Haruki Murakami etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Haruki Murakami etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Şubat 2023 Pazartesi

Çağdaş masallar sunan bir deha: Murakami

Japon Edebiyatı dendiğinde sıralamanın en başlarında saydığımız Haruki Murakami, gerçekçi dünyayı alıp hayal dünyasına karıştırarak bize çağdaş masallar sunan bir post-modern anlatı dehasıdır. İmkansızın Şarkısı, Zemberekkuşunun Güncesi, Yaban Koyununun İzinde, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında, Sahilde Kafka, Sputnik Sevgilim, 1Q84 dilimize çevrilmiş ve dünyaca ün yapmış romanları arasında sayılabilir.

Murakami, geleneğine bağlı yazmadığı ve hatta Japon geleneğini ‘çok sıkıcı ve yapışkan’ olarak betimlediği için, eleştirmenler tarafından sertçe eleştirilir ve ‘Japon yazar’ olarak kabul edilmez. "35 yıldır yazıyorum, hiç kuğu olamadım, beni çirkin ördek yavrusu olarak görüyorlar ve hâlâ sevmiyorlar" der. Dünya Edebiyatında kendine yer edinmiş olan Murakami gelecek nesillere büyük bir külliyat bırakmayı hedeflemektedir. On üç romanı, onlarca kısa hikâyesi, denemelerinin yanı sıra Salinger, Fitzgerald gibi yazarları Japoncaya çevirmesiyle de ünlüdür.

Murakami, Capote ve Vonnegut gibi çağdaş Amerikan Edebiyatı yazarlarının yanı sıra, bir Dostoyevski ve Charles Dickens hayranıdır. Tüm bu isimlere bakıldığında onlardan ne kadar az esinlendiği de gözden kaçmaz çünkü Murakami’nin kimselere benzemeyen bir yazım tarzı vardır. Hafızasında çok fazla anı topladığını ve roman yazmak istediğinde doğru çekmeceleri açtığını ve yorulmadan yazdığını itiraf eder. 1250 sayfalık 1Q84 yayımlandıktan sonra yorulduğunu ve bir süre sadece kısa öykü yazacağını söylemiş olmasına rağmen üç sene içinde Renksiz Tsukuru Tazaki ve Hac Yılları isimli romanını yayımlar. Murakami’nin bir hikâye cambazı olduğu su götürmez gerçektir.

Romanlarında zihninin en derin ve karanlık koridorlarına adeta bir kazı çalışması yaparak iner ve oralardan Freudiyen teoriler, Oedipal hikâyeler çıkarır atar önümüze. Onun karakterleri cinselliklerini en cüretkâr şekilde yaşar ve bu deneyimlerini korkusuzca anlatırlar. Tabu diyerek kendimize sakladığımız ne varsa çıkarıp yüzümüze vurur. Bunu yaparken ‘zihninizin derinine inmeniz için çok güçlü ve dayanıklı olmalısınız’ der.

Koşmasaydım Yazamazdım isimli kısa anlatısında yazma disiplininin sıkılığından bahseder, her sabah 4’te kalkıp, en az altı saat çalıştığını, ardından 10 km koşuya çıktığını anlatır. Roman yazmayı da yoğun bir ‘beyin antrenmanı’ olarak gören Murakami için her romanı yeni bir yarıştır. Her romanına yeni bir tema eklemeye çalıştığını ve bir önceki yapıyı bozmaya çalıştığını söyler. Buna rağmen onun hangi romanını okursanız okuyun size ‘işte Murakami stili bu’ dedirten şeyler çıkacaktır. Murakami’yi kısaca tarif etmek gerekirse; Alice Harikalar Diyarında kitabında her şeyin olağan gözüktüğü bahçede tavşan deliğini bulan Alice’tir o. Kendini tavşan deliğinden aşağı atar ve sonra okuruna mitolojiden tutun, Yunan tragedyalarına kadar, hayaller ve oyunlarla dolu, bol metaforlu romanlar sunar. Kendisi de bu durumu şöyle açıklar ‘ Ben gerçekçi ve normal bir insanım, sekiz sene jazz bar işletirken insanlara sandviçler hazırlayıp, kokteyller sunan biriydim ama yazarken garipleşiyorum hatta gittikçe daha da garipleşiyorum’ der. Şimdi isterseniz romanlarında kendinin bile gariplik atfettiği bu öğeleri tek tek inceleyelim.

9 maddede Murakami:

1. Arayış içerisindeki Karakterler ve gizemli kadınlar: Murakami karakterlerinin neredeyse tamamı kendi hikâyelerini bulmaya çalışan, içinde bulundukları ortama uyum sağlayamayan, kendini sürgün eden ama neden ettiğini de tam olarak bilmeyen bir yapıdadır. Çoğu çözemedikleri sırrın peşinden koşarlar, her birinin karanlık bir tarafı vardır. Bu karanlık taraf bazı romanlarda açıklanır, bazılarında bilinmez olarak kalır. Zemberekkuşunun Güncesi’nde karakter kendi benliğini bulmak için bir kuyunun en dibine iner, oturur, her çıkışında biraz daha güçlenmiştir. Tsukuru Tazaki, yıllar önce ona yapılan ihanetin sebebini aramak için yola çıkar. Romanlarının kilit noktalarında mutlaka bir kadın vardır. Kadınlar ise genelde cinsel anlamda çekici ve akıllıdır. Erkeklerin takıldığı yerde ilerlemelerini sağlarlar.

2. Müzik ve Caz: Murakami’nin olmazsa olmazıdır. Romanlarında hep bir melodiyi arar. Romanlarının isimlerinin çoğu sevdiği şarkılara atıftır. İmkansızın Şarkısı’nın orjinal ismi olan Norwegian Wood bir Beatles şarkısıdır. Sınırın Güneyinde ‘South of the Border’ bir Nat King Cole parçasıdır. Hac Yılları Listz’in parçasına atıftır. 1Q84, Sinfonietta’yla açılır. Murakami’nin binlerce plaktan oluşan bir Caz Müzik koleksiyonu vardır.

3. Hayal ve gerçeklik sınırı: Murakami’nin çoğu karakteri gerçeklikle hayalin sınırında yaşar. Hayal dünyasında sessiz ve akıllı; gerçek dünyada ise aktif ve komik karakterlerdir. Çoğu zaman bir kırılma anıyla birlikte zihinleri ikiye bölünür, iki farklı dünyada kalırlar, hangisini seçeceklerine karar veremezler. Sputnik Sevgilim’de gerçek olan Sumire, dönme dolap kabininde sıkışıp kalan mı yoksa karşı pencerede seyrettiği Sumire mi bilmeyiz. Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında’da yağmurlu sahnelerin hayal olduğunu anlarız, şemsiye açılınca ise gerçeğe döneriz. Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanı ise bilinçle bilinçaltı arasında bir yerlerde seyahat ederiz.

4. Kedi: Tüm Murakami romanlarında kediyle karşılaşmanız olasıdır. Esrarengiz bir şekilde ortaya çıkar yada Zemberekkuşunun Güncesi’nde olduğu gibi gizemli bir şekilde ortadan kaybolurlar. Sahilde Kafka romanında kediler konuşur, Nakata ise onlarla iletişim kurabilmektedir. Bir kedi sever olmasına rağmen Murakami’yi öldürülmüş, kesilmiş ve bağırsakları dışarı çıkmış bir kediyi tarif ederken de bulabiliriz.

5. Doğaüstü güçler/ Parallel dünyalar/ geçit taşları/ orman/ gizli geçitler/ Sırra kadem basan insanlar: 1Q84 , Aomame isimli kadının otoyoldan şehre geçmek için acil durum geçidini kullanmasıyla başlar. Sputnik Sevgilim’de eşikten atlayan Myu paralel evrene geçiş yapar. Sahilde Kafka’da ruhani dünyaya geçişini sağlayan giriş taşı vardır.

6. Metaforlar: Kuyu, Murakami’nin en bilindik metaforlarından biridir. Zihninin derinliklerini simgeler. Zemberekkuşu’nun Güncesi’ndeki en baskın metafordur. Kuyuya her iniş bir keşif, her çıkış ise öz benliğini bulmaya bir adım daha yaklaşmaktır. Sahilde Kafka’da gökyüzünden sülükler, sardalyeler yağar. İkinci Dünya Savaşında atılan atom bombasını ve Sarin gazı kullanımının Murakamileştirilmiş halidir bu. Hafıza ve zamanı da çoğu zaman metaforlaştırılarak kullanır.

Sahilde Kafka’da Kafka Tamura hafızayı; Nakata ise belleksizliği temsil eder. Orman, çoğu Murakami romanında hafızanın ta kendisidir. O yüzden derinlere ilerledikçe korkular zuhur eder.

7. Din, felsefe, Yunan Tragedyaları: Bir çok Murakami romanında Şintoizm dininden izler görülür. Giriş taşı maddi dünyadan manevi dünyaya geçişi sağlar. Murakami’nin karakterleri dağlara çıkar, doğayla bütünleşir ve manevi dünyaya geçiş yapar. Murakami bir süre Yunanistan’da yaşamış ve bu dönemde ceplerini bol bol mitolojik hikâyeyle doldurmuştur. Yunan Tragedyalarının en baskın konusu olan ve insanlık tarihinin en çok tanımlanmaya çalışılan kavramı olan ‘kader’ başta Sahilde Kafka olmak üzere bir çok romanında hakimdir. Kaderinden kaçmaya çalışan Kafka Tamura’nın Saeki Hanım’la karşılaşması bunun örneğidir. Ayrıca romanlarında karşınıza birden bir Orpheus veya Euredike çıkabilmektedir.

8. Otomobiller, giyim markaları, zincir restoranlar: Murakami’nin karakterleri McDonalds’da hamburger yer, tüm özellikleriyle tarif edilen BMW yada Toyota marka arabalara binerler, Jonny Walker ve Kentucky Fried Chicken’ın logosoundaki güleryüzlü amca karşınıza bir roman karakteri olarak çıkabilir. Markaların isimlerini vermekten asla çekinmez.

9. Edebiyat dünyasına atıflar: Sahilde Kafka’nın Kafka’sı hem Prag’lı ünlü yazara hem de Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar romanının Holden Caufield’ına atıftır. 1Q84, George Orwell’in ünlü romanı 1984’e atıftır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

17 Mayıs 2021 Pazartesi

Murakami’ye göre iyi yazarlık kaçınılmaz olarak akıntıya karşı yapılan bir iştir

İmkânsızın Şarkısı, Rüzgârın Şarkısını Dinle ve Yaban Koyununun İzinde gibi kitaplarından tanıdığımız Japon yazar Haruki Murakami’nin her ikisi de Doğan Kitap’tan çıkan edebiyat dışı iki kitabı daha var Türkçe’de: Mesleğim Yazarlık ve Koşmasaydım Yazamazdım. Bunlar onun, kendisiyle yaşadıkları ve yazdıkları arasındaki mücadelenin ve “basit” hayat tecrübesinin nasıl yazıya ve yazarlığa dönüştüğünün hikâyeleridir. Yazarlığın insanın kendisini değil kendi tecrübesini önemsemeyle ilgili olduğunu anlamamızı sağlayan metinlerdir.

Her meslek erbabı gibi olgunluk gelip çattığında bütün bir ömür yapılan işin yanı sıra belli belirsiz ya da alttan alta sürekli düşünülmüş olan ne varsa açığa çıkmaya zorlar ve kendi başına bir varlık kazanma ihtiyacı duyar. Dolayısıyla her yazar bir gün gelir neden yazdığını yazar. Mesleğim Yazarlık da öyle bir kitap. Fakat okuyunca anlaşılacağı üzere ironik olan şu ki yazarlık ayrı bir meslek olamayacak kadar hayatın kendisine ait ve onun içinde olan bir iştir. Yaşarken bir yandan da hayat hikâyemizi yazarız, yazarlar bunu kağıda dökebilen ve yazıya geçerebilenlerdir sadece.

Yazmak için belki de ilk şart insanın basit hayatındaki sıradan tecrübelerini önemseyebilmesidir. Hayatın, dünyanın her yerinde çok benzer ve bir o kadar bambaşka yaşandığını bilerek aynılığın içindeki özgünlüğü ve farklılıktaki sıradanlığı bulabilmesi de bir o kadar önemlidir. Bu insanı hem çok özgün hem de fazlasıyla herkes gibi kılan şeydir ve çok değerlidir. Biri olmadan öteki anlamını yitirir çünkü. Bunun için kişinin kendini değil yaşadıklarını önemsemesi gerekir; yazmak için lazım olan şey kendi kendini şişirmiş bir ego değil sıradan olanla hiç düşünülmemiş olanın karışımından süzülüp gelen gösterişsiz düşüncedir. Gösterişsiz düşünce, olan biten her şey üzerine düşünmeye cüret etmenin kendiliğinden gelen hediyesidir.

Yazı, konuşmanın aksine düşünceyi gösterişsizleştirir, uçarılığına son verip ayaklarını yere bastırır ve kendi iç yolculuğuna çıkmaya hazır hale getirir. Hayata var olan görme biçimlerinden farklı bakabilmeyi gerektirir. Yaşananları bütünüyle bize ait bir edebiyata dönüştürür. Tam da bu nedenle, Ursula K. Le Guin’in harika kitabı Sözcüklerdir Bütün Derdim’de (hep kitap) dediği gibi, “Sahip olduğumuz en iyi el kitabıdır edebiyat. Ziyaret ettiğimiz ülkenin, yani hayatın en kullanışlı rehberidir.”. Yazabilenler yaşadıkları hayatı biraz da ziyaret edilen bir ülke gibi görebilenlerdir. Her şeyin çok farklı göründüğü ve çok farklı görülebildiği yabancı bir ülke…

Yazmak, hayatı kendine anlatmaktır bir bakıma ve bunun için illa yazıya dökmek de gerekmez. Pek çok insan hiç yazmadan bütün ömür bir yazar gibi yaşar. Diğer bir deyişle, hayatı kendimize anlatır gibi yaşamaktır yazmak ve bütünüyle kendi hayatımızın ürünüdür. Hiç kimse bir başkasını yazar yapamaz. Uzak ve ilginç diyarlara gitmek, enteresan insanlarla karşılaşmak ya da ilginç bir hayat yaşamak da gerekli değildir çoğu zaman, hatta hiç. Tıpkı Saramago’nun Nobel konuşmasında söylediği gibidir: “Toprağını işlediğim küçük arazimin ötesine geçmeye cüret etmek için pek heves etmediğimden, bana düşen tek şey derinlere inme, aşağıya, köklere doğru kazma ihtimaliydi. Kendimin ve böyle ölçüsüz bir gayeye müsaade edilirse dünyanın da köklerine doğru pek tabii.”. Yazmak, kişinin kendinden geçtiği bir yolculuktur; kendinden yola çıkıp yine kendine vardığı ama her defasında bambaşka birini bulduğu bir dönüşüm hikâyesi.

Murakami yazarlığın ayrı bir uzmanlığa dayalı bir meslek olmadığı için herkese açık olduğunu anlatır ilk olarak. “Dışarıdan” geleni içine almakta zorlanan, dar bir menfaat grubunun otoritesine tabi bir iş değildir (neyse ki ve bereket versin ki!). Yetenekli ve başarılı olan herkesin kendi yerini kendisinin belirleyebileceği, bir takım suni destekler ya da ödüllerle şişirilen insanlar olsa da asıl yaşam gücünün hiçbir zaman birileri tarafından bahşedilemeyeceği bir mecradır burası. Tam ona göredir! Japonya’da küçük bir bar işleten adamdan dünya çapında bir isim haline gelmesini sağlayan inanılmaz bir fırsatlar ülkesidir! Ancak görmesini bilene kendini açan bir sırlar ülkesi ya da.

Yazarlık, şeklin ve maddi dünyanın ötesine geçmeye imkân sunduğu için giderek artan bir çekiciliğe ve dıştan içe doğru sürekli bir ilerleme hissine sahiptir. Oysa insanlar şekilsizliği ve soyut olanı hem sevmez hem de kavramak için gerekli çabayı göstermek istemezler. Birilerinin söz konusu eseri parlatmasını, ondaki değerli olanı bulup söylemesini ve çok satmasını ya da ödüller kazanmasını isterler. Değerli görebilmek için bütün bunlara ihtiyaç duyarlar. Diğer bir deyişle okur, kendi yetersizliği nedeniyle yazarı aşağı çekmek ister ve buna kapılan yazar en hafif tabiriyle mesleğini kaybeder; “İnsanlar çoğu durumda somut olarak şekli olan şeylerden başkasına bakmazlar. Oysaki edebi eserin niteliği şekilsizliğidir; o esere bir ödül ya da madalya verildiğinde, orada somut bir şekil belirir. Ve insanlar bu ‘şekle’ bakar.

