerekmemektedir.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz