19 Kasım 2013 Salı

Hiç kimselerin hikâyesi

Nurdal Durmuş’un “Hiç Sesler” kitabı kasım ayının üçüncü haftasından itibaren raflardaki yerini alıyor. Hem kitabın tüm aşamalarına şahitlik etmiş biri olarak, yanlı birkaç kelam etmek isterim. Çünkü bir yazını sevdiysek zaten oradan bize ilham olunan bir hakikat kırıntısının yandaşı da olmuşuzdur.

“Yazmak, aslında bilmenin değerini başkalarına ulaştırmak için ortaya konulmuş ve hiçbir zaman aşılamayacak büyük bir icattı.”
(Önsöz’den)

Hiç Sesler”, dostun dostla yankılanışı ile açılıyor… Nurdal Durmuş’un “Hiç Sesler”ini, Gökhan Şimşek’in kaleme aldığı önsöz yazısı ile yahut diğer bir değişle “Hiç Kimselerin Hikâyesi”yle görüyoruz önce. Bu ön gösterim ile bir insanın yaşamak parçalarına hazırlanıyor okuyucu. Kendinin aynadaki siretine…

İnsanın yaşamak macerası parçalardan müteşekkilken ve her bir parçası, bir başkasının alakalı-alakasız herhangi bir parçasına değiyorken bir bütün anlatıdan bahsetmek mümkün müdür? Hiç kimseliğe hangi yalın tecrübeden geçiyor yazar, nasıl bütün sesleri Hiç’likle bir kılıyor. Bu, bilinçsiz tecrübenin yazmakla bilinçlendiği, yeşerdiği, göğerdiği sayfalar boyunca pek çok sesin çokluktan Hiç’lik bardağına boşaldığına şahit oluyoruz…

Bilinçsiz tecrüben kasıt, misal böyle bir hakikati söyleten kudretler bütünüdür:

“Nuh son anda bileğimi kavrıyor:
- Çok dünya yutmuşsun! Ama oldu işte. Kurtuldun!”
(Hiç Sesler’den)


Kalbin bin bir gözden oluşan varlığını, insanî olanla hayretle doldurmaktır:

“Ayrıca sen bilmezsin sevgilim: Ben senin ardından çocuk parkının yanındaki çocuk mezarları içinde çok ağladım.”

Belki de deneme türünün tüm nankörlüğü; insanı bir kış günü, hızlı akan bir ırmağa hem susuzken hem de üşürken sokması… Nurdal Durmuş, ikinci kitabı olan “Hiç Sesler” ile aslında sesini gayet yükselterek ruhumuzu titretmeye kaldığı yerden devam ediyor. Tanıklığına, rahatsızlığına, mutluluk ve endişesine kendi yansımamızdan şahit ediyor bizi.

İlk kitabı “Hayata Başlık Atamadım” ile başlayan yazma-okuma serüveni, dünyayı gezdikçe ve aslında dünyadan geçtikçe artarak öyle hiçleşiyor ki -sanırım- bütün seslerin intiharına dönüşüyor. Hakikat karşısındaki suskunluğumuza gönderme mi yoksa dedirtiyor bize misal “Her şeyden önce insandım, unuttum” diyerek…

Geçen sadece zamanmış meğer geçmeyen her şey” derken yaralarımıza doğru gidiyor parmaklarımız.

Kısaca, bir şahit -Nurdal Durmuş- bir başka şahide hiç seslerden bir bohça sunuyor… Deneme raflarında… Orada burada… Okumak isterseniz…

Okumak isterseniz, seslerden kalkar aramızdan, tüm cevaplar aslında her gün okuduğumuz Kâinat kitabında.

Nergihan Yeşilyurt
twitter.com/nergihan

18 Kasım 2013 Pazartesi

İçindeki merak duygusunun peşi sıra sürüklenenlere

Hikâyeleri içinde saklayamayan karakterler, bu hikâyelerin kahramanı olan kayıp şahıslar ve kalbini saran merak hissiyle o kayıp şahısların ardından giden bir garip adam. Matbaa işçisi Cezmi Kara, sessiz sedasız, kendi halinde çalışan ve yaşayan bir adamken çalıştığı yerin bir kuytu köşesinde bulduğu Kayıp Şahıslar Albümü'ndeki yüzlerin peşinde düşünce, bu yüzlere ait birbirinden tuhaf hikâyelerin de girdabına kapılır. Kendisini hakimiyeti altına alan merak canavarının nasıl tehlikeli olduğunun farkına varmaksızın sıradan hayatından sıyrılarak bu hikâyelere ortak olur.

"Yeryüzünde yalnız kalmış ölümlüler arasında şifası olmayan yegâne hastalık, hikâyeleri içinde saklayamamaktır."

Sinemacı ve ressam kimliğini, metinlerine de yansıtan Tayfun Pirselimoğlu, "Kayıp Şahıslar Albümü" isimli romanında içiçe geçmiş hikâyeler, birbirine teğet geçen hayatlar ve kaderleri birbirine bağlı ama bundan haberi olmayan insanları anlatıyor. Kitap ara öykülerle ilerlerken ana öykü de ayrıntılı ve ağır anlatımıyla ön plana çıkıyor. Bu arada sayfalar ilerledikçe ara öykülerin birbirleriyle zincirleme bir şekilde bağlantılı olduğu fark ediliyor. İsimler, şahıslar, olaylar arasındaki kesişmeler okuyucuyu "acaba kaçırdığım bir detay var mı?" hissiyatıyla ara ara önceki sayfalara geri dönmeye zorluyor.

"Meryem" adında bir kadına duyulan akıl ve mantıkla açıklanamayacak tutkulu bir aşk ve u aşkın peşinde kendini kaybeden şahıslar var her öyküde. O yüzden her öykü "Meryem"de birleşirken, ona aşık karakterler de öyküler arasında geçiş yapıyorlar. Bol ara cümleli, bol tesadüflü ve isimli bu öykülerde detaylar zaman zaman yorucu olabiliyor. Bazen kurgunun zorlamaya kaçtığını da düşündürebiliyor. Özellikle kitabın sonuna kadar merak duygusunu dalga dalga artırırken finalde beklenen patlamayı yapamıyor. Ama yine de bir sürü tesadüfi olayı en ince ayrıntısıyla kurguya adapte etmeyi başarmış Pirselimoğlu.

"Sonuçta hayat gereksiz gibi görünen ayrıntıların toplamından başka bir şey değil midir zaten?.."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

15 Kasım 2013 Cuma

İstanbul'u anlamak ve ona inanmak

"Hak yerine getirdi en büyük niyazını: 
Kıldı Ayasofya'da ikindi namazını.
İşte o günden beri Türkün malı İstanbul,
Başkasının olursa yıkılmalı İstanbul."

- Nâzım Hikmet, Sekiz Yüz Elli Yedi

"Deniz, kubbe ve minare denildiği zaman İstanbul demektir. Bunu dünyanın hiçbir yerinde başka türlü anlamlandıramazsınız."
- İsmet Özel, 31 Mayıs 1995, İstanbul Kimin?

Yakın zamanda İstanbul'da yaşanılan hadiselere, gösterilere, eylemlere ve şovlara baktığımızda yine gördük ki, "biliyorum" diyenlerin hiçbirinin bir şeyden haberi yok. Bunu sadece halk nezdinde değil elbette "âlimulema" nezdinde de belirtmek lâzım. Konu İstanbul olunca, İstanbul'un tarihini son 50 yıla yayanların, ne yazık ki İstanbul hakkında konuşacak şeyleri kısıtlı ve dolayısıyla boş oluyor. Konuşmasalar da olur. Yeni bir fikirleri olmadığı gibi, yeni bir söylemleri de yok. Modernizmle postmodernizm arasında sıkışmış ruhları, başlarında kalmamış akılları ve muhtemelen cüzdanlarında kalmış olan vicdanlarıyla İstanbul'un tüm dünyanın bir kriteri olduğunu -bak sen!- hâlâ anlamamış birine İstanbul'u anlatmaya başlamak çok zordur. İbrahim Paşalı bu kitabıyla şunu söylüyor: Kopenhag kriterleri diye bir şey yoktur, İstanbul kriterleri vardır ve kıyamete kadar da olacaktır.

