Dünya hayatının türlü düzenler, oyunlar, aldatmalar, aldanmalar, kıskanmalar içinde geçtiğini, kısacık bir yolculuktan ibaret olduğunu bir büyüğümüzden dinlemeyeli, duymalı ne çok zaman oldu. Şimdinin büyükleri de dünyanın keşmekeşine, albenisine kendini kaptırmış; çocuklarını, torunlarını bu albeniye özendirmekte ve bu keşmekeşliğin içinden çekip almamakta. Mustafa Kutlu, sanki bunu hissetmiş de son kitabı Hesap Günü ile büyük bir eksikliği gidermiş. Hesap Günü, Kutlu’nun bir önceki hikâyeleri gibi sade, akıcı, yalın anlatımıyla okuru selamlıyor.
Hesap Günü, Bedir’in dünyasını anlatıyor. Bedir’in dünyasını anlatıyor gibi görünse de her birimizin hayatlarına ayna oluyor, hayatlarımızdan bir an sunuyor. Yeşilçam tadında bir anlatım olsa da kitapta geçenler çarpıcı ve gerçekçi. Kutlu’nun sinemaya ilgisinin olduğu açık. Bundan olmalı, hikâyeleri sinemaya/filme aktarılabilir cinsten. Kutlu’nun hikâyelerinde karakter zenginliği vardır. Her kesimden bir karaktere rastlamak mümkündür. Zengini, fakiri, bilgilisi, avamı, işinin ehli olanı, beceriksiz olanı, edepli olanı, edepsizliğin dibini bulanı… Hepsi Kutlu’nun öykülerinde dillendirilir. Böylece insan karakterleri konusunda bilgi edinir okur. Karakterlere dair özellikler keşfeder. Kutlu’nun öyküleri yazılmışlıktan çok anlatılmışlık duygusu uyandırır okurda. Öykü boyunca bir anlatıcıdan dinliyormuş hissine kapılırız. Kutlu, öykülerinde sade bir üsluptan yanadır. Söyleyeceklerini dolandırmadan söyler. Öykülerinde tema hikmet üzerine kuruludur. Yaşananların, başa gelenlerin bir hikmeti vardır. Bu hikmeti bulan karakterler huzura ermiş; hikmeti bulamayanlarsa bir türlü tatmine varamamış, pişmanlıklarla dolu bir hayat sürmüşlerdir. Hesap Günü’nün Bedir’i de böyle. Başına gelenlerden ders almaz, olanlarda bir hikmet göremez. Hayatını bir yapboz gibi yaşar. Ciddiye almadan, geldiği gibi… Bir ağacın yere düşen yapraklarını bir o yana bir bu yana savurur gibi… Kutlu’nun öykülerinde merkezde insan vardır. Her zaman insanı tutar ve savunur. İnsanın zaaflarıyla, üzüntüleriyle, başına gelenlerle, ayıplarıyla hiçbir zaman alay etmez, öyküsünün malzemesi yapmaz. İnsanın/insanlığın hâllerini, öyküsünün bir kullanım malzemesi olarak görmez. Bu hâllerden dersler çıkarıcı, bir nevi nasihatler verici bir anlatımı yeğler. İnsanın geçirdiği değişimi anlatır. Bu değişimle birlikte insanın psikolojisini inceler. Bedir’in öyküsünü anlattığı Hesap Günü’nde gençlerin psikolojik durumlarına genel bir bakış yapıyor.
“Ancak disipline gelemiyordu. Onda bir tatminsizlik vardı. Gençlerde genel bir durum. Hiçbir şey onları doyurmuyor. Ne istiyorlar acaba? Ne onlar biliyor, ne biz.”
Mustafa Kutlu, modern hayatın insanlar üzerindeki etkisini öykülerinde işler. Kapitalist düzen, sömürü aracı hâline getirilen alanlar, sömürüden nasibini alan dinî hayat, para hırsının insanın masumluğunu alıp zalimliğini ortaya çıkarması, zenginlik peşinde koşma ve zengin olma hayallerinin kurulması Kutlu’nun öykülerinde karşımıza çıkar. Bedir de öyledir. Çabalar, okur, diploma sahibi olur, yabancı dil öğrenir, yurt dışına gider. Bunların hiçbirisi para etmediği için ticarete atılır. Ortakları onu yarı yolda bırakır, herkes birbirinin kuyusunu kazar. Ticaret hayatına girildiğinde birlikte iş yapılacak olan kimselerin güvenilir olması gerektiğini Bedir’in ticaret hayatında yaşadıklarından anlarız. Hikâye boyunca Bedir’in pişmanlıklarını, özlemlerini, ilk aşkını, ihtiraslarını, tecrübelerini okuruz. Bedir’in yaşamı, dünya hayatının bir oyalanmadan ve oyundan ibaret olduğunu anlatır. Okurda bu konuya dair dikkat uyandırılır.
“İnsan dünyaya kendini kaptırınca zamanın nasıl geçtiğini bilemez. Bir akıntıya düşüp tüm ömrünü koşturarak geçiren çoktur. Belki insanlığın tamamı. Onları uyarıcı peygamberler bile yolunda döndüremez. Velhasıl dünya hayatı “İş” dediğimiz oyun ve eğlenceden ibarettir.”
Bedir’in dünya ve ukba arasında gelip gitmesi en sonunda Alzheimer hastası olmasıyla sonuçlanır. Hırslar, hevesler uğruna bir ömür heba edilir. Bedir’in sürdüğü hayat da heba edilmiş, hesap yokmuşçasına yaşanmış bir ömürdür. Öykü boyunca Bedir, musalla taşından tüm olup bitenleri yorumlamakta ve musallada konuşmaktadır. Yaşanılanlar bir ölünün ağzından anlatılır. Dünyada yapılan hesapların değil, ahretteki hesabın önemi vurgulanır. Nasıl yaşanılırsa öyle ölünür misali yaşamın güzelce yaşanılmasının altı çizilir. Mustafa Kutlu, herkesin kolayca okuyabileceği, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği eserler ortaya koydu. Hesap Günü de bu eserler kervanına yeni katıldı, okurlarını bekliyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
30 Aralık 2015 Çarşamba
Bildiğin Hayat’ın püf noktaları
Kahveler, meczuplar, aşk hali ve kaybolmalar üzerine yazılmış öyküler. Meczup Dursun gider, geriye aşk kalır köyde. Bir ses olur. Ercan Köksal’ın dördüncü öykü kitabı Bildiğin Hayat hayata dair keskin ipuçları veriyor.
Çocuğunu karton bir kutuda morgtan teslim alan bir babanın duyguları nasıldır, ne yaşar derseniz Boş Kutu’yu okuyun mutlaka. Anne ve diğer aile büyüklerinin duygu durumu ikinci plandadır bu öyküde. Babanın da duyguları vardır elbette. Yazarın bu öykülerinde köy kahvelerinin vatan kurtaran o sıcak atmosferine dalmanız mümkün. Gönül Muhasebesi An… ya da İçimdeki Çocuk gibi bir iç hesaplaşmanın olduğu öykülerde çocukluğu çağrıştıran bir objeyle, bir balonla açılan kapıdan, vicdan muhasebesiyle çıkan kişinin durumu özenle işleniyor. Çocuk ve Dondurma öyküsünde de perçinleniyor adeta. Kendisinden yardım isteyen parasız çocuğa dondurma almıyor. Bir başkası aldığında da bu iyiliği niye kendisinin yapmadığını sorguluyor öyküde kahraman. O hayırsever insanı kıskanıyor iyice. Kadıköy Vapuru ayrılanların öyküsü. Martıların ağladığı anlar, geri dönmeyen sevgilinin arasından kalbe dolan pişmanlık hissi, okura yansıyor. Biri vapurla diğeri otobüsle uzaklaşıyor durmadan.
Bildiğimiz hayattan kopmuş, başka bir hayata öykünen kişinin temennilerine kulak vermeli okur. Yirmi Dört Numaralı Koltuk hayata dair imlemelerin devamını getiriyor. Yıllar sonra yaşadığı kasabaya dönen ve eski-yeni insanlara bakarak sevdiğinin izlerini süren, derin düşüncelere dalan bir öğretmenin öyküsü.
Yeni yetme torununun isteklerini can havliyle yerine getirmeye çalışan bir ihtiyarın dükkanda satıcıyı ikna turları konu edilmiş, Merhamet Dilenen İhtiyar adlı öyküde. Okumamış, savrulmaya hazır bir yaprak gibi torun ve de ona beğendiği tişörtü almak için neredeyse yalvaran bir yaşlı insan. Anlatıcının ağzından öykü ilerliyor. Öte yandan Sessiz Ölüm’de ötelere dair bir düşüncesi, maneviyata yapılmış birikimi olmayan bir kişinin son demlerini çırpınarak yapayalnız yaşaması konu edilmiş. Terminal simsarlar, kirli hesaplaşmalar, adresini şaşırmış cinayetlere değinen bir öykü. Vasiyet, onuncu sınıfta bildik hayatı değil de ölümü seçen, ülkücü Elif’in yaşadığı kimlik bunalımını intiharla sonuçlandırması ve annesine bıraktığı etkileyici not: Tabutunun üzerinde Kuran ve Türk bayrağı konulmasını istemesi. İhtiyar Adam Ve Kadın törensiz gömülen kadının dinini sorgulayan köy halkı, Alman eşinin dinini bilmeyen eş, kendisini de dine yakın bulmayan bir adam. Gözyaşı, pişmanlık ve dinsel törenlere dair kafası karışan yaşlı bir insan. İyiliğin Zamanı gurbette çalışan eş, çaresizlik, iyilik değmeden vakitsiz ölen anne, iki küçük çocuğun geride kalışı, parasızlık. İyiliği zamanında yapamayan hayır sahibinin kendiyle muhasebesi. Hepsi Bildiğin Hayat kabaca ve hoyratça yaşandığında insanoğlunun başına gelebilecek işler. Yeterince duyarlı ve iyi kalabilen insanlara işaret ediyor. Hayata dair püf noktalarını tarif eden kitabı, Okur Kitaplığı etiketiyle edinebilirsiniz.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Çocuğunu karton bir kutuda morgtan teslim alan bir babanın duyguları nasıldır, ne yaşar derseniz Boş Kutu’yu okuyun mutlaka. Anne ve diğer aile büyüklerinin duygu durumu ikinci plandadır bu öyküde. Babanın da duyguları vardır elbette. Yazarın bu öykülerinde köy kahvelerinin vatan kurtaran o sıcak atmosferine dalmanız mümkün. Gönül Muhasebesi An… ya da İçimdeki Çocuk gibi bir iç hesaplaşmanın olduğu öykülerde çocukluğu çağrıştıran bir objeyle, bir balonla açılan kapıdan, vicdan muhasebesiyle çıkan kişinin durumu özenle işleniyor. Çocuk ve Dondurma öyküsünde de perçinleniyor adeta. Kendisinden yardım isteyen parasız çocuğa dondurma almıyor. Bir başkası aldığında da bu iyiliği niye kendisinin yapmadığını sorguluyor öyküde kahraman. O hayırsever insanı kıskanıyor iyice. Kadıköy Vapuru ayrılanların öyküsü. Martıların ağladığı anlar, geri dönmeyen sevgilinin arasından kalbe dolan pişmanlık hissi, okura yansıyor. Biri vapurla diğeri otobüsle uzaklaşıyor durmadan.
Bildiğimiz hayattan kopmuş, başka bir hayata öykünen kişinin temennilerine kulak vermeli okur. Yirmi Dört Numaralı Koltuk hayata dair imlemelerin devamını getiriyor. Yıllar sonra yaşadığı kasabaya dönen ve eski-yeni insanlara bakarak sevdiğinin izlerini süren, derin düşüncelere dalan bir öğretmenin öyküsü.
Yeni yetme torununun isteklerini can havliyle yerine getirmeye çalışan bir ihtiyarın dükkanda satıcıyı ikna turları konu edilmiş, Merhamet Dilenen İhtiyar adlı öyküde. Okumamış, savrulmaya hazır bir yaprak gibi torun ve de ona beğendiği tişörtü almak için neredeyse yalvaran bir yaşlı insan. Anlatıcının ağzından öykü ilerliyor. Öte yandan Sessiz Ölüm’de ötelere dair bir düşüncesi, maneviyata yapılmış birikimi olmayan bir kişinin son demlerini çırpınarak yapayalnız yaşaması konu edilmiş. Terminal simsarlar, kirli hesaplaşmalar, adresini şaşırmış cinayetlere değinen bir öykü. Vasiyet, onuncu sınıfta bildik hayatı değil de ölümü seçen, ülkücü Elif’in yaşadığı kimlik bunalımını intiharla sonuçlandırması ve annesine bıraktığı etkileyici not: Tabutunun üzerinde Kuran ve Türk bayrağı konulmasını istemesi. İhtiyar Adam Ve Kadın törensiz gömülen kadının dinini sorgulayan köy halkı, Alman eşinin dinini bilmeyen eş, kendisini de dine yakın bulmayan bir adam. Gözyaşı, pişmanlık ve dinsel törenlere dair kafası karışan yaşlı bir insan. İyiliğin Zamanı gurbette çalışan eş, çaresizlik, iyilik değmeden vakitsiz ölen anne, iki küçük çocuğun geride kalışı, parasızlık. İyiliği zamanında yapamayan hayır sahibinin kendiyle muhasebesi. Hepsi Bildiğin Hayat kabaca ve hoyratça yaşandığında insanoğlunun başına gelebilecek işler. Yeterince duyarlı ve iyi kalabilen insanlara işaret ediyor. Hayata dair püf noktalarını tarif eden kitabı, Okur Kitaplığı etiketiyle edinebilirsiniz.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
14 Aralık 2015 Pazartesi
Cennetten cehenneme: İstanbul ve mimarîmiz
"Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım."
- Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı
"Ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
Hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin."
- İsmet Özel, Üç Firenk Havası
"Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."
- 35/Fâtır-41
Şarkılar Seni Söyler adlı programda (sonradan kitap olmuştur) Ö. Tuğrul İnançer hoca Âşık Veysel'in Kara Toprak şiirini işaret etti. Bu şiirdeki "Karnın yardım kazmayınan belinen / yüzün yırttım tırnağınan elinen / yine beni karşıladı gülünen / benim sâdık yârim kara topraktır" dizelerinin insanın toprağa olan muhtaçlığını açıklayan ve toprak bilincini kavramasını sağlayabilecek en iyi şiirlerden biri olduğunu söyledi. Bu ikâzdan sonra fakir de kitaplığındaki Turgut Cansever külliyatına döndü ve cehennemî İstanbul ekolojisinde belki akıl sağlığına bir ferahlık, bir çâre olma ümidiyle ol kitabı çekip çıkardı: Kubbeyi Yere Koymamak.
Turgut Cansever; 12 Eylül 1921 Antalya doğumlu. Babası Doktor Hasan Ferit Bey, Kasımpaşa Turabi Tekkesi'nin şeyhi. Dedesi Şeyh Ali Efendi ise Bab-ı Ali'nin üst düzey bürokratlarından biri. Cansever cumhuriyet döneminin belki de tek muhalif mimarlarından biri. Öyle ki Adnan Menderes'in karşısına dikilip Vatan Caddesi ve çevresinde yapılacak tarihi eser yıkımını önlemek için her şeyi yapmış ve fakat Menderes'in "3-5 metre için ne olacak canım!" tepkisinden sonra umudunu çokça kaybetmiş bilge bir mimar. Neden bilge mimar? Çünkü onun mimarî anlayışında Konfüçyüs de var, İbn Arabî de. Itrî de var Bach da. Medine de var Bursa da. Mimar Sinan da var Le Corbusier de. Çünkü onun için "İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansıması"olan en büyük fizikî üründür yapı. Bu yapının da muhakkak insan hayatıyla beraber dünyayı güzelleştirecek bir sorumluluğu olmalıdır. Cansever hakkında şunları da söyleyebiliriz: Türkiye'deki ilk sanat tarihi doktora tezinin sahibidir, Türkiye’nin ilk büyük özel mimarlık bürosuyla beraber Mimarlar Odası'nın da kurucuları arasındadır, Beyazıt Meydanı’nın otomobil trafiğine kapatan proje ona aittir. Sadece Türkiye'de değil tüm dünya mimarî çevrelerinde özgünlüğü ve hayata kattığı değerin yanında içinde yaşayanı da hayattan koparmayan Ertegün Evi, Demir Tatil Köyü ve Türk Tarih Kurumu Binası Cansever'e aittir. 22 Şubat 2009'da İstanbul'da vefat eden Turgut Cansever'in cenazesi son derece ilginçti zira projelerini onaylamayanlar da oradaydı, kendisini haklı bulduğu hâlde olan biten çarpıklaşmaya ses etmeyenler de. Bu sebeple kendisi hakkında en güzel yorumu kızı Emine Öğün yapmıştır: "Babam "Yeniden nasıl güzel bir dünya kurarız?"ı sorguladı. 'Onun metodu ne olmalı, tasarım açısından, yaşamamız açısından. Bunları düşündü söyledi, ama hiç kimse dinlemedi. Bu kadar önemsiyorsunuz, ömrü boyunca sadece 14 iş yapabildi. Piyasadaki mimar arkadaşlarımızla kıyaslarsanız bu sayının ne kadar komik olduğunu görmek mümkün. İnşallah bu trajik tarafı söyledikleriyle bütünleşir de vefatı vesilesiyle yeni bir sorgulamayı başlatabiliriz."
Maalesef değişen hiçbir şey yok. Bu ne kadar korku vericiyse, merhum bilge mimarın 20-30 yıl önce söylediklerini şimdilerde yaşıyor oluşumuz da o derece korkunç. Mesela Vizyon dergisine 1993'de verdiği röportajda şunları söylemiş: "Doğrusu, insanları yüceltecek faaliyetler düzenini düşünmeye ihtiyaç var. Farklı kültür düzeyindeki insanları, tümüne hitap edebilen ve baktıkça görüşleri derinleştiren bir eser, gerçek sanat eseridir bence. Çevreyi böyle bir mimarî ile inşa ettiğimiz, müzik, şiir yahut öteki artizanal ürünler bu derinliğe sahip oldukları zaman -sinema, tiyatro ve roman dahil- ve insanları bilinçsiz yakalayıp onları telkinle bir yerlere yöneltmediğimiz zaman, eserle ilişkisinde insan gittikçe derinleşme imkânı bulur. Fark ediyor musunuz, Amerikan kültürünün bütününde nasıl bir Hıristiyan kilisesi kontrolü bulunduğunu? Bütün o değer sistemlerini Türkiye'ye naklediyoruz."
Bugün İstanbul'da yükselen binalara bakıldığında bunun İslam kültürüyle hiçbir alakası olmadığını söyleyememek için çocuk olmak lâzım. Kendini bu bilincin içinde bulan çocuklar bile artık gökdelenlerden nefret ediyor, onları büyülü ve "güzel" bulamıyor. Bizim dinimizde iddialı, kafa tutan, güç gösterisi sunan hiçbir şey güzel değildir. "Allah güzeldir ve güzeli sever" hikmetini kendine kılavuz olarak seçmiş Turgut Cansever 1994'de ise Altınoluk dergisine "İstanbul doğru şekilde teşkilatlandırılmazsa Türkiye hakkında kararlar başka yerde alınacaktır" diyerek son derece ciddi ve siyasi bir meseleye de el atıyor. Bu söz bize İsmet Özel'in "Boğaz köprüleri küfür düzenini azgınlaştırdı" sözünü hatırlatıyor ki katılmamak mümkün değildir. Ama gelin görün ki siyasi rantın ve sevdanın peşine düşen her türlü zevat için bu tip sözler birer paranoyadır. Burada devreye yine bir İsmet Özel sözü giriyor: Bu çağda paranoyak olmayan şerefsizdir... Biz dönelim Cansever'in sözlerinin devamına: "Eğer önümüzdeki otuz sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlama şeklinde devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya hiç imkan kalmayacaktır. Bu yanlış yol devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiç bir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Frankfurt şehri 20 trilyon Türk lirasıyla 20 milyonluk metropolün ulaşım masrafını çözerken biz 10 milyon İstanbulluyu gerçek maliyeti en az 200 trilyon olan harcamaya mahkum ediyorsak, o insanların kendilerini yetiştirmeleri, hayatlarını daha güzel yapmaları, çocuklarına daha fazla ihtimam etmeleri imkanını ellerinden alıyoruz demektir. Bu israfa son vererek bu israfın gerektirdiği kaynaklardan kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde geniş yerler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda adeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke otuz sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin."
21 sene geçmiş bu sözlerden sonra, yine soruyoruz: Ne değişti? Değişen, felaketin artan boyutları oldu. Şehir diye bir şey kalmadı. Metrobüs, metro gibi ulaşım araçlarının yapılmasından memnuniyet duyuyoruz. Oysa bunların bize sunduğu faydanın değeri bir ise, zararı ondur. Yine 1997'de şöyle demiş Cansever: "Bugün batıdan taşınanlara ilaveten, Üsküdar-Yenikapı arasına yapılacak bir tüp tünel ile şehrin doğu yakasından gelecek nüfusun, Taksim-Yenikapı metrosu ile de kuzey ve doğu nüfusunun İstanbul yarımadasına taşınması halinde Süleymaniye, Ayasofya ve Fatih camilerinin yanında gökdelenlerin inşasını hiç kimsenin engelleyemeyeceği aşikardır."
Çok değil yüz sene önce, mimarın biri çıkıp da minarenin yakınlarına ondan daha uzun bir yapı dikse hiç şüphe yok ki mimarlığı elinden alınır, sürülürdü. Tarihe dönelim; 1730'larda III. Ahmed Çeşmesi yapılınca halk sarayı üç gün kuşatıp "bu ne zevksizlik" diye bağırmış, yapıyı aşırı ve rencide edici bulmuş. Çünkü bir ahenk var, denge var, estetik var. Halk bunu benimsemiş, sevmiş ve hatta uygulamış. Bir usta-çırak ilişkisi var, bu artık gelenek olmuş... 1750'lerde biten Nuruosmaniye Camii'ni de halk sevmemiş. Kurşun yerine ilk kez taş alemler kullanılınca çok gösterişli bulunmuş, israf denmiş. Bu caminin Ermeni asıllı Simeon Kalfa yapmıştır ve birçok yerinde kilise motifleri görmenin de mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor ki Emin Işık hoca gibi yaşayan efsanelerimiz bu gibi ince ayrıntıların gayet farkındadır. Artık hakiki Türk evi arayanın -kaldıysa- Bursa'ya bakmaktan başka çaresi kalmadı. Avrupa belediyeleri bile hâlâ adam yollayıp, keşfedip, kendi ülkelerinde o evleri uygulamak için projeler üretiyor. Şimdilerde ise "Hizmet" ve "ihtiyaç" adı altında velîler şehri Bursa katlediliyor. Bunu yapan "mimarlar"ın da onay verenlerin de itikatlarını sorgulamaları gerekiyor. Cansever bu tip mimarlar için yine yıllar evvel "proje mimarı", "rant mimarı", "nakit mimarı" gibi son derece haklı sıfatlar kullanmıştır.
7. baskısını Aralık 2014'te yapan ve dört bölümden oluşan kitap, merhum Cansever'in söyleşilerinden, konferans konuşmalarından ve röportajlarından oluşuyor. Mimarîde aşkın çözümleme, Osmanlı çözümlemesinden postmodernizme, ev'den konuta, habitat ve şehir, kitaptaki bölümlerin isimleri. Yukarıda fakirin misallerini verdiği gibi özellikle 90'lı yıllarda başta İstanbul'da olmak üzere tüm Türkiye'deki dönüşümü ve bunun ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini bu kitabın sayfalarında izlemek, öğrenmek mümkün.
1990'lı yıllarda Marmara'nın tek katlı evlerle (gecekondu) kaplanması gündemdeydi. 1996'da kendisiyle bir söyleşi yapılan Turgut Cansever, bu konuyu açıklığa kavuştururken, tespitlerindeki doğruluğu ta o yıllardan yapabilmesiyle bilgeliğini de yeniden ispatlamış oluyor: "1930'larda göç başladığı zaman bunun ülkeyi felakete götüreceğini o yıllarda Türkiye'de bulunan Alman hoca Kessler fark etmişti. Kessler, bulduğu her kürsüye çıkarak "Bu şehre her gün insanlar gelerek barınmak için gecekondular inşa ederken, Taksim'de merdiven basamakları yapanları vatana ihanetle itham ediyorum" diyordu. Bu umursamazlığı devam ettirenler vatana ihanetle itham edilecek kişilerdir. Bu umursamazlık bugüne kadar devam ettiği için İstanbul'un nüfusu 18 milyon olacak ve o zaman içerisinde nefes alacak yer kalmayacak. İstanbul korkunç bir haydutluk, eşkıyalık şehri olacak. Bugün mevcut asayişin binde biri bile var olmayacak. Bu yalnız İstanbul için geçerli bir şey değil. Bütün Anadolu şehirlerinin aynı felaketle karşı karşıya olduğunu görüyoruz."
Hani Sadettin Ökten, "İnsanın gökyüzüne bakacak vakti olmalı. Edemedim, yetiştiremedim, yapamadım bu hiç bitmez. Hiçbir devirde de bitmemiştir. İnsan dağlara bakmalı, hilkate bakmalı, kendisiyle yalnız kalmalı. Yokluk öyle başlıyor. Varlık zor, varlık çok ağır." diyor ya hem kitaplarında hem söyleşilerinde, işte yıllar evvel İstanbul'u güzelleştirmek için yolları kesiştiği merhum bilge mimar Turgut Cansever de "İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir." diyor 2006 yılındaki bir röportajında. Çünkü: "Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Göğe bakalım."
- Turgut Uyar, Göğe Bakma Durağı
"Ama neler olup bittiğini hiç bir ayetten
Hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
Pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin."
- İsmet Özel, Üç Firenk Havası
"Gökleri ve yer yuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'dır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez. Hiç kuşkusuz O, hoşgörülü ve bağışlayıcıdır."
- 35/Fâtır-41
Şarkılar Seni Söyler adlı programda (sonradan kitap olmuştur) Ö. Tuğrul İnançer hoca Âşık Veysel'in Kara Toprak şiirini işaret etti. Bu şiirdeki "Karnın yardım kazmayınan belinen / yüzün yırttım tırnağınan elinen / yine beni karşıladı gülünen / benim sâdık yârim kara topraktır" dizelerinin insanın toprağa olan muhtaçlığını açıklayan ve toprak bilincini kavramasını sağlayabilecek en iyi şiirlerden biri olduğunu söyledi. Bu ikâzdan sonra fakir de kitaplığındaki Turgut Cansever külliyatına döndü ve cehennemî İstanbul ekolojisinde belki akıl sağlığına bir ferahlık, bir çâre olma ümidiyle ol kitabı çekip çıkardı: Kubbeyi Yere Koymamak.
Turgut Cansever; 12 Eylül 1921 Antalya doğumlu. Babası Doktor Hasan Ferit Bey, Kasımpaşa Turabi Tekkesi'nin şeyhi. Dedesi Şeyh Ali Efendi ise Bab-ı Ali'nin üst düzey bürokratlarından biri. Cansever cumhuriyet döneminin belki de tek muhalif mimarlarından biri. Öyle ki Adnan Menderes'in karşısına dikilip Vatan Caddesi ve çevresinde yapılacak tarihi eser yıkımını önlemek için her şeyi yapmış ve fakat Menderes'in "3-5 metre için ne olacak canım!" tepkisinden sonra umudunu çokça kaybetmiş bilge bir mimar. Neden bilge mimar? Çünkü onun mimarî anlayışında Konfüçyüs de var, İbn Arabî de. Itrî de var Bach da. Medine de var Bursa da. Mimar Sinan da var Le Corbusier de. Çünkü onun için "İslam kültürlerinde cennet tasavvurunun bir yansıması"olan en büyük fizikî üründür yapı. Bu yapının da muhakkak insan hayatıyla beraber dünyayı güzelleştirecek bir sorumluluğu olmalıdır. Cansever hakkında şunları da söyleyebiliriz: Türkiye'deki ilk sanat tarihi doktora tezinin sahibidir, Türkiye’nin ilk büyük özel mimarlık bürosuyla beraber Mimarlar Odası'nın da kurucuları arasındadır, Beyazıt Meydanı’nın otomobil trafiğine kapatan proje ona aittir. Sadece Türkiye'de değil tüm dünya mimarî çevrelerinde özgünlüğü ve hayata kattığı değerin yanında içinde yaşayanı da hayattan koparmayan Ertegün Evi, Demir Tatil Köyü ve Türk Tarih Kurumu Binası Cansever'e aittir. 22 Şubat 2009'da İstanbul'da vefat eden Turgut Cansever'in cenazesi son derece ilginçti zira projelerini onaylamayanlar da oradaydı, kendisini haklı bulduğu hâlde olan biten çarpıklaşmaya ses etmeyenler de. Bu sebeple kendisi hakkında en güzel yorumu kızı Emine Öğün yapmıştır: "Babam "Yeniden nasıl güzel bir dünya kurarız?"ı sorguladı. 'Onun metodu ne olmalı, tasarım açısından, yaşamamız açısından. Bunları düşündü söyledi, ama hiç kimse dinlemedi. Bu kadar önemsiyorsunuz, ömrü boyunca sadece 14 iş yapabildi. Piyasadaki mimar arkadaşlarımızla kıyaslarsanız bu sayının ne kadar komik olduğunu görmek mümkün. İnşallah bu trajik tarafı söyledikleriyle bütünleşir de vefatı vesilesiyle yeni bir sorgulamayı başlatabiliriz."
Maalesef değişen hiçbir şey yok. Bu ne kadar korku vericiyse, merhum bilge mimarın 20-30 yıl önce söylediklerini şimdilerde yaşıyor oluşumuz da o derece korkunç. Mesela Vizyon dergisine 1993'de verdiği röportajda şunları söylemiş: "Doğrusu, insanları yüceltecek faaliyetler düzenini düşünmeye ihtiyaç var. Farklı kültür düzeyindeki insanları, tümüne hitap edebilen ve baktıkça görüşleri derinleştiren bir eser, gerçek sanat eseridir bence. Çevreyi böyle bir mimarî ile inşa ettiğimiz, müzik, şiir yahut öteki artizanal ürünler bu derinliğe sahip oldukları zaman -sinema, tiyatro ve roman dahil- ve insanları bilinçsiz yakalayıp onları telkinle bir yerlere yöneltmediğimiz zaman, eserle ilişkisinde insan gittikçe derinleşme imkânı bulur. Fark ediyor musunuz, Amerikan kültürünün bütününde nasıl bir Hıristiyan kilisesi kontrolü bulunduğunu? Bütün o değer sistemlerini Türkiye'ye naklediyoruz."
Bugün İstanbul'da yükselen binalara bakıldığında bunun İslam kültürüyle hiçbir alakası olmadığını söyleyememek için çocuk olmak lâzım. Kendini bu bilincin içinde bulan çocuklar bile artık gökdelenlerden nefret ediyor, onları büyülü ve "güzel" bulamıyor. Bizim dinimizde iddialı, kafa tutan, güç gösterisi sunan hiçbir şey güzel değildir. "Allah güzeldir ve güzeli sever" hikmetini kendine kılavuz olarak seçmiş Turgut Cansever 1994'de ise Altınoluk dergisine "İstanbul doğru şekilde teşkilatlandırılmazsa Türkiye hakkında kararlar başka yerde alınacaktır" diyerek son derece ciddi ve siyasi bir meseleye de el atıyor. Bu söz bize İsmet Özel'in "Boğaz köprüleri küfür düzenini azgınlaştırdı" sözünü hatırlatıyor ki katılmamak mümkün değildir. Ama gelin görün ki siyasi rantın ve sevdanın peşine düşen her türlü zevat için bu tip sözler birer paranoyadır. Burada devreye yine bir İsmet Özel sözü giriyor: Bu çağda paranoyak olmayan şerefsizdir... Biz dönelim Cansever'in sözlerinin devamına: "Eğer önümüzdeki otuz sene zarfında yeni ilaveler yaparak şehirleri yaygınlaştırmak ve yoğunluğu artırmak suretiyle yoğunluğu artan yörelerin sahiplerine menfaat sağlama şeklinde devam edersek bu ülkede insanca yaşamaya hiç imkan kalmayacaktır. Bu yanlış yol devam ettiği sürece Türk ekonomisi çökecektir. Hiç bir yaklaşım bu israfın önüne geçemez. Frankfurt şehri 20 trilyon Türk lirasıyla 20 milyonluk metropolün ulaşım masrafını çözerken biz 10 milyon İstanbulluyu gerçek maliyeti en az 200 trilyon olan harcamaya mahkum ediyorsak, o insanların kendilerini yetiştirmeleri, hayatlarını daha güzel yapmaları, çocuklarına daha fazla ihtimam etmeleri imkanını ellerinden alıyoruz demektir. Bu israfa son vererek bu israfın gerektirdiği kaynaklardan kat kat az kaynaklarla fakat cennet güzelliğinde geniş yerler inşa ederek yıldız kümesi biçimindeki şehirleri gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu en kısa zamanda adeta savaş verircesine Türk toplumuna anlatmak mecburiyetindeyiz ki, bu ülke otuz sene sonra içinde yaşanmayacak bir cehennem haline gelmesin."
21 sene geçmiş bu sözlerden sonra, yine soruyoruz: Ne değişti? Değişen, felaketin artan boyutları oldu. Şehir diye bir şey kalmadı. Metrobüs, metro gibi ulaşım araçlarının yapılmasından memnuniyet duyuyoruz. Oysa bunların bize sunduğu faydanın değeri bir ise, zararı ondur. Yine 1997'de şöyle demiş Cansever: "Bugün batıdan taşınanlara ilaveten, Üsküdar-Yenikapı arasına yapılacak bir tüp tünel ile şehrin doğu yakasından gelecek nüfusun, Taksim-Yenikapı metrosu ile de kuzey ve doğu nüfusunun İstanbul yarımadasına taşınması halinde Süleymaniye, Ayasofya ve Fatih camilerinin yanında gökdelenlerin inşasını hiç kimsenin engelleyemeyeceği aşikardır."
Çok değil yüz sene önce, mimarın biri çıkıp da minarenin yakınlarına ondan daha uzun bir yapı dikse hiç şüphe yok ki mimarlığı elinden alınır, sürülürdü. Tarihe dönelim; 1730'larda III. Ahmed Çeşmesi yapılınca halk sarayı üç gün kuşatıp "bu ne zevksizlik" diye bağırmış, yapıyı aşırı ve rencide edici bulmuş. Çünkü bir ahenk var, denge var, estetik var. Halk bunu benimsemiş, sevmiş ve hatta uygulamış. Bir usta-çırak ilişkisi var, bu artık gelenek olmuş... 1750'lerde biten Nuruosmaniye Camii'ni de halk sevmemiş. Kurşun yerine ilk kez taş alemler kullanılınca çok gösterişli bulunmuş, israf denmiş. Bu caminin Ermeni asıllı Simeon Kalfa yapmıştır ve birçok yerinde kilise motifleri görmenin de mümkün olduğunu belirtmek gerekiyor ki Emin Işık hoca gibi yaşayan efsanelerimiz bu gibi ince ayrıntıların gayet farkındadır. Artık hakiki Türk evi arayanın -kaldıysa- Bursa'ya bakmaktan başka çaresi kalmadı. Avrupa belediyeleri bile hâlâ adam yollayıp, keşfedip, kendi ülkelerinde o evleri uygulamak için projeler üretiyor. Şimdilerde ise "Hizmet" ve "ihtiyaç" adı altında velîler şehri Bursa katlediliyor. Bunu yapan "mimarlar"ın da onay verenlerin de itikatlarını sorgulamaları gerekiyor. Cansever bu tip mimarlar için yine yıllar evvel "proje mimarı", "rant mimarı", "nakit mimarı" gibi son derece haklı sıfatlar kullanmıştır.
7. baskısını Aralık 2014'te yapan ve dört bölümden oluşan kitap, merhum Cansever'in söyleşilerinden, konferans konuşmalarından ve röportajlarından oluşuyor. Mimarîde aşkın çözümleme, Osmanlı çözümlemesinden postmodernizme, ev'den konuta, habitat ve şehir, kitaptaki bölümlerin isimleri. Yukarıda fakirin misallerini verdiği gibi özellikle 90'lı yıllarda başta İstanbul'da olmak üzere tüm Türkiye'deki dönüşümü ve bunun ne tür felaketlere sebebiyet verdiğini bu kitabın sayfalarında izlemek, öğrenmek mümkün.
1990'lı yıllarda Marmara'nın tek katlı evlerle (gecekondu) kaplanması gündemdeydi. 1996'da kendisiyle bir söyleşi yapılan Turgut Cansever, bu konuyu açıklığa kavuştururken, tespitlerindeki doğruluğu ta o yıllardan yapabilmesiyle bilgeliğini de yeniden ispatlamış oluyor: "1930'larda göç başladığı zaman bunun ülkeyi felakete götüreceğini o yıllarda Türkiye'de bulunan Alman hoca Kessler fark etmişti. Kessler, bulduğu her kürsüye çıkarak "Bu şehre her gün insanlar gelerek barınmak için gecekondular inşa ederken, Taksim'de merdiven basamakları yapanları vatana ihanetle itham ediyorum" diyordu. Bu umursamazlığı devam ettirenler vatana ihanetle itham edilecek kişilerdir. Bu umursamazlık bugüne kadar devam ettiği için İstanbul'un nüfusu 18 milyon olacak ve o zaman içerisinde nefes alacak yer kalmayacak. İstanbul korkunç bir haydutluk, eşkıyalık şehri olacak. Bugün mevcut asayişin binde biri bile var olmayacak. Bu yalnız İstanbul için geçerli bir şey değil. Bütün Anadolu şehirlerinin aynı felaketle karşı karşıya olduğunu görüyoruz."
Hani Sadettin Ökten, "İnsanın gökyüzüne bakacak vakti olmalı. Edemedim, yetiştiremedim, yapamadım bu hiç bitmez. Hiçbir devirde de bitmemiştir. İnsan dağlara bakmalı, hilkate bakmalı, kendisiyle yalnız kalmalı. Yokluk öyle başlıyor. Varlık zor, varlık çok ağır." diyor ya hem kitaplarında hem söyleşilerinde, işte yıllar evvel İstanbul'u güzelleştirmek için yolları kesiştiği merhum bilge mimar Turgut Cansever de "İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir." diyor 2006 yılındaki bir röportajında. Çünkü: "Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
4 Aralık 2015 Cuma
Muhammed İkbâl'in eğitime dair görüşleri
Bir çocuk okula başladığında artık sosyal ve doğal çevresi değişmiş, yeni bir ortama girmiş olur. Bu yeni ortam, çocuğun zihinsel gelişimini, algılama aşamalarını etkiler ve değiştirir. Henüz hiçbir şey bilmeyen bir çocuğu bilgi ile beslemek sanıldığı kadar kolay değildir. En ufak bir hata, telafisi zor sonuçlar doğurabilir. Bu sebeple nasıl bir eğitim-öğretim olmalı konusu ciddî bir şekilde gündemimizde olmalıdır. İnsan eğitimle güzelleşir, serpilir, gelişir. Ahlak, ancak kaliteli ve düzeyli bir eğitim ile olgunlaşır. Muhammed İkbal, kaliteli ve düzeyli eğitimin yine kaliteli ve düzeyli öğretmenlerce kurulacağını söyler. Çünkü her türlü ahlâkî, sosyal ve dinî eğitim kilidi öğretmenin elindedir, ülkenin her türlü gelişmesinin kaynağı öğretmenin kendisini geliştirmesine bağlıdır.
Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.”
Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.”
Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.
Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.”
Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.
Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.”
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Muhammed İkbal’e göre insanlığın tam manasıyla kavranması, insanın sorumluluklarının bilincine tam olarak varması, bencillik ve egoizmden uzaklaşması, kâmil bir insan olmaya çabalaması ancak ahlâkî eğitim ve öğretimle mümkündür. Bu anlamda çocukların eğitimine gereken titizliği göstermeyen her sistem zalimdir ve canidir. Çocukların eğitim ve öğretiminde önlemler alınmazsa o toplum kendi kıyımını elleriyle gerçekleştirmiş ve toplum hukukuna zalimce bir saldırıda bulunmuş olur. Muhammed İkbal, çocukluk dönemlerinin iyi gözlenilmesi gerektiğini vurgular. Gerçek bilimsel metodlarla ciddi ve kaliteli bir eğitim programlaması yapabilmek için çocukta hangi güçler daha önce ortaya çıkıyor, bunun araştırılması gerekir. Dolayısıyla İkbal, hayalî bir eğitim sistemi değil, uygulanabilir bir eğitim sistemi üzerinde durur. Ona göre, sıradan bir zekâya sahip biri bile bu “uygulanabilir sistem”den faydalanabilir. Çocukluk dönemine özgü davranışlar, eğitim binasının temelidir. “Mimar ilk tuğlayı eğri koyduğunda / Onun duvarı Süreyya’ya kadar eğri gider.”
Çocuklar, belirli bir şeye uzun bir süre odaklanamazlar. Dikkatleri çabuk dağılır. Hem bedensel güçleri hem de akıl güçleri aynı noktada uzun süre kalmaya elverişli değildir. Eğitim metodunda bunun göz önünde bulundurulması gerekir. İkbal, derslerin uzun tutulmaması ve daha küçük parçalara ayrılarak işlenmesini öngörür. Görme, dokunma, inceleme çocukların dersleri kavramaları açısından çok önemlidir. Hayatta tecrübe kazanmak gibi çocuk da derste görerek, dokunarak, duyarak, inceleyerek nesnelere karşı tecrübe kazanır. İkbal’e göre her bir duyuya yönelik uygulamalar yapılırsa çocukta nesnenin şekli hakkında tam bir bilgi oluşur. Ayrıca çocuğun dikkati, nesnelerin rengine de çok duyarlıdır. Cansız renkler çocukların ilgisini çekmezken canlı renkler çocukta merak ve ilgi uyandırır. “Bundan dolayı çocuğun ilk derslerinin renkli nesnelerle ilgili olması gerektiği kuralı oluşturulmuştur.”
Çocuklar taklit ederek öğrenmeye çalışır. Anne, baba, kardeş ve etrafındaki en yakın kişi çocuğun taklit ettiği ve zamanla onlara benzemeye başladığı kimselerdir. İkbal, çocuğun taklit yönünü göz önünde bulundurarak öğretmenin çocuğun önünde örnek bir kişilik sergilemesi gerektiğini vurgular. Toplumda mümessil olacak kimselerin artması isteniliyorsa önce öğretmenler kendilerini yetiştirmeli, daha sonra eğitimiyle ilgilendikleri çocuklardan iyi birer insan olma liyakatini beklemeliler. Çocukların hayal gücü, inanılmaz boyutlardadır. İkbal, hayal gücünün geliştirilmesini, derslerde hayal gücünü harekete geçirici çalışmalar yapılmasını söylerken çocuklardaki hayal gücüne uygun sınırlar getirilmesini de söyler. Çünkü hayal gücü başıboş bir şekilde ileri bir düzeye çıkarsa çocuğun akıl sağlığı zarar görebilir.
Çocuğun aldığı her ders, onun ilerleme grafiğini gösterir. Her ders, çocuk için anbean gelişme ve ilerleme safhasıdır. Dersler, çocuğa olumsuz bir zaman dilimi olarak yansıtılmamalı, çocuk öğretmeninin kendisi için bir kılavuz olduğunu hissetmeli, duyumsamalı. Derslerde hem bedensel hem de ruhsal gelişimi destekleyecek bilgiler verilmeli. İkbal, iyi bir eğitim sisteminin bedensel ve ruhsal güçleri eşit bir şekilde besleyebilen bir sistem olduğunu söyler. Çünkü “kâmil eğitim sisteminin amacı, pek çok bilimsel veriyi beyine depolamak değil, manevî bütünde saklı tüm güçleri ortaya çıkarmaktır.” İkbal, sağlıklı bireylerin yetişmesinin özverili öğretmenlere bağlı olduğunu savunur. Öğretmen bilinçsizse o eğitimden çıkan çocuklardan bir şeyler beklemek o çocuklara haksızlık olur: “Eğitimciler, mesleklerinin kutsallığı ve önemi doğrultusunda eğitim tarzlarını üst düzey bilimsel metodlara dayandırmalıdır. Bu metodlar sayesinde, ısısında ulusları en üst noktaya ulaştırabilecek o siyasî ve toplumsal yeşermenin saklı olduğu gerçek bilim aşkının doğacağı kesindir.”
Hece Yayınları'ndan çıkan Makaleler kitabı, Muhammed İkbal’in tam otuz makalesini okurlara aktarıyor. Seyyid Abdulvahid Mu’inî tarafından derlenen makalelerin çevirisi Celal Soydan tarafından yapılmış. “Çocuk Eğitimi” makalesi ise, Makaleler kitabının girişinde yer alıyor. İkbal’in çocuk eğitimine verdiği önemin göstergesidir bu. Söz konusu makalede on bir maddeyi takip ettiğimizde Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbegoviç gibi isimlerin çocuk eğitimine bakışlarına benzer yaklaşımlara rastlıyoruz. Muhammed İkbal’in “Çocuk Eğitimi” başlıklı kısa makalesi, on bir maddede bir eğitim tasarısı sunuyor. Her bir maddenin hakkını vermek, her bir maddeyi uygulamaya koymak aslında çok kolay.
Ne ki günümüzün eğitimcileri prosedür işlerinden başlarını kaldırıp asıl meseleye bir türlü odaklanamıyor. Milli Eğitim, personel ve bina masraflarından asıl işi olan eğitim programıyla meşgul olamıyor. Öğrencileri ve öğretmenleri pasif olan bir eğitim sisteminden âtıl bireyler çıkar. Arzu edilen atılgan bireylerdir oysa. Çocuklarını ihmal eden bir ailenin parçalanması gibi toplum çocuklarını ihmal eder, onların eğitimine gereken özeni göstermezse parçalanır, kalkınamaz, üretemez, daima dışarıya bağımlı hâle gelir. İkbal, tasarladığı eğitim sisteminde buna dikkat çeker ve şöyle der: “Gerçeği söylemek gerekirse ulusun yücelmesinin kökleri çocuk eğitiminde yatar.”
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
1 Aralık 2015 Salı
Renksizlik meselesinin köklerine inmek
Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Doğan Kitap tarafından 10. baskısını yapan festival tadında bir roman. Japon sürrealist romancılığının ustası olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin 316 sayfalık hikâyesini yazarın kendi tarihindeki en gerçekçi anlatı olarak kabul edebiliriz.
Ana karakter Tsukuru’nun karanlık dönemiyle başlıyor roman. Ölmek isteyen bu ilginç adamın masumiyeti, çocukluğu, aidiyet duygusu ve itilmişliğinin kıyılarına çekiliyor okur. Murakami ilk bölümden bireyci bir anlatımla yol alacağının sinyallerini veriyor bu sayede. Bir başlangıca yakışan ne varsa ona sahip kitabın birinci bölümü. Hafif, lezzetli ve sonrası için merak uyandıran cinsten hoş bir atıştırmalık.
Toplam 19 bölümden oluşan Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kendi içerisinde tasarlanmış bir plana sadık kalınarak yazılmamış olduğu izlenimini veriyor. Zira hikâye sık sık kesintiye uğratılıp geçmiş, gelecek ve bugün arasında yer değiştiriyor. Böylece bölümler açıldıkça konu da açılıyor. Yazar örgüyü allak bullak edip okuru sıkmadan tatmin edici düzeyde bir merak duygusuyla ipi sonuca doğru çekiyor. Murakami ortak felaket ve hüzünlerin komünü olarak anılan Japon ırkı önyargısını kırmak istiyor olmalı ki tüm metin Tsukuru’nun kişisel mücadelesi üzerinden bu önyargıya ateş püskürtüyor.
"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."
Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.
Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:
"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."
Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.
Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.
Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.
"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."
Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."
Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.
Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:
"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."
Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.
Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.
Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.
"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."
Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
25 Kasım 2015 Çarşamba
İstanbul'un kaybolan meslekleri, görünmeyen mekânları
"Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
...
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
Senin karşında,
Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
- Turgut Uyar, Terziler Geldiler
Küçükken "Bak okumazsan seni kaportacının yanına veririm", "Uslu ol yoksa doğru fırıncıya", "Bizim ayakkabıcı da çırak arıyormuş he ona göre" gibi tatlı(!) tehditlerle korkutulurduk. Özellikle karnelerde zayıf bol olunca, okuldan disipline aykırı şikayetler gelince, yaz tatilinde çıldırasıya günler geçirince... Oysa bu mesleklerin tarihi arka planını, gelişim sürecini, neden kaybolmaya yüz tuttuğunu büyüsek de pek umursamadık. Ne zaman ki İstanbul'un kapitalizm, modernizm ya da nice izmlerle yok olageldiğini gördükçe biz de mesleklerin ve mekânların farkına varmaya başladık. Aslında ne zaman başımızı akıllı cihazlardan göğe kaldırma yahut toprağa çevirme hüneri göstersek, İstanbul'la birlikte geçmişimizle beraber geleceğimizin de karardığını, silikleştiğini ve anlamın kaybolduğunu görebiliriz. Sadece "bakıp" geçtiğimiz için artık "görmemeye" sebep olan her şey etrafımızı çevirdi.
Siz bakmayın yaşı 70'e gelenlerin "İstanbul bitti, çoktan bitti" demesine. Onların zamanında İstanbul'un her yanı güzeldi, asıl maharet şimdi İstanbul'un kaybolmaya yüz tutmuş güzelliklerini bulmak, keşfetmek. Petrus Gyllius 500 yıl önce şöyle demiş: "Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnızca İstanbul ölümsüzdür. İnsanoğlu İstanbul'da yaşadıkça ve kenti imar ettikçe, İstanbul var olacaktır."
Rita Ender, 85 kişiyle 80 farklı mekânda görüşmüş. Esasen hem kaybolması an meselesi olan meslekleri hem de Türk toplumunun ve bilhassa İstanbul'un bir zamanlar nasıl yaşadığını da belgelemiş. 480 sayfalık "Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekânlar" kitabı, Reysi Kamhi'nin resimleri ve Berge Arabian'ın fotoğraflarıyla zenginleşmiş. "Bazı meslek ve zanaatların yok oluşu, doğrudan doğruya Türkiye’deki Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun azalmasıyla ilgili bir kayıp, bir eksilme." diye düşünse de Rita Ender, bana göre tam da öyle değil ve hatta böyle bir şey pek mümkün değil. Zira bu topraklarda bilhassa Anadolu'da asırlarca âhilik teşkilatı; ustalık ve çıraklık kurumlarını ayakta tutmuş, yine asırlarca mesleklerin ayakta kalmasına ve gelenekten geleceğe sürmesini sağlamıştır. Bunu sadece bir mesleki kuruluş olarak değil hem ahlak hem de eğitim olarak görev bilmiş. Kitapta bunun ispatı kendiliğinden vardır, bazı meslekler hatta birçok meslek ustadan çırağa, kalfaya geçer, okuldan öğrenilmez. Sahafın, turşucunun, gramofon tamircisinin, bozacının, baklavacının, baharatçının, pulcunun, manavın, muhtarın, kırtasiyecinin, dolmakalem tamircisinin, fırıncının, simitçinin, kaymakçının okulu olmaz, ustası olur. Ne öğrendiyse aynen sürdürür ve eğer merakla birlikte kabiliyet varsa, bu meslekler evlatlar vasıtasıyla uzun zaman sürer. Rita Ender'in bazen bu ve buna benzer söylemler üzerinde fazla durması, kitabı sanki "azınlıkların İstanbul'daki hâli" gibi kılmış. Zira onlarca meslek erbabıyla görüşülmüş ancak bunların çok azı Türk. Oldukça fazlası Rum, Ermeni ve Yahudi. Burada bir sevgisizlik yakalamak istemiyorum zira aklıma vaftiz, düğün ve cenaze gibi törenlerin organizasyonunu yapan Berç Kaç'ın söyledikleri geliyor: "Müslümanların cenazeye yaklaşımı bambaşkadır. Tanısın tanımasın koşar, tabuta omzunu atar. Dinî vecibesini yerine getirir; helallik alır, helallik verir. Bizim Ermenilerde, Rumlarda, Katoliklerde de sevgi saygı elbet vardır ama kişi kendini ne kadar sevdirdiyse cenazesi o kadar kalabalık olur. Dolapdere'de at arabası ile kavun karpuz satan Artin vardı. Artin öldü, kilise bir kalabalık bir kalabalık! 200 kişi filan var. 200 kişinin, 10 kişisi Ermeni, 190 kişisi Müslüman; manav, kasap, bakkal... Dolapdere halkı; hepsi birden Artin'in cenazesine geldi."
Rita Ender'in bir hatası da -ya da aşırı duygusal yaklaşımı diyelim- tüm bu azınlıkları "İstanbul'un eski sahibi" olarak nitelemesi. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül (1955) Olayları ve zamanla gerçekleşen göçler elbette İstanbul'daki nüfusta önemli değişimlere sebep oldu. Yeri geldi meslekler farklı mekanlara taşındı, mekanların yöneticisi değişti ama gelenekler hep sürdü. Röportaj yapılan her meslek erbabına son soru olarak "Sizden sonra biri devam edecek mi? Yetiştirdiğiniz biri var mı?" sorusunun cevabının sürekli olumsuz olması, elbette dönemin şartlarıyla doğrudan alakalı. Mesela Büyükada'da yüzyıldır devam eden faytonculuk neredeyse sonra ermek üzere. Adada arabayla ulaşımın serbest bırakılması gündemde. Bu durumu babadan faytoncu Kevork Beyleryan şöyle özetliyor: "Kaldırmaya uğraşıyorlar, kaldıramıyorlar. Buraya elektrikli araç getirmek ve rant sağlamak istiyorlar. Ada halkı istemiyor. Sonunda "faytonlar kalacak" dendi. Ada'nın sembolüdür onlar. Kalkması Ada için büyük kayıp olur. Turist geliyor, fotoğraf çektiriyor, atları seviyor. Otomobilde ne yapacak?"
Fakir gibi daima yolda olmayı isteyenler için güzel arayışlara, güzel buluşlara da sebep olabilir röportajlar. Mesela ben dolunayda ve lodosta çok etkilenirim; başım ağrır, uykum kaçar, agresif ve geçimsiz olurum. Bu yüzden ağrı kesici dışında lavanta kolonyası, Seylan çayı ve filtre kahve stoklarımı kontrol eder, gerekli önlemlerimi alırım. Kolonyalarını çok beğendiğim Rebul Eczanesi'nden eczacısı Mehmet Müderrisoğlu hem kolonyalarının hikâyesini anlatmış hem de meşhur lavanta kolonyaları hakkında şöyle demiş: "Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir, Bulgar'dır. Lavantanın özelliği, antiseptik olmasıdır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, onun iyileştirici etkisini görürsünüz. Lavanta esansının bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa lavanta kolonyası döktünüz mü daha derin uyursunuz, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir! Ben duş yaptıktan sonra sabahları böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden. Ben müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok. Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur. Bir de şunu söyleyeyim; herkes sevmez lavantayı. Üniversite mezunları, klasik müzik sevenler, jazz dinleyenler, firmaların executive (yönetici) sınıflarındaki kişiler lavantayı kullanır.". Bağdat Caddesi'nde 35 senedir çiçek satan Filiz Kiraz ise "Lavanta iyidir; uykuya iyi gelir. Suda kaynatıyorlar evde koku yapıyor, çamaşırlara koyuyorlar; her derde deva yani." diyor.
Tüm dönüşüme, gelişmeye(?) ve kaybolmaya rağmen mesleğinden vazgeçmeyenler de var. Sahaf Simurg'un sahibi İbrahim Yılmaz "Bu efsunlu ruhlar şehrinin hafızası, sahaflıkta gizli" diyor. Taksim'de 1950'den beri var olan bir lostra dükkanının başında bulunan Seher Örenler -ki kadın lostracı bulmak çok zordur- yurtdışından "Acaba hâlâ duruyor musunuz?" diye gelenler olduğunu söylüyor, zira eskiden insanlar bir ayakkabı alır ve sorun oldukça onu tamir ettirirlermiş. Şimdi çöpe atımlık, bir senelik ayakkabılar üretiliyor. Malum, Çin malı her yeri işgal etmiş durumda. Estetikten ve kaliteden anlama seviyemiz yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla dinlediğimiz müzik de bir gürültü, metal bir yığından ibaret. Terk ettiğimiz tüm değerlerimizi mumla arayacağımız günler yakın değil, biz o günlerdeyiz. Kapalıçarşı'daki gramofon tamircisi Mehmet Usta ne güzel anlatıyor: "Beni en çok rahatsız eden şey bu terk edilme olayı. Düşünün; bir gramofon sizin acı günlerinize, sizin mutlu günlerinize müziği ile eşlik etmiş, aşklarınıza eşlik etmiş, hatıralarınız var ve siz onu modası geçiyor diye çatıya koyuyorsunuz... Gramofon çatıya konarken, aslında başka bir şey daha oluyor: Klasik Türk sanat müziği yavaş yavaş yerini hafif müziğe, arabeske terk etmeye başlıyor. O güzelim besteler, o Allah vergisi sese sahip sanatçıların yerini daha kimyasal bir musiki alıyor... Bunu en doğal şekilde gramofondan alırsın çünkü gramofonun temel ayağı doğallıktır. Bir Mario Lanza veya bir Frank Sinatra, bir Louis Armstrong bunlar doğal sanatçılardır. Münir Nurettin, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Hafız Kemal, bunları hepsi Allah tarafından özel seçilip kendilerine ses bahşedilmiş kişilerdir. Gramofondaki özellik de bu işte. Doğal. Katkısı yok, amfisi yok, beslemesi yok, 100 sene de geçse bu yüzden ayakta kalır."
Bir makinistin heyecanı, bir çanta tamircisinin işini yaparken aldığı keyif, bir oyuncakçının eski tahta oyuncak dönemlerinden bahsedişi, çini ustasının "Tarih olduk be.." deyişi, bir koşerin en çok Müslümanların ondan yemek yemeyi tercih etmesi karşısındaki sakinliği... Kitabın satırları arasında uzun soluklu bir İstanbul tarihi okuması yapmak mümkün. Yıllarca kahvaltı sofrasına oturup bol fırça yediğimiz Pando Pandeli Şestakof, nam-ı diğer Kaymakçı Pando'nun Beşiktaş'ı tercih etme ve başka şube açmama sebebi olarak "Buradan bir adım atarsan her şey kaybolur, âdet bozulmaz, görüntü biter" demesi bile yetiyor, her şeyi anlatıyor. Son dönemde en üzüldüğüm mekan kayıplarından biridir, 119 yıllık Kaymakçı Pando'nun kapanması. Sebep? Dükkan sahibinin tahliye kararı aldırması. Çünkü orası "değerli" bir yer, "anlamlı" bir yer. Dolayısıyla "para getiren" şeyler lâzım değil mi İstanbullu...
Kitabı bitirdiğimde uzun bir belgesel izlemiş gibi hissettim kendimi. Değişen İstanbul, yok olan geleneklerimiz, yok edilen müziğimiz, mesleklerimiz ve kaybolan mekanlar, mekanlarımız. Tüm bunların hepsi aklıma bir dönemin panoramasını mükemmel derecede anlatan o İsmet Özel şiirini getirdi. Hani "serbest düşünme zamanı geçti artık / şimdi mesai saati" diyor ya Ils Sont Eux adlı şiirinde. Son mısralarını mırıldandım: "Anneleri / mutfakta kalan son bakır sahanı / alüminyum olanıyla değiştirdi / mesainin bitimine on kala / istifa etti vali / çamurlu bir yoldan / yayan yürüdü sınıf arkadaşı / olan nalbantın dükkanına / alay komutanı oğlu için / otomobil satın aldı / mercury marka / kış geçti, öksürük haplarıyla / geçti cumartesi / hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için / herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti / incir… yarpuz… karamela… / la havle ve la kuvvete illa billah."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.
...
Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
Senin karşında,
Alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."
- Turgut Uyar, Terziler Geldiler
Küçükken "Bak okumazsan seni kaportacının yanına veririm", "Uslu ol yoksa doğru fırıncıya", "Bizim ayakkabıcı da çırak arıyormuş he ona göre" gibi tatlı(!) tehditlerle korkutulurduk. Özellikle karnelerde zayıf bol olunca, okuldan disipline aykırı şikayetler gelince, yaz tatilinde çıldırasıya günler geçirince... Oysa bu mesleklerin tarihi arka planını, gelişim sürecini, neden kaybolmaya yüz tuttuğunu büyüsek de pek umursamadık. Ne zaman ki İstanbul'un kapitalizm, modernizm ya da nice izmlerle yok olageldiğini gördükçe biz de mesleklerin ve mekânların farkına varmaya başladık. Aslında ne zaman başımızı akıllı cihazlardan göğe kaldırma yahut toprağa çevirme hüneri göstersek, İstanbul'la birlikte geçmişimizle beraber geleceğimizin de karardığını, silikleştiğini ve anlamın kaybolduğunu görebiliriz. Sadece "bakıp" geçtiğimiz için artık "görmemeye" sebep olan her şey etrafımızı çevirdi.
Siz bakmayın yaşı 70'e gelenlerin "İstanbul bitti, çoktan bitti" demesine. Onların zamanında İstanbul'un her yanı güzeldi, asıl maharet şimdi İstanbul'un kaybolmaya yüz tutmuş güzelliklerini bulmak, keşfetmek. Petrus Gyllius 500 yıl önce şöyle demiş: "Tüm kentler zamanın erozyonuna uğrayacaktır. Yalnızca İstanbul ölümsüzdür. İnsanoğlu İstanbul'da yaşadıkça ve kenti imar ettikçe, İstanbul var olacaktır."
Rita Ender, 85 kişiyle 80 farklı mekânda görüşmüş. Esasen hem kaybolması an meselesi olan meslekleri hem de Türk toplumunun ve bilhassa İstanbul'un bir zamanlar nasıl yaşadığını da belgelemiş. 480 sayfalık "Kolay Gelsin: Meslekler ve Mekânlar" kitabı, Reysi Kamhi'nin resimleri ve Berge Arabian'ın fotoğraflarıyla zenginleşmiş. "Bazı meslek ve zanaatların yok oluşu, doğrudan doğruya Türkiye’deki Rum, Ermeni, Yahudi nüfusun azalmasıyla ilgili bir kayıp, bir eksilme." diye düşünse de Rita Ender, bana göre tam da öyle değil ve hatta böyle bir şey pek mümkün değil. Zira bu topraklarda bilhassa Anadolu'da asırlarca âhilik teşkilatı; ustalık ve çıraklık kurumlarını ayakta tutmuş, yine asırlarca mesleklerin ayakta kalmasına ve gelenekten geleceğe sürmesini sağlamıştır. Bunu sadece bir mesleki kuruluş olarak değil hem ahlak hem de eğitim olarak görev bilmiş. Kitapta bunun ispatı kendiliğinden vardır, bazı meslekler hatta birçok meslek ustadan çırağa, kalfaya geçer, okuldan öğrenilmez. Sahafın, turşucunun, gramofon tamircisinin, bozacının, baklavacının, baharatçının, pulcunun, manavın, muhtarın, kırtasiyecinin, dolmakalem tamircisinin, fırıncının, simitçinin, kaymakçının okulu olmaz, ustası olur. Ne öğrendiyse aynen sürdürür ve eğer merakla birlikte kabiliyet varsa, bu meslekler evlatlar vasıtasıyla uzun zaman sürer. Rita Ender'in bazen bu ve buna benzer söylemler üzerinde fazla durması, kitabı sanki "azınlıkların İstanbul'daki hâli" gibi kılmış. Zira onlarca meslek erbabıyla görüşülmüş ancak bunların çok azı Türk. Oldukça fazlası Rum, Ermeni ve Yahudi. Burada bir sevgisizlik yakalamak istemiyorum zira aklıma vaftiz, düğün ve cenaze gibi törenlerin organizasyonunu yapan Berç Kaç'ın söyledikleri geliyor: "Müslümanların cenazeye yaklaşımı bambaşkadır. Tanısın tanımasın koşar, tabuta omzunu atar. Dinî vecibesini yerine getirir; helallik alır, helallik verir. Bizim Ermenilerde, Rumlarda, Katoliklerde de sevgi saygı elbet vardır ama kişi kendini ne kadar sevdirdiyse cenazesi o kadar kalabalık olur. Dolapdere'de at arabası ile kavun karpuz satan Artin vardı. Artin öldü, kilise bir kalabalık bir kalabalık! 200 kişi filan var. 200 kişinin, 10 kişisi Ermeni, 190 kişisi Müslüman; manav, kasap, bakkal... Dolapdere halkı; hepsi birden Artin'in cenazesine geldi."
Rita Ender'in bir hatası da -ya da aşırı duygusal yaklaşımı diyelim- tüm bu azınlıkları "İstanbul'un eski sahibi" olarak nitelemesi. Varlık Vergisi (1942), 6-7 Eylül (1955) Olayları ve zamanla gerçekleşen göçler elbette İstanbul'daki nüfusta önemli değişimlere sebep oldu. Yeri geldi meslekler farklı mekanlara taşındı, mekanların yöneticisi değişti ama gelenekler hep sürdü. Röportaj yapılan her meslek erbabına son soru olarak "Sizden sonra biri devam edecek mi? Yetiştirdiğiniz biri var mı?" sorusunun cevabının sürekli olumsuz olması, elbette dönemin şartlarıyla doğrudan alakalı. Mesela Büyükada'da yüzyıldır devam eden faytonculuk neredeyse sonra ermek üzere. Adada arabayla ulaşımın serbest bırakılması gündemde. Bu durumu babadan faytoncu Kevork Beyleryan şöyle özetliyor: "Kaldırmaya uğraşıyorlar, kaldıramıyorlar. Buraya elektrikli araç getirmek ve rant sağlamak istiyorlar. Ada halkı istemiyor. Sonunda "faytonlar kalacak" dendi. Ada'nın sembolüdür onlar. Kalkması Ada için büyük kayıp olur. Turist geliyor, fotoğraf çektiriyor, atları seviyor. Otomobilde ne yapacak?"
Fakir gibi daima yolda olmayı isteyenler için güzel arayışlara, güzel buluşlara da sebep olabilir röportajlar. Mesela ben dolunayda ve lodosta çok etkilenirim; başım ağrır, uykum kaçar, agresif ve geçimsiz olurum. Bu yüzden ağrı kesici dışında lavanta kolonyası, Seylan çayı ve filtre kahve stoklarımı kontrol eder, gerekli önlemlerimi alırım. Kolonyalarını çok beğendiğim Rebul Eczanesi'nden eczacısı Mehmet Müderrisoğlu hem kolonyalarının hikâyesini anlatmış hem de meşhur lavanta kolonyaları hakkında şöyle demiş: "Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir, Bulgar'dır. Lavantanın özelliği, antiseptik olmasıdır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, onun iyileştirici etkisini görürsünüz. Lavanta esansının bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa lavanta kolonyası döktünüz mü daha derin uyursunuz, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir! Ben duş yaptıktan sonra sabahları böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden. Ben müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok. Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur. Bir de şunu söyleyeyim; herkes sevmez lavantayı. Üniversite mezunları, klasik müzik sevenler, jazz dinleyenler, firmaların executive (yönetici) sınıflarındaki kişiler lavantayı kullanır.". Bağdat Caddesi'nde 35 senedir çiçek satan Filiz Kiraz ise "Lavanta iyidir; uykuya iyi gelir. Suda kaynatıyorlar evde koku yapıyor, çamaşırlara koyuyorlar; her derde deva yani." diyor.
Tüm dönüşüme, gelişmeye(?) ve kaybolmaya rağmen mesleğinden vazgeçmeyenler de var. Sahaf Simurg'un sahibi İbrahim Yılmaz "Bu efsunlu ruhlar şehrinin hafızası, sahaflıkta gizli" diyor. Taksim'de 1950'den beri var olan bir lostra dükkanının başında bulunan Seher Örenler -ki kadın lostracı bulmak çok zordur- yurtdışından "Acaba hâlâ duruyor musunuz?" diye gelenler olduğunu söylüyor, zira eskiden insanlar bir ayakkabı alır ve sorun oldukça onu tamir ettirirlermiş. Şimdi çöpe atımlık, bir senelik ayakkabılar üretiliyor. Malum, Çin malı her yeri işgal etmiş durumda. Estetikten ve kaliteden anlama seviyemiz yerle bir olmuş durumda. Dolayısıyla dinlediğimiz müzik de bir gürültü, metal bir yığından ibaret. Terk ettiğimiz tüm değerlerimizi mumla arayacağımız günler yakın değil, biz o günlerdeyiz. Kapalıçarşı'daki gramofon tamircisi Mehmet Usta ne güzel anlatıyor: "Beni en çok rahatsız eden şey bu terk edilme olayı. Düşünün; bir gramofon sizin acı günlerinize, sizin mutlu günlerinize müziği ile eşlik etmiş, aşklarınıza eşlik etmiş, hatıralarınız var ve siz onu modası geçiyor diye çatıya koyuyorsunuz... Gramofon çatıya konarken, aslında başka bir şey daha oluyor: Klasik Türk sanat müziği yavaş yavaş yerini hafif müziğe, arabeske terk etmeye başlıyor. O güzelim besteler, o Allah vergisi sese sahip sanatçıların yerini daha kimyasal bir musiki alıyor... Bunu en doğal şekilde gramofondan alırsın çünkü gramofonun temel ayağı doğallıktır. Bir Mario Lanza veya bir Frank Sinatra, bir Louis Armstrong bunlar doğal sanatçılardır. Münir Nurettin, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Hafız Kemal, bunları hepsi Allah tarafından özel seçilip kendilerine ses bahşedilmiş kişilerdir. Gramofondaki özellik de bu işte. Doğal. Katkısı yok, amfisi yok, beslemesi yok, 100 sene de geçse bu yüzden ayakta kalır."
Bir makinistin heyecanı, bir çanta tamircisinin işini yaparken aldığı keyif, bir oyuncakçının eski tahta oyuncak dönemlerinden bahsedişi, çini ustasının "Tarih olduk be.." deyişi, bir koşerin en çok Müslümanların ondan yemek yemeyi tercih etmesi karşısındaki sakinliği... Kitabın satırları arasında uzun soluklu bir İstanbul tarihi okuması yapmak mümkün. Yıllarca kahvaltı sofrasına oturup bol fırça yediğimiz Pando Pandeli Şestakof, nam-ı diğer Kaymakçı Pando'nun Beşiktaş'ı tercih etme ve başka şube açmama sebebi olarak "Buradan bir adım atarsan her şey kaybolur, âdet bozulmaz, görüntü biter" demesi bile yetiyor, her şeyi anlatıyor. Son dönemde en üzüldüğüm mekan kayıplarından biridir, 119 yıllık Kaymakçı Pando'nun kapanması. Sebep? Dükkan sahibinin tahliye kararı aldırması. Çünkü orası "değerli" bir yer, "anlamlı" bir yer. Dolayısıyla "para getiren" şeyler lâzım değil mi İstanbullu...
Kitabı bitirdiğimde uzun bir belgesel izlemiş gibi hissettim kendimi. Değişen İstanbul, yok olan geleneklerimiz, yok edilen müziğimiz, mesleklerimiz ve kaybolan mekanlar, mekanlarımız. Tüm bunların hepsi aklıma bir dönemin panoramasını mükemmel derecede anlatan o İsmet Özel şiirini getirdi. Hani "serbest düşünme zamanı geçti artık / şimdi mesai saati" diyor ya Ils Sont Eux adlı şiirinde. Son mısralarını mırıldandım: "Anneleri / mutfakta kalan son bakır sahanı / alüminyum olanıyla değiştirdi / mesainin bitimine on kala / istifa etti vali / çamurlu bir yoldan / yayan yürüdü sınıf arkadaşı / olan nalbantın dükkanına / alay komutanı oğlu için / otomobil satın aldı / mercury marka / kış geçti, öksürük haplarıyla / geçti cumartesi / hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için / herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti / incir… yarpuz… karamela… / la havle ve la kuvvete illa billah."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
16 Kasım 2015 Pazartesi
Okurunu uzun bir iç yolculuğuna çıkaran öyküler
“Parçası Benden”… Sek sek oyununda kullanılan bir ifade, oyunun en temel kurallarından. Oyunu oynarken taşınız kırıldığında herkesten önce “Parçası Benden!” diye bağırmazsanız oyundan atılırsınız. Basit bir oyunun basit bir kuralı gibi gözükse de, “Parçası Benden”, hayatın kurallarından biri.
Sek sek oyununu en çok kız çocukları oynar. Bundan mı bilinmez, Parçası Benden’in öykülerinde hep kadın kahramanlar ön planda. Bu kadınlar parça parça olmuş, hayatları kırılmış, sadakatli ve kırılgan kadınlardır.
Sibel Eraslan’ın ilk öykü kitabı Balık ve Tango. İkinci öykü kitabı olan Parçası Benden’de toplam on iki öykü yer alıyor. Yazar, öykülerinde erkek kahramanlara yer vermiş, fakat kadın karakterleri daha çok anlatmış. Bazen bir kadın karakter, anlatıcı tarafından anlatılırken, bazen de bir kadın karakter tarafından anlatılmış her şey. Eraslan öykülerinde gerçeği yansıtıyor. Gündelik hayatı ve sıradan insanları farklı bir cepheden anlatıyor. Yapay duygulara yer vermiyor yazar. İçinde kaynayanları, kanayanları öykü kazanına atıyor ve cümle cümle pişiriyor. Öykünün kurgusu bir ahenk içerisinde ilerliyor, okuru kendine çekiyor. Öykülerin hemen hepsinde kadının nerede-nasıl durması gerektiği, bir kadına yakışanın ne olduğu vurgusu dikkat çekiyor. Kadının aile ve toplum içindeki tutumu, tavrı irdeleniyor. Eraslan’ın işçiliği harika bir dili var. Yazarın dile olan hâkimiyeti anlatımının güzelliği ile birleşmiş.
Her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor
“Şarkılar Seni Söyler” öyküsünde, aile içerisinde anne ile baba arasına oturmuş sessiz ve dilsiz hâli gözlemleyen bir kız çocuğu anlatılır. “Sevgili Sesilya Abla” öyküsünde, ailenin dayısıyla mektup arkadaşı olan Batılı bir kız vardır. Kız Türkiye’ye gelir, mahallelinin gönlünü fetheder. Görüntüsüyle, davranışlarıyla ilgi çekici bir kızdır. Sevimli ve sempatik tavırlarıyla mahallelinin içinde İngilizce öğrenme aşkı başlatır. Bu öykü, Batı ile olan ilişkilerimizi, Batı’ya bakışımızı anlatan bir öyküdür. “Parçası Benden” öyküsünde, yoğun hüzün vardır. Aynı dergide çalışan bir kadın ve adamın öyküsüdür bu. Kadının sevdiği ve sevildiği adam savaş esnasında Bosna’ya gider. Burada Boşnak bir kıza âşık olur. Kadın, başka bir kadına âşık olan sevdiğinin sadakatsizliğine sadakatiyle karşı durur. Acımasızlık, ihanet, üzüntü… Kadının yüreğine saplanmıştır. Ama o iyi bir kadın olmayı, onurluca susmayı tercih etmiştir. “Parçası Benden”, aynı zamanda, Srebrenica’nın acısını ve utancını duyurur okura. “Ay Dersleri” öyküsünde bir başka hüzünlü kadının öyküsünü okuruz. Kocası tarafından aldatılan kadına, kocasının hastaneye kaldırıldığını genç sevgilisi haber verir. Bu durum karşısında kadın içine sığınır, içinin derinliklerinden aya doğru gider ve oradan evine bakar, evinin hüzünlü tablosunu görür. “Ankebut” öyküsü, kitabın en iyi öykülerinden birisidir. Çağıl Bey’in bencil yaşantısı anlatılır. Çağıl Bey, incitici, umursamaz bir adamdır. Yaptırdığı gökdeleni oğlu gibi sever. Bir gece oğlunu sevmeye gittiğinde inşaatta yanan ışıklar onu rahatsız etmiştir. Bir bir hesap soracaktır oğlunun koynunda geceleyenlere. Kendisi için yaptırdığı kırk numaralı daireye geldiğinde karşısında ilk aşkı İpek’i görür. İpek’i terk etmiş, kırmış, üzmüştür. İpek, Çağıl Bey’in tüm kırıcılığına rağmen onu sevmiş, ona sadık kalmıştır. Öyküde asıl dikkat çeken İpek’in Çağıl’a olan aşkı değil, âşık bir kadının ruh hâlidir. Deli gibi sevdiği, neredeyse tapındığı gökdeleninde canını teslim eden Çağıl Bey’in öyküsü trajiktir. “Su ve Sır” öyküsünde, yine bir kadının içinden geçenleri kendi içine haykırdığı satırları okuruz. Kimselerle dertleşemeyen bu kadın sırlarını, şikâyetlerini suya anlatır. Çocuğu olmayan kadın ne kocasına ne kaynanasına ses edemez, ama içinden geçenler suyu yakan cinstendir. “Sırdaşım olan şu sular anladı âhımı da, bir gelini olduğum anlayamadı diyorum.”
Eraslan, bu yıl ikincisi verilen Necip Fazıl ödüllerinin hikâye dalındaki ödül sahibi kalemidir. Yazar, bir telkari ustası gibi en güzel ve zarif cümlelerden öyküler örmüş. Parçası Benden kitabındaki her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Sek sek oyununu en çok kız çocukları oynar. Bundan mı bilinmez, Parçası Benden’in öykülerinde hep kadın kahramanlar ön planda. Bu kadınlar parça parça olmuş, hayatları kırılmış, sadakatli ve kırılgan kadınlardır.
Sibel Eraslan’ın ilk öykü kitabı Balık ve Tango. İkinci öykü kitabı olan Parçası Benden’de toplam on iki öykü yer alıyor. Yazar, öykülerinde erkek kahramanlara yer vermiş, fakat kadın karakterleri daha çok anlatmış. Bazen bir kadın karakter, anlatıcı tarafından anlatılırken, bazen de bir kadın karakter tarafından anlatılmış her şey. Eraslan öykülerinde gerçeği yansıtıyor. Gündelik hayatı ve sıradan insanları farklı bir cepheden anlatıyor. Yapay duygulara yer vermiyor yazar. İçinde kaynayanları, kanayanları öykü kazanına atıyor ve cümle cümle pişiriyor. Öykünün kurgusu bir ahenk içerisinde ilerliyor, okuru kendine çekiyor. Öykülerin hemen hepsinde kadının nerede-nasıl durması gerektiği, bir kadına yakışanın ne olduğu vurgusu dikkat çekiyor. Kadının aile ve toplum içindeki tutumu, tavrı irdeleniyor. Eraslan’ın işçiliği harika bir dili var. Yazarın dile olan hâkimiyeti anlatımının güzelliği ile birleşmiş.
Her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor
“Şarkılar Seni Söyler” öyküsünde, aile içerisinde anne ile baba arasına oturmuş sessiz ve dilsiz hâli gözlemleyen bir kız çocuğu anlatılır. “Sevgili Sesilya Abla” öyküsünde, ailenin dayısıyla mektup arkadaşı olan Batılı bir kız vardır. Kız Türkiye’ye gelir, mahallelinin gönlünü fetheder. Görüntüsüyle, davranışlarıyla ilgi çekici bir kızdır. Sevimli ve sempatik tavırlarıyla mahallelinin içinde İngilizce öğrenme aşkı başlatır. Bu öykü, Batı ile olan ilişkilerimizi, Batı’ya bakışımızı anlatan bir öyküdür. “Parçası Benden” öyküsünde, yoğun hüzün vardır. Aynı dergide çalışan bir kadın ve adamın öyküsüdür bu. Kadının sevdiği ve sevildiği adam savaş esnasında Bosna’ya gider. Burada Boşnak bir kıza âşık olur. Kadın, başka bir kadına âşık olan sevdiğinin sadakatsizliğine sadakatiyle karşı durur. Acımasızlık, ihanet, üzüntü… Kadının yüreğine saplanmıştır. Ama o iyi bir kadın olmayı, onurluca susmayı tercih etmiştir. “Parçası Benden”, aynı zamanda, Srebrenica’nın acısını ve utancını duyurur okura. “Ay Dersleri” öyküsünde bir başka hüzünlü kadının öyküsünü okuruz. Kocası tarafından aldatılan kadına, kocasının hastaneye kaldırıldığını genç sevgilisi haber verir. Bu durum karşısında kadın içine sığınır, içinin derinliklerinden aya doğru gider ve oradan evine bakar, evinin hüzünlü tablosunu görür. “Ankebut” öyküsü, kitabın en iyi öykülerinden birisidir. Çağıl Bey’in bencil yaşantısı anlatılır. Çağıl Bey, incitici, umursamaz bir adamdır. Yaptırdığı gökdeleni oğlu gibi sever. Bir gece oğlunu sevmeye gittiğinde inşaatta yanan ışıklar onu rahatsız etmiştir. Bir bir hesap soracaktır oğlunun koynunda geceleyenlere. Kendisi için yaptırdığı kırk numaralı daireye geldiğinde karşısında ilk aşkı İpek’i görür. İpek’i terk etmiş, kırmış, üzmüştür. İpek, Çağıl Bey’in tüm kırıcılığına rağmen onu sevmiş, ona sadık kalmıştır. Öyküde asıl dikkat çeken İpek’in Çağıl’a olan aşkı değil, âşık bir kadının ruh hâlidir. Deli gibi sevdiği, neredeyse tapındığı gökdeleninde canını teslim eden Çağıl Bey’in öyküsü trajiktir. “Su ve Sır” öyküsünde, yine bir kadının içinden geçenleri kendi içine haykırdığı satırları okuruz. Kimselerle dertleşemeyen bu kadın sırlarını, şikâyetlerini suya anlatır. Çocuğu olmayan kadın ne kocasına ne kaynanasına ses edemez, ama içinden geçenler suyu yakan cinstendir. “Sırdaşım olan şu sular anladı âhımı da, bir gelini olduğum anlayamadı diyorum.”
Eraslan, bu yıl ikincisi verilen Necip Fazıl ödüllerinin hikâye dalındaki ödül sahibi kalemidir. Yazar, bir telkari ustası gibi en güzel ve zarif cümlelerden öyküler örmüş. Parçası Benden kitabındaki her bir öykü okuru uzun bir iç yolculuğuna çıkarıyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005
Ortaçağ güneşi, has bir kul, ermiş Râbia
Çağdaşı erkek ermişlerle aynı mertebede olan, tezkire yazarlarınca, eşit muamele gören bir velî… Yokluğu nasıl yeneceğini, Allah’a nasıl ereceğini arayan insanoğluna bir ışık…“Râbia, Sevgili ile; Allah ile baş başa bir insan kalbinin umut edebileceği en büyük güzellik olduğunu düşündüğü için, Allah’tan ne gelirse sabır ve şükür ile kabul etmeyi öğretir.”der A.Schimmel kitabı takdim ederken.
Sûfînin “çeliğin ateşle imtihanı gibi,” iki ayrı varlıktan bire dönüşmesi, tevekküle sığınması halleri anlatılır kitapta. İslam öncesi ve sonrasında ilk dönemlere dair, Margaret Smith tarafından yapılmış en hacimli çalışmalardan biridir. Allah’ı ön plana çıkaracak, “Allah’a kuşların güvendiği gibi güvenerek” nefsinden kurtulacaktır insan. Rabbine hürmetli bir kadın Râbia. Öyle ki, hürmetinden kırk yıl göğe bakamıyor. “Ne zaman ezan sesi duyarsam, kıyamet günü Sûr’ a üflenişini hatırlarım. Ne zaman kar görürsem (hesap) defterlerinin, sayfalarının uçuşunu görürüm.” diyen Râbiatü’l Adeviyye için, tabiat olaylarının çağrıştırdığı anlamlar derindir.
Kitabın, “Kadından ermiş olur mu? Olursa bu aykırı bir şey midir?” sorularına yüzyıllardır cevap arayanlara bir rehber niteliğinde olduğu çok açık. Ferîdüddîn Attâr’ın M.S. 801’de sırlanan Basralı Râbia, hakkında yazdığı Farsça eserde, “halk tarafından ikinci Hz. Meryem gibi kabul gördüğünü”söyler. Hem Kuşeyrî hem de Gazzalî; aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen, umut ve korku teorisini desteklercesine eserlerine Râbia’nın örnek bir şahsiyet olduğuna şehadet etmişlerdir. “Gazzalî erkek okurlarını şöyle teşvik eder: ‘Dindar kadınların mertebelerini düşünün ve kendinize: Ey gönlüm, bir kadından aşağı olmaya razı olma. Çünkü bir erkek dinî ve dünyevî açıdan bir kadından noksan ise bu rezilliktir’ deyin.”. Daha sonra Allah’a kendini adamış kadınları anlatır. Pek çok yazarın ondan bahsettiği biliniyor. Yakın zamanda, biri Mısır, diğeri Arap dünyasından olan yazarlar onu anlatılır. Bir de film çalışması yapılır. Râbia hakkında 1946 ve 1982’de yazılmış bu iki eser, Smith’ın bu eseri kadar otobiyografik sayılmamaktadır yine de. Eski mutasavvıfları doğrulayan Ruvaym b. Ahmed b. Yezîd el Bağdâdî: “Tevhid insan tabiatının silinmesi ve ilâhî özelliklerin korunmasıdır.” sözü bu kadın sûfî de yeniden hayat bulur.
“Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim, sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim, kötü bir kul olurdum. O’na yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.”. Kûtü’l Kulûb’den rivayetle Rabia’nın kulluk bilincine şahitlik ediyoruz bu kitapta.
Ne yaptığını bilmez bir şaşkın, bir deli değildir Rabia. Aksine “ben”e dair her şeyden soyutlanmış, sadece O’nun arzusu ve aşkı peşinde koşmuştur hayatı boyunca.
Değişik, ezber bozan bir kitaptan sözediyorum size. Çünkü, kadının Avrupalıların zannettiği gibi Kur’an’ da ikinci planda olmadığını, müslümanlar arasında anlatılan bir takım yaygın klasik, dini kitaplardaki gibi akılsız, eksik olarak nitelendirilmediğini anlamaları açısından bu eser bir dönüm noktasıdır neredeyse. Şüphesiz ki; ilahi emirler, “inanan erkek ve kadınlara” dolayısıyla “insanlığa” seslenir. Er ya da geç bu gerçeklik kavranabilmiştir. Bugün bile ziyaret edilen, derviş, mütevekkil, oldukça zeki, dediğim dedik kadınlardan… “Ben bu şekilde yüzümü örtmeden dolaşırım” diyebilen kıyafetini ve duruşunu kendi belirleyen savaşçı ve saygı gören müslüman hanımlardan söz ediyor. “Öyleyse İslam devrinin başında kadınların kocalarını seçmekte daha özgür olduklarını, evliliğin çoğunlukla eşit paylaşıldığını ve kadınların bağımsız yaşam haklarını ileri sürebildiklerini gösteren açık deliller vardır.”. İbn-i Battuta’nın Maldiv, Sudan, Hindus, Malabar gibi diyarlardaki kadın hükümdarlara ve ada kadınlarına dair, gözlemlerine ilişkin çarpıcı notlarına yer vermiş yazar. Diğer yandan 9. yy.da Nişaburlu Fatıma adlı bir âlimden sözeder. Rahatça zamanının âlimleriyle görüşen, fikir alışverişinde bulunan sufî kadınlar mevcut bu dönemde.
İslamlaşmanın ilk yıllarındaki savaşçı, hükümdar, hafızalarda yer etmiş, tarihe geçmiş sûfî kadınlar… Kahire’de Seyyide Zeynep mevlidi okunduğu ve zikir meclisleri kurulduğunu, anlatıyor yazar. Bölgeyi iyi bilen yazar, gerek Kahire’de gerekse, Beyrut ve Şam’da hocalık yaptığı dönemlerdeki gözlemlerini aktarmış. Yazar daha sonra İngiltere’de 1970’de vefat ediyor.
“Râbia: Bir kadın Sûfî” Özlem Eraydın çevirisiyle, İnsan Yayınları ‘düşünürler’ serisinden yayımlandı. Dört baskı yapmış olması tesadüf değil. Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca ve pek çok batı diliyle yayımlanmış kaynağa işaret ediliyor. Dileyen kapsamlı araştırabilsin diye, eserin sonunda kaynakça yer almakta.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Sûfînin “çeliğin ateşle imtihanı gibi,” iki ayrı varlıktan bire dönüşmesi, tevekküle sığınması halleri anlatılır kitapta. İslam öncesi ve sonrasında ilk dönemlere dair, Margaret Smith tarafından yapılmış en hacimli çalışmalardan biridir. Allah’ı ön plana çıkaracak, “Allah’a kuşların güvendiği gibi güvenerek” nefsinden kurtulacaktır insan. Rabbine hürmetli bir kadın Râbia. Öyle ki, hürmetinden kırk yıl göğe bakamıyor. “Ne zaman ezan sesi duyarsam, kıyamet günü Sûr’ a üflenişini hatırlarım. Ne zaman kar görürsem (hesap) defterlerinin, sayfalarının uçuşunu görürüm.” diyen Râbiatü’l Adeviyye için, tabiat olaylarının çağrıştırdığı anlamlar derindir.
Kitabın, “Kadından ermiş olur mu? Olursa bu aykırı bir şey midir?” sorularına yüzyıllardır cevap arayanlara bir rehber niteliğinde olduğu çok açık. Ferîdüddîn Attâr’ın M.S. 801’de sırlanan Basralı Râbia, hakkında yazdığı Farsça eserde, “halk tarafından ikinci Hz. Meryem gibi kabul gördüğünü”söyler. Hem Kuşeyrî hem de Gazzalî; aradan üç yüzyıl geçmesine rağmen, umut ve korku teorisini desteklercesine eserlerine Râbia’nın örnek bir şahsiyet olduğuna şehadet etmişlerdir. “Gazzalî erkek okurlarını şöyle teşvik eder: ‘Dindar kadınların mertebelerini düşünün ve kendinize: Ey gönlüm, bir kadından aşağı olmaya razı olma. Çünkü bir erkek dinî ve dünyevî açıdan bir kadından noksan ise bu rezilliktir’ deyin.”. Daha sonra Allah’a kendini adamış kadınları anlatır. Pek çok yazarın ondan bahsettiği biliniyor. Yakın zamanda, biri Mısır, diğeri Arap dünyasından olan yazarlar onu anlatılır. Bir de film çalışması yapılır. Râbia hakkında 1946 ve 1982’de yazılmış bu iki eser, Smith’ın bu eseri kadar otobiyografik sayılmamaktadır yine de. Eski mutasavvıfları doğrulayan Ruvaym b. Ahmed b. Yezîd el Bağdâdî: “Tevhid insan tabiatının silinmesi ve ilâhî özelliklerin korunmasıdır.” sözü bu kadın sûfî de yeniden hayat bulur.
“Allah’a cehennem korkusundan kulluk etmedim. Eğer korku ile kulluk etseydim, sefil bir uşağa benzerdim. Allah’a cennet sevgisi ile de kulluk etmedim. Çünkü verilen uğruna kulluk etseydim, kötü bir kul olurdum. O’na yalnız O’nun aşkından ve O’nun arzusundan ötürü kulluk ettim.”. Kûtü’l Kulûb’den rivayetle Rabia’nın kulluk bilincine şahitlik ediyoruz bu kitapta.
Ne yaptığını bilmez bir şaşkın, bir deli değildir Rabia. Aksine “ben”e dair her şeyden soyutlanmış, sadece O’nun arzusu ve aşkı peşinde koşmuştur hayatı boyunca.
Değişik, ezber bozan bir kitaptan sözediyorum size. Çünkü, kadının Avrupalıların zannettiği gibi Kur’an’ da ikinci planda olmadığını, müslümanlar arasında anlatılan bir takım yaygın klasik, dini kitaplardaki gibi akılsız, eksik olarak nitelendirilmediğini anlamaları açısından bu eser bir dönüm noktasıdır neredeyse. Şüphesiz ki; ilahi emirler, “inanan erkek ve kadınlara” dolayısıyla “insanlığa” seslenir. Er ya da geç bu gerçeklik kavranabilmiştir. Bugün bile ziyaret edilen, derviş, mütevekkil, oldukça zeki, dediğim dedik kadınlardan… “Ben bu şekilde yüzümü örtmeden dolaşırım” diyebilen kıyafetini ve duruşunu kendi belirleyen savaşçı ve saygı gören müslüman hanımlardan söz ediyor. “Öyleyse İslam devrinin başında kadınların kocalarını seçmekte daha özgür olduklarını, evliliğin çoğunlukla eşit paylaşıldığını ve kadınların bağımsız yaşam haklarını ileri sürebildiklerini gösteren açık deliller vardır.”. İbn-i Battuta’nın Maldiv, Sudan, Hindus, Malabar gibi diyarlardaki kadın hükümdarlara ve ada kadınlarına dair, gözlemlerine ilişkin çarpıcı notlarına yer vermiş yazar. Diğer yandan 9. yy.da Nişaburlu Fatıma adlı bir âlimden sözeder. Rahatça zamanının âlimleriyle görüşen, fikir alışverişinde bulunan sufî kadınlar mevcut bu dönemde.
İslamlaşmanın ilk yıllarındaki savaşçı, hükümdar, hafızalarda yer etmiş, tarihe geçmiş sûfî kadınlar… Kahire’de Seyyide Zeynep mevlidi okunduğu ve zikir meclisleri kurulduğunu, anlatıyor yazar. Bölgeyi iyi bilen yazar, gerek Kahire’de gerekse, Beyrut ve Şam’da hocalık yaptığı dönemlerdeki gözlemlerini aktarmış. Yazar daha sonra İngiltere’de 1970’de vefat ediyor.
“Râbia: Bir kadın Sûfî” Özlem Eraydın çevirisiyle, İnsan Yayınları ‘düşünürler’ serisinden yayımlandı. Dört baskı yapmış olması tesadüf değil. Arapça, Türkçe, Farsça, Urduca ve pek çok batı diliyle yayımlanmış kaynağa işaret ediliyor. Dileyen kapsamlı araştırabilsin diye, eserin sonunda kaynakça yer almakta.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
30 Ekim 2015 Cuma
Bırakın çocuğunuzu Allah büyütsün
"Hiç bir ana-baba evlâdına iyi bir eğitimden, iyi bir ahlâktan daha değerli mîrâs bırakamaz."
- Tabarânî, Hadis-i şerif
Bu yıl Ramazan-ı Şerif ayında televizyonda yayınlanan bir iftar programında Ö. Tuğrul İnançer’in bir sohbetine ve anlattığı bir kıssaya denk gelmiştim. Menkıbe odur ki Resul-i Zişan (sav)’e âşık zatlardan birisi hayatı boyunca ağzına bir lokma karpuz sürmemiş. Malum karpuz aslında Allah (cc)’nin bizlere helal kıldığı yiyeceklerden biridir. Bu zat karpuz yemeyişinin sebebini ise ibretlik bir cevapla aktarmış: "Efendimiz (sav)’in karpuzu nasıl kestiğini bilmiyorum. Sünnete muhalif hallerden imtina ederim."
Bu kıssayı dinlediğimde çok etkilenmiş ve kendi hallerimi sorgulama içine girmiştim. "Ümmeti ümmeti" diyen Güzeller Güzeli Nebi (sav) benim hayatıma ne kadar ışık tutuyordu? Ben ne kadar onun hâli ile hâllenmeye çabalıyordum? Derken bu soru hayatımın en önemli ve muhtemel ki en tatlı sorumluluklarından biri olan annelik için de kapımı çaldı: "Evladımı İslâm, Kur’an ve sünnet ışığında nasıl iyi bir insan olarak yetiştireceğim?". İşte o zaman Hatice Kübra Tongar’ın Fıtrat Pedagojisi isimli kitabı Üsküdar Kaknüs’te bana göz kırpıverdi. Ne güzel bir tevâfuk…
Hayy Kitap’tan ikinci baskısını yapan eser, en özet haliyle ve Hatice Kübra Tongar’ın da kendi ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’e annelik gözüyle bakmamızı, "İkrâ" ayet-i kerimesinden itibaren ayetlerin annelik açısından yorumlanmasını sağlıyor. Kapakta da ifade edildiği gibi "adetlerle değil ayetlerle çocuk eğitimi" diyerek doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış bildiğimiz doğruları bizlere en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) aracılığı ile iletiyor.
Otuz iki başlığın yer aldığı eserde ayetler ve hadisler doğrultusunda çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz, onlara nasıl davranmalıyız, anne babanın çocuk, çocukların ise ebeveynler üzerindeki hakları nelerdir vb. sorularının cevapları veriliyor. Tüm bunların ilk basamağı olarak da "anne-babalığın ilk şartı; bismillah demektir." cümlesi gösteriliyor. Peki her işine besmele ile başlaması tavsiye edilen biz Müslümanlar için bu ne demektir? "'Ben yapamam, Rabbim yapar.'" gerçeğine boyun eğmektir.". Yalnız burada dikkat çekilen bir noktayı da ele almak gerek: "Terbiyenin Allah’tan gelmesi demek, anne-baba hiçbir şey yapmayacak demek değildir. Tam aksine, elinden geldiğinin en iyisini yapma gayretini hiç bırakmamak ama sonucunu Allah’tan bilerek razı olmak demektir. Çocuğun sahibi olmak iddiasından çıkıp şahitliğin şükrünü yaşamak demektir." Kitapta çok sevdiğim öğretilerden biri bu oldu; zira bu gerçek ile beraber anne-baba olarak bizlerin üzerindeki yük bir anlamda hafiflemiş oluyor. Zaten dinimizin bize önerdiği en güzel davranış ve hallerden biri her daim tevekkül üzere olmamızdır. Çocuğumu neden istediğim gibi yetiştiremiyorum, çocuğum neden benim istediğim gibi davranmıyor sorularını sürekli olarak kendine yönelten ebeveynler bu sorumlulukların hatta sorumluluk olmanın ötesine geçip yük haline gelen bu soruların altında ezilecek, en doğru tabirle dünyayı hem kendine hem evladına zindan edecektir. Halbuki kitapta da ifade edildiği gibi hepimiz dünyaya bir fıtrat üzere teşrif ediyoruz. Kimimizde azim, kimimizde kıskançlık, kimimizde cemal, kimimizde celal ağır basıyor. Anne-baba ve hatta bir sosyal çevreyi paylaşan insanlar olarak bize düşen bu fıtratı eğip bükmek, bir hamur gibi yoğurmaya çalışmak değil, eğilimleri okuyabilmek, yaradılışı kabullenip ondaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek için gayret göstermek olmalıdır. Nihayetinde "fıtrata saygı, fıtratı yaratana saygıdır."
Dinimizin, kitabın ve modern pedagojinin de üzerine bastığı noktalardan bir diğeri "hâl ile örnek olabilme" davranışıdır. Çocuğumuzdan bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istediğimizde önce dönüp kendimize "ben bu davranışı hakkıyla yerine getirebiliyor muyum?" diye sormalıyız. Bütün akşam televizyonun karşısında oturan bir anne-babanın çocuğuna kitap okumayı öğütlemesinin abesle iştigal olacağı aşikârdır. Ayrıca bu davranış modeli Kur-an-ı Kerim’de Saf suresinde de bizlere bir ikaz niteliğinde yer almaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir iştir.". Yani günümüzde yer aldığı gibi "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." anlayışı aslında özünde tamamen yaradılışa aykırı bir gerçeği ifade etmektedir.
Her ebeveyn çocuğunun çeşitli dallarda başarı göstermesini, parmakla gösterilen örnek bir evlat olmasını arzu eder. Ancak dünyevi birtakım başarılar uğruna çocuğunu gecenin bir vakti ders çalışması için uyandıran bir anne-baba, sabah namazını eda etmek üzere çocuğunu ezanla uyandırmıyorsa dönüp kendine bakmalı, evladına gösterdiği merhametin onun esas sorumluluğundan uzak kalmasına neden olmamalıdır. Zira ana babaların ve evlatların nihai kıblesi Rabb’in rızasını kazanmak olmalıdır. Diğer yandan çocuğunun başarılarından övünerek bahsettikçe hem diğer çocukların ebeveynlerinin kalplerinde haset tohumları ekecek hem de kendileri şahitlik makamından sahiplik makamına geçeceği için Allah’ın en sevmediği his olan kibre ruhlarında kapı aralayacaklardır.
Kitapta birkaç başlık altında günümüz ebeveynlik modelleri de mercek altına alınıyor. Genç anneler ve anne adayları olarak hepimiz "aman çocuğu kucağa alıştırma, aman ağlayınca hemen bağrına basma, aman sallanarak uyutma, çok fazla emzirme erkenden ek mamaya alışabilsin" gibi telkinlere aşinayız. Bu telkinlerde bulunan, hazır mama sektörünü gündemimize taşıyan, çocuğunu güçlü bir birey gibi yetiştirmeye çalışırken aile ilişkilerini zedeleyen bir Batı kültürü özentisinden başka bir şey değildir. Halbuki bizler Kur’an-ı Kerim’de de söz edildiği gibi iki yaşına kadar anne sütü emmeyi çocuk için faydalı bulan bir neslin evlatlarıyız. Çocuk ile ebeveyn odasını hızlıca ayırmaya çalışmayan, ilk iki yaşın güven duygusu için kritik bir dönem olduğunu bilen, çocuk korktuğunda onu kucağına alıp sarıp sarmayı yük bilmeyen bir kültürün bireyleriyiz. Aksi şekilde davranmak güçlü bir insan yetiştirmek bir tarafa, kendi duygularına kulak tıkayan dolayısıyla başkalarının hislerini anlamaktan uzak bir nesil yetiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Günümüz annelerinin bir diğer sorunsalı ise üzerindeki toplumsal rollerdir. Bir kadın çocuğu olduktan sonra da iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir evlat, iyi bir anne ve çoğu zaman üretime katkıda bulunan çalışan bir kadın olmak durumundadır. Bu noktada tavsiye edilen, eşlerin rolleri dengeli bir şekilde paylaşması, herkesin ana rollerini ve en çok da kendi biricikliklerini unutmadan zamanı ve sorumlulukları etkili ve doğru bir şekilde paylaşmasıdır.
Kitapta, detaylıca okunduğunda göreceğiniz gibi öfke kontrolünün, ağlama krizlerinin kontrolü, ebeveyn olarak çocuğumuzdan önce kendi dünyamıza ayna tutmanın yolları ve önemi, çocuklara Efendimiz (sav)’in ve diğer peygamberlerimizin ettiği dualar ayet ve hadis ışığında defaten değerlendiriliyor. Tüm bu başlıklar ele alınırken önerilen ve unutulmaması gereken en önemli düstur Kehf suresinde yer almaktadır: "Çocuklar dünya hayatının süsüdür."
Duamız, evlatlarımızın hayırlı, insanlığını bilen, sünnetullah yolunda yaşayan çocuklar olması, bizim de ana babalık görevlerimizi hakkıyla yerine getirebilen ebeveynler olmamızdır. Amin.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
- Tabarânî, Hadis-i şerif
Bu yıl Ramazan-ı Şerif ayında televizyonda yayınlanan bir iftar programında Ö. Tuğrul İnançer’in bir sohbetine ve anlattığı bir kıssaya denk gelmiştim. Menkıbe odur ki Resul-i Zişan (sav)’e âşık zatlardan birisi hayatı boyunca ağzına bir lokma karpuz sürmemiş. Malum karpuz aslında Allah (cc)’nin bizlere helal kıldığı yiyeceklerden biridir. Bu zat karpuz yemeyişinin sebebini ise ibretlik bir cevapla aktarmış: "Efendimiz (sav)’in karpuzu nasıl kestiğini bilmiyorum. Sünnete muhalif hallerden imtina ederim."
Bu kıssayı dinlediğimde çok etkilenmiş ve kendi hallerimi sorgulama içine girmiştim. "Ümmeti ümmeti" diyen Güzeller Güzeli Nebi (sav) benim hayatıma ne kadar ışık tutuyordu? Ben ne kadar onun hâli ile hâllenmeye çabalıyordum? Derken bu soru hayatımın en önemli ve muhtemel ki en tatlı sorumluluklarından biri olan annelik için de kapımı çaldı: "Evladımı İslâm, Kur’an ve sünnet ışığında nasıl iyi bir insan olarak yetiştireceğim?". İşte o zaman Hatice Kübra Tongar’ın Fıtrat Pedagojisi isimli kitabı Üsküdar Kaknüs’te bana göz kırpıverdi. Ne güzel bir tevâfuk…
Hayy Kitap’tan ikinci baskısını yapan eser, en özet haliyle ve Hatice Kübra Tongar’ın da kendi ifadesiyle Kur’an-ı Kerim’e annelik gözüyle bakmamızı, "İkrâ" ayet-i kerimesinden itibaren ayetlerin annelik açısından yorumlanmasını sağlıyor. Kapakta da ifade edildiği gibi "adetlerle değil ayetlerle çocuk eğitimi" diyerek doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış bildiğimiz doğruları bizlere en güzel örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) aracılığı ile iletiyor.
Otuz iki başlığın yer aldığı eserde ayetler ve hadisler doğrultusunda çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz, onlara nasıl davranmalıyız, anne babanın çocuk, çocukların ise ebeveynler üzerindeki hakları nelerdir vb. sorularının cevapları veriliyor. Tüm bunların ilk basamağı olarak da "anne-babalığın ilk şartı; bismillah demektir." cümlesi gösteriliyor. Peki her işine besmele ile başlaması tavsiye edilen biz Müslümanlar için bu ne demektir? "'Ben yapamam, Rabbim yapar.'" gerçeğine boyun eğmektir.". Yalnız burada dikkat çekilen bir noktayı da ele almak gerek: "Terbiyenin Allah’tan gelmesi demek, anne-baba hiçbir şey yapmayacak demek değildir. Tam aksine, elinden geldiğinin en iyisini yapma gayretini hiç bırakmamak ama sonucunu Allah’tan bilerek razı olmak demektir. Çocuğun sahibi olmak iddiasından çıkıp şahitliğin şükrünü yaşamak demektir." Kitapta çok sevdiğim öğretilerden biri bu oldu; zira bu gerçek ile beraber anne-baba olarak bizlerin üzerindeki yük bir anlamda hafiflemiş oluyor. Zaten dinimizin bize önerdiği en güzel davranış ve hallerden biri her daim tevekkül üzere olmamızdır. Çocuğumu neden istediğim gibi yetiştiremiyorum, çocuğum neden benim istediğim gibi davranmıyor sorularını sürekli olarak kendine yönelten ebeveynler bu sorumlulukların hatta sorumluluk olmanın ötesine geçip yük haline gelen bu soruların altında ezilecek, en doğru tabirle dünyayı hem kendine hem evladına zindan edecektir. Halbuki kitapta da ifade edildiği gibi hepimiz dünyaya bir fıtrat üzere teşrif ediyoruz. Kimimizde azim, kimimizde kıskançlık, kimimizde cemal, kimimizde celal ağır basıyor. Anne-baba ve hatta bir sosyal çevreyi paylaşan insanlar olarak bize düşen bu fıtratı eğip bükmek, bir hamur gibi yoğurmaya çalışmak değil, eğilimleri okuyabilmek, yaradılışı kabullenip ondaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek için gayret göstermek olmalıdır. Nihayetinde "fıtrata saygı, fıtratı yaratana saygıdır."
Dinimizin, kitabın ve modern pedagojinin de üzerine bastığı noktalardan bir diğeri "hâl ile örnek olabilme" davranışıdır. Çocuğumuzdan bir şeyi yapmasını ya da yapmamasını istediğimizde önce dönüp kendimize "ben bu davranışı hakkıyla yerine getirebiliyor muyum?" diye sormalıyız. Bütün akşam televizyonun karşısında oturan bir anne-babanın çocuğuna kitap okumayı öğütlemesinin abesle iştigal olacağı aşikârdır. Ayrıca bu davranış modeli Kur-an-ı Kerim’de Saf suresinde de bizlere bir ikaz niteliğinde yer almaktadır: "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında gazap gerektiren bir iştir.". Yani günümüzde yer aldığı gibi "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma." anlayışı aslında özünde tamamen yaradılışa aykırı bir gerçeği ifade etmektedir.
Her ebeveyn çocuğunun çeşitli dallarda başarı göstermesini, parmakla gösterilen örnek bir evlat olmasını arzu eder. Ancak dünyevi birtakım başarılar uğruna çocuğunu gecenin bir vakti ders çalışması için uyandıran bir anne-baba, sabah namazını eda etmek üzere çocuğunu ezanla uyandırmıyorsa dönüp kendine bakmalı, evladına gösterdiği merhametin onun esas sorumluluğundan uzak kalmasına neden olmamalıdır. Zira ana babaların ve evlatların nihai kıblesi Rabb’in rızasını kazanmak olmalıdır. Diğer yandan çocuğunun başarılarından övünerek bahsettikçe hem diğer çocukların ebeveynlerinin kalplerinde haset tohumları ekecek hem de kendileri şahitlik makamından sahiplik makamına geçeceği için Allah’ın en sevmediği his olan kibre ruhlarında kapı aralayacaklardır.
Kitapta birkaç başlık altında günümüz ebeveynlik modelleri de mercek altına alınıyor. Genç anneler ve anne adayları olarak hepimiz "aman çocuğu kucağa alıştırma, aman ağlayınca hemen bağrına basma, aman sallanarak uyutma, çok fazla emzirme erkenden ek mamaya alışabilsin" gibi telkinlere aşinayız. Bu telkinlerde bulunan, hazır mama sektörünü gündemimize taşıyan, çocuğunu güçlü bir birey gibi yetiştirmeye çalışırken aile ilişkilerini zedeleyen bir Batı kültürü özentisinden başka bir şey değildir. Halbuki bizler Kur’an-ı Kerim’de de söz edildiği gibi iki yaşına kadar anne sütü emmeyi çocuk için faydalı bulan bir neslin evlatlarıyız. Çocuk ile ebeveyn odasını hızlıca ayırmaya çalışmayan, ilk iki yaşın güven duygusu için kritik bir dönem olduğunu bilen, çocuk korktuğunda onu kucağına alıp sarıp sarmayı yük bilmeyen bir kültürün bireyleriyiz. Aksi şekilde davranmak güçlü bir insan yetiştirmek bir tarafa, kendi duygularına kulak tıkayan dolayısıyla başkalarının hislerini anlamaktan uzak bir nesil yetiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Günümüz annelerinin bir diğer sorunsalı ise üzerindeki toplumsal rollerdir. Bir kadın çocuğu olduktan sonra da iyi bir eş, iyi bir ev hanımı, iyi bir evlat, iyi bir anne ve çoğu zaman üretime katkıda bulunan çalışan bir kadın olmak durumundadır. Bu noktada tavsiye edilen, eşlerin rolleri dengeli bir şekilde paylaşması, herkesin ana rollerini ve en çok da kendi biricikliklerini unutmadan zamanı ve sorumlulukları etkili ve doğru bir şekilde paylaşmasıdır.
Kitapta, detaylıca okunduğunda göreceğiniz gibi öfke kontrolünün, ağlama krizlerinin kontrolü, ebeveyn olarak çocuğumuzdan önce kendi dünyamıza ayna tutmanın yolları ve önemi, çocuklara Efendimiz (sav)’in ve diğer peygamberlerimizin ettiği dualar ayet ve hadis ışığında defaten değerlendiriliyor. Tüm bu başlıklar ele alınırken önerilen ve unutulmaması gereken en önemli düstur Kehf suresinde yer almaktadır: "Çocuklar dünya hayatının süsüdür."
Duamız, evlatlarımızın hayırlı, insanlığını bilen, sünnetullah yolunda yaşayan çocuklar olması, bizim de ana babalık görevlerimizi hakkıyla yerine getirebilen ebeveynler olmamızdır. Amin.
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
28 Ekim 2015 Çarşamba
Her kitap bir mektuptur
"İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız."
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.
"Gönül mazhardır envar-ı cemale
Gönül güldür gönül güldür cemale."
- Nasuhî
(Beste: Enderunî Hâfız Hüsnü, Beyâtî-arabân İlâhi)
Yatağımızdan kalkabilmek, alışveriş yapabilmek, görüşmek istediklerimizle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar görüşebilmek, eczane bulmak, alışveriş yapmak, müzik(?) dinlemek, sevdiğimiz programları izlemek, her ne yapıyorsak yapalım bunları insanlarla paylaşmak, taksi çağırmak, bayramlaşmak, tebrikleşmek, sevinmek ve üzülmek için avucumuzun içindeki cihazın ekranına bakmamız ve parmak uçlarımızla dokunmamız yeterli oluyor. Bir dönem bize bunları yapabileceğimiz söylenilse muhakkak güler geçerdik. Oysa uyarı(!) yapılmıştı, milenyum çağı geliyordu. Artık hayatımıza robotlar girecekti. Yani hayatımız işgal altında olacaktı. Bu ta en başından söylenen çağın uyarısı yapılmış olmasına rağmen hiçbir önlem almamak ise bizlere düşen oldu. Hoşuma gidecekti bu çağ, mutlu insanlar olacaktık, hep kahkahalar atacaktık, derdi kederi robotlarla unutacaktık. Tüm bunları yaparken hayatımızdan neler gideceğini ise asla düşünmeyecektik. Koca bir geçmiş olsun demek gerekiyor hepimize. Dijital çağ hepimize bir gönül sahibi olduğumuzu unutturduk. Mustafa Kara'nın Gönül Mektupları ise bir gönüle sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Cahit Zarifoğlu'nun dizelerini hatıra getiriyor: "Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız / bir şehir kadar kalabalıktır bazıları / bir dehliz kadar karanlıktır bazıları / konuşurlar / isterler / susarlar / dinlememişseniz nice yıl kalbinizi / ev meslek iş para geçim diyerek / düşünün şimdi bir de / şehirlerde kasaba ve köylerde / başını eğmiş kalbiyle söyleşen biri olduğunuzu."
Kitabın sunuş yazısında Ezel Erverdi hem Mustafa Kara ile tanışıklığının öyküsünü anlatıyor hem de onun tasavvuf tarihi çalışmaları yanında derviş gönlü ile modern hayatta insanımıza yol gösteren bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Kitabı ise Mustafa Kara'nın "Hikem"i olarak özetliyor.
Daha evvel üç kitap hâlinde yayımlanan kırka yakın mektup "Gönül Mektupları" adıyla tek bir kitapta toplanmış. Mustafa Kara'nın akıcı ve dostane üslubu, her bir mektubun kendine has bir konuya sahip oluşuyla kıymet kazanıyor. Fakir özellikle Kara'nın tasavvuf ve tarikatlar tarihi ile tekke kültürüne olan yakınlığının akademik çalışmalarla gün yüzüne çıkmasından fazlasıyla istifade etti. Gönül Mektupları'nda bu zenginliği derinlemesine keşfetmek mümkün. En önemlisi de nereden başlayacağını merak edenlere bir ses oluyor mektuplar. Mesela tasavvufun gayesini merak edenlere şöyle sesleniyor Mustafa Kara: "Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm'ın esaslarıyla yoğrulan mü'mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve "Allah'ı görüyormuşcasına" coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O'na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. "Kalbden kalbe yol vardır" düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır."
Tasavvufla sanat arasındaki ilişkiyi mektupların çoğu yaşayan örneklerle anlatıyor. Bu örneklerin yaşıyor oluşunun sebeb-i hikmeti; elbette güzel sanatların şaheser numûnelerinin tekkelerden, tarikatlardan ve dervişlerin ellerinden çıkması. Şöyle diyor Mustafa Kara: "Gönül medeniyeti olmadan ses olmaz, ahenk olmadan ritm olmaz, çizgi olmaz. Şiir ve musikinin olmadığı bir hayatı taşımak da sıkıntı ve ızdırapların en büyüğüdür... Yunus'un, Niyazi'nin güfteleri olmasaydı, Itri'nin, Dede Efendi'nin besteleri olmasaydı, hayatımız ne hale gelirdi? Düşünebiliyor musunuz?"
Tekkelere en büyük darbeyi şüphesiz 1925'te devletin çıkardığı kanun en büyük darbeyi vurmuş, Türkiye bir muhabbet ülkesi olmaktan aldığı şifayı kaybetmiştir, hem de kendi elleriyle. 1925 yılından sonra yaklaşık 25 yıl boyunca hemen hemen hiçbir tekke faaliyet göstermemiş, nasibini türbe ziyaretleri ve buralarda yaptığı dualarla arayan halka türbeler bile çok görülmüştür. Ne garip ki bu kanunu çıkartanların ve kabul edenlerin mezarlıkları da zamanla birer türbe hâlini almıştır! 1940-50 arasındaki herhangi bir tekkede bırakın zikr faaliyetini, musiki meşk etmek bile imkânsızken günümüz Türkiye'sinde eski devlet görevlilerinin mezarlarının başında her türlü şeyi yapmak serbesttir. Elbette bir kanuna boynunu bükmeyen, asırlardır irşad faaliyetleriyle Müslümanların gönlünü zenginleştiren tekkeler de mevcuttur. Lakin bunların sayıca azlığı milleti de bu modern ve ıstıraplı hayatın bataklığına adeta teslim etmiştir. Yazarın şu yorumları üzerinde dikkatlice düşünülmesi gerekir: "1960 ve 1970'li yıllarda bu imkân giderek azaldı ve karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post'a oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında "aktör" mürşidler piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir gurubu mukallit ve muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar-kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu, bu riskli davranışı mecburi hale getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek "pınar"larla karşılaşamayınca, bu "tuzlu" ve "kirli" sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı."
Mustafa Kara'nın gönlünden kopan mektuplar, hangi yıllarda yazılmış olurlarsa olsunlar birer öğütten çok vasiyet gibi okuyucunun gönlüne akmalıdır. "Tüketen kim, tükenen kim? Tüketilen kim? "Tüketim tüketim" tahrikleriyle ejderha haline getirilen insanın kirlettiği dünya nereye gidiyor? Nereye doğru gidiyoruz? Bu silahlarla bu "ağır" sanayi ile nereye doğru gidiyoruz sevgili dost?" diye soran Kara, "Duruluğu yakalayan, bunun reklamını yapmamalı; ulaştığı zenginliklerle birlikte, sabırla kozasını örmeya devam etmelidir" diyerek Fatır sûresini işaret ediyor: "Arınan kendisi için arınmıştır…" (35/18)
Dünyanın bir oyalanma yeri olduğuna ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği güne iman etmiş olanlar için gönlünü diri tutmak elzemdir. Gönül denen kıymeti sonsuz hazine bize nice seslenişler sunmaktadır. Kulağımızı o yöne doğru verelim, gönlümüzün yönüne. O zaman sıralama iman ve insan buluşacak ve birbirinden hiç ayrılmayacaktır. En azından dileğimiz budur.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Müslim, Îmân, 93; Tirmizî, Sıfâtu’l-Kıyâme, 56.
"Gönül mazhardır envar-ı cemale
Gönül güldür gönül güldür cemale."
- Nasuhî
(Beste: Enderunî Hâfız Hüsnü, Beyâtî-arabân İlâhi)
Yatağımızdan kalkabilmek, alışveriş yapabilmek, görüşmek istediklerimizle dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar görüşebilmek, eczane bulmak, alışveriş yapmak, müzik(?) dinlemek, sevdiğimiz programları izlemek, her ne yapıyorsak yapalım bunları insanlarla paylaşmak, taksi çağırmak, bayramlaşmak, tebrikleşmek, sevinmek ve üzülmek için avucumuzun içindeki cihazın ekranına bakmamız ve parmak uçlarımızla dokunmamız yeterli oluyor. Bir dönem bize bunları yapabileceğimiz söylenilse muhakkak güler geçerdik. Oysa uyarı(!) yapılmıştı, milenyum çağı geliyordu. Artık hayatımıza robotlar girecekti. Yani hayatımız işgal altında olacaktı. Bu ta en başından söylenen çağın uyarısı yapılmış olmasına rağmen hiçbir önlem almamak ise bizlere düşen oldu. Hoşuma gidecekti bu çağ, mutlu insanlar olacaktık, hep kahkahalar atacaktık, derdi kederi robotlarla unutacaktık. Tüm bunları yaparken hayatımızdan neler gideceğini ise asla düşünmeyecektik. Koca bir geçmiş olsun demek gerekiyor hepimize. Dijital çağ hepimize bir gönül sahibi olduğumuzu unutturduk. Mustafa Kara'nın Gönül Mektupları ise bir gönüle sahip olduğumuzu hatırlatıyor. Cahit Zarifoğlu'nun dizelerini hatıra getiriyor: "Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız / bir şehir kadar kalabalıktır bazıları / bir dehliz kadar karanlıktır bazıları / konuşurlar / isterler / susarlar / dinlememişseniz nice yıl kalbinizi / ev meslek iş para geçim diyerek / düşünün şimdi bir de / şehirlerde kasaba ve köylerde / başını eğmiş kalbiyle söyleşen biri olduğunuzu."
Kitabın sunuş yazısında Ezel Erverdi hem Mustafa Kara ile tanışıklığının öyküsünü anlatıyor hem de onun tasavvuf tarihi çalışmaları yanında derviş gönlü ile modern hayatta insanımıza yol gösteren bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Kitabı ise Mustafa Kara'nın "Hikem"i olarak özetliyor.
Daha evvel üç kitap hâlinde yayımlanan kırka yakın mektup "Gönül Mektupları" adıyla tek bir kitapta toplanmış. Mustafa Kara'nın akıcı ve dostane üslubu, her bir mektubun kendine has bir konuya sahip oluşuyla kıymet kazanıyor. Fakir özellikle Kara'nın tasavvuf ve tarikatlar tarihi ile tekke kültürüne olan yakınlığının akademik çalışmalarla gün yüzüne çıkmasından fazlasıyla istifade etti. Gönül Mektupları'nda bu zenginliği derinlemesine keşfetmek mümkün. En önemlisi de nereden başlayacağını merak edenlere bir ses oluyor mektuplar. Mesela tasavvufun gayesini merak edenlere şöyle sesleniyor Mustafa Kara: "Tasavvufun gayesi insân-ı kâmil yetiştirmektir. İmanın ve İslâm'ın esaslarıyla yoğrulan mü'mine, tasavvuf, ihsanın inceliklerini ve sırlarını sunmakta ve "Allah'ı görüyormuşcasına" coşkun ve tarif edilmez bir hal içinde, O'na kul olmanın vecdini ve canlılığını yaşatmaktadır. Bu vecd ve canlılık İslâm düşüncesinin kalb ve gönül yönünü geliştirmiş, bunun neticesinde ortaya çıkan eserler asırlarca insanlara ışık tutmuş ve tutmaktadır. "Kalbden kalbe yol vardır" düsturunu belgeleyen bu eserler, asırlar boyunca maddenin ve basit heveslerin daracık kalıpları içinde sıkışıp kalan insanlara soluk alma fırsatı vermiş, ümit bahşetmiş, yeni ufuklar kazandırmıştır."
Tasavvufla sanat arasındaki ilişkiyi mektupların çoğu yaşayan örneklerle anlatıyor. Bu örneklerin yaşıyor oluşunun sebeb-i hikmeti; elbette güzel sanatların şaheser numûnelerinin tekkelerden, tarikatlardan ve dervişlerin ellerinden çıkması. Şöyle diyor Mustafa Kara: "Gönül medeniyeti olmadan ses olmaz, ahenk olmadan ritm olmaz, çizgi olmaz. Şiir ve musikinin olmadığı bir hayatı taşımak da sıkıntı ve ızdırapların en büyüğüdür... Yunus'un, Niyazi'nin güfteleri olmasaydı, Itri'nin, Dede Efendi'nin besteleri olmasaydı, hayatımız ne hale gelirdi? Düşünebiliyor musunuz?"
Tekkelere en büyük darbeyi şüphesiz 1925'te devletin çıkardığı kanun en büyük darbeyi vurmuş, Türkiye bir muhabbet ülkesi olmaktan aldığı şifayı kaybetmiştir, hem de kendi elleriyle. 1925 yılından sonra yaklaşık 25 yıl boyunca hemen hemen hiçbir tekke faaliyet göstermemiş, nasibini türbe ziyaretleri ve buralarda yaptığı dualarla arayan halka türbeler bile çok görülmüştür. Ne garip ki bu kanunu çıkartanların ve kabul edenlerin mezarlıkları da zamanla birer türbe hâlini almıştır! 1940-50 arasındaki herhangi bir tekkede bırakın zikr faaliyetini, musiki meşk etmek bile imkânsızken günümüz Türkiye'sinde eski devlet görevlilerinin mezarlarının başında her türlü şeyi yapmak serbesttir. Elbette bir kanuna boynunu bükmeyen, asırlardır irşad faaliyetleriyle Müslümanların gönlünü zenginleştiren tekkeler de mevcuttur. Lakin bunların sayıca azlığı milleti de bu modern ve ıstıraplı hayatın bataklığına adeta teslim etmiştir. Yazarın şu yorumları üzerinde dikkatlice düşünülmesi gerekir: "1960 ve 1970'li yıllarda bu imkân giderek azaldı ve karanlık dönemde kulaktan dolma bilgilerle yetişenler ve Post'a oturanlar çoğalmaya başladı. Gerçek mürşidlerin yanında "aktör" mürşidler piyasayı kapladı. Bunların bir kısmı cezbeli ve yetersiz, bir gurubu mukallit ve muhalif, bir kısmı beceriksiz ve cahil, bir bölümü de yeterli fakat maddeye ve şöhrete düşkündü. Yaratılış itibariyle mistik bir muhtevaya sahip olan insanlarımız, derin bir araştırma ve inceleme yapmadan bu kimselere kapıldılar-kapılandılar. Kanunen yasak ve gizli oluşu, bu riskli davranışı mecburi hale getiriyordu. Tekke psikolojisine ihtiyaç duyan insanlar gerçek "pınar"larla karşılaşamayınca, bu "tuzlu" ve "kirli" sularda susuzluğunu gidermeye çalıştı."
Mustafa Kara'nın gönlünden kopan mektuplar, hangi yıllarda yazılmış olurlarsa olsunlar birer öğütten çok vasiyet gibi okuyucunun gönlüne akmalıdır. "Tüketen kim, tükenen kim? Tüketilen kim? "Tüketim tüketim" tahrikleriyle ejderha haline getirilen insanın kirlettiği dünya nereye gidiyor? Nereye doğru gidiyoruz? Bu silahlarla bu "ağır" sanayi ile nereye doğru gidiyoruz sevgili dost?" diye soran Kara, "Duruluğu yakalayan, bunun reklamını yapmamalı; ulaştığı zenginliklerle birlikte, sabırla kozasını örmeya devam etmelidir" diyerek Fatır sûresini işaret ediyor: "Arınan kendisi için arınmıştır…" (35/18)
Dünyanın bir oyalanma yeri olduğuna ve Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği güne iman etmiş olanlar için gönlünü diri tutmak elzemdir. Gönül denen kıymeti sonsuz hazine bize nice seslenişler sunmaktadır. Kulağımızı o yöne doğru verelim, gönlümüzün yönüne. O zaman sıralama iman ve insan buluşacak ve birbirinden hiç ayrılmayacaktır. En azından dileğimiz budur.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
16 Ekim 2015 Cuma
Şarkı ve şiirin 20. yüzyıldaki yolculuğu
“Söz ile sesin arasındaki dostluğun” yolları çoktur. Belki insanı “yalnız bir koroya” dönüştürebilir bu. Şayet sözkonusu olan büyük bir yapıtsa, bakmayı ve görmeyi öğrenmişseniz, sizi bekleyen yalnızlıktan başkası değildir. Yapayalnız kalabilirsiniz. Hilmi Tezgör, kitabının en başında Mehmet Taner’den mükemmel bir alıntıyla söze başlıyor. Şarkıların dilden dile, gönülden gönüle taşınıyor olması iyi-kötü müzik dengesinin tutturulabilirliğine işaret ediyor. 20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü adlı bu çalışma, Halil Turhanlı’nın nefis önsözüyle ve iki ana bölümüyle “merhaba” diyor okura. Çoğunlukla dünden bugüne aktarılan şarkılar, kalıcılığını koruyan eserler, insan ihtiyaçlarına göre ve kişilere bağlı bir değişkenlikle karşı karşıya kalan kanunlar gibi değildir.”Bir ulusun türkülerini yapanlar yasalarını yapanlardan daha güçlüdür” diyen William Shakespeare doğru söylemiş. Yakın zamanda kaybettiğimiz ünlü ozan Neşet Ertaş güzel türküleriyle nesilden nesile aktarılacak sözgelimi.
Tezgör kitapta, şarkı sözlerini ikiye ayırıyor: “Toplumsal yaşam şartları zorlaştığında ya da iktidar tarafından zorlaştırıldığında, haksızlıklar yaşandığında, baskı ortamı oluştuğunda, çatışma ve şiddete tanık olunduğunda bu konularda şarkılar yazılır. Başkaldırı ve direniş, bu türden sözleri olan şarkılarda yaşam bulur. Blues, folk, rock, punk, rap ve etnik müziğin bir bölümü, protest müziğin ise-ismi üzerinde- neredeyse tamamı bu tür sözler içerir. Doğaçlamaya dayanan ve çoğu zaman enstrümantal olan caz müziği de özellikle 1960’larda direnişçi ve politik bir tavra sahip olmuştur.”
İyi şiiri iyiye kullanan rockçılar
Bireyci şarkı sözünü ise Tezgör şöyle tanımlıyor: “Aşktan cinselliğe, kıskançlıktan şizofreniye, acıdan yalnızlığa, coşkudan öfkeye, utançtan megalomaniye kadar bireyin farklı duygularının sözlere dökülmesidir. Birey bu sayede kendini ifade etme fırsatını yakalayarak kendini daha iyi tanıyabilir, kendini bulabilir, yeniden kurabilir. Doğa ve dış dünya karşısında bireyin duygu ve düşünceleri de yine bu sözlerde ifade bulur.” Kısa öykü gibi iyi müzikler de etki bırakır. Tek seferde insan ruhunda bıraktıkları izler müthiştir. “Bir edebi tür olarak öykünün en güzel örneklerini yazan ve bu türün kuramına da ilk katkıları yapan Edgar Allan Poe’ya göre öykü, okuyucunun kafasında “tek bir etki” yaratacak biçimde planlanmalı ve bunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için de bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta olmalıydı. Tek bir etki!..”
Ayrılmaz ikili müzik ve edebiyat
Edgar Allen Poe, kendine özgü edebiyatıyla bugün içinde gerilim, korku, gotik, polisiye ve hatta bilimkurgu öğeleri barındıran neredeyse her sanat dalını etkilemiş durumda... Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez bir mantık ve matematik, yazdıklarını eşsiz kılar. Zekanın ürünüdür bunlar. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Popüler müziği etkisi altına almaması mümkün değildir. İngiliz heavy metal grubu, Poe’nin, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı eserini ad ve konu olarak aynen kullanan Iron Maiden (1981) Killers adlı albümünde, şarkısına “Murders in the Rue Morgue” adını vermiştir. İlham kaynağı öykücüler olan şarkıcıların, listesi böylece uzayıp gider. “Fransız şiirinin üç silahşörünün Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine olduğu söylenebilir.” Bu üç şairin şiirlerinden etkilenerek popüler müzik yapan 20.yüzyıl müzisyenleri tahminimizden çoktur. “Öyle ki, bugün rock şiirinin öne çıkan isimlerinin çoğu, öyle ya da böyle bu şairlerin kitaplarını başuçlarında eskitmişler, iyi şiiri “iyiye” kullanmışlardır.” Bob Dylan, Patti Smith, Jim Marrison örnek verilebilir. Bob Dylan “Üç Kuruşluk Opera”yı dinledikten sonra günlüğüne şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir anı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı.(...)” Bob Dylan, “kafasına göre takılan” birine göre çok manidar bir not düşmüştür aslında. “Mükemmel müzik dengeden doğar. Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.” Hermann Hesse, “müziği olan bir romana” imza atmıştır: Boncuk Oyunu. 1943’te yazılmıştır. Yazar müziği adeta içselleştirmiştir.
Sevgili okur, H.Hesse’nin küçük yaşlarda keman çalmaya başladığını biliyor muydunuz? Bu yetisinin onu dengeli bir insan kıldığını gözlemliyoruz. H.Hesse, Bozkırkurdu’nu şöylece bitirmiştir: “Bir gün gelecek, gülmesini öğrenecektim. Pablo beni bekliyor, Mozart beni bekliyordu.” Müzik ve edebiyat zaman içinde ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüştür. İki türün karışımından doğan “şarkı sözü” yeni bir tür olarak yoluna devam etmektedir. Müzik üzerine az okuyan, müzikle çok az düşünen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, müzisyenlerin derdini dillendirmek adına yapılmış olan bu kapsamlı çalışmanın ciddi müzik dinleyicisi için yol gösterecek nitelikte olduğu aşikardır.
Bu kitabın müziğe ve çıkış noktasına dair, ortaya atılan tezlerin ışığında, müziksever okura yeni bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
İyi şiiri iyiye kullanan rockçılar
Bireyci şarkı sözünü ise Tezgör şöyle tanımlıyor: “Aşktan cinselliğe, kıskançlıktan şizofreniye, acıdan yalnızlığa, coşkudan öfkeye, utançtan megalomaniye kadar bireyin farklı duygularının sözlere dökülmesidir. Birey bu sayede kendini ifade etme fırsatını yakalayarak kendini daha iyi tanıyabilir, kendini bulabilir, yeniden kurabilir. Doğa ve dış dünya karşısında bireyin duygu ve düşünceleri de yine bu sözlerde ifade bulur.” Kısa öykü gibi iyi müzikler de etki bırakır. Tek seferde insan ruhunda bıraktıkları izler müthiştir. “Bir edebi tür olarak öykünün en güzel örneklerini yazan ve bu türün kuramına da ilk katkıları yapan Edgar Allan Poe’ya göre öykü, okuyucunun kafasında “tek bir etki” yaratacak biçimde planlanmalı ve bunun ahlâken biçimlendirici bir deneyim haline gelebilmesi için de bir oturuşta okunup bitirilebilecek kısalıkta olmalıydı. Tek bir etki!..”
Ayrılmaz ikili müzik ve edebiyat
Edgar Allen Poe, kendine özgü edebiyatıyla bugün içinde gerilim, korku, gotik, polisiye ve hatta bilimkurgu öğeleri barındıran neredeyse her sanat dalını etkilemiş durumda... Akıl almaz ayrıntılar, müthiş gözlemler, çürütülemez bir mantık ve matematik, yazdıklarını eşsiz kılar. Zekanın ürünüdür bunlar. İnsanlar ise zayıf yanlarıyla vardır onda. Popüler müziği etkisi altına almaması mümkün değildir. İngiliz heavy metal grubu, Poe’nin, “Morgue Sokağı Cinayeti” adlı eserini ad ve konu olarak aynen kullanan Iron Maiden (1981) Killers adlı albümünde, şarkısına “Murders in the Rue Morgue” adını vermiştir. İlham kaynağı öykücüler olan şarkıcıların, listesi böylece uzayıp gider. “Fransız şiirinin üç silahşörünün Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine olduğu söylenebilir.” Bu üç şairin şiirlerinden etkilenerek popüler müzik yapan 20.yüzyıl müzisyenleri tahminimizden çoktur. “Öyle ki, bugün rock şiirinin öne çıkan isimlerinin çoğu, öyle ya da böyle bu şairlerin kitaplarını başuçlarında eskitmişler, iyi şiiri “iyiye” kullanmışlardır.” Bob Dylan, Patti Smith, Jim Marrison örnek verilebilir. Bob Dylan “Üç Kuruşluk Opera”yı dinledikten sonra günlüğüne şöyle yazar: “Sert bir dili olan şarkılar. Bir anı diğerini tutmayan, aksak, sarsıla sarsıla ilerleyen tuhaf tasavvurlar. Şarkılar hırsızların, leş yiyicilerin veya ciğeri beş para etmezlerin ağzından yazılmıştı ve hepsi kükrüyor, homurdanıyordu. Bütün dünya dört dar sokağın arasına sıkıştırılmıştı.(...)” Bob Dylan, “kafasına göre takılan” birine göre çok manidar bir not düşmüştür aslında. “Mükemmel müzik dengeden doğar. Müzik gökle yer arasındaki ahenge, karanlıkla aydınlık arasındaki uyuma dayanır.” Hermann Hesse, “müziği olan bir romana” imza atmıştır: Boncuk Oyunu. 1943’te yazılmıştır. Yazar müziği adeta içselleştirmiştir.
Sevgili okur, H.Hesse’nin küçük yaşlarda keman çalmaya başladığını biliyor muydunuz? Bu yetisinin onu dengeli bir insan kıldığını gözlemliyoruz. H.Hesse, Bozkırkurdu’nu şöylece bitirmiştir: “Bir gün gelecek, gülmesini öğrenecektim. Pablo beni bekliyor, Mozart beni bekliyordu.” Müzik ve edebiyat zaman içinde ayrılmaz bir ikiliye dönüşmüştür. İki türün karışımından doğan “şarkı sözü” yeni bir tür olarak yoluna devam etmektedir. Müzik üzerine az okuyan, müzikle çok az düşünen bir toplum olduğumuzu düşünürsek, müzisyenlerin derdini dillendirmek adına yapılmış olan bu kapsamlı çalışmanın ciddi müzik dinleyicisi için yol gösterecek nitelikte olduğu aşikardır.
Bu kitabın müziğe ve çıkış noktasına dair, ortaya atılan tezlerin ışığında, müziksever okura yeni bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum.
Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz
Bir sığınak olarak Minare Gölgesi
Caminin, ezanın ve minarenin başkahraman olduğu bir roman Minare Gölgesi. Engin Ergönültaş’ın beş yıllık emeği olan roman İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı, ikinci baskı için gün sayıyormuş.
Ezanlarla, İstanbul’da başlayan bir hikaye var Minare Gölgesi’nde. İstanbul’un fakir semtlerindeki insanların yaşayışına içeriden bir şahitliğe götürüyor okurunu Engin Ergönültaş. Bu kitap için beş yıl çalışmış yazar. Başkahramanı cami bu kitabın. Kitaptaki diğer kahramanlar caminin ya bahçesinden geçiyor, ya minaresine gözü takılıyor ve ya müezzininin sesiyle boğulduğu dünya dalgalarından bir süreliğine emin oluyor. Bir süreliğine emin oluyor, çünkü kitaptaki kahramanların her birinin içinde yüzdüğü imtihan denizi, kendilerine dönme, kendilerine gelme imkanını bahşetmiyor. Cami; yanıbaşlarında duruyor, minare; hayatlarının her anına tanık oluyor, Allah; müezzinin ağzından beş kere kendine davet ediyorken, romandaki kahramanlarımızın hiç biri kendini bu limana atamıyor.
Kavgadan minareye kaçış
Romanda adı geçenlerin en safı, ilk yaşlarını, taze ömrünün günlerini süren Atilla. Ninesinden Kur’an-ı Kerim öğrenen Atilla… Et tehiyyatü okuyan Atilla… Atilla, ayrı olan annesi ile babasının kavgasından kaçarak minareye sığınıyor. Kendisi için çıkan bir kavgadan kaçıyor… Annesiyle birlikte yaşıyor Atilla. Babası işlediği bir cinayetten ötürü İzmir’e kaçma planlarına oğlu Atilla’yı da dahil ediyor. Annesi Atilla’yı vermek istemeyince, ayrıldığı eşini de yanında götürmeyi ve tekrar eski mutlu günlere dönmeyi teklif ediyor.Atilla’nın annesi ise İstanbul’dan gitmeyi kabul etmeyince kaçmak için sınırlı günleri kalan eski kocasıyla evlerinin önünde kavgaya tutuşuyorlar.
Babasıyla İzmir’e gitmek istemeyen Atilla, saklandığı odadan çıkarak, mahalle camiine sığınıyor. Cami bahçesinde kendisine uygun bir yer ararken minarenin kapısının açık olduğunu farkediyor ve günlerini minarede geçirmeye başlıyor. Mevsim yaz ve güneş kavurucudur. Babasının şerrinden minareye kaçtıktan sonra, güneşin hararetine de minareyi kalkan eder…
Ezan sesiyle uyanışlar
Minare gölgesinde uykulara dalar, kabuslar görür, uyandığında gölge kendi üzerinden kalkıp başka yerlere konmuştur. Ezanlarla derin uykulardan uyanır Atilla. Yanıbaşında patlayan höparlörün sesi, minareyi kendisine gözetleme kulesi edinen Atilla’yı bir çok kez ürkütür. Minareden inmesi için, babasının evlerinin önüne çektiği arabasının gitmesini bekler.
Romanın Allah’a en yakın isimlerinden biridir Atilla. Kendisi gibi iki kişi daha vardır Allahlı. Ninesi, yani annesinin annesi Ümmiye Hanım ve iş aramaktan yorulan ve kendini yatağına hapseden Abdülkadir. Ninesi Atilla’nın ilk mürebbisi gibi. Elif cüzünü açtırıp Atilla’ya Kur’an harflerini, sure ve dualar ezberletiyor. Defalarca evlerinin tahta zeminine seriliyor Ümmiye Hanım’ın seccadesi. Seccade gidiyor, tesbih geliyor. Tesbih bitiyor Ümmiye Hanım’ın dilinde yine Allahlı cümleler.
Keşfi açılan Abdülkadir
Kendini yatağına hapseden Abdülkadir’in ise adeta keşfi açılıyor. Mahallenin kendisine akıl danıştığı bir mübarek oluyor Abdülkadir. Gözü yüksekçe bir yerden bakar gibi hadiselere tanıklık ediyor. Uzakta bir yerde geçen olaylardan haber veriyor. Fakat bütün bunlar olurken, yatağından bir kez olsun çıkmıyor. Son nefesini de o yatakta veriyor.
Bir varoş romanı olarak da niteleyebileceğimiz Minare Gölgesi, yazarının akıcı üslûbu ve olay örgüsündeki ince işçiliği ile de kendini okutturuyor. Yazarın kitapta anlattıkları bendenizin ifade etmeye gayret ettiklerimden tabii ki çok daha fazla. Kitabı ayrıcalıklı kılan ve bendenizi kendine çeken yönü; minarenin, ezanın ve caminin defalarca defalarca zikredilmesi.
Minare Gölgesi, iki de film teklifi almış. Yazarın yakın bir arkadaşından duydum. Filminin nasıl olacağı meçhul. Filmini beklemeden kitabı alıp okumak gerek. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin Öztürk
twitter.com/meyyitahmed
* Bu yazı daha önce Dunyabizim.com'da yayımlanmıştır.
Ezanlarla, İstanbul’da başlayan bir hikaye var Minare Gölgesi’nde. İstanbul’un fakir semtlerindeki insanların yaşayışına içeriden bir şahitliğe götürüyor okurunu Engin Ergönültaş. Bu kitap için beş yıl çalışmış yazar. Başkahramanı cami bu kitabın. Kitaptaki diğer kahramanlar caminin ya bahçesinden geçiyor, ya minaresine gözü takılıyor ve ya müezzininin sesiyle boğulduğu dünya dalgalarından bir süreliğine emin oluyor. Bir süreliğine emin oluyor, çünkü kitaptaki kahramanların her birinin içinde yüzdüğü imtihan denizi, kendilerine dönme, kendilerine gelme imkanını bahşetmiyor. Cami; yanıbaşlarında duruyor, minare; hayatlarının her anına tanık oluyor, Allah; müezzinin ağzından beş kere kendine davet ediyorken, romandaki kahramanlarımızın hiç biri kendini bu limana atamıyor.
Kavgadan minareye kaçış
Romanda adı geçenlerin en safı, ilk yaşlarını, taze ömrünün günlerini süren Atilla. Ninesinden Kur’an-ı Kerim öğrenen Atilla… Et tehiyyatü okuyan Atilla… Atilla, ayrı olan annesi ile babasının kavgasından kaçarak minareye sığınıyor. Kendisi için çıkan bir kavgadan kaçıyor… Annesiyle birlikte yaşıyor Atilla. Babası işlediği bir cinayetten ötürü İzmir’e kaçma planlarına oğlu Atilla’yı da dahil ediyor. Annesi Atilla’yı vermek istemeyince, ayrıldığı eşini de yanında götürmeyi ve tekrar eski mutlu günlere dönmeyi teklif ediyor.Atilla’nın annesi ise İstanbul’dan gitmeyi kabul etmeyince kaçmak için sınırlı günleri kalan eski kocasıyla evlerinin önünde kavgaya tutuşuyorlar.
Babasıyla İzmir’e gitmek istemeyen Atilla, saklandığı odadan çıkarak, mahalle camiine sığınıyor. Cami bahçesinde kendisine uygun bir yer ararken minarenin kapısının açık olduğunu farkediyor ve günlerini minarede geçirmeye başlıyor. Mevsim yaz ve güneş kavurucudur. Babasının şerrinden minareye kaçtıktan sonra, güneşin hararetine de minareyi kalkan eder…
Ezan sesiyle uyanışlar
Minare gölgesinde uykulara dalar, kabuslar görür, uyandığında gölge kendi üzerinden kalkıp başka yerlere konmuştur. Ezanlarla derin uykulardan uyanır Atilla. Yanıbaşında patlayan höparlörün sesi, minareyi kendisine gözetleme kulesi edinen Atilla’yı bir çok kez ürkütür. Minareden inmesi için, babasının evlerinin önüne çektiği arabasının gitmesini bekler.
Romanın Allah’a en yakın isimlerinden biridir Atilla. Kendisi gibi iki kişi daha vardır Allahlı. Ninesi, yani annesinin annesi Ümmiye Hanım ve iş aramaktan yorulan ve kendini yatağına hapseden Abdülkadir. Ninesi Atilla’nın ilk mürebbisi gibi. Elif cüzünü açtırıp Atilla’ya Kur’an harflerini, sure ve dualar ezberletiyor. Defalarca evlerinin tahta zeminine seriliyor Ümmiye Hanım’ın seccadesi. Seccade gidiyor, tesbih geliyor. Tesbih bitiyor Ümmiye Hanım’ın dilinde yine Allahlı cümleler.
Keşfi açılan Abdülkadir
Kendini yatağına hapseden Abdülkadir’in ise adeta keşfi açılıyor. Mahallenin kendisine akıl danıştığı bir mübarek oluyor Abdülkadir. Gözü yüksekçe bir yerden bakar gibi hadiselere tanıklık ediyor. Uzakta bir yerde geçen olaylardan haber veriyor. Fakat bütün bunlar olurken, yatağından bir kez olsun çıkmıyor. Son nefesini de o yatakta veriyor.
Bir varoş romanı olarak da niteleyebileceğimiz Minare Gölgesi, yazarının akıcı üslûbu ve olay örgüsündeki ince işçiliği ile de kendini okutturuyor. Yazarın kitapta anlattıkları bendenizin ifade etmeye gayret ettiklerimden tabii ki çok daha fazla. Kitabı ayrıcalıklı kılan ve bendenizi kendine çeken yönü; minarenin, ezanın ve caminin defalarca defalarca zikredilmesi.
Minare Gölgesi, iki de film teklifi almış. Yazarın yakın bir arkadaşından duydum. Filminin nasıl olacağı meçhul. Filmini beklemeden kitabı alıp okumak gerek. Muhabbetle tavsiye olunur.
Ahmed Sadreddin Öztürk
twitter.com/meyyitahmed
* Bu yazı daha önce Dunyabizim.com'da yayımlanmıştır.
13 Ekim 2015 Salı
Karıncanın ayak seslerini işiten kim?
"Ey biçare! Kapı kapalı mı sandın?"
- Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye
"Gözlerin hep kör kalmayacak; sen kapıyı ara."
- Şeyh Ferîdüddin Attâr
İnsan, anlamının peşine düşmesi gereken bir varlık. Anlamın arayışı kişiyi psikozların, akıl-ruh hastalıklarının ve hatta intiharın eşiğinden kurtarmaya tek başına yeter. Elbette bu arayış yorucu, çetrefilli ve meşakkatli olacaktır. Fakat varılacak nokta neresi olursa olsun, yolda olmak, yolda kalmamayı beraberinde getirir. Muhabbet, yolu güzelleştiren, yolu daha kıymetli kılandır. Bu muhabbet bir şeyhle olursa da o yolculuk hiç bitmesin istenir, bir öyküye dönüşür yollar. Her yol, yeni bir öykü oluverir. "İnsan insanın kurdu değil umududur" der Sadettin Ökten hoca. Muhabbet de dostluğun tohumu olsa gerek. İnsanlık dostluğa dönüşürse umut hep var olacaktır. Korku ve umut arasındaki insan kendine muhabbetle bir ferahlık sahası bulacaktır zira muhabbet, gönüllerin meşkidir. Bir meşkin musiki eserine dönüşmesi için gönüllerin birbirine akması lazımdır. Bu, durarak olmaz. Yola çıkmalı. Yola çıkmak, haklı çıkmaktır. Hakkını, hak ettiğini ancak yolda alırsın. Hakk'ını da yoldaysan bulursun. Kenarda durma, yolda ol. Yolcu ol.
Kendi yolculuğunda Arayıcıların Dost'u ve Kalplerin Açıcısı'na ulaşma gayretiyle New York'ta bir Rufai şeyhine intisap eden Muhyiddin Şekûr, Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eseriyle çok önemli bir görevi ifa etmiş görünüyor. Yola çıkmaya, Hakk'ı aramaya ve fakat nereden başlayacağını bilmeyenlere kendi yaşamından öyküler sunuyor. Bu öyküler Hakk'ı, hakkaniyeti, hakikati, gündelik yorgunlukları, dünya kaygısıyla ahiret gerçeğini unutmayı, bir büyüğün karşısında elde edilecekleri, bu öğrenilenlerle hayatı yeni baştan kurgulayabilmeyi anlatıyor, öğütlüyor. Üstelik tüm bunları şikayet etmeden yapıyor. Çünkü şöyle sesleniyor Şekûr:
"Neden şikâyetçi olacaktım ki? O'nun rahmeti, lütfu, ihsanı ve cömertliği her yerde görünüyordu. Şeyh, bir keresinde bana bir insanın öğrenebileceği en önemli şeyi söylemişti. Söylediği şuydu: Senin Allah'la aranda hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey, kendi enaniyetimiz dışında hiçbir şey, araya perde koyamaz... İnsan nerede olursa olsun, kendi nefsini ve Rabbini daha iyi tanıma vesilesi bulabilirdi, mutfak lavabosunun başında bile olsa."
Şekûr, arayışı boyunca iğnelerden borulara, çiçeklerden seyahatlere, arabalardan parklara, keklerden akvaryumlara, ateşten kılıca birçok sınavdan geçiyor. Tüm bu sınavları anlayabilmek için ise kitabın hemen ilk sayfalarında rastlanacak Hz. Mevlâna sözü bir uyarı niteliğinde: Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerekir. Gerek üslup gerek öykücü anlatımdaki lezzetli teknikler Muhyiddin Şekûr'u okuyucu karşısında "garip" etmeye yetecektir. Lakin bu karşılaşmada okuyucunun da garip olması gerekmektedir. Garipler yoldaş olursa, öyküler yüzünü dünyadan Allah'a çevirecek, kul da İmam-ı Gazâlî'nin dört öğüdünü hisseder olacaktır: Nefsini bilmek, Rabbini bilmek, dünyanın hakikatini bilmek ve ahiretin hakikatini bilmek.
Fakirin bu yazısında başlık, Şekûr'un şeyhinin bir sözü. Tek başına çok anlam ifade ediyor. Şeyhin modern dünya karşısında modernleşen insanın bunalımlarına dair oldukça kıymetli sözleri var. "Bugunkü putlarımız, televizyon, banka hesapları ve buzdolabıdır" ve "Birleşirsek düşeriz, bölünürsek ayakta kalırız" bunlardan sadece bazıları. Şekûr'la birlikte okuyucu da soracaktır: Nereden başlayacağız? Şeyhin cevabı hazırdır: "Neredeysen oradan başlarsın. Sonra çevredekilere geçersin. Ve sonunda hedefine varırsın."
Muhyiddin Şekûr'un kuvvetli hafızası bizi şeyhin sohbetlerinin tam ortasına bırakıyor. Bir bahçe bu. Dikeni gür güllerden oluşan bir bahçe bu. Hemen tutmamak, önce sindirmek icap ediyor. Zira modern insanın çok uzaktan baktığı fakat göremediği gerçekler bunlar, birer hakikat bekçiliği:
"Buraya Ezel'den gönderildiniz. Şimdi ise tek derdiniz Ebed olmalı. Bu dünyayı dert edinen bu dünyayı alır. Ahireti dert edinen ahireti alır. Ama sizde gururun zerresi kaldıkça hakikatin bâtınına yaklaşamayacağınızı da bilin. Dişiniz ağrıyorsa ya da gözünüzden bir derdiniz varsa ne olmuş yani? Dertlerinizi Allah'la aranıza perde etmekten, onlara O'na kulluğunuza verdiğiniz kıymetten fazlasını vermekten sakının. Hep müteşekkir olun ve bilin ki bu dünyadaki kederleriniz, Allah'ın size bir lûtfudur. Unutmayın ki Kıyamet, güneşin eriyeceği ve insanların, onun yok oluşunun dehşetiyle ve kendi yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmektense, yerin dibine batmak için dua edecekleri bir gündür; bir masal değil."
Nitekim şeyh, dünyanın ve dervişin yolunun ayrı olduğunu, kolay kolay bir araya gelmeyeceğini söyler ve ikisinden de yürümenin mümkün olmadığını belirtir. Hazreti İbrahim'in bıçağıyla içimizdeki dünyayı kesip, putlarımızı kırmadıkça da gideceğim yol, dünyanın bizden almak istediği yoldur. Oysa bizim gitmemiz gereken yol, Kâbe'ye doğrudur, yani kalbimize. Üstelik bu yol için arabaya, eve de gerek yoktur. Her gün bir fakirlik elbisesi kafidir.
Neden şeyh? Neden bir mürşid? Neden bir rehber? Modern insanın tasavvuf üzerine ilk sorduğu sorulardan sadece bazıları ama en önemlileri bunlar. Şekûr ise kitabıyla şöyle sesleniyor: "Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur ve dünya sahte öğretmenlerle doludur.Yine de Allah'a giden yolda bir rehber gerek,zira rehber olmaksızın ne ene çözülür ne heva ölür..."
Nereden "ben" dersek orada kaybetmeye başlıyoruz. Hep bir şeyleri kendimiz başardığımıza, kendimiz yaptığımıza inanıyoruz. Her birimizin kalbinde put var, oysa Allah'tan başka her şey puttur, biliyoruz. Bunu bilmemize rağmen tavırlarımıza bir yön vermeyerek iyice batıyoruz. Şeyhin öğüdü olan "Eğitici dil, dikkatli kulak ve imanlı kalp" bizlere yetecek. Oysa biz yanımıza hep bir şeytan arıyoruz, günahlarımıza ortak. Şeyhin önemli bir hatırlatması da şöyle: "Rabbi ile insan arasındaki tek elçi insanın amelidir. Kıyamet Günü'nde yanınızda avukatınız olmayacak."
Algılarımız, anlam arayışımız, mücadelemiz ve yolculuğumuz hiç bitmemeli. Yorulmak olmamalı, miskinlik tuzağına yakalanmamalı. Kapılar ve pencereler daima açık olmalı. Çünkü şeyh şöyle söylüyor: "Kapıları ve pencereleri Allah'ın rahmetinin meltemine açık bırakın. Uyanık kalmanın tek yolu, pencereleri açmaktır."
Kitabı bitirdikten sonra hafızama Şekûr'un naklettiklerinden sadece üçünü nakşetmeyi görev bildim. Bunlardan ikisi yazının başında alıntıladığım Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye ve Şeyh Ferîdüddin Attâr sözleriydi. İşte korkularım arasında umudumu diri tutmama yetecek bu üç sözden sonuncusuyla yazımı bitirmek isterim: "Fakat kalbim Rabbimin sağır olmadığından emindi. Bir karıncanın bile ayak seslerini işiten O, benim kırık dökük kalbimi de duyar."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye
"Gözlerin hep kör kalmayacak; sen kapıyı ara."
- Şeyh Ferîdüddin Attâr
İnsan, anlamının peşine düşmesi gereken bir varlık. Anlamın arayışı kişiyi psikozların, akıl-ruh hastalıklarının ve hatta intiharın eşiğinden kurtarmaya tek başına yeter. Elbette bu arayış yorucu, çetrefilli ve meşakkatli olacaktır. Fakat varılacak nokta neresi olursa olsun, yolda olmak, yolda kalmamayı beraberinde getirir. Muhabbet, yolu güzelleştiren, yolu daha kıymetli kılandır. Bu muhabbet bir şeyhle olursa da o yolculuk hiç bitmesin istenir, bir öyküye dönüşür yollar. Her yol, yeni bir öykü oluverir. "İnsan insanın kurdu değil umududur" der Sadettin Ökten hoca. Muhabbet de dostluğun tohumu olsa gerek. İnsanlık dostluğa dönüşürse umut hep var olacaktır. Korku ve umut arasındaki insan kendine muhabbetle bir ferahlık sahası bulacaktır zira muhabbet, gönüllerin meşkidir. Bir meşkin musiki eserine dönüşmesi için gönüllerin birbirine akması lazımdır. Bu, durarak olmaz. Yola çıkmalı. Yola çıkmak, haklı çıkmaktır. Hakkını, hak ettiğini ancak yolda alırsın. Hakk'ını da yoldaysan bulursun. Kenarda durma, yolda ol. Yolcu ol.
Kendi yolculuğunda Arayıcıların Dost'u ve Kalplerin Açıcısı'na ulaşma gayretiyle New York'ta bir Rufai şeyhine intisap eden Muhyiddin Şekûr, Su Üstüne Yazı Yazmak adlı eseriyle çok önemli bir görevi ifa etmiş görünüyor. Yola çıkmaya, Hakk'ı aramaya ve fakat nereden başlayacağını bilmeyenlere kendi yaşamından öyküler sunuyor. Bu öyküler Hakk'ı, hakkaniyeti, hakikati, gündelik yorgunlukları, dünya kaygısıyla ahiret gerçeğini unutmayı, bir büyüğün karşısında elde edilecekleri, bu öğrenilenlerle hayatı yeni baştan kurgulayabilmeyi anlatıyor, öğütlüyor. Üstelik tüm bunları şikayet etmeden yapıyor. Çünkü şöyle sesleniyor Şekûr:
"Neden şikâyetçi olacaktım ki? O'nun rahmeti, lütfu, ihsanı ve cömertliği her yerde görünüyordu. Şeyh, bir keresinde bana bir insanın öğrenebileceği en önemli şeyi söylemişti. Söylediği şuydu: Senin Allah'la aranda hiçbir şey yoktur. Hiçbir şey, kendi enaniyetimiz dışında hiçbir şey, araya perde koyamaz... İnsan nerede olursa olsun, kendi nefsini ve Rabbini daha iyi tanıma vesilesi bulabilirdi, mutfak lavabosunun başında bile olsa."
Şekûr, arayışı boyunca iğnelerden borulara, çiçeklerden seyahatlere, arabalardan parklara, keklerden akvaryumlara, ateşten kılıca birçok sınavdan geçiyor. Tüm bu sınavları anlayabilmek için ise kitabın hemen ilk sayfalarında rastlanacak Hz. Mevlâna sözü bir uyarı niteliğinde: Bu bir garibin öyküsüdür; dinlemek ve duyabilmek için de bir garip kulağı gerekir. Gerek üslup gerek öykücü anlatımdaki lezzetli teknikler Muhyiddin Şekûr'u okuyucu karşısında "garip" etmeye yetecektir. Lakin bu karşılaşmada okuyucunun da garip olması gerekmektedir. Garipler yoldaş olursa, öyküler yüzünü dünyadan Allah'a çevirecek, kul da İmam-ı Gazâlî'nin dört öğüdünü hisseder olacaktır: Nefsini bilmek, Rabbini bilmek, dünyanın hakikatini bilmek ve ahiretin hakikatini bilmek.
Fakirin bu yazısında başlık, Şekûr'un şeyhinin bir sözü. Tek başına çok anlam ifade ediyor. Şeyhin modern dünya karşısında modernleşen insanın bunalımlarına dair oldukça kıymetli sözleri var. "Bugunkü putlarımız, televizyon, banka hesapları ve buzdolabıdır" ve "Birleşirsek düşeriz, bölünürsek ayakta kalırız" bunlardan sadece bazıları. Şekûr'la birlikte okuyucu da soracaktır: Nereden başlayacağız? Şeyhin cevabı hazırdır: "Neredeysen oradan başlarsın. Sonra çevredekilere geçersin. Ve sonunda hedefine varırsın."
Muhyiddin Şekûr'un kuvvetli hafızası bizi şeyhin sohbetlerinin tam ortasına bırakıyor. Bir bahçe bu. Dikeni gür güllerden oluşan bir bahçe bu. Hemen tutmamak, önce sindirmek icap ediyor. Zira modern insanın çok uzaktan baktığı fakat göremediği gerçekler bunlar, birer hakikat bekçiliği:
"Buraya Ezel'den gönderildiniz. Şimdi ise tek derdiniz Ebed olmalı. Bu dünyayı dert edinen bu dünyayı alır. Ahireti dert edinen ahireti alır. Ama sizde gururun zerresi kaldıkça hakikatin bâtınına yaklaşamayacağınızı da bilin. Dişiniz ağrıyorsa ya da gözünüzden bir derdiniz varsa ne olmuş yani? Dertlerinizi Allah'la aranıza perde etmekten, onlara O'na kulluğunuza verdiğiniz kıymetten fazlasını vermekten sakının. Hep müteşekkir olun ve bilin ki bu dünyadaki kederleriniz, Allah'ın size bir lûtfudur. Unutmayın ki Kıyamet, güneşin eriyeceği ve insanların, onun yok oluşunun dehşetiyle ve kendi yaptıklarının sonuçlarıyla karşı karşıya gelmektense, yerin dibine batmak için dua edecekleri bir gündür; bir masal değil."
Nitekim şeyh, dünyanın ve dervişin yolunun ayrı olduğunu, kolay kolay bir araya gelmeyeceğini söyler ve ikisinden de yürümenin mümkün olmadığını belirtir. Hazreti İbrahim'in bıçağıyla içimizdeki dünyayı kesip, putlarımızı kırmadıkça da gideceğim yol, dünyanın bizden almak istediği yoldur. Oysa bizim gitmemiz gereken yol, Kâbe'ye doğrudur, yani kalbimize. Üstelik bu yol için arabaya, eve de gerek yoktur. Her gün bir fakirlik elbisesi kafidir.
Neden şeyh? Neden bir mürşid? Neden bir rehber? Modern insanın tasavvuf üzerine ilk sorduğu sorulardan sadece bazıları ama en önemlileri bunlar. Şekûr ise kitabıyla şöyle sesleniyor: "Gerçek Allah erleri kaknüs kuşu kadar ender bulunur ve dünya sahte öğretmenlerle doludur.Yine de Allah'a giden yolda bir rehber gerek,zira rehber olmaksızın ne ene çözülür ne heva ölür..."
Nereden "ben" dersek orada kaybetmeye başlıyoruz. Hep bir şeyleri kendimiz başardığımıza, kendimiz yaptığımıza inanıyoruz. Her birimizin kalbinde put var, oysa Allah'tan başka her şey puttur, biliyoruz. Bunu bilmemize rağmen tavırlarımıza bir yön vermeyerek iyice batıyoruz. Şeyhin öğüdü olan "Eğitici dil, dikkatli kulak ve imanlı kalp" bizlere yetecek. Oysa biz yanımıza hep bir şeytan arıyoruz, günahlarımıza ortak. Şeyhin önemli bir hatırlatması da şöyle: "Rabbi ile insan arasındaki tek elçi insanın amelidir. Kıyamet Günü'nde yanınızda avukatınız olmayacak."
Algılarımız, anlam arayışımız, mücadelemiz ve yolculuğumuz hiç bitmemeli. Yorulmak olmamalı, miskinlik tuzağına yakalanmamalı. Kapılar ve pencereler daima açık olmalı. Çünkü şeyh şöyle söylüyor: "Kapıları ve pencereleri Allah'ın rahmetinin meltemine açık bırakın. Uyanık kalmanın tek yolu, pencereleri açmaktır."
Kitabı bitirdikten sonra hafızama Şekûr'un naklettiklerinden sadece üçünü nakşetmeyi görev bildim. Bunlardan ikisi yazının başında alıntıladığım Hazreti Rabiâ-tül Adeviyye ve Şeyh Ferîdüddin Attâr sözleriydi. İşte korkularım arasında umudumu diri tutmama yetecek bu üç sözden sonuncusuyla yazımı bitirmek isterim: "Fakat kalbim Rabbimin sağır olmadığından emindi. Bir karıncanın bile ayak seslerini işiten O, benim kırık dökük kalbimi de duyar."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
7 Ekim 2015 Çarşamba
Halil Kut Paşa'yı ve Kutü'l-Amare'yi hatırda tutmak
Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa'nın Hatıraları çıktı. İzleri silinmeye çalışılmış çok kıymetli bir Türk askeri olan paşa, 1967 yılında 81 gün boyunca Şevket Süreyya Aydemir'in Akşam'da yayımladığı hatıratında kendini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Yıllar sonra bu hatıratı Erhan Çifci kitaplaştırdı. Kutü’l-Amare’de 5 general ve 13.000 İngiliz askeri esir alan paşanın hatıratı, tarih severlerin kitaplığında muhakkak olmalı.
Kitabın okuyucuya sunacağı en önemli faydalardan biri Halil Paşa'yı doğrudan kendi anlattıklarıyla tanıyabilecek olmak. Elbette kitabın başında da belirtildiği gibi anlatış tarzı konuşmadan metne geçilirken bir takım düzeltmeler yapılmış. Böylece okuyucu zorlanmıyor, bir hikâye gibi okuyor. Hem dipnotlar hem de bazı fotoğraflarla kitap güçlü bir tarih kaynağı.
İngiliz İmparatorluğu'nun savaş tarihindeki en büyük hezimetlerden biri olan Kutü'l-Amare, üzerinde çok konuşulması gereken bir konu olmakla birlikte, bu konuyla alakalı ne doğru düzgün bir kaynak kitap yayımlandı, ne bir belgesel çekildi ne de müze kuruldu. Bilhassa gençler, tarih kitaplarında yarım sayfa okuyabildikleri bu kahramanlık destanına dair pek bir şey bilmiyorlar.
240 sayfa olmasına rağmen on bir bölüme ayrılan bu kitap Makedonya'daki çete mücadelelerini, İttihat Terakki ve Hürriyet'in ilanını, dönemin İran'ını, Afrika'daki son Osmanlı topraklarını, Balkan Savaşı hezimetini, Kutü'l-Amare zaferini, Kafkas Cephesi'ni ve Rusya'daki ihtilali, Bekirağa Bölüğü'nü, Enver Paşa'nın birçok anısını ve Gürcistan'dan Anadolu'ya geçişini derinlemesine öğrenme imkanı sağlıyor.
Halil Kut Paşa bir komutan olduğu kadar iyi de bir gözlemci. Zira bunu Trablusgarp'ta İtalyanlara ispatlamış bir isim. Kitabı okurken "her şeyin başlangıcı"nı şöyle gözlemlediğine tanık oluyoruz:
"Makedonya topraklarında ilerlerken, etrafımızdaki köylerin, insanların, yani şu bizim Osmanlı Devleti dediğimizin saltanatın halkı, tebaası daha da karışık görünmeye başladı. Çünkü Makedonya, yalnız siyaseten kaynayan bir kazan değil, bir ırklar kazanıydı aynı zamanda. Türkler, Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, daha yukarıda Sırplar, Arnavutluk'ta çeşitli ırk yığınları, Selanik'te ve şehirlerde yığınlaşan Yahudileri, dönmeleri tabii bu hesaba katmıyorum. Çünkü onların ticaret menfaatlerinden başka siyasi bir davaları yoktu. Hele Osmanlı idaresinden pek de memnundular. Çünkü Osmanlı Devleti saf Türk halkının kanını muharebelerde, iç savaşlarda, isyanlarda eritir fakat azınlıklardan hiçbir asker almazdı. Bunların ödediği vergiler de devede kulaktı. Hülasa, iş yapmak ve çalışmak bakımından azınlıklar için Osmanlı idaresinden daha rahat ve külfetsiz bir idare yoktu denilebilir. Çünkü bütün yükler Türk kanından olan insanların yani güya "Hâkim Millet"in üstündeydi." (sf. 43)
İngiliz generali Townshend'in "Irak Seferim" adlı kitabında centilmen ve cesur olarak anlattığı Halil Paşa için "18.000 kişilik Türk ordusunu, tam sağ kanadından sarıp, onları bozguna uğratacağım sırada Kafkasya'dan taze bir ordu ile Halil Paşa Waterloo'da Blücher gibi muharebe sahnesine çıkageldi." demiştir. Zira 1815'te Napolyon Bonapart'ın Waterloo'da karşılaştığı koalisyon ordusunun iki komutanından biri olan Gebhard von Blücher, Prusya ordusuyla birlikte Fransızlara tarihi bir darbe vurmuştur. Şayet Prusyalılar yetişmemiş olsaydı Fransızlar kesin bir galibiyet alacakken, Blücher'in takviye kuvvetleri neredeyse tüm Fransız ordusunu bozguna uğratmış, cephaneliklerini imha etmiş ve ciddi rakamlarda da esir elde etmiştir.
Çanakkale Harbi komutanlarından Colman von Der Goltz'un Irak'ta görevlendirilmesi hâlinde son derece yetersiz olacağını, bu tip ciddi güç gerektiren sahalar için 72 yaşın oldukça fazla olduğunu düşünen de yine Halil Paşa'dır. Nitekim Irak'ın ağır çöl ve sahra koşulları Goltz Paşa'yı yormuş ve cephede hastalanarak ölmesine sebep olmuştur.
Halil Paşa güçlü hafızasıyla da kitap okuyucusunu şaşırtacaktır. Bilhassa Kut'a dair yaşadıkları ve anlattıkları son derece önemli, tarihin derinliklerinde kaybolmaması gereken anılardır. Bunlardan biri de gördüğü rüyadır. General Townshend, mağlubiyetinin kokusunu alır almaz Halil Paşa ile görüşmek ister. Hemen bir talepte bulunur. Halil Paşa "Düşmanımla tabii görüşecektim. Ona, onun da belirttiği gibi, iyi bir asker ve necip bir Türk olarak muamele edecektim." der. İngilizlerin esaretini kaçınılmaz olarak görür. Kut'un tesliminden birkaç gün önce bir rüya görmüştür ve her Türk gibi rüyada yakaladığına teslimiyeti sonsuzdur:
"İki düşman tayyaresi başımın üzerinde uçuyordu. Ben, belimdeki tabancayı çektim. Uçaklara doğru ateş ettim. Bu uçaklardan biri düştü. İkincisi ise süzülerek yere indi ve pilotu bana doğru ilerleyerek, "Arkadaşım vuruldu, ben teslim oluyorum," dedi. Uyandım. Beyaz bayraklı bir sözcü subay, General Townshend'in teslim şartlarını bildiren mektubunu işte o gün bana getirmişti."
Enver Paşa'nın amcası olan Halil Kut Paşa, Batum'da yeğeniyle birlikten onu uyarır ve Basmacı hareketine çok güvenmemesi gerektiğini, Türkistan'da başına bir şey gelmesinden tedirgin olduğunu söyler. Nitekim dediklerinde haklıdır, Enver Paşa 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı günlerinde şehit düşmüştür. Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında üzerine düşen havan topu, vefatına sebep olmuştur. Yanındaki askerler Enver Paşa'nın çok yalnız kaldığını ve taarruzun bir noktasından sonra paşanın mitralyözlere karşı atının üzerinde yalın kılın koşar vaziyette görüldüğünü belirtmişlerdir. İttihat ve Terakki önderlerinin Ermenilerce çeşitli Avrupa ülkelerinde suikaste maruz kalması Halil Paşa'yı öylesine tedirgin etmiştir ki hem kendisinin hem de yeğeni Enver Paşa'nın başına bunun gelmesinden endişe duymuştur. İlginçtir ki Enver Paşa'yı vuran Bolşevik Ruslarının komutası bir Ermeni olan Agop Melkovian'a aittir. Cemal Paşa'yı 1922'de Tiflis'te sırtından vuran da bir Ermenidir, bir yıl evvel Talat Paşa'yı Berlin'de vuran Soğomon Tehliryan da.
Halil Paşa kendi ülkesinde sürgünü yaşayan, uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalan komutanlarımızdan biridir. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümet onun "tehlikesiz" olduğunu(!) anlayınca ülkeye geri dönmesine müsaade(!) buyurmuştur. Gönlünü almak için de "Kut" soyadını vermiştir. 1957'de ülkesinde vefat eden Halil Paşa hakkında tıpkı bu kitap gibi onu ve mücadelesini hatırlatıcı eserler görmek de biz tarih okuyucularının en büyük isteklerinden biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kitabın okuyucuya sunacağı en önemli faydalardan biri Halil Paşa'yı doğrudan kendi anlattıklarıyla tanıyabilecek olmak. Elbette kitabın başında da belirtildiği gibi anlatış tarzı konuşmadan metne geçilirken bir takım düzeltmeler yapılmış. Böylece okuyucu zorlanmıyor, bir hikâye gibi okuyor. Hem dipnotlar hem de bazı fotoğraflarla kitap güçlü bir tarih kaynağı.
İngiliz İmparatorluğu'nun savaş tarihindeki en büyük hezimetlerden biri olan Kutü'l-Amare, üzerinde çok konuşulması gereken bir konu olmakla birlikte, bu konuyla alakalı ne doğru düzgün bir kaynak kitap yayımlandı, ne bir belgesel çekildi ne de müze kuruldu. Bilhassa gençler, tarih kitaplarında yarım sayfa okuyabildikleri bu kahramanlık destanına dair pek bir şey bilmiyorlar.
240 sayfa olmasına rağmen on bir bölüme ayrılan bu kitap Makedonya'daki çete mücadelelerini, İttihat Terakki ve Hürriyet'in ilanını, dönemin İran'ını, Afrika'daki son Osmanlı topraklarını, Balkan Savaşı hezimetini, Kutü'l-Amare zaferini, Kafkas Cephesi'ni ve Rusya'daki ihtilali, Bekirağa Bölüğü'nü, Enver Paşa'nın birçok anısını ve Gürcistan'dan Anadolu'ya geçişini derinlemesine öğrenme imkanı sağlıyor.
Halil Kut Paşa bir komutan olduğu kadar iyi de bir gözlemci. Zira bunu Trablusgarp'ta İtalyanlara ispatlamış bir isim. Kitabı okurken "her şeyin başlangıcı"nı şöyle gözlemlediğine tanık oluyoruz:
"Makedonya topraklarında ilerlerken, etrafımızdaki köylerin, insanların, yani şu bizim Osmanlı Devleti dediğimizin saltanatın halkı, tebaası daha da karışık görünmeye başladı. Çünkü Makedonya, yalnız siyaseten kaynayan bir kazan değil, bir ırklar kazanıydı aynı zamanda. Türkler, Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, daha yukarıda Sırplar, Arnavutluk'ta çeşitli ırk yığınları, Selanik'te ve şehirlerde yığınlaşan Yahudileri, dönmeleri tabii bu hesaba katmıyorum. Çünkü onların ticaret menfaatlerinden başka siyasi bir davaları yoktu. Hele Osmanlı idaresinden pek de memnundular. Çünkü Osmanlı Devleti saf Türk halkının kanını muharebelerde, iç savaşlarda, isyanlarda eritir fakat azınlıklardan hiçbir asker almazdı. Bunların ödediği vergiler de devede kulaktı. Hülasa, iş yapmak ve çalışmak bakımından azınlıklar için Osmanlı idaresinden daha rahat ve külfetsiz bir idare yoktu denilebilir. Çünkü bütün yükler Türk kanından olan insanların yani güya "Hâkim Millet"in üstündeydi." (sf. 43)
İngiliz generali Townshend'in "Irak Seferim" adlı kitabında centilmen ve cesur olarak anlattığı Halil Paşa için "18.000 kişilik Türk ordusunu, tam sağ kanadından sarıp, onları bozguna uğratacağım sırada Kafkasya'dan taze bir ordu ile Halil Paşa Waterloo'da Blücher gibi muharebe sahnesine çıkageldi." demiştir. Zira 1815'te Napolyon Bonapart'ın Waterloo'da karşılaştığı koalisyon ordusunun iki komutanından biri olan Gebhard von Blücher, Prusya ordusuyla birlikte Fransızlara tarihi bir darbe vurmuştur. Şayet Prusyalılar yetişmemiş olsaydı Fransızlar kesin bir galibiyet alacakken, Blücher'in takviye kuvvetleri neredeyse tüm Fransız ordusunu bozguna uğratmış, cephaneliklerini imha etmiş ve ciddi rakamlarda da esir elde etmiştir.
Çanakkale Harbi komutanlarından Colman von Der Goltz'un Irak'ta görevlendirilmesi hâlinde son derece yetersiz olacağını, bu tip ciddi güç gerektiren sahalar için 72 yaşın oldukça fazla olduğunu düşünen de yine Halil Paşa'dır. Nitekim Irak'ın ağır çöl ve sahra koşulları Goltz Paşa'yı yormuş ve cephede hastalanarak ölmesine sebep olmuştur.
Halil Paşa güçlü hafızasıyla da kitap okuyucusunu şaşırtacaktır. Bilhassa Kut'a dair yaşadıkları ve anlattıkları son derece önemli, tarihin derinliklerinde kaybolmaması gereken anılardır. Bunlardan biri de gördüğü rüyadır. General Townshend, mağlubiyetinin kokusunu alır almaz Halil Paşa ile görüşmek ister. Hemen bir talepte bulunur. Halil Paşa "Düşmanımla tabii görüşecektim. Ona, onun da belirttiği gibi, iyi bir asker ve necip bir Türk olarak muamele edecektim." der. İngilizlerin esaretini kaçınılmaz olarak görür. Kut'un tesliminden birkaç gün önce bir rüya görmüştür ve her Türk gibi rüyada yakaladığına teslimiyeti sonsuzdur:
"İki düşman tayyaresi başımın üzerinde uçuyordu. Ben, belimdeki tabancayı çektim. Uçaklara doğru ateş ettim. Bu uçaklardan biri düştü. İkincisi ise süzülerek yere indi ve pilotu bana doğru ilerleyerek, "Arkadaşım vuruldu, ben teslim oluyorum," dedi. Uyandım. Beyaz bayraklı bir sözcü subay, General Townshend'in teslim şartlarını bildiren mektubunu işte o gün bana getirmişti."
Enver Paşa'nın amcası olan Halil Kut Paşa, Batum'da yeğeniyle birlikten onu uyarır ve Basmacı hareketine çok güvenmemesi gerektiğini, Türkistan'da başına bir şey gelmesinden tedirgin olduğunu söyler. Nitekim dediklerinde haklıdır, Enver Paşa 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı günlerinde şehit düşmüştür. Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında üzerine düşen havan topu, vefatına sebep olmuştur. Yanındaki askerler Enver Paşa'nın çok yalnız kaldığını ve taarruzun bir noktasından sonra paşanın mitralyözlere karşı atının üzerinde yalın kılın koşar vaziyette görüldüğünü belirtmişlerdir. İttihat ve Terakki önderlerinin Ermenilerce çeşitli Avrupa ülkelerinde suikaste maruz kalması Halil Paşa'yı öylesine tedirgin etmiştir ki hem kendisinin hem de yeğeni Enver Paşa'nın başına bunun gelmesinden endişe duymuştur. İlginçtir ki Enver Paşa'yı vuran Bolşevik Ruslarının komutası bir Ermeni olan Agop Melkovian'a aittir. Cemal Paşa'yı 1922'de Tiflis'te sırtından vuran da bir Ermenidir, bir yıl evvel Talat Paşa'yı Berlin'de vuran Soğomon Tehliryan da.
Halil Paşa kendi ülkesinde sürgünü yaşayan, uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalan komutanlarımızdan biridir. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümet onun "tehlikesiz" olduğunu(!) anlayınca ülkeye geri dönmesine müsaade(!) buyurmuştur. Gönlünü almak için de "Kut" soyadını vermiştir. 1957'de ülkesinde vefat eden Halil Paşa hakkında tıpkı bu kitap gibi onu ve mücadelesini hatırlatıcı eserler görmek de biz tarih okuyucularının en büyük isteklerinden biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)