Murakami’ye göre, yazarlık, iyi yazarlık kaçınılmaz olarak akıntıya karşı yapılan bir iştir (hangi iyi iş öyle değil ki!). Polonyalı şair Zbigniew Herbert’in şu sözleri bununla ne kastettiğini çok iyi anlatır: “Kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzmeli. Akıntıyla yüzüp giden şey çöptür sadece.”. Akıntıya karşı durabilen insanın kim olduğuna ve nasıl bir hayat hikâyesinden geldiğine dair de önemli ipuçları yakalamak mümkündür söylediklerinde. Bu tür insanlar dışarıdan verilene değil kafalarının içindekine tabi ve kendi başlarına olmayı sevenler arasından çıkmaktadır genellikle. Dışardaki yaşam çekicidir, güzeldir, hareketlidir ve değişkendir ama hiçbir şey insanın bütün bunlardan geçtiğindeki kadar tarifsiz değildir. Onun Koşmasaydım Yazamazdım’da uzun bir koşunun sonunda yitirilen bilinç halinden hareketle söylediği şu cümle biraz da bu durumu anlatır: “Şuurunu kaybetmek üzere olan insanların hayalinden geçen çılgınca güzel şeyler, gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamaz.

Murakami’nin hayat hikâyesi de aslında tam bir akıntıya karşı kürek çekmek, daha doğru ifadesiyle akıntıya karşı koşmaktır. İstemediği okullarda, istemediği ortamlarda ve istemediği sayısız durumun içinde kala kala, yetmeyen realitenin içinden sıyrılıp gerçek dünyanın hiçbir yerinde var olamayacak kadar güzel olan kendi hayal ülkesini yaratmıştır: “‘Okuldan hoşlanıyorum, okula gitmezsem kendimi çok yalnız hissederim’ diyen insanlardan roman yazarı olmaz. Demek istediğim, roman yazarı kafasının içinde kendi dünyasını kuran kişidir. Ben ders sırasında hiç ders dinlemez, bin bir çeşit hayale dalardım. Eğer şimdiki zamanlarda çocuk olsaydım okulu kesinlikle benimseyemez, okula gitmeyi reddeden çocuklardan biri olurdum sanırım.

Murakami yazarlığın yetenek mi çalışmak mı olduğu konusuna da girer bir yerde (hangi yazar girmez ki!) ve bunu sevdiği bir anekdotla anlatır. Paul Valery, Albert Einstein’la bir söyleşisi esnasında, “Aklınıza aniden gelen iyi bir fikri yazmak için yanınızda not defteri taşıyor musunuz?” diye sorar. Bunun üzerine Einstein nezaketini kaybetmese de biraz şaşırır gibi olur ve şöyle der: “Yoo, öyle bir gereksinimim olmuyor. Aklıma aniden iyi bir fikir gelmiyor çünkü.

Murakami’nin aklına ise iyi fikirler çoğu zaman koşarken gelir. Bu her tarafından sefalet akan hayatın kıyısından ve bazen içinden, yanından yöresinden koşup giderken sanki her şey ona doğru koşar ve zihnine üşüşerek -kimi zaman ona rağmen- yeni bir dünya kurar; “Roman yazmak konusunda bildiklerimin çoğunu yollarda, sabahın erken saatlerinde koşarak öğrendim.” Hayat fazlasıyla yaralayıcı ve yıpratıcıdır belki ama koşmak aynı zamanda bütün bunlara rağmen ileri gidebilmek demektir. Ve “Yürekte açılan yaralar, bir insanın bağımsızlığı karşılığında dünyaya ödemek zorunda olduğu çok doğal bir bedel”dir.

Bir maratonu bitirmek, her defasında tam olarak ne için olduğu belli olmayan bir şeylerin bedelini ödemektir. Yol boyu hayatın tamamı bütün insanlar adına gözden geçirilir; “Dünyanın neresinde olursa olsun, uzun mesafe koşan insanların yüz hatları aşağı yukarı aynıdır. Hepsi koşarken bir şeyler düşünüyormuş gibi görünür. Hiçbir şey düşünmüyor da olabilirler, ama sanki son derece odaklanmış bir şekilde bir şey düşünüyormuş gibi dururlar.” Dışarıdan bakıldığında hiçbir şey yapmazken bile böyle görünen kişi yazar olmak üzeredir! Kısacası Murakami okumak yazar olmanın kendi koşusunu yapmayı öğretici bir tecrübe gibidir ve sadece koşarak bile olunabileceğini gösterdiği için değerlidir.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