En baştan söylemek gerek, bu kitapta ekonomik, finansal, mimari yahut sanatsal verilerin içine gömüleceğini zanneden ve bu yüzden hâlâ okumayan pişman olur. Paşalı'nın İstanbul Kriterleri'nde aşk da var, buhran da var, neşe de var, hüzün de var, mizah da var. Yani İstanbul var. İstanbul varsa kıymetlidir bu duygular.

"İnsanın sevdiklerini uyurken seyretmekten, saçlarını öpmekten, açılmışsa şayet üstünü örtmekten mahrum olması, doğrusunu Allah bilir, günahlarına kefaret sayılsa yeridir."

"Süleymaniye’nin karşısında, tarihin üstünde bağdaş kurup oturdum tespih çekiyorum: seni seviyorum. seni seviyorum. seni seviyorum."


Bu tip cümleleri yazılarının sonuna mutlaka serpiştiren İbrahim Paşalı'yı daha önce okuyanlar bilir ki kendisi ciddi bir Bosna ("Gençler, evlenmeden önce Bosna'ya gidin!" de demiştir), harikulade sesler seçen ve dinleten bir müzik (Yıllarca radyolarda program yapmıştır) ve eski otomobil (Makam Arabası) âşığıdır. Aşık ile âşık kelimeleri arasında biyolojik, fizyolojik ve ruhsal farklılıklar olduğunu bilmeyen de bu tip aşkları pek önemsemez. Çünkü aşık bir kemik adıdır; âşık ise sevgi duyma hâlidir. İstanbul sevgidir, sevgilidir. Bu yüzden batının da ilgi(!) gösterdiği tek yerdir.

"Meydanlar ve bütün köşeler, doğruları söylediği için dokuz köyden kovulduğunu söyleyen insanlarla dolu. Can sıkıntısından Fransızca kursuna gidenlere, dişlerine tel taktırmış olduğu için utanan ve mecbur kalmadıkça konuşmamaya çalışan genç kızlara, kahvehane köşelerinde her gün evlatlarının hayırsızlığını konuşmalarına azık yaparak günü akşam eden yaşlı babalara, "başkan"ın konuşmasını yazmaya çalışırken tıkanan ve belki bir fikir verir umuduyla kitapları karıştıran danışmanlara, yazardan ilk ismiyle bahsedip yazarın bir cümlesini eleştiren ve böylece kendini iyi hissedenlere..."

İstanbul'u anlamak aynı zamanda Saraybosna'yı, Kudüs'ü, Bağdat'ı, Halep'i, Şam'ı, Musul'u ve Kıbrıs'ı da anlamak Paşalı'ya göre. O bir gece yürüyüşçüsü. El feneriyle değil yüreğinin feneriyle yazmış İstanbul Kriterleri'ni, besbelli. Yazarken hangi derdi esas aldığını da şöyle özetlemiş

"Herkese ama herkese şunu anlatmaya çalıştık her yazıda: Dokuz köyden kovulmasına rağmen, hâlâ şehri bulamamış olanlar "doğruyu söyleyen" olamazlar. Doğruyu bulamamış, şehirli olamamış kişi doğruyu nasıl söylesin? Olsa olsa, kendince, yanlışları söyleyebilir "onuncu köy"ün sakinleri. Köylüler sadece yanlışları, şehirliler hem yanlışları hem de doğruları bilirler. Şehir bir çözümlemedir ve sorunları nasıl ve ne kadar çözdüğümüze şahitlik eder."

İster katılın ister katılmayın. Ortada bir değil bin İstanbul kriteri var ve bu kriterler hem kendimizi, hem vatanımızı hem de dünyayı anlamamız, ama dünyaya uymayıp kendimiz kalmamız için oldukça önemli. Geç kalmadan. Çünkü bir tane İstanbul var, bin değil.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Kasım 2013 Cumartesi

Edebiyata edeple yanalım ki, yanılmayalım

"Delilsiz gidilmez yollar yamandır
Göçtü kervan kaldık dağlar başında."

- Yunus Emre

"Derd ile hursend olan derdine dermân istemez
Zevk-i mihnet bulsa, âşık rahât-i cân istemez"

- Fuzûlî, Hadikat es-Süeda

Edebiyat, hayat ve inanç. Üç kritik hassasiyet. Nurettin Topçu'ya göre insan, üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: Hakikatin, hayrın ve güzelliğin. Eğer bir bağ kuracaksak; edebiyatta hakikat, hayatta hayır ve inançta güzellik aramak, onların peşinde olmak lâzım. İnancı veya değerleri ne olursa olsun edebiyat okuyucusunun, edebiyatı hayatının neresine koyduğu yahut koyması gerektiğine dair bu "ortak" kitabın temel vasfını T. S. Eliot açıklıyor: "Edebi yargı yahut değerlendirme için aynı anda kesin biçimde iki şeyin birden farkında olmamız gerekir: "Neyi sevdiğimizin (veya neden hoşlandığımızın) ve neyi sevmemiz gerektiğinin. Çok az kimse her ikisini bilecek kadar dürüsttür."

Şûle Yayınları'ndan nisan 2011'de çıkan ve şimdiye dek 2 baskı yapan kitabı Kemal Konuşmaz yayına hazırlamış. Üç bölümden oluşuyor, sunuş bölümünde kitabın derdi özetleniyor: "...Bütün bu olup bitenler karşısında tarihinin bu nazik döneminde bu ülkenin insanlarına düşense bir an evvel cehaletten, aymazlıktan, budalalıktan, kurtulmaktır. Eğer bu topraklar üzerinde kalacak ve sendeleyerek, sağa sola yalpalayarak da olsa ayakta kalmayı sürdüreceklerse hiç olmazsa başlarına çorap örenlerin ördükleri çorapları, kurdukları tezgâhları sezecek olgunluğa, çözecek ferasete kavuşmaları gerekir."

İlk bölümün açılışında Honere Daumier'in "Resmi sergiye kabul edilmeyen ressam haykırıyor: İşte bunu geri çevirdiler, cahiller!" anlatımlı, 1859 tarihli bir çizimi var. Charles D. Warner bu bölümde edebiyat ile hayat arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Dolayısıyla çizim, daha yazıya başlamadan zihni kurcalıyor. Eğer "kitaplarla yaşıyorum" romantizmi(?) yapıyorsak, yani kitapların dünyasında soluyorsak oksijeni, aradığımız ve bulduğumuz şey gerçekten oksijen mi buna bakmak gerekiyor. Hayatın kıymetini anlayabilmek, ufku genişletebilmek, daha iyi olmak ve iyi şeyler yapabilmek için edebiyatın konumu her sahada yorumlanıyor Warner tarafından. Siyasette, psikolojide, dinde ve geleneklerde. Özellikle Platon'un (Eflatun, İÖ 427-347) "Yasalar"ı ve Sokrates'in (İÖ 469 - 399) "Devlet"inden gelen yorumlarla birlikte yazı, oldukça güçlense de en büyük gücünü okuyucuyu yormayan üslubundan alıyor.

İkinci ve üçüncü bölümde dönemine damgasını vuran İngiliz şair T. S. Eliot (1888 - 1965), önce "Din ve Edebiyat" sonra da "Edebiyat ve Çağdaş Dünya" konularını sorguluyor. Birinci konudan önce Kathe Kollwitz'in "İhtiyaç", ikinci konudan önce de Pieter Bruegel'in "Ressam ve Müşterisi" adlı resimleri görünüyor. Yazılarla olan uyumları, bu resimler üzerine düşünmek için okuyucuyu zorluyor ve iyi de yapıyor. Eliot özellikle ilk yazısında yazıda ahlâkı arıyor, aranması gerektiğini savunuyor. Bu da okuyucu olarak bizlerin aklına -kaldıysa o kadar aklımız- Mehmed Âkif Ersoy'un "Edepsizliğin başladığı yerde edebiyat biter" sözünü getiriyor. Eliot, şu üç yorumuyla hem zihne hem kalbe aşı yapıyor:

"Edebiyatımızı dini yargılarımızdan ne kadar eksiksiz, ama yine de ne kadar akıl almaz biçimde ayırdığımızı kavrayamadığımız konusunda kati bir kanaate sahibim. Eğer tam bir ayrılma yahut kopma olabilseydi belki bu bir mesele teşkil etmeyebilirdi: fakat bu ayrılma (edebiyattaki sekülerleşme) tam bir kopma değildir ve asla da olamaz."

"İleri sürmek istediğim şey çağdaş edebiyatın bütününün, Dünyevileşme (Secularism) dediğim şeyle çürümüş olduğu, tabiatüstü hayatın anlamının, tabii hayata üstünlüğünün farkında olmadığı, bunu anlayamadığıdır: esas ilgimizin, öncelikli kaygımızın bu olması gerektiğini düşünüyorum."

"Türünün en iyilerini vaktimiz elverdiği nispette okumayı sürdürmeliyiz; fakat bunu bıkıp usanmaksızın kendi ilkelerimize göre eleştiri süzgecinden geçirmeliyiz ve sadece yazarlar ve basında eleştiri yazıları kaleme alan eleştirmenler tarafından ilkelere göre değil."


Eliot ikinci yazısında günümüzü yere seriyor, üzerinden geçiyor, gerektiği yerde çiğniyor. Çünkü konu "Edebiyat ve Çağdaş Dünya". Aman ne çağdaş. Çağ ve daş. Ne kadar arkadaş?

"İnancımız en ince noktalarına kadar sarsılmıştır: sözgelimi artık hiç kimse bilimsel keşiflerin kendiliğinden insanlığın yararına olduğuna kani değildir. İcat yahut buluşlar yaratıcı etkinlikten ziyade yıkıcı etkinlik için zemin teşkil edebilir; insanları işlerinden eder ve tüketimi düşürürken üretimi artırır. Bununla beraber ilerleme öğretisinin özünü muhafaza ediyoruz: içinde yaşadığımız zaman dilimine ihtiyacımız yok."

Şahıs olmanın, ayakta kalmanın ve çamura batmamanın şiirle mümkün olduğunu şair, yeniden belirtiyor:

"Sürekli yeni şiir üretiminden daha önemli meseleler vardır, her ne kadar yeniyi üretmekten kesilen bir halkın eskiyi değerlendirecek gücü de kaybedeceği kaçınılmaz ise de. Önemli olan şiirin yaratımının şahsiyetin muhafazasına, kişinin başka kimselerle, Tanrı ve toplumla ilişkisinin korunmasına dayandığıdır."

Bu sayfa sayısınca incecik ve konusu gereğince oldukça kalın olan kitaptan çıkan sonucu okuyucu belirleyecek şüphe yok ki. Ancak her kafada -neredeyse o kafalarımız- edebiyatın hayatımızın merkezinde olması ve oradan ne olursa olsun ayrılmaması gerektiği de yankılanacaktır. Yankılanmıyorsa, yandık demektir. Edebiyata edeple yanalım ki, yanılmayalım.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

8 Kasım 2013 Cuma

Bir daha denemekten korkmayanlara

"Bana hayatımı unutturan bir şey vardı üstümde… Fazladan bir şey… Aşk." diyor Hakan Günday’ın son romanı "Daha"nın kahramanı "Gaza". Ama ne bir aşk öyküsü ne de gülümseten tatlı anların anlatıldığı bir roman. Daha’dan başka söyleyecek sözü olmayanların öyküsü. Daha az ve daha fazla arasında kalmışların hikayesi... Dahaları üzerlerine yıkılanların anlatısı… Ve Daha, bir daha denerken öğrenen, bir daha çabalarken ölüp dirilen Gaza’nın hayatı. Günday, kitabını Rönesans resminin dört temel ögesini baz alarak bölümlendirmiş. Hikayenin açılma, kapanma, tıkanma, durma, ilerleme ve bitişini bu tekniklere bağlı kalarak anlatmış.

Gaza henüz 9 yaşındayken insan kaçakçısı olmayı öğrenmiş bir çocuk. Her fırsatta kendisine "Babam bir katil olmasa… ben doğmayacaktım" diyen, babasından ölesiye nefret eden ve bu nefreti yıllar geçtikçe katlanarak çoğalan bir çocuk. Hiç küçük olamadan, hiç temiz halini göremediği bir dünyada kendince kendi mücadelesini veren bir çocuk.

Doğudan-batıya umut taşıyan bir köprünün yavaş yavaş yıpranıp hasar alan ve sonunda kopan iplerinden biri Gaza. Kaçakları sırtında, kalbinde, ruhunda taşıyan bu köprünün kendisi aslında.

Daha, Gaza karakterinin nefretinden beslenen bir roman. Pek çok paragrafta kişiler, düzen, toplum ve işleyişe indirilen acımasız giyotinler görmek mümkün…

"Sokağında savaş mı var? Ha? Evinin önünde insanlar birbirini mi öldürüyor? Git, çık, savaş sen de o zaman! Öl, yaralan, sakat kal! Açlık mı var sizin orada? Çocuk yap, onu ye! Kendini ye! Ama kalkıp da dünyanın öbür ucuna gideceğim diye benim hayatıma sıçma!"

Hikaye boyunca Gaza, Hakan Günday’ın eleştirmek istediği ne varsa bunları kırmak, yıkmak ve öldürmek yöntemiyle yapmasını sağlayan bir makine görevini üstleniyor. Hayatının kumandası babasının elinde olan ve tüm çocukluğu boyunca kumandayı ele geçirmek için direnen ve neticede deliren bir makine. Deliren ve önüne gelen her şeyi yerle bir eden…

Anlattığı olaylarda ani çıkışlar ve kırıklar yaratmasıyla tanınan Hakan Günday Daha’da da okurun bu beklentisini karşılıyor ve olaylar kitabın ortalarında bir anda bambaşka bir hal alarak değişime uğruyor. İlk iki bölüm boyunca Gaza, babası, yaptıkları iş ve içinde bulundukları koşullara yoğunlaşan Günday kalan iki bölümde Gazayı yapayalnız bırakıyor ve hikaye Gazanın öfkesine karışan yalnızlık, korku ve delilikle birlikte her bir ara bölümde hızla değişip dönüşerek finale ilerliyor.

"Nefretimi bu dünyadan çıkarınca geriye ne kaldığını bulabilsem, bitecekti bütün bu hikaye."

"Biyolojik gerçekler bir günde değişse ve insan yalan söylediği anda, beyin kanamasından ölse, dünya öyle boşalırdı ki dinozorlara yeniden yer açılırdı."

"Maddenin olmayan bir haliydim, olmaya da niyetim yoktu."

Son kertede yaşı ilerledikçe öfkesi de ilerleyen, öfkeyi doğurup onu yiyen ve bu sayede hayatta kalan bir insan haline geliyor Gaza. Ancak öfkeyle birlikte umudu da doğuruyor. Belki bilinçli, belki bilinçsiz tecavüz ettiği tüm kaçak hayatlardan umuda gebe kalıyor ve Daha bir umudun bir amacın romanı halini alıyor. En önemlisi Kaybettikçe daha çok hırslanan, delirdikçe daha çok akıllanmak isteyen, uzaklaştıkça daha çok uzaklaşmayı dileyen ve bir ölünün peşinden sürüklenerek hayattaki tüm insanları yeniden sevebileceğine inanan bir adamın romanı oluyor Daha…

Günday’ın Daha’sı bu noktadan bakıldığından geçmişin hayaletlerine kezzap dökmeyi, ama o kezzaptan önce döken kişinin içip hayatta kalmayı öğrenmesi gerektiği mesajını veriyor.

"Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, geleceğe doğru yeterince hızlanamamış ve geçmişime yakalanmıştım."

Gaza kurtuluşu simgelerken kurtulamamayı, başarırken başarısız olmayı, insanlardan tiksinirken onlarsız yapamamayı ve salt yalnızlığı resmediyor.

"Sokaktaki hayat fazla kişiseldi. En küçük şey için bile insanlarla yüz yüze konuşmak gerekiyordu. Ancak dünya bensiz de dönebilirdi."

Daha, bir baba oğul öyküsü olması bakımından da önem taşıyor. Aile ilişkileri, babanın oğula sorumlulukları, oğulun babaya görevleri, bunların günümüz aile yapısında nasıl işlediği ve önem sıralaması yapıldığında neyin nerede durduğu gibi soru işaretleri yaratıp okurun kendi kendisini yanıtlamasını sağlıyor.