1 Aralık 2015 Salı

Renksizlik meselesinin köklerine inmek

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları, Doğan Kitap tarafından 10. baskısını yapan festival tadında bir roman. Japon sürrealist romancılığının ustası olarak kabul edilen Haruki Murakami’nin 316 sayfalık hikâyesini yazarın kendi tarihindeki en gerçekçi anlatı olarak kabul edebiliriz. Ana karakter Tsukuru’nun karanlık dönemiyle başlıyor roman. Ölmek isteyen bu ilginç adamın masumiyeti, çocukluğu, aidiyet duygusu ve itilmişliğinin kıyılarına çekiliyor okur. Murakami ilk bölümden bireyci bir anlatımla yol alacağının sinyallerini veriyor bu sayede. Bir başlangıca yakışan ne varsa ona sahip kitabın birinci bölümü. Hafif, lezzetli ve sonrası için merak uyandıran cinsten hoş bir atıştırmalık. Toplam 19 bölümden oluşan Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları kendi içerisinde tasarlanmış bir plana sadık kalınarak yazılmamış olduğu izlenimini veriyor. Zira hikâye sık sık kesintiye uğratılıp geçmiş, gelecek ve bugün arasında yer değiştiriyor. Böylece bölümler açıldıkça konu da açılıyor. Yazar örgüyü allak bullak edip okuru sıkmadan tatmin edici düzeyde bir merak duygusuyla ipi sonuca doğru çekiyor. Murakami ortak felaket ve hüzünlerin komünü olarak anılan Japon ırkı önyargısını kırmak istiyor olmalı ki tüm metin Tsukuru’nun kişisel mücadelesi üzerinden bu önyargıya ateş püskürtüyor.

"Tokyo Şincuku İstasyonu, dünyada içinden en çok yolcu geçen devasa bir labirent. Trenler, sistematik bir şekilde bazı insanları yutuyor, bazılarını kusuyor. Çıkış kapılarına doğru ilerlerken kalabalıklar, köpüren, geri çekilip tam gücüyle sahile vuran dalgalar gibiler. Aktarma yapacaklar birbirine karışan akıntılar gibi hareket ediyor, tehlikeli girdaplar oluşturmaktalar. Sözleşmiş gibi herkes başını öne eğmiş, "işe gidip gelme" denen anlamsız yer değiştirme için ömürlerini harcıyorlar. 90'larda bir Amerikan gazetesi böyle ikonik bir istasyon fotoğrafı yayımlayıp Japonları zengin ülkenin mutsuz insanları olarak haberleştirmiş."

Tsukuru Tazaki belki de sırf yazarın bu milliyetçi tavrı üzerine oturtulmuş bir karakter. Çünkü çevresindeki herkesin isminde bir renk imi varken kendisinin adı üretmek, ortaya çıkarmak anlamındaki imlerle yazılıyor. Üstelik Tsukuru bu durumdan başlarda oldukça rahatsız. Herkes gibi olma meraklısı bir karakterin herkesin içinden atılmasıyla ise asıl hikâye başlıyor. Lise yıllarında tanışıp arkadaş olduğu ve isimlerinde yer alan renklerden ötürü Bayan Ak, Bayan Kara, Bay Mavi ve Bay Kızıl olarak adlandırdığı sıkı dostları tarafından bir anda ötenazi edilen Tsukuru yalnızlık okyanusunda kendi içine doğru bir Hac’a çıkıyor. Bu dalgasız denizde Tsukuru’nun yanı başında seyahat eden okurun ilk gözüne çarpan şey ise yalancı kara parçaları oluyor. Renksiz Tsukuru Tazaki arkadaşlarının onu neden dışladıkları sorusuyla baş başa bir istasyon mühendisine dönüşürken, adım attığı her toprak yine bir anda altından çekilerek onu serin suların içine gömüyor.

Hikâye’nin sakin anlarından birisinde yazarın kendisini açık etmekten çekinmediğine şahit oluyoruz. Çünkü tren istasyonları tasarlayan mühendis Tsukuru Tazaki, bankta oturmuş beyin fırtınası yaparken, Murakami bu romanı kaleme almasındaki amacından söz ediyor sanki:

"Yaşadığımız toplumun ne kadar mutlu ya da mutsuz olduğunu, insanların her birinin kendi yargısına bırakmak daha doğru olurdu. Tsukuru'nun asıl düşünmesi gereken, bu kadar muazzam sayıdaki insanın akışını etkin ve güvenli bir şekilde yönlendirmekti. Gereken şey, doğru değerlendirilmiş pratik bir faydaydı. O ne bir düşünür, ne de toplumbilimciydi, sıradan bir mühendisti yalnızca."

Kitap büyük çoğunluğu felsefi ve soyolojik mesajlar aktaran ancak bunu pütürlü ya da tırtıklı bir biçimde okuyucunun düşünme eylemine enjekte etmeden başaran eserlerden. Akıp gidiyor. İsteyen sadece eğlenmek, isteyen düşünmek için okuyabilir beni diyor adeta.

Gelelim renksizlik metaforuna. Başkahramana atfedilen bu özellik Murakami dilinin pamuk prenses oyunlarından. Kendini çirkin, silik, yetersiz hisseden Tsukuru yıllar süren ruhani Hac’ından sonra her anlamda dönüşüm geçirmiş 36 yaşında yetişkin bir adam olarak Bay Mavi, Bay Kızıl, Bayan Ak ve Bayan Kara'yı aramaya kendisini neden reddettiklerini öğrenmeye karar veriyor. Arkadaşlarını bir araba satıcısı, iş dünyası danışmanı, piyano öğretmeni ve iki çocuk annesi olarak bulan Tsukuru hepsiyle görüşmeyi tamamlayınca renklerini ve daha pek çok şeyini kaybedenin kendisi değil onlar olduğunu anlıyor.

Murakami bu yöntem sayesinde mesajlarını oldukça sade ve akıcı bir dille fonda Lazar Berman'ın piyanosundan dinlediğimiz Franz Liszt'in Années de Pèlerinage derlemelerinden Le Mal Du Pays eşliğinde nihayete erdiriyor. "Le Mal Du Pays", memleket hasreti çekmek anlamına geliyor. Hikayenin sonlarına doğru Tsukuru’nun hissettiği memleketsizlik, topraksızlık duygusunu son bir çırpınışla aşık olduğu Sara ismindeki kadında arayışına ithaf edilebilecek bu fon aslında karakterin sıla özlemini değil kırgınlığını, yoksunluklarını ve melankolik ruh halini temsil ediyor.

"Bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırgınlık kırgınlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. İnsanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. işte bu, gerçek uyumun kökünde var olan bir şeydi."

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları renksizlik metaforuna sarmalanmış çift odaklı değerli bir hikaye. İster derin düşünme pratiklerine dalın, ister tek nefeste huzurlu bir huşuya kapılarak okuyun.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

18 Eylül 2012 Salı

Tutkuların en büyüğü: Ölüm

Ne kadar yaşarsak ölüm o kadar yanımızdadır. Düşünmemeye çalışsak da aslında attığımız her adım ölümün ta kendisidir. Günümüz yazarlarının en başarıları arasında gösterilen Haruki Murakami de buradan yola çıkıyor, ölümlerle dolu bir hayatta tutunmaya çalışan bir adamın hikâyesini anlatıyor bize. Yirmilerinin başındaki Vatanabe daha lise yıllarında en sevdiği arkadaşını kaybediyor. Sonrasında da ne yaparsa yapsın ölümden kaçamadığını anlayıp ölümün yaşamın karşıtı değil bir parçası olduğunu düşünmeye başlıyor.

Genç yaşında hayatını bir bataklık olarak gören, etrafından geçen gidenlerin farkına bile varmadan girdiği çıkmazdan kurtulmaya çalışan Vatanabe’nin öyküsü zaman zaman şiirsellik, zaman zaman erotizm, zaman zaman olağanüstülük barındırsa da aslında gerçekliğimizin yalnızca bir parçası.

Mutsuz günlerin ardından mutlaka iyi günler gelir mi? Mutsuzluğun çaresi kendini her şeyden soyutlamak mı? Yoksa bir kere mutsuz başlamışsa hep öyle mi devam eder her şey? Ne olursa olsun Murakami’nin de söylediği gibi “İnsan kaderine üzülmemeli. Bu yalnızca budalaların işidir.” Bu yüzden de ölüm ve diğer umutsuzluklar için endişelenip geç kalmaktansa zamanı avuçlayabilmeli insan. Zira, ölüm tutkuların en büyüğü ve en tehlikelisidir, kapılınca geri dönüşü zor olur. Ama bazıları da bu tutku sayesinde nefes alır, yine de mesafeyi korumayı bilmek gerekir. Murakami İmkânsızın Şarkısı kitabında koruyamayanların öyküsünü yazıyor, ama bunu yaparken de bir yandan umutsuzlardan korunmak için yapılması gerekenlerin bir reçetesini çıkarıyor.

Ümran Kio