Hepsinden ayrı düşünüldüğünde Hakan Günday’ın bir diğer farklı özelliğine bu romanda da rastlamak mümkün Hemen hemen tüm kitaplarında eşcinsellik ve ötekileştirilen bireyin sorunlarına dikkat çeken anlatımlara veren Günday Daha’da da büyük ölçüde bu duruma dikkat çekiyor.

Son olarak Daha için Gaza'nın babası Ahad’ın adının tersinden, altüst ettiği bir hayatın altında kalanların anlatısı denilebilir. Bir çocuğun çocukluğuyla bir yetişkinin yetersizliğinden doğan travmanın değiştirdikleri… Gaza’nın dahaları… bir daha bin daha milyon dahalar… Ama bir türlü silinmeyen geçmiş yüzünden hep aynı sona açılan Daha kapıları…

Daha Hakan Günday’ın müthiş edebi zekası ve kusursuz bakış açısıyla taçlanan melankolik ve karanlık bir kitap. Tam da karanlık kış günlerinde okunacak türden.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

4 Kasım 2013 Pazartesi

Neyi kaybettiğini hatırla

"Fırsat el vermiş iken vakti ganimet bilelim
Ömrümüz hâsılını mihr ü muhabbet bilelim."
- Cemâleddîn-i Ezherî

"Zaman: solgun ve gri bir koridordu
Orada çok üşüdüm."

- Birhan Keskin

Geçen zamanın ne kadar farkındayız? Neredeyiz ve ne yapıyoruz? Nasıl bir sahnede rol oynadığımızı biliyor muyuz? Yoksa rolleri reddedip kendimiz olmak, kendimiz kalmak için bir şeyler yapıyor muyuz? Neyin farkındayız? Sorular, sorular ve sorular. Bir şeylerin farkına varabilmek için önce sorulacak sorulara, sonra da verecek cevaplara ihtiyacımız var. Farkındalık değil bu, farkında olmak. Yani önemsemek. Kendimizi.

Tevazu, alçak gönüllü olmak değil; nerede ne yaptığını bilmekten gelir. Biz daha durduğumuz yerin bile farkında değilken, nereye varacağımızı kestirmemiz de mümkün olmuyor. Tüm bu koşullarda, gördüklerimizi anlatacağımız ve derdimize "dertdaş" bulacağımız bir ortam arıyoruz. Arıyor muyuz? Bu arayış bir bela aramaya dönüşebilir mi aynı zamanda? Derdine ortak arayan, belasını da arıyor olsa gerek. Farkında olan, belki de belasını bulmuş olandır. Bunu Şule Gürbüz'e sormak lâzım.

"Bir şairin anlattığı ve yansıttığı dünya benim sürekli bakışımdı. Üstelik onların çoğu bu bakışı zorla satın alırken ya da bir kere şiir yazmayı öğrendikten sonra aynı zehri farklı şekil ve hallerde sadece uyguluyorlardı. onlar, içmeyen uyuşturucu satıcıları gibiydiler. Ben ve bazı benzerlerim şiirin zehriyle ayakta duracak gücü bulamıyor, sallanıp duruyor, her an hasta, her an ölecek gibi, yüzülmüş derimizle ortada duruyorduk. Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."

Şiir yolundan da sağlam geçmiş bir yazarın kalemi bu kez bir şeylerin farkına varabilme yolunda kılavuz olma derdinde. Devayı bulup bulmamak da okuyucunun elinde. "Kambur" ve "Coşkuyla Ölmek" kitaplarından farklı olarak bu kez Şule Gürbüz, canımızı sıkıyor. Çünkü bakıp geçtiklerimizi, gözümüze sokuyor. "N'oldu?" diyor, "Hadi!" diyor, "Buyurun!" diyor. Halil İbrahim sofrası değil bu, dert sofrası. Yerseniz.

"Hiçbir zaman, hiçbir an kendimi unutup, nasıl göründüğümü yok sayamadığımı, geri çekilip çekilip kendime bakmaktan, gördüğümü beğenmeyip ona hayalimdeki şekli vermeye çalışmaktan önümdekini hep ıskaladığımı görüyorum şimdi. "Peki şimdini görüyor musun?" diye sormayın, onun da var en az bir on beş senesi. insanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on-on beş senede bir anlamasından."

Her ne kadar içinde birkaç hikâye varmış gibi görünse de ilk bakışta; bir hikâye, öykü ya da romandan çok deneme-inceleme tavrı var "Zamanın Farkında"da. Kendisinin viyolonselci, mekanik saat ustası ve şair olduğunu biliyoruz. Saat tamirciliğinin bir insanı "zamanı görme" konusundaki ustalığa taşıyacağını da yine bu kitabından rahatlıkla görebiliyoruz. Sanılmasın ki kitap rahatlıkla okunabiliyor. Tam aksine, zor koşullara sokuyor okuyucuyu. Türkçeyi ustalıkla kullanırken, günümüz gençliğinin ağzındaki lakayt üslubu da alaşağı ediyor. Yerin dibine sokuyor, iyi de yapıyor. Ellerine sağlık. Şu cümleye bakarsak da, yine günümüzün rahatlarının rahatını bozacak güzellikler yakalayabiliriz.

"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye'den Tünel'e kadar yürüseydim."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mezar taşında yazan şiiri, "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir anın parçalanmaz akışında" dizelerini hatırlayarak, zamanın farkına varmak gerek. Bir an önce. Dolayısıyla bu yazının başlığı için en uygunu, bir İsmet Özel kitabının adıydı. Mazur görülür inşallah. Hayat, koca bir mazeret zira...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Kasım 2013 Pazar

Elbet aydınlanacaktır günlerimiz

Anlamadım! Ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi?
 Fikret karanlıklar içinde bir nur görüp halkı o nura doğru götürmeye çalışırken siz nerelerde idiniz?

Demiş Mustafa Kemal onun hakkında. Kendisiyle tanışamasa da bütün eserlerini okumuş olduğunu söyleyen Atatürk, “Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkışmayalım.” diye de eklemiş. Sahiden de sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda eşine az rastlanır bir adammış Tevfik Fikret. Öğretmen maaşları kesintiye uğradı diye Galatasaray Lisesi müdürlüğünden istifa eden, oğlunun mürebbiyesine karşı büyük bir hayranlık ve sevgi duysa da karısına olan sadakatinden ödün vermeyen, yalnızca ona şiir yazmakla yetinen, zulmün karşısında, hiçbir gruba ait olmadan tek başına özgürlük mücadelesi veren bir şairmiş.

Hıfzı Topuz’un Elbet Sabah Olacaktır kitabını okuyana kadar bu kadar saygıdeğer bir şairimiz olduğunu bilmiyordum. Elbette ki daha önce Tevfik Fikret şiiri okumuş, kelimelerinden beslenmiştim fakat sansüre karşı olan mücadelede en önde yer alan, yalan ve haksızlığın olduğu yerde karşısındaki kim olursa olsun tepkisini esirgemeyen, meşrutiyet ilan edildikten sonra herkes İttihatçıları alkışlarken,  Padişahın zulmünün bitmesine sevinmesine rağmen İttihatçıların iktidarda nasıl baskıcı bir hale bürüneceklerini öngörebilen bir şair olduğunu bilmiyordum. Atalarının Sakız Adası’ndaki katliam sonrası İstanbul’a getirilerek bir Türk ailesi tarafından yetiştirildiğini de...

Şiir okumak insanın ruhunu besler, evet. Ama bu besin kaynağının içindekileri özümseyebilmek için dizelerin nasıl bir düzen içinde akıtıldığını bilmek gerekir. Ancak o zaman insan o şairle bir olabilir, kullandığı noktalama işaretlerinin bile neden orada olduğunu anlayabilir. Şair aracılığıyla da dönemin sosyolojik analizini yapabilir.


Tevfik Fikret’i ister, ister sevmeyin; eğer II. Abdülhamit döneminde halkın durumunu, aydınların bu baskıcı yönetimde yerini ve II. Meşrutiyet sonrasında değişen güçleri, gazete ve dergilerin sansürle nasıl savaştıklarını merak ediyorsanız,
Elbet Sabah Olacaktır kitabını okumanız gerekenler listesine ekleyin derim. Sonra belki hep birlikte o zamanlarla bugünler arasındaki benzerlikleri görüp bu savaşı vermiş şairlerden, yazarlardan feyz alma vaktinin geldiğini fark ederiz.

Elbet aydınlık olacaktır günlerimiz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio